Foren Suche

  • Hicr Süresi Meal Ve Tefsiri 78-99Datum22.12.2023 07:15
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Hicr Süresi Meal Ve Tefsiri 78-99

    وَاِنْ كَانَ اَصْحَابُ الْاَيْكَةِ لَظَالِمٖينَۙ ﴿٧٨﴾
    ﴾78﴿ Eyke halkı da gerçekten bir zalimler topluluğu idi.
    فَانْتَقَمْنَا مِنْهُمْۘ وَاِنَّهُمَا لَبِاِمَامٍ مُبٖينٍؕࣖ ﴿٧٩﴾
    ﴾79﴿ Biz onların da cezasını verdik. Bu iki şehir açıkça bilinen bir yol üzerindedir.
    Tefsir
    Tefsirlerde Eyke’nin, Hz. Şuayb’ın peygamber olarak gönderildiği, Mısır ile Filistin arasında, Sînâ yarımadasının kuzeyindeki bölgenin adı olan Medyen ile aynı yer olduğu, ağaçlık bir yer olması dolayısıyla buraya Eyke denildiği belirtilmektedir. Hz. Şuayb döneminde buralarda Araplar’ın Emur (Amoriler) koluna mensup kabileler oturuyordu (bilgi için bk. A‘râf, 7/85-93; Hûd 11/84-95).
    78. âyette geçen zulüm kavramı, başta inkârcılık olmak üzere her türlü inkâr ve isyanı ifade etmektedir. Nitekim Lokmân sûresinde de (31/13), “Gerçekte şirk çok büyük bir zulümdür” buyurulur. İbn Kesîr, buradaki zulmü, “Eyke halkının Allah’a ortak koşmaları, yol kesmeleri, ölçü ve tartıda haksızlık etmeleri” şeklinde açıklamakta olup bu açıklama, ‘râf ve Hûd sûrelerindeki bilgilere dayanmaktadır. Söz konusu sûrelerde bildirildiğine göre Şuayb da diğer peygamberlerin davetlerini tekrarlayarak Medyen halkını önce Allah’a kulluk etmeye, O’ndan başka tanrı tanımamaya çağırmış; fakat onlar zulümlerine devam etmişler yani inkârcılıkta, günah ve isyanda ısrar etmişler, bu yüzden de hak ettikleri cezaya çarptırılmışlardır. “Bu iki şehir açıkça bilinen bir yol üzerindedir” buyurularak Eykeliler’le Sodomlular’ın aynı coğrafî bölgede yaşadıklarına işaret edilmiştir (İbn Kesîr, IV, 462).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 362-363

    وَلَقَدْ كَذَّبَ اَصْحَابُ الْحِجْرِ الْمُرْسَلٖينَۙ ﴿٨٠﴾
    ﴾80﴿ Kuşkusuz Hicr halkı da peygamberleri yalancılıkla suçladılar.
    وَاٰتَيْنَاهُمْ اٰيَاتِنَا فَكَانُوا عَنْهَا مُعْرِضٖينَۙ ﴿٨١﴾
    ﴾81﴿ Oysa onlara âyetlerimizi de gönderdik, fakat bunlara sırt çevirdiler.
    وَكَانُوا يَنْحِتُونَ مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتاً اٰمِنٖينَ ﴿٨٢﴾
    ﴾82﴿ Onlar, güvende olmak üzere dağları oyarak barınaklar yaparlardı.
    Tefsir
    Geçmişte inkâr ve isyanları sebebiyle bazı toplumların uğradık­ları felâketler hakkında bilgi verilerek bunlardan ders almak gerektiğini anlatan âyetlerin bu bölümünde de Hicr halkından yani Semûd kavminden bahsedilmektedir. Bu sûrenin girişinde de belirtildiği gibi Hicr, Arap yarımadasının kuzeybatısında, Medine-Tebük yolu üzerinde Teyma‘ın yaklaşık 110 km. güneybatısında, içinden Hicaz demiryolunun geçtiği sarp kayalıklarla çevrili vadinin ve bu vadideki eski şehrin adıdır. Bugünkü Alâ adlı yerleşim merkezinin 15 km. kuzeyine düşmektedir. Kur’an-ı Kerîm’de olduğu gibi eski tarih ve coğrafya kitaplarında da Hicr diye anılmaktadır. Ayrıca Sâlih peygamberle ilgisi dolayısıyla buraya Medâinü-sâlih de denilmiştir.
    Konumuz olan âyette Hicr şehrinde yaşayan kavmin ve bunlara gönderilen peygamberin ismi verilmemektedir. Ancak müfessirler, Semûd kavminin kayaları oyarak evler yaptıklarını bildiren âyetleri (A‘râf 7/74; Şuarâ 26/141-149) dikkate alarak Hicr’de yaşayan topluluğun Semûd kavmi, peygamberlerinin de Sâlih aleyhisselâm olduğunu belirtmişlerdir. Aslında bu kavme sadece Hz. Sâlih peygamber gönderilmiş, onu da yalancılıkla suçlamışlardır. Bir peygamberi reddedenler, aynı temel gerçekleri temsil eden öteki peygamberleri de reddetmiş sayılacağından âyette bu kavmin “peygamberler”i yalancılıkla suçladığı bildirilmiştir (Zemahşerî, II, 318; Kurtubî, X, 51).
    Buradaki “âyetler” genellikle Hz. Sâlih’in gerçek peygamber olduğunu kanıtlayan mûcizeler olarak açıklanmıştır (Taberî, XIV, 50; Kurtubî, X, 57-58). “Rablerini inkâr etmiş” (Hûd 11/68), tevhid inancından sapmış olan Semûd kavmi, kendilerini hidayete kavuşturması için gönderilen Hz. Sâlih’i yalancılıkla suçlayarak, doğru olduğunu kanıtlaması için mûcize göstermesini istemişler (Şuarâ 26/154); Sâlih de bir deveyi göstererek istedikleri mûcizenin bu devede olduğunu ifade etmiş; çok özel bir yaratık olan bu deveye zarar vermemeleri hususunda kavmini uyarmış; ayrıca Allah’ın kendilerine lutfettiği bazı nimetleri sıralayarak bunları hatırda tutmalarını ve ülkede karışıklık çıkarmamalarını, zihinleri bulandırmamalarını istemiştir. Fakat onlar bildiklerinden şaşmadıkları gibi söz konusu deveyi de boğazlamak suretiyle isyankârlıklarını apaçık ortaya koymuşlar; “Ey Sâlih! Eğer sen gerçekten peygamberlerden isen, bizi tehdit ettiğin azabı bize getir!” (A‘râf 7/77) diyecek kadar ileri gitmişlerdi.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 363-364
    فَاَخَذَتْهُمُ الصَّيْحَةُ مُصْبِحٖينَۙ ﴿٨٣﴾
    ﴾83﴿ Ama sonunda sabaha girerlerken korkunç ses onları da yakaladı!
    فَمَٓا اَغْنٰى عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَؕ ﴿٨٤﴾
    ﴾84﴿ Aldıkları tedbirin kendilerine hiçbir faydası olmadı.
    Tefsir
    Nihayet Hicr halkı, burada ve diğer ilgili âyetlerde (A‘râf 7/78; Şuarâ 26/158; Hâkka 69/5) “racfe” (dehşetli sarsıntı), “sayha” (korkunç ses), “azab”, “tâgıye” (yakıp yıkıcı bir felâket) kelimeleriyle özellikleri ifade edilen bir felâketle cezalandırıldılar. Felâketin gelmesi sırasında, bir ömür boyu kazandıkları, biriktirdikleri servetler, kayaları oyarak hazırladıkları, sağlam ve güvenilir olduğundan kuşku duymadıkları evler, bir anlık felâketin getirdiği yıkımdan kendilerini kurtaramadı. Böylece, Sâlih peygamberin uyarılarını hiçe sayarak inkâr ve isyankârlıkta ısrar etmenin, özellikle peygamberin uyarıcı tehditlerini ciddiye almamanın cezasını ağır bir şekilde gördüler.
    Bu konuda Kur’an-ı Kerîm’de daha fazla bilgi bulunmamakla birlikte tefsirlerde ayrıntılı bilgi veren uzun rivayetler kaydedilir (bk. Taberî, VIII, 224-225; Râzî, XIV, 162). Ancak Kur’an-ı Kerîm’e, sahih hadislere ve güvenilir vesikalara dayanmayan bu rivayetlerin doğruluğu şüphelidir. Esasen bizim için önemli olan olayın tarihî ayrıntıları değil, ders ve ibret almaya değer olan yönü olup bu da Kur’an-ı Kerîm’de gerektiği kadar verilmiştir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 365

    وَمَا خَلَقْنَا السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَٓا اِلَّا بِالْحَقِّؕ وَاِنَّ السَّاعَةَ لَاٰتِيَةٌ فَاصْفَحِ الصَّفْحَ الْجَمٖيلَ ﴿٨٥﴾
    ﴾85﴿ Biz, gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları ancak ve ancak hak ve adalet temelinde yarattık. Kıyamet de mutlaka gelecektir. Sen şimdi güzel olan hoşgörü yolunu tut.
    اِنَّ رَبَّكَ هُوَ الْخَلَّاقُ الْعَلٖيمُ ﴿٨٦﴾
    ﴾86﴿ İyi bilesin ki rabbin, evet O, muhakkak sûrette eşsiz yaratıcıdır, her şeyi bilmektedir.
    Tefsir
    Hz. Peygamber’den sabırlı ve hoşgörülü olmasını isteyen âyetin ardından yüce Allah’ın eşsiz ve kesintisiz yaratıcılığı ve bilgisi hatırlatılmakta; bu suretle, dolaylı olarak Resûlullah’ın, inkârcılar kendisini dinlememekte direniyorlar diye hoşgörülü tutumunu değiştirip sertleşmemesi istenmektedir. Çünkü Peygamber’in görevi ve sorumluluğu peygamberlik ahlâkına uygun bir incelik ve güzellikte Hakk’ın hükümlerini tebliğ etmektir; gerisi her şeyi yapıp yaratan, bilip gözeten Allah’a aittir (Taberî, XIV, 51). İbn Âşûr’a göre (XIV, 78) burada, yüce Allah’ın bu inkârcı topluluk arasından ve onların soyundan Peygamber’e candan dost olacak yeni bir nesil yaratacağına dair bir müjde anlamı da sezilmektedir. Nitekim bu müjde kısa zamanda gerçek olmuş; Allah Teâlâ, başlangıçta Hz. Peygamber’in amansız düşmanı olan kesimden veya onların çocuklarından mallarını ve canlarını Allah ve resulünün yoluna adayan iman ve vefa âbidesi bir topluluk meydana getirmiştir.
    Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 367
    وَلَقَدْ اٰتَيْنَاكَ سَبْعاً مِنَ الْمَثَانٖي وَالْقُرْاٰنَ الْعَظٖيمَ ﴿٨٧﴾
    ﴾87﴿ Kuşkusuz sana tekrar tekrar okunandan (âyetlerden) yedisini ve yüce Kur’an’ı verdik.
    Tefsir
    Allah Teâlâ, putperestlerin Hz. Peygamber’i üzen ve inciten inatçı, alaycı tutumlarına karşı resulünü teselli etmek üzere, kendisini âdeta çok değerli bir hediye ile, tekrar tekrar okunan yedi (âyeti) ve yüce Kur’an’ı vermekle onurlandırdığını ifade buyurmaktadır.
    “Tekrar tekrar okunan yedi (âyet)” diye çevirdiğimiz âyet metninde geçen mesânî kelimesi, mesnâ veya mesnâtün kelimesinin çoğulu kabul edilmiştir; “övgü” anlamındaki senâdan gelebileceği de belirtilmektedir. Mesânî kelimesi “katlanıp bükülerek ikilenen, başka bir şeyle takviye edilen” gibi mânalara gelir. Bir şeyin büklümlerine, katlarına da mesânî denilmekte, “tekrar tekrar yapılan, okunan” gibi bir anlamda da kullanılabileceği ifade edilmektedir. Konumuz olan âyetteki “seb‘an mine’l-mesânî” ifadesi müfessirleri epeyce meşgul etmişse de bu hususta en fazla kabul gören iki yorum vardır:
    a) Bir görüşe göre bu ifade ile Kur’an-ı Kerîm’in, “es-seb‘u’t-tıvâl” diye anılan en uzun yedi sûresi kastedilmiştir. Bunlar Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ, Mâide, En‘âm, A‘râf, Enfâl (başında besmele bulunmayan Tevbe sûresi ile birlikte) sûreleridir. Bu sûrelerin “mesânî” diye anılmasının sebebi, içlerinde farzlara, hukukî emir ve yasaklara, cezalara ve geçmiş toplumlara dair ibretli kıssalara geniş bir şekilde ve tekrar tekrar yer verilmesidir. Ancak Hicr sûresi Mekke’de, anılan yedi uzun sûreden En‘âm ve A‘râf’ın dışındakiler ise Medine’de inmiştir. Bu durumda Mekke’de inen bir sûrede, henüz ortada bulunmayan sûrelerden söz edilmesi mâkul gözükmemektedir. Gerçi sûrenin özellikle bu âyetinin Mekke’de indiği söylenmişse de bu bilgi itimada şayan görülmemektedir.
    b) Daha çok kabul gören diğer görüşe göre “seb‘an mine’l-mesânî” ifadesiyle Fâtiha sûresi kastedilmiştir. Sûrenin böyle anılması ise yedi âyetten oluşması, namazda tekrar tekrar (her rek‘at) okunması, her okunuşta arkasından bir de zammı sûre ilâve edilerek bir nevi ikilenmesi, katlanması, sûrenin –ilki Allah Teâlâ’ya hamd ve senâ, ikincisi dua ve niyaz olmak üzere– iki bölümlü olması, biri Mekke’de peygamberliğin ilk döneminde, diğeri Medine döneminde olmak üzere iki defa nâzil olması gibi sebeplerle izah edilmektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 368-369

    لَا تَمُدَّنَّ عَيْنَيْكَ اِلٰى مَا مَتَّعْنَا بِهٖٓ اَزْوَاجاً مِنْهُمْ وَلَا تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِلْمُؤْمِنٖينَ ﴿٨٨﴾
    ﴾88﴿ Sakın ola ki, onlardan bazı gruplara verdiğimiz geçici dünya nimetine göz dikmeyesin! Onlardan yana üzülme, müminlere karşı da alçakgönüllü ol!
    Tefsir
    Hz. Peygamber’e ve İslâm’a karşı cephe alıp düşmanlık edenler arasında, müreffeh bir hayat yaşayan Mekkeli şımarık zengin kişiler ve aileler de yer alıyor, müslümanlar ise büyük ölçüde yoksul ve mazlum kişilerden oluşuyordu. İşte Allah Teâlâ, resulünden ve onun şahsında ümmetinden, inkârcı kişi ve grupların elinde bulunan ve onlar için görünüşte zenginlik, fakat hakikatte bir imtihan vesilesi (fitne) olan dünya malına imrenmekten sakınmalarını istemektedir. Bu buyruk, İslâm’ın sırf ekonomik dengesizlikten, gelir farkları arasındaki uçurumdan kaynaklanan toplumsal bir baş kaldırı olmadığını göstermesi bakımından anlamlıdır. İslâm, kıskançlıktan kaynaklanan bir duygusal tepki hareketi değildir. Kur’an, sosyal adaletin sağlanmasına yönelik tedbirlerin de içinde bulunduğu topyekün bir ıslah projesidir. Allah, bu projenin yer aldığı “tekrar tekrar okunan yedi âyeti yahut sûreyi ve bütünüyle yüce Kur’an’ı” vermekle resulünü en büyük nimete mazhar kılmış, peygamberlikle şereflendirmiştir; onunla birlikte müminlere de nihaî zaferin ve ebedî kurtuluşun yolunu açmıştır. Böylece Allah’ın, peygamberine ve müminlere lutfettiği bu kalıcı nimetler dikkate alındığında inkârcıların elindeki bütün maddî imkânlar önem ve değerini kaybeder. Bu durum karşısında inkârcıların bu tür nimetlerden daha fazla yararlanmalarından (Taberî, XIV, 60) yahut iman etmemelerinden, mallarıyla yoksullara ve dine hizmet etmemelerinden dolayı (Elmalılı, V, 3077) üzülmemek gerekir.
    Bir peygamber için asıl önemli olan ve kendilerine değer verilmesi gerekenler, ona inanıp bağlanmış olan müminler topluluğudur. Bu sebeple Allah Teâlâ Hz. Peygamber’e, ümmetine karşı alçak gönüllü olması, yumuşak davranması, yakınlık göstermesi, onları incitecek katı ve kaba söz ve hareketlerden sakınması hususunda öğütlerde bulunmaktadır (Taberî, XIV, 61). Kuşkusuz, buradaki buyruklardan Resûlullah’ın ümmetine karşı yanlış hareket ettiği, kibirli davrandığı ve bu yüzden uyarıldığı gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Her şeyden önce iman ve ibadette olduğu gibi ahlâk konularında da bir eğitim rehberi olan Kur’an-ı Kerîm’in bu ve benzeri âyetleriyle aynı zamanda bir ahlâk örneği ve önderi olması sıfatıyla Peygamber efendimizin şahsında onun yolundan giden müminler eğitilmekte, en güzel ahlâka özendirilmektedir.
    Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 369-370

    وَقُلْ اِنّٖٓي اَنَا النَّذٖيرُ الْمُبٖينُۚ ﴿٨٩﴾
    ﴾89﴿ “Kuşkusuz ben apaçık bir uyarıcıyım” de.
    Tefsir
    Hz. Peygamber’e, kendisinin açık bir uyarıcı olduğunu insanlara bildirmesi emredilmektedir. Onun hem bir uyarıcı olduğu hem de uyardığı hususların doğruluğu açık ve kesindir. Allah, başlangıçtan itibaren sahih itikad, yüksek ahlâk ve güzel yaşayış konularında insanları aydınlatıp aksine hareket edenlerin dünyada ve âhirette karşılaşacakları sıkıntıları, acıları kendilerine açıkça bildiren uyarıcılar göndermiştir. Hz. Muhammed’in de bunlardan olduğunda kuşku yoktur. Âyet, ona bu gerçeği insanlara bildirmesini emretmekte ve dolaylı olarak, insanların da bu uyarıcıya kulak vermeleri gerektiğine, aksi halde uyarı konusu olan dünyevî yıkım ve âhiret azabının –yukarıda anılan eski kavimlere olduğu gibi– bunların da başlarına gelirse bunun hak edilmiş bir âkıbet olacağına işaret etmektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 370-371

    كَمَٓا اَنْزَلْنَا عَلَى الْمُقْتَسِمٖينَۙ ﴿٩٠﴾
    ﴾90﴿ Nitekim biz, bölüp parçalayanları cezalandırdık.
    Tefsir
    Allah, “bölüp parçalayanlar”ı cezalandırmıştır. Burada “bölüp parçalayanlar”la kimlerin kastedildiği ve neyi bölüp parçaladıkları hususunda farklı yorumlar yapılmıştır. Bir yoruma göre bunlar, Kur’an’ı işlerine geldiği gibi bölerek bir kısmına inanan, bir kısmını reddeden yahudi ve hıristiyanlardır (Taberî, XIV, 61). Bir rivayete göre âyette, sırf Kur’an’la alay etmek için “Şu sûre benim, şu sûre senin” diye Kur’an’ı aralarında paylaşan Ehl-i kitap kastedilmiştir. Başka bir yoruma göre âyette Kureyş putperestlerinin bir bölümü kastedilmiştir. Rivayete göre hac mevsiminde bir kısım Mekkeli bölük bölük ayrılıp yollara dağılır, dışarıdan gelenlere Hz. Peygamber aleyhinde “O bir mecnun!”, “O bir şair!”, “O bir sihirbaz!” diye propaganda yaparlardı.
    Taberî bu görüşlere dair bilgiler verdikten sonra kendi yorumunu şöyle ifade eder: “Allah, resulüne, Kur’an’ı bölüp parçalayanlara şu hususu bildirmesini emretmektedir: Peygamber, Allah’ın öfkesi ve cezalandırması konusunda insanları uyarmakla görevlidir. Gerek kendi aralarından gerekse daha önceki ümmetlerden vahyi bölüp parçalayanların başlarına gelenler onların da başına gelebilir.
    ‘Bölüp parçalayanlardan’ Tevrat ve İncil’e inananlar kastedilmiş olabilir; çünkü onlar Allah’ın kitabını kısımlara ayırıyor; yahudilerden bazıları kutsal kitabın bir kısmını kabul ederken geri kalan kısmını tanımıyor, İncil’i ve Kur’an’ı da reddediyor; hıristiyanlar ise İncil’in bir kısmını benimserken geri kalan kısmını, ayrıca Tevrat’ı ve Kur’an’ı reddediyorlardı. Ancak burada Kureyş putperestleri de kastedilmiş olabilir. Çünkü onlar Kur’an hakkında farklı gruplara ayrılıyor; bir kısmı ona şiir, bir kısmı kehânet ürünü, bir kısmı eskilerin masalları diyordu... Sonuç olarak bu âyetlerde hangi kesimin kastedildiğine ilişkin Kur’an’da kesin bir delil bulunmadığı gibi Hz. Peygamber’den nakledilmiş bir açıklama ve aklî bir kanıt da yoktur.”
    Bu durumda Taberî’ye göre, Allah’ın vahyini, bir kısmına inanıp bir kısmını reddetmek suretiyle parçalayan her türlü eski ve yeni inkârcı zümrelerin âyetin kapsamına girdiğini düşünmek en doğru yaklaşımdır. Âyet Allah’ın kurtarıcı mesajlarını bu şekilde yıpratmaya ve tesirsiz kılmaya çalışan her inkârcı kesimin ilâhî cezalara uğratıldığını hatırlatmaktadır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 371-372
    اَلَّذٖينَ جَعَلُوا الْقُرْاٰنَ عِضٖينَ ﴿٩١﴾
    ﴾91﴿ Kur’an’ı parçalara ayıranlar yok mu;
    فَوَرَبِّكَ لَنَسْـَٔلَنَّهُمْ اَجْمَعٖينَۙ ﴿٩٢﴾
    92.Rabbine andolsun ki surette onların hepsini sorguya çekeceğiz!
    عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٩٣﴾
    ﴾92-93﴿ Rabbine andolsun ki yaptıklarından dolayı muhakkak surette onların hepsini sorguya çekeceğiz!
    Tefsir
    Eski kitaplara yapıldığı gibi Kur’an-ı Kerîm’i parçalara ayıranlar da yaptıklarından dolayı muhakkak surette Allah katında sorguya çekilip cezalandırılacaktır. Bu tavır birçok eski kavmi yıkıma götürmüştür, Mekkeli putperestler de vahyi bu şekilde bölüp parçalamanın cezasını görmüşlerdir. Çünkü Kur’an bütünüyle Allah’tandır, bir tek âyeti bile O’ndan başkasına nisbet edilemeyeceği gibi yine bir tek âyeti dahi değersiz ve anlamsız görülemez. Allah’ın kitabı bir bütündür, hükümleri geneldir. Hakk’ın yoluna koyulup o yolda ilerleyenler için Hakk’ın hükümlerinin hepsi de mutlaka bir yönden yararlıdır, gereklidir; onların –bir bölümünün dahi olsa– faydasız olduğu, reddedilebileceği asla düşünülemez. İnsanlar, içinde yaşadıkları zamana, şartlara, ihtiyaçlara, bilgi ve kültür düzeylerine göre vahiy billûruna farklı açılardan bakabilir, orada farklı renkler görebilirler; onu az çok farklı yorumlayıp algılayarak ondan değişik biçimde yararlanabilirler; fakat “Şurasını kabul ediyorum, burasını etmiyorum” diyemezler. Aksine davrananlar, Allah’ın huzurunda yaptıklarının hesabını vereceklerdir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 372
    فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَاَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكٖينَ ﴿٩٤﴾
    ﴾94﴿ Sen, sana buyurulanı açıkça duyur, müşriklere aldırış etme!
    اِنَّا كَفَيْنَاكَ الْمُسْتَهْزِءٖينَۙ ﴿٩٥﴾
    95.O alaycılara karşı biz senin yanındayız.
    اَلَّذٖينَ يَجْعَلُونَ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهاً اٰخَرَۚ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ ﴿٩٦﴾
    ﴾95-96﴿ Allah’ın yanında başka bir tanrı daha edinen o alaycılara karşı biz senin yanındayız. Onlar ileride anlayacaklar!
    Tefsir
    Hz. Peygamber’den, putperestlerin inkârcı ve kaba davranışlarına aldırmadan kendisine bildirilen ilâhî gerçekleri savunması, insanlara duyurması istenmekte; bu arada kendisiyle alay etmeye kalkışanlara karşı Allah’ın yardımına güvenmesi telkin edilmekte; birtakım değersiz nesneleri Allah’a ortak koşacak kadar düşüncesiz olduklarına bakmadan, Hz. Peygamber’le alay etmeye kalkışanların; onun gönlünü inciten, canını sıkanların bu yaptıklarının Allah tarafından bilindiği kendisine hatırlatılarak moralini bozmaması, cesur olması telkin edilmektedir. Taberî, Resûlullah’a karşı alaycı davrananların bilhassa Kureyş’in önde gelenleri olduğunu belirterek bunların isimlerinin yer aldığı rivayetleri aktarmaktadır (bk. XIV, 69-72).
    Başta peygamberler olmak üzere büyük inanç, fikir ve aksiyon adamlarının en önemli özelliklerinden biri, her türlü güçlük, engel ve engellemeye aldırış etmeden, yılmadan temsil ettikleri inancı, düşünceyi, dünya görüşünü azim ve kararlılıkla sürdürmeleridir. Hemen bütün peygamberlerin ve diğer önder şahsiyetlerin, davalarını toplumlara anlatma mücadelesi verirken en sık mâruz kaldıkları karşı davranışlardan biri alay ve hakaret olmuştur. Alay etmek, Mekkeli inkârcı ve zalimlerin de Hz. Peygamber’e ve müminlere karşı en sık başvurdukları mücadele yöntemlerinden biri idi. Fakat –bu âyetlerde de görüldüğü gibi– Resûlullah aleyhisselâm, Kur’an-ı Kerîm’in eğitimi ve irşadı ile iradesini beslemiş; Allah’ın yardımını her zaman yanında hissetmiştir; bu sayede putperestlik, inkârcılık, zulüm, cehalet ve ahlâksızlıktan ibaret olan bir zihniyetin vahyin gerçekleri karşısında yıkılmaya mahkûm olduğuna inancını asla kaybetmemiştir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 372-373

    وَلَقَدْ نَعْلَمُ اَنَّكَ يَضٖيقُ صَدْرُكَ بِمَا يَقُولُونَۙ ﴿٩٧﴾
    ﴾97﴿ Söyledikleri yüzünden canının sıkıldığını muhakkak ki biliyoruz.
    فَسَبِّـحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَكُنْ مِنَ السَّاجِدٖينَۙ ﴿٩٨﴾
    ﴾98﴿ Ama sen rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden ol!
    وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَأْتِيَكَ الْيَقٖينُ ﴿٩٩﴾
    ﴾99﴿ Kesin olan şey gelinceye kadar rabbine kulluk et.
    Tefsir
    “Kesin olan şey” diye çevirdiğimiz son âyetteki yak^n kelimesi, “ölüm; Allah’ın vaad ettiği, gerçeklemesi kesin olan zafer”, “kesin bilgi” gibi farklı şekillerde açıklanmıştır. Taberî’nin aktardığı rivayetler (XIV, 73-75), yak^n kelimesinin daha çok “ölüm” olarak tefsir edildiğini, ayrıca Hz. Peygamber’in de zaman zaman kelimeyi bu anlamda kullandığını göstermektedir.
    Kelime “kesin bilgi” veya “zafer” mânasına alınırsa tercümenin “İbadet et ki bilgiye/zafere ulaşasın” şeklinde olması gerekir.
    Hz. Peygamber’e karşı mücadele edenlerin, bütün davranışlarının mahiyetini belirleyen temel inançlarının Allah’a ortak koşmak olduğuna az önce (96. âyet) işaret edilmişti. Şu halde Hz. Peygamber’in ve onun izinde gidenlerin temel inanç ve tutumları da Allah’ı bir bilip O’na kullukta sebat etmek olmalıdır.
    Kuşkusuz, “Allah’ı hamd ile tesbih et!” buyruğu, hem “elhamdülillâh..., sübhânallah...” gibi güzel sözlerle dilimizi süslemeyi hem bu ifadelerin anlamıyla kalp ve zihnimizi bezemeyi hem de bu inancı hayatımızın belirleyici ilkeleri kılmayı gerektirir. “Secde et” yerine “...secde edenlerden ol!” buyurulması da müslümanların Hak yolunda birlikte davranmalarını, aynı inancı ve dinî davranışı paylaşmalarını ima etmektedir.
    Kulun rabbini hamd ile tesbih etmesi, yani O’nu övgüyle anarak her türlü eksiklikten, şanına yaraşmayacak niteliklerden tenzih edip yüceltmesi; rabbi karşısındaki tevazuunun, O’na karşı duyduğu derin saygının en çarpıcı ifadesi olmak üzere huzurunda secdeye kapanması ve nihayet hayatı boyunca rabbine bu şekilde kulluğunu sürdürmesi, hem bir kulluk görevi hem bütün kötülere ve kötülüklere karşı rabbinin yardım ve desteğine liyakat kazanmasının şartı hem de O’ndan gelen yardım ve lutuflar için bir şükür görevidir.
    Böylece Hicr sûresi gerek Peygamber efendimizi gerekse onun şah­sında ümmetini kötüleri ve kötülükleri yenme hususunda azimli ve kararlı davranmaya, Cenâb-ı Hakk’ın yardım ve desteğini yanımızda bilerek ümitli ve azimli olmaya, bunun için de hayatımız boyunca rabbimizin şanını yüceltip kulluğumuzu sürdürmeye çağıran, bu yönde bizi aydınlatan âyetlerle son bulmaktadır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 373-374

  • Şerhu Vasiyyeti Muhammediye 17-Datum21.12.2023 05:20
    Thema von Kurban im Forum Makale/Artikel/Anregun...

    Şerhu Vasiyyeti Muhammediye 17-

    (Hasta olmadan)ve sair ağrı ve sancı ve hüzün gibi nesneler den (ve gusselenmeden)muradı hasıl olmayup ğam çekmeden (ve)düşmandan zarar isabetinden(korkmadan ve teğayyuratdan)uluhiyete zeval gelmeden ve sıfatı kemaliyesine noksan ve zaaf arız olmadan ve efaline ve emrine ve hükmüne muarız peyda olmadan
    ve halel gelmeden cümlesinden beridir.(ve eksiklik sıfatlarından cümle beridir.)Cümle kemalatı ezelidir.Aciz ve kusur ve cehil ve zaaf ve yok olmak ve ayıp ve sair uluhiyete layık omayan sıfatlardan munezzehdir.(cümle alem yoğuken ol varidi)Alem deyu mahlukata denur.
    Alamet manasınadır.Mahlukata Hak tealanın varlığına alamet olduğu için Alem denildi.Musannıf rahmetullahi teala bu kelam ile felasife mezhebini redeyledi.Zira onlar heyula ve gökler ve ukulu aşere ve nufusu tisa kadimler dir,dediler.Ehli Hak şöyle tahkik ettiler ki Hak tealanın zatı celilesinden ve sıfatı kemaliyesinden ma ada kadim yoktur.Bu kainat Hak tealanın icad ile sonradan var olmuştur.(hiç kimseye muhtaç değildir.)Hak teala zatında ve sıfatında ğanidir.Mahlukatı muhtaç olduğu için haletmedi.Belki kemalatını izhar ve varlığını halka bildirmek için yarattı.
    Bazı Mulahide şöyle zuum-u batıle etmişlerdir ki;Hak teala mahlukate muhtaçtır.Deyup..el iyazu billahi teala ya noksan sıfatı isbat ettiler.Bu kelamla musannıf r.a
    onları red eyledi.Ve hak teala kelamı kadiminde buyurdu;"Ya eyyuhelezine amenuu entumul fugara e ilellahi.vallahu huvel ğaniyul hamid"Yani Ey insanlar;
    sizler herhalde Hak tealaya muhtaçlarsınız.Ve anın fakirlerisiniz.hak teala cümleden ğanidir.ve zatında sıfatı kemaliye ile muttasıfdır.Hamd ve sena ona mahsusdur.
    Bir Ayeti kerime de:"İnellaha ğaniyyun anil alemin"Yani tahkik Allahu teala cemi kainatdan ğanidir.Cümle abidlerinin sevabı kendilerine vasıl olur.Asilerin isyanı ve ukubeti kendilere vasıl olur.(acizden beridir.)Hak teala kudreti kemaliyle muttasıfdır.Cemi kainata gücü yetişur.Asla bir nesneyi yaratmadan aciz ve zayıf olmaz.
    (dilese bu cümle alemi bir anda yokeder.)zira bu kainat varlığı ve yok olmayı kabul edicidir.Hak teala kemal iradet ve kemal kudret ile mevsufdur.
    Varolmasını dilediği elbette varolur.Ve yok olmasını dilediği elbete yok olur.Bir nesne ona muhalefet edemez.Cümle eşya onun hükmüne musahhardır.
    (O dilerse geru biranda vareder.) Bunların ztları varlığı ve yok olmayı kabul ettiği içun Hak teala onları dilerse yok ettiği gibi tekrar var eder.
    Musannıf r.a felasifeyi red eyledi.Zira dediler ki bir şey yok olduktan sonra geru varolması muhaldir.Deyu kainatın maddeleri bil kulliye yokolması muhaldir.Dediler.
    Ehli Hak şöyle dedi:Kainat mumkinul vucud olup varlığa ve yokluğa kabildir.Zatları ve sıfatları hiç yok iken Hak tealanın yaratmasıyla varolmuşlardır.Hak teala dilese nice kere bunları var ve yok eylese mumkindir.(Ve ona hiç bir nesne güç gelmez.)Ve eğer ona bir şey güç gelse ve zahmetli gelse aciz ve zayıf olmak lazım gelir.Ol ise Hak teala hakkında muhaldir.Zira aciz ve zayıf ve yorulmak sıfatı naksdır.Ve mahluk sıfatıdır.Hak teala ondan munezzehdir.Bazı mahlukatı tedricle yarattı.Aczinden ve kudreti tiz yaratmaya yetişmeiğinden ötürü değildir.Belki bu cihan alemi hikmetdir.Ve alemi hikmet de maslahat içindir.bu alem tedrici olduğundan tediric yaratılmıştır.
    Ahiret alemi kudret alemidir.Ahiretde ve cennetde Allahu teala cennetin istediklerini tizcek yaratır.Kafirler şöyle zuum ettiler ki Hak teala yerleri ve gökleri
    halk ettikte yoruldu,dediler.Hak teala onları red eyledi.Nitekim buyurdu:
    Velem yaye bi halkıhinne"yani Hak teala mahlukatı yaratmakta hiç yorulmadı Aciz ve zayıf olmadı.Musannıf merhum red etmeye işaret eyledi.
    (Bir sekce)Serçe..belki bir zerre(yaratmakla yedi kat gökleri ve yedi kat yerleri)ve nice bunlar missilli alemler(yaratmak bereberdir.)
    Zira Hak tealanın sıfatı kamiledir.Ve bu kainat mumkinatdır.Bir nesnenin zatı büyük ve ağırlığından anı yaratmak güç olmak lazım gelmez.Zira Hak tealanın kudretinin ve tekvinin tealluku cemi mümkinata beraberdir.Ve cümle kainat onun icadına musahhardırlar.(Kimse ona Hüküm)Ve emir(etmez)Zira cümle eşya üzerine ğalibdir.Dilediği gibi mahlukata hükmünü icra eder.ve tasarrufunu nafiz edup bir kimse onun üzerine bir nesneyi farz ve vacib edemez.(Ol cümleye hüküm eder.)Zira cümlenin halikı ve malikidir.Ve hakimi mutlakıdır.Kuranı kerimin de buyurur:
    "Yefalullahu ma yeşa ve yahkumu ma yurid"Yani Hak teala dilediğini işler.Dilediğini hüküm ve emreder.
    Malum ola ki,Hak tealanın hükmü ve emri iki kısımdır.Birisi Emri Tekvini dir.İradet,Kudret.Ve Tekvin sıfatlarının tealluklarından ibaretdir.Be emre hiç bir nesne muhalefet
    edemez.Cemi mümkinat bu hükme musahharlardır.Ve birisi Emri Teşri dir.O Emri şeriyeden ibaretdir.Feraiz ve vacibat gibi.i kulları tarik ibadete Bu emre bazı kullarnı ğani ve bazı kullarını fakir ettiği kendi hükmüyle ve dilemesiyledir.Mutilere halal den verdiği aynı keremdir.Fasıklara ve zalimlere haramdan verdiği ğazabındandır.Ehli imanı cennete koyduğu fazlındandır.Ve ehli cehenneme koyduğu adlindendir.Üzerine hiç bir nesne vacib değildir.Kulların muhtaç oldukları nesneleri yaradır.Ve onlardan bazı mazarratları defeder. Mezhebi muhtar da efalullah "maleletun bi mesalihil ibad"dir.Musannıf r.a mutezile mezheplerini red etmeye işaret eyledi.Zira onllar dediler kullarıı tarik ibadete karib ve tariki isyana baiyd edecek lutfu vermek Hak tealaya vacibdir.
    Peyğamberler gondermek ve kitaplar vermek ve ulema yaratmak gibi Bağdat mutezilesi umuru diniye de ve umuru dünyeviye de kullara faideli nesneleri vermek anın uzerine vacibdir,dediler.Basra mutezilesi yalınız uuru diniye de faideli nesneleri vermek vacibdir,deiler.Ehli sünnet tarafın da onlara şöyle cevap verilur ki eğer faideli nesneler hak teala üzerine vacib olaydı kafir fakiri ve marazlara mubtela olan kimseleri yaratmaz idi.Ve günah olan nesneleri yaratmayup ahiret de cehenemi ve sair ukubatları şeytani ve sair mazaratlarıı yaratmazdı.
    Çunk bu nesneleri Hak teala yaratdı .Bundan malum oldu ki kullar faideli nesneleri yaratmak üzerine lazım ve vacib değildir.
    hemen kendisi hikmeti ilahiyye ile dilediğini işler.Bir nesnenin farz ve vacib olmasıyla bir nesne onun üzerine hüküm olunmaz.Ol cümleye ahkamı şeriye ile
    hüküm eder.ve Hak teala zülümden beridir.Nitekim Kuran da buyurur;
    "innallaha la yezlimu misgale zerratin"Yani Hak teala hiç bir kimseye zerre kadar zülum etmez.Ve bir ayeti kerime de "Ve mallahu yuridu zulmen lil alemine"yani Hak teala halka zülum murad etmez.Ve bir ayeti kerime de "ve mallahu yuridu zülmen lilalemine"yani Hak teala halka halka zülum murad etmez.ve bir ayeti kerime de
    "innallahe la yezlimunnase şeyan"yani tahkik Allahu teala insana hiç bir şey zülüm etmez."velakinnennase enfüsehum yezlimune"lakin insan ısyan etmekle kendi nefsine zülüm eder.Malum ola ki zülüm üç manaya gelur.Biri ğayrınin mülkün de izinsiz tasarruf etmektir.Bu mana Hak teala hakkında muhaldir.Zira cümle mülk ve melekut onundur.Şeriki yoktur kendi mülkün de ..Dilediği gibi tasarruf eder.Bir kimse ona karışmaz.Ve bir manası;Bir nesneyi mahalli olmayan yere komaktır.Bu mana dahi onun hakkında muhaldir.Zira her şey hikmet ve faide ve maslahat ile işler.Bir şeyi bir mahalle kosa,ol mahal ol şeye göre sair mahallerden a'la ve enseb olur.Hikmeti rabbaniye ile tayin ve vadıounduğu için Hak teala abes nesneden ve münasebetsiz nesne etmekten beridir.Ve bir manası bir canlı nesneye faidesiz azab etmektir.Bu mana dahi anın hakkında muhaldir.
    Zira azab ve ıtab etmesi vesair zararları yaratması maslahatdan ve faideden değildir.Faide olmasa abes ve sefahet olur.Hak teala abesden ve sefehden beridir.Fukeha şöyle beyan ettiler ki bir kimse mahlukatdan bir zerre faidesiz yaratılmıştır,dese kafir olur.hak Tealayı abes ve sefahetle vasıflamdığınız için dediler..her nesne de bir hikmet ve faide vardır.Akıl anlamaz.Bir nesne de zararı cüzi bulunsa onda faideyi kulli bulunur.ve maslahata vesile our.Mesela Ateş yakar ve ondan zarar hasıl olur.Lakin nice maslahata vesile olur.Yemek bişirmek,Ve yaş esvabı kurutmak,soğuk oldukta insanı ve hayvanı ısınmak gibi..Yılan zehiri ile zarar ederken,lakin ondan Tiryak hasıl olur.Emrazı enva da mualece olunur.
    Velhasıl cenabı Tealanın her bir işinde nice hikmeti baliğa ve maslahatı kamile ve faideyi tamme vardır.Bir kimseden nefi görmeden veya zarar görmeden beridir.Faide ve zarar kullara racidir.Nitekim Kuranı Kerim de:"in ahsentum li enfusikum ve in esetum feleha"Yani eğer kullar,,iyilik ederseniz,kendi nefsiniz için iyilik edersiniz..ve eğer kötülük ederseniz nefsiniz için edersiniz.ve bir ayeti kerime de "men ihteda innema yehtedi li nefsih"Yani herkim ki hidayeti ve islamı kabul ederse kendi nefsi için kabul eder."ve men dalle"ve her ki ki dalalet ve küfrü kesbederse"fe innema yedıllu aleyha"ancak kendi nefsi üzerine dalalet kesbeder.Zararı ve azabı nefsine raci olur.(Cümle kafirler)ins ve cin (mümin olsalar ve cümle fasiklar muti olsalar ibadete dursalar,ona bir faide olmaz.)Cümle imanın ve taatların faidesi kullara gelir.
    Mutezile taifesi şöyle zuum ettilerki alemi dünya da müminlerin ettikleri iman ve ibdadetler ahiret de Hak tealanın ihsan edeceği cennete ve derecelere
    ıvazdır.Kullar amalı salihayı Hak tealaya ıvaz verirler,dediler.Ehli sünet şöyle tahkik ettiler ki bu iman ve aamali salihanın cümlesi edna bir nimet mukabelesinde ıvaz olmaz.Zira aamalı halkedup tevfik veren ancak Hak tealadır.Vae aamalı salihayı itibar ve kabul eden oldurki aamalı saliha itibar ve kabul etmese idi,heman sair efal gibi olur idi.Aamalı saliha b ir eyi kalildir.Ahiret nimetleri olur ve bakidir.Ve kulların ibadetleri seadeti ebediyeye ıvaz olmaya kabil değildir.
    Lakin Hak teala imanı ve taatı kendi lutfuyla ahiret nimetlerine ve seadeti ebediyeye sebeb ve şartı adiye kılmıştır.Ve kendi fazlıyla onlara kıymet ve itbar vermiştir.
    Ve az amel mukabelesinde çok ecri baki verdiği fazlıyladır.yoksa ıva cıhetiyle değildir.
    (Eğer cümle halk kafir olsalar ona hiç zarar gelmez.)Küfür ve şirkin ve sair gunahların zarar vu ukubeti kullara gelir.Hak teala ezel de ve ebed de kemalatla mevsufdur.
    Ve kendine sonradan kemal hasıl olmaz.Cümle kemalatı ezeliyedir.Ve noksanlardan munezzehdir.Bir kimse ona zarar kasdedemez.Küfür ve şirk ve sair gunahlar
    üzerine ıkabettiği aynı adalettir.Yoksa kendine zarar olduğundan değildir.Malum olaki Hak teala kullarına peyğamberler gönderup kitaplar ve şeriatlarıyla nice ibadetle emir ve günahardan nehi ettiği hemen kullar iman ve ibadet edup ahiretde Hak tealanın fazlına ve cenati aliyatına girmeye musteid olsunlar içundur.Zira iman ve taat cennete ve deredeler nail olmaya sebebi adi(normal)dir.
    İman ve taat etmek sebeb yapışmaktır.Ve dahi küfür ve şirk ve sair günahlar ıkabe sebebdir.Onları işlemek sebeb yapışmaktır."Allahumme veffekna lilhayır,"Musannıf sıfatı selbiyeyi Ve Hak tealanın tenzihini beyan eyleyup sıfatı kemaliye ile mevsuf olduğunu beyan etmeye başladı
    (Beyanı Sıfatı Sübutiye)
    Yani zikir olunacak sıfatlar Hak tealanın zatı celilesinde sabitlerdir.Hak teala onlar ile mevsufdur.Bunlara sıfatı subutiye denir.Manaları selb olmayupsubut olduğu içun ve sıfatı hakikiye denur. Herbirisi emir itibarı olmayub zatı celilesiyle hakkında kaime olduğundan ve sıfatı meaniye denur.Herbirisi zatı celilenin aynı olmayub zatı celili üzerine zaid bir sıfat mevcud olduğu içun(Hayat)sair sıfatların sıhhati ve subutu hayat sıfatına tevekkuf eder.
    Mesela;Hayat sıfatıyla mevsuf olanda ilim ve kudret ve iradet vesairleri bulunmı hakika sahih olur.Ama Mevt ile mevsuf olanda bu sıfatların bulunması sahih olmaz.
    Onun içun Hayat sıfatı sair sıfatların şartı mesabesindedir.dediler.Hayat ve sıfatı hakika dır.zatı celile ile kaimdır.Ezeliye ve ebediyedir.Ztdan ayrılması muhaldir.
    Bunun zıddı mevtdir.Hak teala hakkında muhaldir.(Ve ilim)sıfatı hakikadır.ezeliye ve ebediyedir. Cemi malumata muteallaktır.Allahu teala (Haydır)yani hayatı hakika ile haydır.Mevsufdur.(Her nesneyi bilur.)Nesne deyu varolana ve yok olana itlak olunur.(Gökler de olanları)göklerin kendilerini ve onlarda olan melaikeyi ve yıldızları ve
    herneki var ise cümlesini(ve yerler de olanları)insanı ve hayvanları ve yerlerin toprakları danelerini ve onlar da herneki varsa cümlesini(gizlulerini ve aşikarlarını)
    Musannıf r.a mezhebi ehli sünnet üzere ilimin teallukatını tefsil ve bazı ehli dalal mezheplerini redetmeye işaret eyledi.(Ağaçların)kendilerini ve çiçeklerini ve yemişlerini (ve yaprakların sağışını)yani sayısını(ve cemi Buğday ve Arpa ve sair danelerin(ve yağmurların ve deryaların herbir katresini (ve kavimlerin sağışını bilur)
    Yerler de ve göklerde herneki var,cümlesini zerre zerre bilur.(Asla bilmediği nesne yoktur)Yokları yok iken yok bilur.Varları var iken varbilur.
    Kendi zatı celilesini bilur.Dehriye taifesi cenabı Hak kendi zatını bilmez dedikleri batıldır.Mutezile taifesi Hak teala yokları bilmez.dedikleri batıldır.Mümkinleri ve buhalleri bilur.Asla bunlardan bir nesne iliminden hariç değildir.(cüziyatı) yani maddesi olan nesneleri ala haddihi ala haddihi ve muayyen mulahaza olunan nesneleri muayyen olmak tarikıyla (Ve kuliyatı)ve dahi şol malumatına tayinsiz mulahaza olunup ferdi muayyene sadık olmayup belki tayinsiz her nesneye sadık olan malumatı(bi lur.)Bu kelam felasife mezhebini redeyledi.Zira onlar dediler ki Maddi olan cüziyatı tayin üzere bilmeyub vechi kulli üzere bilur dediler.Zamanı sabıka da(geçmişleri)
    Hernesne olursa olsun ve şimdiki zamandan sonra (geleckleri)herne olursa olsun(bilur,adamın)ve melaike ve cin ve sair hayvanların(gönlüne geleni)fikirlerini ve mulahazalarını ve kasıdlarını (ve dili ile söylediklerini)ve savtlarını(ve içini)damarlarını ve için de akan kanlarını ve ğayrileri (vatanını)gövdesin de olan kıllarını ve azalarını ve libaslarını (cimlesini bilur.)şimdiki hal de(Hazırları ve ğaibleri bilur.Ğaşileri ancak o bilur.Nitekim Kuranı Kerimin de buyurdu;"innallah la yahfa aleyhi şeyun fil erdı vela fissemai"yani tahkik Allahu tealaya yerde ve gökte ona bir şey gizlu olmaz.Ve bir mahal de "alimul ğaybi veşşehadeh"yani Hak teala ğayıbı ve hazırı bilicidir.
    Allamul ğuyub dur.Peyğamberlerden,melaikeden ve insandan (hiçbir kimse ğayıbı bilmez.)

  • Hicr Süresi Meal Ve Tefsiri 36-77Datum19.12.2023 06:31
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Hicr Süresi Meal Ve Tefsiri 36-77


    قَالَ رَبِّ فَاَنْظِرْنٖٓي اِلٰى يَوْمِ يُبْعَثُونَ ﴿٣٦﴾
    ﴾36﴿ “Rabbim! Öyleyse insanların yeniden diriltileceği güne kadar bana mühlet ver” dedi.

    قَالَ فَاِنَّكَ مِنَ الْمُنْظَرٖينَۙ ﴿٣٧﴾
    37.Mühlet verilmiş olanlardansın”
    اِلٰى يَوْمِ الْوَقْتِ الْمَعْلُومِ ﴿٣٨﴾
    ﴾37-38﴿ Allah, “Vakti (katımızda) bilinen bir güne kadar mühlet verilmiş olanlardansın” buyurdu.

    قَالَ رَبِّ بِمَٓا اَغْوَيْتَنٖي لَاُزَيِّنَنَّ لَهُمْ فِي الْاَرْضِ وَلَاُغْوِيَنَّهُمْ اَجْمَعٖينَۙ ﴿٣٩﴾
    39. İblîs, “Rabbim! Benim sapmama imkân verdiğin için yemin olsun ki ben de yeryüzünde onlara (günahları) şirin göstereceğim
    اِلَّا عِبَادَكَ مِنْهُمُ الْمُخْلَصٖينَ ﴿٤٠﴾
    ﴾39-40﴿ İblîs, “Rabbim! Benim sapmama imkân verdiğin için yemin olsun ki ben de yeryüzünde onlara (günahları) şirin göstereceğim ve -aralarından senin samimi kulların hariç- onların topunu kesinlikle yoldan çıkaracağım.”
    قَالَ هٰذَا صِرَاطٌ عَلَيَّ مُسْتَقٖيمٌ ﴿٤١﴾
    ﴾41﴿ Allah da buyurdu ki: “İşte bana varan doğru yol budur (hâlis kulların yolu).

    اِنَّ عِبَادٖي لَيْسَ لَكَ عَلَيْهِمْ سُلْطَانٌ اِلَّا مَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْغَاوٖينَ ﴿٤٢﴾
    ﴾42﴿ Şüphesiz, sapmışlardan sana uyacak isyankârlar dışında kullarım üzerinde senin hâkimiyetin olmayacaktır.”

    وَاِنَّ جَهَنَّمَ لَمَوْعِدُهُمْ اَجْمَعٖينَۙ ﴿٤٣﴾
    ﴾43﴿ “Kuşkusuz cehennem, o sana uyanların tamamının buluşma yeri olacaktır.”

    لَهَا سَبْعَةُ اَبْوَابٍؕ لِكُلِّ بَابٍ مِنْهُمْ جُزْءٌ مَقْسُومٌࣖ ﴿٤٤
    ﴾44﴿ Onun yedi kapısı vardır, her kapıdan girmek üzere de onlardan birer grup belirlenmiştir.
    Tefsir
    İblîs’in, emri yerine getirmediği gibi, yeniden dirilme gününe kadar yaşaması için dilekte bulunarak bu süre içinde insanları yoldan çıkarmaya ahdetmesinin, insanın sahip olduğu ayrıcalığı hazmedememesinden ve onu kıskanmasından, özellikle rahmetten kovulmasına Âdem’in yaratılışının sebep olduğu şeklindeki vehminden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Halbuki aslında böyle bir cezaya çarptırılmasının asıl sebebi, kendi küstahlığı ve isyanı idi. Muhtemelen İblîs, içten içe kendi günahına yine kendisinin kulluktaki samimiyetsizliğinin sebep olduğunu da düşündüğü için, bu tecrübesinden hareketle samimi kullara zarar veremeyeceğini ifade etmektedir. Allah Teâlâ, insanlar hakkında dünya hayatını bir imtihan süreci kılmayı murat ettiği için İblîs’in dileğini kabul etmiş; bu arada kendisine varan doğru yolun, şeytanın tuzaklarına kapılmayacak olan ihlâslı kulların tutacağı yol olduğunu, bunlar üzerinde şeytanın hâkimiyet kuramayacağını, buna karşılık şeytana uyacakların buluşma yerinin cehennem olacağını bildirmek suretiyle dolaylı olarak insanlara da akıllarını başlarına alıp şeytana kapılmamaları, kendisine varan doğru yoldan şaşmamaları, cehennemden korunmaları gerektiği yolunda uyarıda bulunmuştur.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 352-353

    اِنَّ الْمُتَّقٖينَ فٖي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍؕ ﴿٤٥﴾
    ﴾45﴿ Allah’a karşı saygısızlıktan sakınanlar mutlaka cennet bahçelerinde ve pınar başlarında olacakla

    اُدْخُلُوهَا بِسَلَامٍ اٰمِنٖينَ ﴿٤٦﴾
    ﴾46﴿ “Esenlikle, güvenle girin oraya!” (denecek).

    وَنَزَعْنَا مَا فٖي صُدُورِهِمْ مِنْ غِلٍّ اِخْوَاناً عَلٰى سُرُرٍ مُتَقَابِلٖينَ ﴿٤٧﴾
    ﴾47﴿ Onların gönüllerini düşmanlık duygularından temizledik; artık bir kardeşler topluluğu olarak sedirler üzerinde karşı karşıya oturacaklar.

    لَا يَمَسُّهُمْ فٖيهَا نَصَبٌ وَمَا هُمْ مِنْهَا بِمُخْرَجٖينَ ﴿٤٨﴾
    ﴾48﴿ Orada hiçbir yorgunlukla karşılaşmayacaklar. Oradan çıkarılmaları da söz konusu olmayacaktır.
    Tefsir
    Bundan önceki üç âyette şeytanın kışkırtma ve saptırmasına kapılarak azgınlaşanların, günahlarının derecesine göre yedi grup halinde cehennemin yedi kapısından içeri atılacakları bildirilmişti. Bu âyetlerde ise Allah’a karşı saygısızlıktan sakınan samimi müminlerin, esenlik ve güvenlik içinde cennete girmelerinin müjdeleneceği, cennet bahçelerinde, pınar başlarında her türlü korku, kaygı, yorgunluk gibi fiziksel ve psikolojik problemlerden korunmuş, kezâ kin ve düşmanlık gibi ahlâkî kusurlardan kalpleri arındırılmış olarak dostluk ve kardeşlik içinde bulunacakları bildirilmekte ve böylece bir bakıma, insanların, şeytanın aldatmalarına kapılmaları halinde ebedî hayatlarında neleri kaybedecekleri de hatırlatılmış bulunmaktadır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 354

    نَبِّئْ عِبَادٖٓي اَنّٖٓي اَنَا الْغَفُورُ الرَّحٖيمُۙ ﴿٤٩﴾
    ﴾49﴿ Kullarıma benim gerçekten çok bağışlayıcı, çok esirgeyici olduğumu bildir.
    وَاَنَّ عَذَابٖي هُوَ الْعَذَابُ الْاَلٖيمُ ﴿٥٠﴾
    ﴾50﴿ Ama azabım da çok elem verici bir azaptır!
    Tefsir
    İlk âyet tergîb (ümit aşılama ve özendirme), ikinci âyet de terhîb (korkutma ve caydırma) maksadı taşımakta; başka bir deyişle bu iki âyette insanlara, tasavvufî kaynaklarda havf ve recâ denilen bir ahlâkî ve dinî duyarlılık veya tedbirlilik kazandırılması amaçlanmaktadır. Esasen insanın âhiretteki durumuna ilişkin bilgi verilirken Kur’an-ı Kerîm’in bütününde izlenen yöntem burada özetlenmiş bulunmaktadır. İslâm inancına göre Allah, ne acımasız, adaletsiz bir zorba ne de insanların her türlü kötülükleri karşısında duyarsız, ilgisiz veya aciz bir varlıktır. O, kendi kelimesinin (hüküm, yasa) iki temel özelliğini “kusursuz bir doğruluk ve adalet” şeklinde bildirmektedir (En‘âm 6/115). Bu da O’nun bütün doğruluk ve iyilikleri özendirici, yanlışlık ve kötülüklerden caydırıcı mahiyette sıfatlara, tasavvufta celâl ve cemâl sıfatları diye ifade edilen niteliklere sahip olduğunu gösterir. Böylece ulûhiyyetine yakışır mükemmellikteki hikmetiyle Allah, herkesin her türlü yapıp ettiklerini görmekte, bilmekte ve onların hesabına kaydetmektedir. Derin hikmetinin kusursuz ölçülerine göre kimilerine mağfiret ve rahmetiyle, kimilerine de azabıyla muamele edecektir. Allah’ın insanlara mutlaka şöyle veya böyle muamele etmeye mecbur olduğu iddia edilemeyeceği gibi kendi “kelime”sini nitelediği doğruluk ve adalet ilkelerinden sapmayı kendisine lâyık göreceği de asla söylenemez.
    Böyle olunca da iyilik edenler yahut günahlarından vazgeçmek isteyenler Allah’ın rahmet ve merhametinden ümit kesmemeli, kötülük edenler de O’nun bu yaptıklarına ilgisiz kaldığını düşünmemeli veya kendisini mutlaka bağışlamak zorunda olduğu gibi bir duyguya kapılmamalıdırlar. Genellikle kabul edildiği üzere ahlâk en etkili yaptırım gücünü böyle bir Tanrı inancından alır. Her ne kadar Emile Durkheim gibi bazı pozitivist ve ateist düşünürler bu konuda Tanrı yerine toplumu koyarak, ahlâkı güya Tanrı otoritesine dayanmaktan kurtarıp toplumsal otoriteye dayandırmak istemişlerse de, bilhassa XIX. yüzyıl ile XX. yüzyılın ilk yarısında daha ziyade Batı dünyasında ve Batılılaşma sürecini yaşayan toplumlarda çok etkili olan bu felsefe, günümüzde pek çok uzmanın da kabul ettiği büyük tahribata yol açmıştır. Hatta bu dönemde yaşanan iki büyük dünya savaşında dahi bu felsefenin rolünün olduğu düşünülmektedir. Bu sebeple de Batı dünyasında artık tanrısız ve dinsiz ahlâk sürecinden kurtulma yönünde politikalar oluşturma yoluna girilmiştir.
    Râzî, bu iki âyette dört incelik bulunduğunu belirterek bunları şöyle sıra­lamaktadır (XIX, 194-195): ☼a) Allah Teâlâ, “kullarım” tamlamasında kullarını kendi zâtına izâfe ederek onlara çok büyük bir şeref bahşet­miştir. ☼b) Rahmet ve mağfiretinden söz ederken, azabından bahsettiği âyete göre daha çok tekit edatları kullanarak rahmetinin genişliğini özellikle vurgulamıştır. Kezâ azabından bahsettiği âyette sadece onun çok şiddetli olduğunu ifade ettiği halde rahmet ve mağfiretini anlatırken bunları “gafûr ve rahîm” şeklinde doğrudan doğruya kendi isimleri olarak zikretmiştir ki bu da yine onun rahmetini azabından daha önemli tuttuğuna işaret eder. Ayrıca Allah’ın rahmetini gazabından daha geniş gösteren hadisler de vardır (meselâ bk. Buhârî, “Tevhid”, 15, 22, 28; “Edeb”, 19; Müslim, “Tevbe”, 14-16). ☼c) Peygamber’ine hitaben, “Kulla­rıma benim gerçekten çok bağışlayıcı, çok esirgeyici olduğumu bildir” buyurarak bir bakıma rahmet vaadini zamanı geldiğinde yerine getirece­ğine bizzat peygamberini şahit tutmuştur. ☼d) “Kullarıma... bildir” buyurmakla, ibadetleri eksik de olsa, Allah’a inanıp kulluğunu kabul etmiş herkesin, günahkâr bile olsa, rahmetine lâyık olduğunu anlatmak iste­miştir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 354-355

    وَنَبِّئْهُمْ عَنْ ضَيْفِ اِبْرٰهٖيمَۘ ﴿٥١﴾
    ﴾51﴿ Onlara İbrâhim’in misafirlerini hatırlat.

    اِذْ دَخَلُوا عَلَيْهِ فَقَالُوا سَلَاماًؕ قَالَ اِنَّا مِنْكُمْ وَجِلُونَ ﴿٥٢﴾
    ﴾52﴿ Onun yanına girip selâm vermişler, o da, “Doğrusu biz sizden korkuyoruz” demişti.

    قَالُوا لَا تَوْجَلْ اِنَّا نُبَشِّرُكَ بِغُلَامٍ عَلٖيمٍ ﴿٥٣﴾
    ﴾53﴿ “Korkma” dediler, “Biz sana bilgili bir çocuk müjdeliyoruz.”

    قَالَ اَبَشَّرْتُمُونٖي عَلٰٓى اَنْ مَسَّنِيَ الْكِبَرُ فَبِمَ تُبَشِّرُونَ ﴿٥٤﴾
    ﴾54﴿ İbrâhim, “Üzerime yaşlılık çökmüş olmasına rağmen bana böyle bir müjde getiriyorsunuz öyle mi? Peki (çocuğum olamayacağına göre) bana neyi müjdelemiş oluyorsunuz?” dedi.
    قَالُوا بَشَّرْنَاكَ بِالْحَقِّ فَلَا تَكُنْ مِنَ الْقَانِطٖينَ ﴿٥٥﴾
    ﴾55﴿ “Sana gerçeği müjdeledik. Sakın ümitsizliğe kapılanlardan olma!” dediler.

    قَالَ وَمَنْ يَقْنَطُ مِنْ رَحْمَةِ رَبِّهٖٓ اِلَّا الضَّٓالُّونَ ﴿٥٦﴾
    ﴾56﴿ “Haktan sapmış olanlardan başka kim rabbimin rahmetinden ümit keser!” dedi.
    Tefsir
    Hz. İbrâhim’e meleklerin gönderilmesi ve sonrasında gelişen olaylar Hûd sûresinde ayrıntılı olarak anlatılmıştır (Hûd 11/69-83). Konunun burada tekrar özetle hatırlatılmasının sebebi ise az önceki âyetlerde bahsedilen Allah Teâlâ’nın rahmetinin genişliğine ve azabının şiddetli olduğuna tarihten birer örnek göstererek insanların ibret almalarını, buna göre hareket etmelerini sağlamaktır. Konumuz olan âyetlerde, Allah’ın rahmetinin, gerektiğinde biz insanlara olağan üstü gelecek derecedeki genişliğine bir örnek olmak üzere sevdiği kullarından olup, “dost” (halîl) diye nitelediği (en-Nisâ 4/125) Hz. İbrâhim’e meleklerden insan görünümünde misafirler göndererek ona “bilgili bir çocuk” müjdelemesinden söz edilmektedir. Hûd sûresinde bu çocuğun İshak olduğu bildirilir. Burada onun tek kelimeyle “bilgili” diye nitelendirilmesi, bilginin mutlak değerine ve önemine işaret eder.

    Hz. İbrâhim, böyle ummadığı bir şekilde, olağan üstü bir haber almanın verdiği şaşkınlıktan dolayı “Peki bana neyi müjdeliyorsunuz?” diye soruverdi. Bu bir bakıma “Verdiğiniz müjdenin ne kadar şaşırtıcı olduğunun farkında mısınız?” anlamına geliyordu (Zemahşerî, II, 315). Habercilerin “Sana gerçeği müjdeledik” demeleri ise “Eğer Allah bir şeyin olacağını bildirmişse, olağan üstü de olsa bu bildirdiği haktır, mutlaka gerçekleşecektir” anlamına gelir. “Sakın ümitsizliğe kapılanlardan olma!” uyarısı da Hz. İbrâhim’in şahsında sıradan müminlere bir uyarıdır. Çünkü, bizzat kendisinin “Rabbimin rahmetinden, sapmışlardan başka kim ümit keser?” şeklindeki sözünden de anlaşılacağı üzere bir peygamber için ümitsizlikten söz edilemez.

    Hûd sûresinde Hz. İbrâhim’in eşine müjde verildiği bildirildiğine göre, melekler İshak’ın doğacağını müjdelerken İbrâhim’in eşi de orada bulunuyordu ve her ikisine de müjde iletilmişti; yaşlılıkları dolayısıyla bir çocuk beklemeleri mümkün olmadığı için ikisi de bu habere şaşırmıştı. İbrâhim ile eşinin ayrı ayrı yerlerde bulundukları ve haberin kendilerine ayrı ayrı verildiği de düşünülebilir.
    قَالَ فَمَا خَطْبُكُمْ اَيُّهَا الْمُرْسَلُونَ ﴿٥٧﴾
    ﴾57﴿ “Ey elçiler! Göreviniz nedir?” diye sordu.

    قَالُٓوا اِنَّٓا اُرْسِلْـنَٓا اِلٰى قَوْمٍ مُجْرِمٖينَۙ ﴿٥٨﴾
    ﴾58﴿ Dediler ki: “Aslında biz, suçlu bir kavme (ceza vermek için) gönderildik.

    اِلَّٓا اٰلَ لُوطٍؕ اِنَّا لَمُنَجُّوهُمْ اَجْمَعٖينَۙ ﴿٥٩﴾
    ﴾59﴿ Yalnız Lût’un ailesine zarar gelmeyecek, onların hepsini kurtaracağız.

    اِلَّا امْرَاَتَهُ قَدَّرْنَٓاۙ اِنَّهَا لَمِنَ الْغَابِرٖينَࣖ ﴿٦٠﴾
    ﴾60﴿ Fakat karısı hariç! Biz onun da geride kalanlardan olmasını takdir ettik.”
    Tefsir
    Bu âyetlerde de Cenâb-ı Hakk’ın azabının şiddetli oluşuna ve dilediğinde hak edenleri nasıl cezalandırdığına bir delil ve ibret örneği olmak üzere Lût kavminin helâk edilişine değinilmekte, müteakip âyetlerde ise olayın ayrıntısı anlatılmaktadır.
    “Görev” diye çevirdiğimiz hatb kelimesi, tefsirlerde “tehlikeli durum, önemli iş” gibi mânalarla açıklanmıştır. Buna göre Hz. İbrâhim, bir peygamber olarak kendi sezgisiyle meleklerin sadece müjde için değil, tehlikeli bir görevi yerine getirmek üzere de geldiklerini hallerinden anladığından böyle bir soru sormuş olmalıdır. Nitekim 52. âyetten de bu anlaşılmaktadır. Buna göre melekler önce iyi haberi, sonra da kötü haberi vermişlerdir. İyi haber Hz. İshak’la ilgili olanı, kötü haber de Lût kavminin helâk edileceği haberiydi.
    “Suçlu kavim”den maksat, Hz. Lût’un peygamber olarak gönderildiği Sodom halkıdır (İbn Atıyye, III, 366), en büyük suçları ise –aşağıda açıklanacağı üzere– eşcinsellik idi.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 357-358
    فَلَمَّا جَٓاءَ اٰلَ لُوطٍۨ الْمُرْسَلُونَۙ ﴿٦١﴾
    61.Elçiler Lüt aylesine geldiklerinde...
    قَالَ اِنَّكُمْ قَوْمٌ مُنْكَرُونَ ﴿٦٢﴾
    ﴾61-62﴿ Elçiler Lût ailesine geldiklerinde Lût onlara, “Bilinmedik tanınmadık kimselersiniz” dedi.
    Tefsir
    Görevli melekler Hz. İbrâhim’den sonra Lût’un yanına gittiler. Melekler, insan sûretinde görünmelerine rağmen Lût aleyhisselâm, “Doğrusu siz yadırganan bir topluluksunuz, tanıdık bildik kimseler değilsiniz, gelişiniz pek iyiye alâmet değil!” anlamına gelen sözlerle endişesini ifade etmişti.
    Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 360
    قَالُوا بَلْ جِئْنَاكَ بِمَا كَانُوا ف۪يهِ يَمْتَرُونَ ﴿٦٣﴾
    63: Elçiler şöyle dediler: “Endişe edecek bir şey yok! Fakat biz sana, hakkında o günahkâr topluluğun hep şüphe edegeldiği azabı getirdik.”

    وَاَتَيْنَاكَ بِالْحَقِّ وَاِنَّا لَصَادِقُونَ ﴿٦٤﴾
    64: “Sana gerçekleşmesi kesin bir hükümle geldik. Biz gerçekten ama gerçekten doğru söylüyoruz.”

    فَاَسْرِ بِاَهْلِكَ بِقِطْعٍ مِنَ الَّيْلِ وَاتَّبِعْ اَدْبَارَهُمْ وَلَا يَلْتَفِتْ مِنْكُمْ اَحَدٌ وَامْضُوا حَيْثُ تُؤْمَرُونَ ﴿٦٥﴾
    65: “Hemen gecenin bir vaktinde aileni alıp yola çıkar, sen de arkalarından gidip onları izle. Sakın hiçbiriniz geri dönüp bakmasın; size emredilen yere doğru yürüyün gidin!”
    وَقَضَيْنَٓا اِلَيْهِ ذٰلِكَ الْاَمْرَ اَنَّ دَابِرَ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ مَقْطُوعٌ مُصْبِح۪ينَ ﴿٦٦﴾
    66: Biz Lût’a şu kesin hükmü bildirdik: “Sabah vaktine girerken o azgın kavmin kökü tamâmen kesilmiş olacaktır.”
    Tefsir
    Hz. Lût kıssası, Hûd sûresi 77-83 ve A‘râf sûresi 80-84. âyetlerde de anlatılmıştı. Melekler, kavminin kesinlikle helak olacaklarını bildirerek Hz. Lût ve ailesinin bir an evvel oradan ayrılmaları tâlimatını verdiler. Giderken de ne, ne olup bittiğini anlamak, ne de helak olan insanların çığlıklarını duyup seyretmek için, geriye dönüp bakmamalarını tembih ettiler. Çünkü artık ne geriye bakıp eğlenmeye, ne de üzüntü gözyaşları dökmeye zaman vardı. Bir an önce orasını terk etmek gerekmekteydi. Helak edilecek azgın kavmin bulunduğu bölgede bir dakika bile dursalar, gökten yağan taşların onlara da isabet etmesi mümkündü.
    Bu âyetlerde şu hususlara işaret vardır:
    › Nesep, akrabalık ve arkadaşlığa değil faydalı ilme ve sâlih amele itibâr edilir. Nitekim Allah Teâlâ, Lût (a.s.)’ın karısını istisnâ edip onu da helâk olacaklar arasına katmıştır. Çünkü, bu kadın Hz. Lût ile sîreten yani ahlâk ve yaşayış tarzı olarak değil, sûreten beraber olmuştur. Kâfirlerle ise hem sûreten hem de sîreten beraber olmuştur. Dolayısıyla iyilerle sûreten beraberlik kendisine hiç bir fayda sağlamamıştır.
    › Yakîn, mü’minlerin sıfatlarından olduğu gibi şüphe de kâfirlerin sıfatlarındandır.
    › Hak yolunun yolcusunun Allah’tan başka hiçbir şeye iltifât etmemesi gerekir. Çünkü en yüce istek ve en büyük hedef O’dur. Aksine O’nun emrettiği yöne, yâni hakîkat âlemine gitmelidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) mîrac gecesi sağına soluna dönüp bakmadı. Önce ilâhî sıfatlar âlemi demek olan “kâbe kavseyn” makamına, sonra da zât âlemi demek olan “ev-ednâ” makamına yöneldi. Hiçbir mâni ona ayak bağı olmadı. İşte bir beldeden diğerine ve bir makamdan diğerine hicret eden yüksek himmet sahiplerinin durumu da böyledir.
    Şimdi tekrar hâdisenin başına, meleklerin gerçek kimliklerini henüz açıklamadıkları yere ve zamana geri dönelim:
    وَجَٓاءَ اَهْلُ الْمَد۪ينَةِ يَسْتَبْشِرُونَ ﴿٦٧﴾
    67: Bu arada şehir halkı kötü niyetle sevine sevine Lût’un evine dayandılar.
    Tefsir
    Lût (a.s.)’ın zora ve sıkıntıya girdiği husus şu idi: Melekler, Hz. Lût’un yanına güzel ve genç delikanlılar şeklinde gelmişlerdi. O, kavminin ne nispette sapık ve günahkâr olduğunu biliyor; gelen misafirlerin ise melek olduklarını bilmiyordu. Haberleri olduğu takdirde onların misafirlere nasıl davranacağından endişe ediyordu. Nitekim korktuğu gibi de oldu: Ahlâksız kavim, yakışıklı yabancıların şehre geldiklerini duyar duymaz, sevinçle Hz. Lut’un evine toplandılar ve ondan zevklerini tatmin etmek için misafirlerini vermesini istediler. Ne yazık ki onların içinden bu ahlâksızca işe ve bu büyük günaha karşı çıkan bir kimse bile olmadı. Bu durum onların, toplum olarak, bütün namus duygularını yitirdiklerini ve böyle ahlâksızca bir isteği açıktan söylemekten hiç bir utanç duymadıklarını göstermektedir. Onların bu densiz talepleri karşısında son derece zor durumda kalan Hz. Lût, yine de onlara doğru olanı söylemekten geri durmamış ve onlara, hem öz kızları hem de kızları mevkiinde olan kavminin kadınlarıyla meşrû bir şekilde evlenerek şehevî duygularını o şekilde tatmin etmelerini öğütlemiştir. Fakat azgın şehvetlerinin esiri olan ve şaşkınlıktan sağa sola yalpalayan o bedbahtların Hz. Lût’un bu öğüdüne kulak asacak halleri kalmamıştı. Taleplerinde daha da ısrar edince ilâhî azap kamçıları ucunu göstermeye başladı:[1]
    [1] 72. âyetteki “Ömrüne yemin olsun ki” hitabı Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’edir. Efendimiz’in yaşadığı ömür o kadar mübârek, şerefli ve kıymetlidir ki, Cenâb-ı Hak ona yemin etmiştir. Ondan başka hiçbir peygamberin hayatına yemin etmemiştir.Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
    قَالَ اِنَّ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ ضَيْف۪ي فَلَا تَفْضَحُونِۙ ﴿٦٨﴾
    68: Lût onlara şöyle dedi: “Bunlar benim misâfirlerim! Ne olur, beni mahcup etmeyin!”

    وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَلَا تُخْزُونِ ﴿٦٩﴾
    69: “Allah’tan korkun ve beni rezil rüsvâ etmeyin!”

    قَالُٓوا اَوَلَمْ نَنْهَكَ عَنِ الْعَالَم۪ينَ ﴿٧٠﴾
    70: Onlar da: “Seni elâlemin işine karışmaktan men etmemiş miydik?” diye çıkıştılar.

    قَالَ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ بَنَات۪ٓي اِنْ كُنْتُمْ فَاعِل۪ينَۜ ﴿٧١﴾
    71: Lût ise: “Eğer dediğinizi illâ da yapacaksanız, işte şunlar benim kızlarım, onlarla evlenin!” dedi.
    لَعَمْرُكَ اِنَّهُمْ لَف۪ي سَكْرَتِهِمْ يَعْمَهُونَ ﴿٧٢﴾
    72: Rasûlüm! Ömrüne yemin olsun ki, onlar şehvetten sarhoşlukları içinde sağa sola sarkıntılık edip duruyorlardı.
    Tefsir
    Lût (a.s.)’ın zora ve sıkıntıya girdiği husus şu idi: Melekler, Hz. Lût’un yanına güzel ve genç delikanlılar şeklinde gelmişlerdi. O, kavminin ne nispette sapık ve günahkâr olduğunu biliyor; gelen misafirlerin ise melek olduklarını bilmiyordu. Haberleri olduğu takdirde onların misafirlere nasıl davranacağından endişe ediyordu. Nitekim korktuğu gibi de oldu: Ahlâksız kavim, yakışıklı yabancıların şehre geldiklerini duyar duymaz, sevinçle Hz. Lut’un evine toplandılar ve ondan zevklerini tatmin etmek için misafirlerini vermesini istediler. Ne yazık ki onların içinden bu ahlâksızca işe ve bu büyük günaha karşı çıkan bir kimse bile olmadı. Bu durum onların, toplum olarak, bütün namus duygularını yitirdiklerini ve böyle ahlâksızca bir isteği açıktan söylemekten hiç bir utanç duymadıklarını göstermektedir. Onların bu densiz talepleri karşısında son derece zor durumda kalan Hz. Lût, yine de onlara doğru olanı söylemekten geri durmamış ve onlara, hem öz kızları hem de kızları mevkiinde olan kavminin kadınlarıyla meşrû bir şekilde evlenerek şehevî duygularını o şekilde tatmin etmelerini öğütlemiştir. Fakat azgın şehvetlerinin esiri olan ve şaşkınlıktan sağa sola yalpalayan o bedbahtların Hz. Lût’un bu öğüdüne kulak asacak halleri kalmamıştı. Taleplerinde daha da ısrar edince ilâhî azap kamçıları ucunu göstermeye başladı:[1]
    [1] 72. âyetteki “Ömrüne yemin olsun ki” hitabı Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’edir. Efendimiz’in yaşadığı ömür o kadar mübârek, şerefli ve kıymetlidir ki, Cenâb-ı Hak ona yemin etmiştir. Ondan başka hiçbir peygamberin hayatına yemin etmemiştir.Ömer Çelik Tefsiri

    فَاَخَذَتْهُمُ الصَّيْحَةُ مُشْرِق۪ينَۙ ﴿٧٣﴾
    73: Nihâyet güneş doğarken o korkunç çığlık kendilerini kıskıvrak yakalayıverdi.

    فَجَعَلْنَا عَالِيَهَا سَافِلَهَا وَاَمْطَرْنَا عَلَيْهِمْ حِجَارَةً مِنْ سِجّ۪يلٍۜ ﴿٧٤﴾
    74: Böylece onların yaşadığı şehrin üstünü altına getirdik; üzerlerine de ateşte pişmiş çamurdan taş yağmuru yağdırdık.

    اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِلْمُتَوَسِّم۪ينَ ﴿٧٥﴾
    75: Şüphesiz bunda işaretten anlayanlar için nice ibretler vardır.

    وَاِنَّهَا لَبِسَب۪يلٍ مُق۪يمٍ ﴿٧٦﴾
    76: Gerçekten o şehrin harâbeleri, hâlâ işlek olan bir yol üzerinde bulunmaktadır.

    اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِلْمُؤْمِن۪ينَۜ ﴿٧٧﴾
    77: Doğrusu bütün bunlarda mü’minler için alınacak büyük bir ders vardır.
    Tefsir
    Sabah güneş doğup etrafı aydınlatmaya başlarken korkunç bir ses, dehşetli bir çığlık onları ansızın yakalayıverdi. Allah Teâlâ, onların yaşadıkları şehirlerin üstünü altına getirdi. Hepsini yerin dibine geçirdi. Hak ettikleri cezanın tam gerçekleşmesi için de üzerlerine pişmiş balçıktan sert taş yağmuru yağdırdı. İçlerinde bir kişi dahi sağ kalmayacak şekilde hepsini helak etti. Şüphesiz bunların helak edilmesinde işaretlerden anlayabilen akıllı ve firâsetli kullar için büyük ibretler bulunmaktadır. Üstelik onların helak edilen şehirlerinin harabeleri, ibret almak isteyenler için bugün bile ayakta durmaktadır. Bunlar, Arabistan’dan Suriye ve Mısır’a giden yol üzerindedir. O yoldan seyahat edenler, Ölü Deniz olarak bilinen Lût Gölü’nün güneydoğusunda bu harabelerin izlerini görebilirler.
    Tarihten ibretli bir misal de Eyke halkının başına gelenlerdir: Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

  • Hicr Süresi Meal Ve Tefsiri 16-35Datum17.12.2023 05:18
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Hicr Süresi Meal Ve Tefsiri 16-35
    وَلَقَدْ جَعَلْنَا فِي السَّمَٓاءِ بُرُوجًا وَزَيَّنَّاهَا لِلنَّاظِر۪ينَۙ ﴿١٦﴾
    Karşılaştır 16: Gerçekten biz, gökyüzünde muazzam burçlar yarattık ve ibretle temâşâ edecekler için onu süsledik.
    TEFSİR:
    اَلْبُرُوجُ (burûc), burç kelimesinin çoğuludur. “Burç” ise kelime olarak “yüksek köşk, kale” mânasına gelir. Nitekim, “Her nerede olursanız olun, isterse tahkim edilmiş sağlam ve yüksek kaleler içinde bulunun ölüm mutlaka gelip sizi yakalar” (Nisâ 4/78) âyetinde bu mânada kullanılır. Bununla birlikte kalelerin kulelerine burç denildiği gibi, güneşin bir senede takip ettiği yörüngenin içlerinden geçtiği, belli sembollerle gösterilen on iki takımyıldızından her birine de burç denilir. Astronomi biliminin yeni yaptığı keşif ve izahlara göre burçlardan maksadın “takım yıldızları” veya “yıldız kümeleri” olduğu belirtilir. Yüce Rabbimiz bu yıldız kümelerini yaratmış, gökyüzünü bunlarla donatmış, her birini muhteşem ışık ve şekillerle tezyin etmiştir. Bunlar o kadar güzel, o kadar muhteşem, o kadar büyük bir ilâhî sanat eserleridir ki, dikkat nazarlarını üzerine çekmemesi ve bakanların bunlardan ibret almaması mümkün değildir. Bunlar, Allah Teâlâ’nın varlığını, birliğini, sonsuz ilim ve kudretini gösteren apaçık delillerdir. Fakat bunun fark edilebilmesi için kişinin bakabilecek, baktığını görebilecek, gördüğünün ötesini sezip ibret alabilecek ince ve hassas bir görüşe sahip olması lâzımdır. Hâsılı bu esrârengiz gökyüzünün ve oradaki sonsuz güzellikteki burçların yaratılış hikmeti, iman, hikmet ve ibret gözüyle bakabilenlere Allah Teâlâ’nın ne yüce bir yaratıcı ve sanatkâr olduğunu idrak ve temâşâ ettirmektir.
    Allah Teâlâ bu burçları öylesine bir koruma altına almıştır ki, hiçbir şeytan onlara ulaşamaz. Cinleri de içine alan tüm şeytanlar, dünya küresiyle sınırlandırılmışlardır. Onların bu küreden ayrılıp diğer kürelere geçebilme kabiliyetleri yoktur. Bu bilgi, insanlar arasında günümüzde bile yaygın olan bir yanlış anlamayı ortadan kaldırmaktadır. Çünkü insanlar, şeytan ve yandaşlarının kâinatta her tarafa gidebildiklerine inanmaktadırlar. Kur’an, bu yanlış anlayışın zıddına, şeytanların belirli sınırları aşamayacaklarını ve sınırsız bir güce sahip olmadıklarını haber vermektedir. Bu bilgi, aynı zamanda şeytanların yalan yanlış haberlerine dayanan kehânet, büyü ve falcılık gibi sahtekârlıkların aslının olmadığını ortaya koymaktadır. Şeytanlardan sınırı aşıp da kulak hırsızlığı yaparak göğün sırlarından bir şey almak isteyeni de zaten apaçık, yakıcı bir alev topu kovalar. Onu yakalayıp yakar, yok eder; o bilgiyi çalmasına müsaade etmez. (bk. Saffât 37/7-10; Cin 72/8-9)
    Gökyüzüünü en ince sanat eserleriyle tezyin ettiğini haber veren ilâhî kudret, şimdi de yeryüzüne yönelmektedir:
    وَحَفِظْنَاهَا مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ رَج۪يمٍۙ ﴿١٧﴾
    17: Hem göğü taşlanan ve kovulan bütün şeytanlardan koruduk.
    اِلَّا مَنِ اسْتَرَقَ السَّمْعَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ مُب۪ينٌ ﴿١٨﴾
    18: Ancak içlerinden, kulak hırsızlığıyla göğün sırlarından bir bilgi, bir haber kapmaya teşebbüs eden olursa, onu da hemen apaçık, yakıcı bir alev topu kovalar.
    TEFSİR:
    اَلْبُرُوجُ (burûc), burç kelimesinin çoğuludur. “Burç” ise kelime olarak “yüksek köşk, kale” mânasına gelir. Nitekim, “Her nerede olursanız olun, isterse tahkim edilmiş sağlam ve yüksek kaleler içinde bulunun ölüm mutlaka gelip sizi yakalar” (Nisâ 4/78) âyetinde bu mânada kullanılır. Bununla birlikte kalelerin kulelerine burç denildiği gibi, güneşin bir senede takip ettiği yörüngenin içlerinden geçtiği, belli sembollerle gösterilen on iki takımyıldızından her birine de burç denilir. Astronomi biliminin yeni yaptığı keşif ve izahlara göre burçlardan maksadın “takım yıldızları” veya “yıldız kümeleri” olduğu belirtilir. Yüce Rabbimiz bu yıldız kümelerini yaratmış, gökyüzünü bunlarla donatmış, her birini muhteşem ışık ve şekillerle tezyin etmiştir. Bunlar o kadar güzel, o kadar muhteşem, o kadar büyük bir ilâhî sanat eserleridir ki, dikkat nazarlarını üzerine çekmemesi ve bakanların bunlardan ibret almaması mümkün değildir. Bunlar, Allah Teâlâ’nın varlığını, birliğini, sonsuz ilim ve kudretini gösteren apaçık delillerdir. Fakat bunun fark edilebilmesi için kişinin bakabilecek, baktığını görebilecek, gördüğünün ötesini sezip ibret alabilecek ince ve hassas bir görüşe sahip olması lâzımdır. Hâsılı bu esrârengiz gökyüzünün ve oradaki sonsuz güzellikteki burçların yaratılış hikmeti, iman, hikmet ve ibret gözüyle bakabilenlere Allah Teâlâ’nın ne yüce bir yaratıcı ve sanatkâr olduğunu idrak ve temâşâ ettirmektir.
    Allah Teâlâ bu burçları öylesine bir koruma altına almıştır ki, hiçbir şeytan onlara ulaşamaz. Cinleri de içine alan tüm şeytanlar, dünya küresiyle sınırlandırılmışlardır. Onların bu küreden ayrılıp diğer kürelere geçebilme kabiliyetleri yoktur. Bu bilgi, insanlar arasında günümüzde bile yaygın olan bir yanlış anlamayı ortadan kaldırmaktadır. Çünkü insanlar, şeytan ve yandaşlarının kâinatta her tarafa gidebildiklerine inanmaktadırlar. Kur’an, bu yanlış anlayışın zıddına, şeytanların belirli sınırları aşamayacaklarını ve sınırsız bir güce sahip olmadıklarını haber vermektedir. Bu bilgi, aynı zamanda şeytanların yalan yanlış haberlerine dayanan kehânet, büyü ve falcılık gibi sahtekârlıkların aslının olmadığını ortaya koymaktadır. Şeytanlardan sınırı aşıp da kulak hırsızlığı yaparak göğün sırlarından bir şey almak isteyeni de zaten apaçık, yakıcı bir alev topu kovalar. Onu yakalayıp yakar, yok eder; o bilgiyi çalmasına müsaade etmez. (bk. Saffât 37/7-10; Cin 72/8-9)
    Gökyüzüünü en ince sanat eserleriyle tezyin ettiğini haber veren ilâhî kudret, şimdi de yeryüzüne yönelmektedir:
    وَالْاَرْضَ مَدَدْنَاهَا وَاَلْقَيْنَا ف۪يهَا رَوَاسِيَ وَاَنْبَتْنَا ف۪يهَا مِنْ كُلِّ شَيْءٍ مَوْزُونٍ ﴿١٩﴾
    Karşılaştır 19: Yeryüzünü de yayıp genişlettik, üzerine sağlam, sarsılmaz dağlar yerleştirdik ve orada rengi, tadı, şekli ölçülü her bitkiden ürünler bitirdik.
    TEFSİR:
    Cenâb-ı Hak yeryüzünü yayıp döşemiş, sarsılmaması ve içindekileri sağlam tutabilmesi için oraya yerinden oynatılamaz sâbit dağlar yerleştirmiş ve orada ölçüsü ve miktarı belli her türlü bitkiyi bitirmiş, madenleri var etmiştir. Bunlarda var olan ölçüyle alakalı şu izahlar yapılabilir:
    › Bu şeyler, insan ve diğer canlıların ihtiyacına göre ayarlanmışlardır. Allah Teâlâ, insanların ihtiyacı olan şeyleri ve bunlardan istifade edecekleri miktarı bilir ve yeryüzünde o kadarını bitirir.
    › Bu âlem, sebepler âlemidir. Allah Teâlâ, madenleri, bitkileri ve canlıları, ancak bu âlemdeki elementlerin belli ölçülerdeki terkibi ile meydana getirir. Bunlar üzerinde mutlaka toprağın, suyun, havanın, sıcaklık ve soğukluk bakımından güneş ve yıldızların belli tesirleri vardır. Belirlenen bu ölçüler olmasa veya o belli miktardan fazlası veya noksanı takdir edilecek olsa, mevcut ölçülü halleriyle madenler, bitkiler ve canlılar oluşmaz. Demek ki Allah Teâlâ bunları, nihâyetsiz kudreti, ilmi ve hikmeti ile belli bir tarz üzere takdir buyurmuştur.
    › “Falancanın hareketleri ölçülüdür” sözü, onun hareketlerinin hikmete uygun, münasip ve güzel olduğunu ifade eder. “Şu söz ölçülü bir sözdür” denildiğinde de o sözün boş olmayan, tutarsızlıktan uzak, güzel ve münasip olduğu kastedilir. Buna göre âyet, yeryüzünde her şeyin ilim ve hikmet terâzisinde tartılarak münasip, uygun, akl-ı selimce güzel, hoş ve insanların istifadesine uygun yaratıldığını haber vermektedir.
    Rızıkların taksimine gelince:
    وَجَعَلْنَا لَكُمْ ف۪يهَا مَعَايِشَ وَمَنْ لَسْتُمْ لَهُ بِرَازِق۪ينَ ﴿٢٠﴾
    20: Orada hem sizin için, hem de rızkı size bağlı olmayan diğer canlılar için geçim kaynakları var ettik.
    وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُۘ وَمَا نُنَزِّلُهُٓ اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ ﴿٢١﴾
    21: Her şeyin hazinesi bizim yanımızdadır; ancak biz onu belirli bir ölçüye göre indiriyoruz.
    TEFSİR:
    Cenâb-ı Hak yeryüzüne hem bizim için, hem de rızkını bizim temin etmediğimiz kimseler, evcil veya yabanî hayvanlar için geçim vesileleri kılmıştır. Hepimizi O rızıklandırmaktadır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
    “Yeryüzünde kımıldayan bütün canlıların rızkı yalnızca Allah’a aittir.” (Hûd 11/6)
    “Nice canlılar var ki, hayatları için gerekli olan rızkı yanlarında taşıyamaz. Onların da sizin de rızkını veren Allah’tır.” (Ankebût 29/60)
    Çünkü bildiğimiz ve bilmediğimiz her şeyin hazineleri Rabbimizin katındadır. O’nun kudret eli, hüküm ve tasarrufu altındadır. Oradan ilâhî hikmetine, kulların maslahat ve ihtiyacına göre belirlenmiş ölçüler içerisinde indirir. Bir diğer âyet-i kerîmede şöyle burulur:
    “Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, elbette yeryüzünde taşkınlık ederlerdi. Bu sebeple O, rızkı dilediği ölçüde indirir. Şüphesiz O, kullarının bütün hallerini çok iyi bilmekte ve onları hakkiyle görmektedir.” (Şûrâ 42/27)
    Bulutların sevki, aşılanması, yağmurun oluşumu ve bitkilerin aşılanmasında çok mühim rol oynayan rüzgarlar ise başlı başına bir kudret delilidir:
    وَاَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَسْقَيْنَاكُمُوهُۚ وَمَٓا اَنْتُمْ لَهُ بِخَازِن۪ينَ ﴿٢٢﴾
    22: Biz rüzgârları aşılayıcı olarak gönderiyoruz. Böylece gökten sağanak sağanak yağmur indiriyor ve bu sayede sizin su ihtiyacınızı karşılıyoruz. Yoksa ne onun kaynağını elinde tutan, ne de onu mahzenlerde depolayan siz değilsiniz!
    TEFSİR:
    Allah Teâlâ rüzgarları aşılayıcı olarak gönderir. Yapılan araştırmalar rüzgârların hem bulutları hem de bitkileri aşıladığını ortaya koymaktadır.
    Rüzgârların bulutları aşılamaları şöyle gerçekleşir: Atmosferde tonlarca ağırlığa sahip bulunan büyük yağmur bulutlarını sürükleyen rüzgâr, onları hava ile sürterek negatif ve pozitif elektrik yüküyle aşılanmalarına sebep olur. Su buharından meydana gelen bulutları rüzgârlar birbirine çarpıştırır. Bu çarpışmadan, bulutlarda pozitif-negatif elektron geçişmesi olur; şimşek meydana gelir. Rüzgârlar bulutlara elektriği aşılar. Aynı zamanda bulutları sıkıştırarak yere yağmuru aşılar.
    Rüzgârların bitkileri aşılamalarıyla ilgili ise şöyle bir izah yapılabilir: Bitkiler de, hayvanların üremesinde olduğu gibi, aynı cinsten iki eşey hücrenin, yani erkeğin spermiyle dişinin yumurtasının birleşip kaynaşması neticesinde meydana gelir. Yüksek yapılı bitkilerde bu hâdise, erkek çiçek tozu çekirdeğinin yumurtaya girerek onun çekirdeğiyle birleşip kaynaşması sonucu gerçekleşir. Aynı döllenme yosunlarla eğrelti otlarında da meydana gelir. Şu farkla ki bunlarda, kendiliğinden hareketli olan spermin, yumurta hücresiyle birleşip kaynaşması, yumurta odasının boynundan aşağı doğru yüzerek inmesiyle olur. Bitkilerde bir çapraz döllenme, bir de doğrudan döllenme söz konusudur. Çapraz döllenme aynı türden başka başka bitkilerde ya da aynı bitkinin değişik iki çiçeğinde oluşan anterozoit ve oosferin, çapraz tozlaşmadan sonra kaynaşması sonucunda meydana gelen döllenmedir. Doğrudan döllenme ise aynı çiçekte oluşan antrozoit ve oosferin kaynaşmasıyla meydana gelen döllenmedir. Doğrudan döllenmeden önce doğrudan tozlaşma olur. İşte bitkilerde meydana gelen bu tozlaşma ve döllenme esnasında erkek çiçek tozlarının dişi organ tepeciği üzerine taşınması ve böylece döllenmenin sağlanması rüzgârlar aracılığıyla olmaktadır. Rüzgârların bitki hücrelerini sağa sola savurarak karşı hücrelerle buluşmasını sağlaması, kâinatta sayısı belirsiz bitkilerin meydana gelme ve çoğalma nedenini ortaya çıkarmaktadır.
    Cenâb-ı Hak rüzgârların aşıladığı bulutlardan hayat kaynağımız suyu indirmekte ve böylece bizim en zaruri ihtiyaçlarımızdan biri olan su ihtiyacımızı karşılamaktadır. Hem bütün su kaynaklarını kudret elinde tutan Yüce rabbimiz olduğu gibi, gökten inen bu suyu, uzun süre kendisinden istifade edebilmemiz için dağlarda, pınarlarda, kuyularda, göllerde, havuzlarda, mahzenlerde, küplerde, testiler de tutan da biz değil yine Yüce Rabbimizdir. O’na ne kadar ihlâs ve ihsân hissiyâtı içinde kulluk yapsak, ne kadar şükretsek azdır!
    Burada rüzgârların اَلإرْسَالُ (irsâl) “gönderme”, suyun اَلإنْزَالُ (inzâl) (indirme” fiilleriyle anlatılması aynı zamanda bir benzetmeye de işaret eder. Çünkü اَرْسَلْنَا (erselnâ) peygamberlerin gönderilmesini; اَنْزَلْنَا (enzelnâ) da kitabın indirilmesini hatırlatarak şu mânayı hissettirir: “İşte Allah tarafından gönderilen peygamberler de o aşılayıcı rüzgarlar gibidir; Allah’ın feyzini taşıyarak kabiliyeti olanlara yayar ve aşılarlar. İndirilen kitap da o gökten inen su gibi hayatın mayasıdır.”
    Netice itibariyle şunu bilmeniz gerekir ki:
    وَاِنَّا لَنَحْنُ نُحْي۪ وَنُم۪يتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ ﴿٢٣﴾
    23: Hiç şüphesiz yaşatan da biziz, öldüren de biziz. Her şey yok olup gittikten sonra bâkî kalan gerçek mülk sahibi de biziz.
    وَلَقَدْ عَلِمْنَا الْمُسْتَقْدِم۪ينَ مِنْكُمْ وَلَقَدْ عَلِمْنَا الْمُسْتَأْخِر۪ينَ ﴿٢٤﴾
    24: Doğrusu biz, sizden önce geçip gidenleri de biliyoruz, sizden sonra gelecek olanları da biliyoruz.
    وَاِنَّ رَبَّكَ هُوَ يَحْشُرُهُمْۜ اِنَّهُ حَك۪يمٌ عَل۪يمٌ۟ ﴿٢٥﴾
    25: Şüphesiz senin Rabbin mahşer günü onların hepsini huzurunda toplayacaktır. Gerçekten O, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan, her şeyi hakkiyle bilendir.
    TEFSİR:
    Yüce Allah diriltir ve öldürür. Hayat vermek istediklerine hayat verir, onları bir müddet yaşatır. Süreleri bittiğinde onlardan hayat vasfını alarak onları öldürür. Bir kısım insanlara ve diğer canlılara hayat iksiri olan ruhu üfleyerek onları hayat sahnesinde devreye sokarken, bir kısmından da o ruhu geri almak suretiyle onları devreden çıkarır. İlkbaharda yeryüzünü yağmurlarla diriltir, sonbaharda ise onu öldürür. Allah iman ile kalpleri diriltir, küfür ile o kalpler ölü hale gelir. Mahlukâtın varlığı, hayatı ve bir kısım şeylere sahipliği hep izâfîdir, geçicidir. Her şeyin gerçek sahibi, vârisi Bâkî olan Allah’tır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
    “Yeryüzünde bulunan herkes fanîdir. Yalnız sonsuz büyüklük ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.” (Rahmân 55/26-27)
    Allah Teâlâ doğumda ölümde, imanda küfürde, itaatte isyanda, iyilikte kötülükte, hayırda şerde, cihatta tembellikte öne geçenleri de geri kalanları da en iyi bilmektedir. Bu ilmi istikâmetinde herkesi mahşerde bir araya toplayacak; sağlam ve değişmez olan hükmü ve sonsuz hikmeti ile hepsini hesaba çekip hayır veya şer amellerin karşılığını verecektir. İşte bu sebep ve hikmete dayalı olarak insanları ve cinleri yaratıp onları sorumlu birer varlık kılmıştır:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

    وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ صَلْصَالٍ مِنْ حَمَأٍ۬ مَسْنُونٍۚ ﴿٢٦﴾
    ﴾26﴿ Andolsun biz insanı şekillenebilir özlü balçıktan, (şekil verilip) kurutulmuş çamurdan yarattık.
    Tefsir
    Allah’ın kudretini, ilminin ve hikmetinin mükemmelliğini delilleriyle açıklayan bu bölümde sıra, akıl ve zekâsı, duyguları ve estetik zevkleri gibi özellikleriyle Allah’ın eserlerinin en önemlisi ve en seçkini olan insan türünün veya ilk insanın yaratılışı konusuna gelmiştir.
    “Kuru çamur” diye çevirdiğimiz 26. âyet metnindeki salsâl kelimesi sözlük ve tefsirlerde genellikle “uzun süre bekletilerek vurulduğunda çınlayacak derecede kurumuş olan çamur” şeklinde açıklanmaktadır. Kendi halinde bırakılarak kuruyan çamura salsâl, ateşte kurutulana da fahhâr (Rahmân 55/14) denir. Âyet metnindeki hame’ kelimesine özetle “kokuşmuş kara balçık”, mesnûn kelimesine de “uzun süre kalan, akışkan, değişebilir, farklı şekillere sokulabilen, bir sûrete bürünmüş olan nesne” gibi mânalar verilmektedir (Taberî, XIV, 28-30; İbn Âşûr, XIV, 41-42). Âyette insan bedeninin, Allah’ın yaratma sıfatının bir eseri ve tecellisi olarak topraktan başlayıp devam eden fiziksel-biyolojik değişim ve gelişim sürecine işaret edilmektedir (insanın fiziksel oluşum ve gelişimi hakkında bilgi için bk. Mü’minûn 23/12-14).
    Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 346-347
    وَالْجَٓانَّ خَلَقْنَاهُ مِنْ قَبْلُ مِنْ نَارِ السَّمُومِ ﴿٢٧﴾
    ﴾27﴿ Cin türüne gelince daha önce onu da kavurucu ateşten yaratmıştık.
    Tefsir
    Cinler insandan zaman itibariyle çok önce yaratılmışlardır. Cenâb-ı Hak onları “semûm” denilen bir ateşten yaratmıştır اَلسَّمُومُ (semûm), ateş alevi gibi sıcak esen rüzgâr, sam yeli demektir. Bu kelimenin aslı olan اَلسَّمُّ (semm) kelimesinin zehir ve iğneninki gibi ince delik mânaları da vardır. Vücuttaki terin çıktığı ve havanın nüfûz ettiği gizli deliklere ise “mesemme”, çoğuluna da “mesemmât” denilir. Bundan dolayı “sâmm ve semûm”, mesemmâta yani vücudun deliklerine nüfûz edici veya zehirleyici bir keyfiyete sahiptirler. Buna göre cinlerin “semûm” denen zehirli ateşten yaratılmış olması, cin ve şeytanların insana gizli deri gözeneklerinden girebilecek, zehirleyecek ve yakacak bir özellikte olduğuna işaret etmektedir. Bu açıdan insanın cinlerle münasebeti önemli olduğu gibi onun meleklerle ve şeytanla olan münasebeti apayrı bir derinlik ve incelik taşımaktadır:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
    Nihayet bazı bakımlardan insana benzeyen niteliklere sahip olmakla birlikte bedeni ve bedensel özellikleri bulunmayan, bu sebeple de gözle görülmediği için cin diye adlandırılmış olan varlık türünün yaratılışı da ilâhî kudretin eserlerine son örnek olarak zikredilmektedir. Tefsirlerde, âyet metnindeki cân kelimesiyle cinlerin atasının veya İblîs’in kastedildiğine dair görüşlere yer verilmektedir. Buna göre 26. âyette insanlığın atası olan Hz. Âdem’in, 27. âyette de cinlerin atası olan İblîs’in yaratılışı söz konusu edilmiştir (bk. Taberî, XIV, 27, 30; Kurtubî, X, 25, 28). Ancak cin ve İblîs hakkındaki bu görüşler birer tahminden ibarettir. Bu konulara dair Kur’an-ı Kerîm’de ve sahih hadislerde bildirilenlerin dışında elimizde kesin bilgi bulunmamaktadır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 247
    وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ي خَالِقٌ بَشَرًا مِنْ صَلْصَالٍ مِنْ حَمَإٍ مَسْنُونٍ ﴿٢٨﴾
    28: Hani Rabbin meleklere şöyle demişti: “Ben pişmemiş kuru çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım.”
    فَاِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ ف۪يهِ مِنْ رُوح۪ي فَقَعُوا لَهُ سَاجِد۪ينَ ﴿٢٩﴾
    29: “Yaratılışını tamamlayıp onu insan olarak düzenlediğim ve içine kendi ruhumdan üflediğim zaman, ona secde ederek yerlere kapanın.”
    فَسَجَدَ الْمَلٰٓئِكَةُ كُلُّهُمْ اَجْمَعُونَۙ ﴿٣٠﴾
    30. Karşılaştır 30: Bunun üzerine bütün melekler hep birlikte secdeye kapandılar.
    اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ اَبٰٓى اَنْ يَكُونَ مَعَ السَّاجِد۪ينَ ﴿٣١﴾
    31: İblîs hâriç. O, secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı.
    Tefsir
    İnsan madde ve mâna, beden ve ruh olmak üzere iki yönlü yaratılmıştır. Maddesi topraktan, mânası ise “Ona kendi ruhumdan üflediğimde” (Hicr 15/29) beyânında ifadesini bulduğu şekliyle kendisine Allah tarafından üflenen ruhtandır. Cenâb-ı Hakk’ın, “rûhumdan” buyurarak insan ruhunu kendi zâtına izâfe etmesi, insanın esas şeref, kerem ve üstünlüğünün bedenî cihetinden değil, ilâhî nefha olan ruhî cihetinden geldiğini gösterir.
    Allah Teâlâ’nın, insana rûhundan üflemesi, temsîlî bir ifadedir. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın kendisindeki bâzı husûsiyetleri kuluna onun istîdâd ve iktidârı nispetinde vermesi demektir. İnsan, aldığı bu ilâhî emânetin feyiz, bereket ve gücüyle Rabbini tanır, O’na kul olur. İlâhî sırlara tâkati nispetinde vâkıf olur. Bu vukûfiyetin merkezi ise, kalptir.
    İslâm düşüncesine özgü “felsefî antropoloji”nin tartışmasız en büyük ismi olan Gazzâlî’nin İhyâ’da, insandaki mevki tutkusunun doğal ve metafizik kaynaklarını araştırdığı bölümde (III, 278 vd.) yer alan, İslâm dünyasında hiçbir zaman ulaşılamamış mükemmellikteki ruhla ilgili tahlilinin bir kısmını önemi dolayısıyla kısaltarak alıyoruz:
    “Ruh, tanrısal bir gerçekliktir (emrun rabbânîyyün). Çünkü yüce Allah, ‘Senden ruh hakkında bilgi istiyorlar. De ki: O rabbimin emrindendir’ (İsrâ 17/85) buyurmuştur... İnsan –açıklanması uzun sürecek– çeşitli asıllardan oluşturulmuştur. Onun özünde tanrısal gerçeklikten de bir pay bulunduğu için doğal olarak rubûbiyyeti sever. Rubûbiyyetin anlamı, bağımsızlık yoluyla varlıkta tekleşmek ve yetkinlikte eşsizleşmektir. Böylece yetkinlik ilâhî niteliklerden olduğu (ve insan da ilâhî gerçeklik olan ruha sahip olduğu) içindir ki, yetkinlik insan tarafından doğal olarak sevilmektedir. Yetkinlik varlıkta eşsizleşmedir, çünkü varlık bakımından başkalarıyla aynı düzeyde olmanın bir eksiklik olduğunda kuşku yoktur... Her insan, tabiatı gereği mükemmellikte eşsiz olmak ister. Bu sebeple sûfîlerin önde gelenlerinden biri “Her insanın içinde, Firavun’un, ‘Ben sizin en büyük tanrınızım’ diyerek seslendirdiği şekilde bir ululuk iddiası vardır, fakat bunu açığa vuramaz” demiştir. “Ruh rabbimin emrindendir” şeklindeki beyanın göstermiş olduğu rubûbiyyet ilişkisinden dolayı kölelik ruha ağır gelir, efendilik ise insanın doğası gereği sevilir. Ruh, yetkinliğin son noktasına ulaşamasa da ondaki yetkinleşme arzusu hiçbir zaman sönmez... Her varlık kendi zatını ve zatının yetkinleşmesini sever, bu sebeple de –ister zatının yokluğu olsun, ister üstün niteliklerinin yokluğu olsun– yokluğa mâruz kalmaktan nefret eder.
    Rûhu iki mertebede mütâlaa edebiliriz:
    Birincisi; rûh-i sultânî: Emir âlemindendir. Bedenden ayrıdır. Bedenle beraber olması, onun üzerinde tasarrufta bulunması iledir. Bedenin çürüyüp yok ol­ması, ona tesir etmez. Ancak bu sûretle bedenî arzular üzerindeki tasarrufu sonna erer. Rûh-i sultânîye sahip olmak, insanı üç esaslı görevle sorumlu ve bu görevleri yerine getirme konusunda yeterli bir güç ve kabiliyetle donanımlı kılar:
    Nefsini tanımak; kendi varlığını, bunun nereden gelip nereye gittiğini bilmek,
    Kendisini yoktan yaratanı bilmek; Rabbini tanımak,
    Rabbine karşı acizliğini ve muhtaçlığını bilmek; hiçliğe ulaşmak.
    İkincisi; rûh-i hayvânî: Halk âlemindendir. Bedenin tüm uzuvlarına yayılmıştır. Esas hükümranlığı kan üzerindedir. Merkezi beyindir. Fiil ve hareketlerin başlangıç noktasıdır. Eğer hayvânî rûh olmasaydı, hiçbir eser vücûda gelmezdi. İşte insanın fiilleri, bu sultânî rûh ile hayvânî rûhun sahip olduğu özellikler ve bunların ortaklaşa münasebetleri içinde ortaya çıkar.
    Âdem’in beden ve ruhuyla yaratılışı tamamlanınca Cenâb-ı Hak meleklere ona secde etmesini emreder. Meleklerin hepsi birlikte ona secde ederler. Fakat İblîs secde etmez; secde edenlerle beraber olmaktan kaçınır. (bk. Bakara 2/34; A‘râf 7/11)Hâdisenin ilerleyen safhasında Cenâb-ı Hak’la İblîs arasında şöyle bir konuşma geçer:
    Ömer Çelik Tefsiri
    قَالَ يَٓا اِبْل۪يسُ مَا لَكَ اَلَّا تَكُونَ مَعَ السَّاجِد۪ينَ ﴿٣٢﴾
    32: Allah şöyle buyurdu: “Ey İblîs! Sana ne oluyor ki, secde edenlerle beraber bulunmuyorsun?”
    قَالَ لَمْ اَكُنْ لِاَسْجُدَ لِبَشَرٍ خَلَقْتَهُ مِنْ صَلْصَالٍ مِنْ حَمَإٍ مَسْنُونٍ ﴿٣٣﴾
    33: İblîs: “Ben senin pişmemiş kuru çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattığın bir insana asla secde edecek değilim” diye karşılık verdi.
    TEFSİR:
    Âdem topraktan, İblîs ise ateşten yaratılmıştı. İblîs, elinde haklı bir delil olmaksızın sırf kendi fasit kıyasına göre ateşin topraktan daha şerefli ve üstün olduğunu savundu. Buna göre latîf ruhânî bir varlığın kesîf cismânî bir varlığa secde etmesini, onun emrine girmesini kabul etmedi. Âdem’in zâhirine baktı, onun ruh dünyasından gâfil oldu. Onun sûretini virâne gördü, fakat sırlar hazinesinin o harâbede gizlenmiş olduğunun farkına varamadı. Ebedî lanete uğradı:

    قَالَ فَاخْرُجْ مِنْهَا فَاِنَّكَ رَجٖيمٌ ﴿٣٤﴾
    ﴾34﴿ Allah, “O halde çık oradan, dedi; artık kovuldun!”

    وَاِنَّ عَلَيْكَ اللَّعْنَةَ اِلٰى يَوْمِ الدّٖينِ ﴿٣٥﴾
    ﴾35﴿ Kıyamet gününe kadar lânetlenmiş bulunmaktasın!”
    Tefsir
    Gazzâlî, insanın canlı-cansız varlıklar üzerinde hâkimiyet kurma arzusunu, ruhun tanrısal âlemden gelmesinin bir sonucu olduğunu belirten açıklamalardan sonra insanın, kullanılması mümkün olan varlıkları dilediği gibi kullanarak, kullanılması mümkün olmayan varlıklar hakkında da bilgi edinerek bu hâkimiyet arzusunu gerçekleştirdiğini belirtir. Bu arada sahte yetkinliklerden de söz ettikten sonra, ruhun tanrısal gerçeklik olmasının gerektirdiği hakiki yetkinliğe, aynı zamanda Allah’ın da (hemen hemen bütün ilâhî dinlerde, teolojilerde ve mezheplerde müştereken kabul edilen) temel sıfatları olan ilim, irade ve kudret niteliklerini kazanmakla ulaşılacağı sonucuna varır.
    Şu halde insanın bütün varlıklar arasındaki değeri ve önemi bedenden değil, “rabbânî bir emir” olan, üzerinde durduğumuz 29. âyetteki ifadesiyle “Allah tarafından bedene üflenmiş” bulunan, dolayısıyla aşkın âlemden gelen ruhtan kaynaklanmaktadır. İnsan bu yönüyle seçkin bir varlık olduğu için varlıkta ve yetkinlikte eşsiz olmak, üstün olmak, başka bütün şeyleri tanımak, bilmek ve onları buyruğu altına almak ister. Buna da Gazzâlî’nin belirttiği gibi ancak bilgi, özgürlük ve güç ile ulaşılabildiği için normal olarak bütün insanlar bilgili, özgür ve güçlü olmak isterler. Fakat insanlar sık sık bu kavramların anlamı, mahiyeti ve amacı konusunda yanılırlar ve böylece hakiki değil, “sahte (vehmî) yetkinlik” peşinde koşarlar. Oysa insan, fizik ve metafizik varlık ve olaylar hakkında doğru bilgiler edinmeli, özgürlüğü geçici istek ve tutkuları yenerek onların karşısında bağımsız olmada aramalı, bilgisini ve özgürlüğünü mükemmelleştirme gücünü kazanmalıdır ki, sahte yetkinlikler arayışına sapmadan, ruhunun kaynağı olan aşkın âlemle bağını sürdürüp geliştirebilsin.
    İşte yüce Allah’ın, önünde meleklerin secdeye kapanmasını istediği insanın bu mertebesi, ruhun aşkın hüviyetinden gelmektedir. Bakara sûresinde (2/30-33) bildirildiğine göre Allah Teâlâ melekleri insanın bu hüviyeti hakkında bilgilendirmiş, onlar da secde buyruğuna uymuşlardı. Buna karşılık İblîs’in, Âdem’in ruhî cevherinin menşeini ve mükemmelliğini dikkate almadan sadece maddî karşılaştırma yaparak yani Âdem’in bedeninin topraktan, kendi varlığının ateşten yaratıldığına bakarak isyana kalkışması onun ilâhî rahmetten kovulmasına, kıyamete kadar lânetlenmesine sebep olmuştur.

  • İlmi SİMYA(Yüz Okuma Sanatı)Datum14.12.2023 07:01
    Thema von Kurban im Forum Makale/Artikel/Anregun...

    lmi Sima Fizyonomi Yüz Okuma Sanati

    Ağzınız kalbinizin tertemiz olduğunu söylese de kulaklarınız veya çene yapınız onu yalancı çıkarabiliyor. Gerçek kimliğimizin kendini görünür kıldığı, zihinsel/ruhsal varlığımızın fiziksel bir niteliğe kavuştuğu yüzümüz duygularımızın ve sağlık durumumuzun kendisini aşikar ettiği ilk yer. Yani yüzümüz okunmayı bekleyen bir kitap gibi...

    Yüzünüzün şekli, bakışlarınızın derinliği, dudaklarınızın rengi; duygusallık düzeyiniz, yalana meyletme ihtimaliniz, problemleri çözme yollarınız, ne kadar paragöz olduğunuz, hırslarınız, tutkularınız ve iletişim becerileriniz gibi pek çok karakter özelliğine dair ipuçları veriyor.

    Antik Çin’de ve Antik Yunan’da kullanılmaya başlanan ve günümüzde de popülerliğini sürdüren yüz okuma sanatıyla yüz çizgileriniz ...

    Gözler yalan söylemezmiş; ama yüz okuma sanatına bakılırsa yüzünüzde gözler haricinde yalan söylemeyen onlarca bölge ve çizgi var. Dudaklarınızın sakladığını kaş biçiminiz, göz şekliniz ya da alnınız ele verebiliyor. Ağzınız kalbinizin tertemiz olduğunu söylese de kulaklarınız veya çene yapınız onu yalancı çıkarabiliyor. Gerçek kimliğimizin kendini görünür kıldığı, zihinsel/ruhsal varlığımızın fiziksel bir niteliğe kavuştuğu yüzümüz duygularımızın ve sağlık durumumuzun kendisini aşikar ettiği ilk yer. Yani yüzümüz okunmayı bekleyen bir kitap gibi...

    Yüzünüzün şekli, bakışlarınızın derinliği, dudaklarınızın rengi; duygusallık düzeyiniz, yalana meyletme ihtimaliniz, problemleri çözme yollarınız, ne kadar paragöz olduğunuz, hırslarınız, tutkularınız ve iletişim becerileriniz gibi pek çok karakter özelliğine dair ipuçları veriyor.

    Antik Çin’de ve Antik Yunan’da kullanılmaya başlanan ve günümüzde de popülerliğini sürdüren yüz okuma sanatıyla yüz çizgileriniz, kulaklarınız, çeneniz, dudaklarınız sizin hakkınızda pek çok doğruyu gün yüzüne çıkarıyor. Doğu kültüründe ‘ilm-i sima’ diye bilinen, bugün ‘fizyonomi’ olarak adlandırılan yüz okuma sanatı günümüzde iş dünyasında, emniyet kuvvetlerinde, istihbaratta, psikolojide ve iletişim alanında kişileri tanıma ve karakterleri analiz etme işinde kullanılıyor.

    Ancak yüz okuma sanatı, azaların belirli özelliklerine kabataslak bakarak kişinin karakter yapısının çözüleceği ve çeşitli saptamalar yapılabileceği anlamına gelmiyor. Bu alanda eğitim gören fizyonomi uzmanları yüzün her bir bölgesini teker teker inceleyip analiz etmek yanında, organların bütünsel duruşunu da değerlendirme kapsamına alıyorlar. Aynı zamanda bir yüz okuyucusu olmak için coğrafi ve iklim koşullarının, kalıtımın, gelişimin yüz şekli ve organları üzerinde oynadığı rolü de hesaba katmak gerekiyor. Yani yüz okuma sanatı, kısıtlı kurallarla hemen sonuç alınan basit bir yöntem olmanın ötesinde, içinde pek çok değişkeni barındıran zorlu bir uygulama alanı.
    Fizyonomiyi bir tür fal veya tahmin aracı olarak görmek de hatalı. Geçen yüzyılda yapılan istatistiksel verilere göre yüz okuyarak yapılan karakter tahlillerinde %93 oranında doğruluk saptanmış. Yıllarca süren deneylerin ortak sonuçları ve istatistiksel veriler ışığında en son halini almış bu alan. Aynı zamanda unutulmaması gereken bir nokta var. Fizyonomi uzmanlarına bakılırsa fizyonomi, çevrenizdeki insanların sizin gerçek karakterinizi belirleyebilecekleri ve davranışlarınızı kestirebilecekleri anlamına gelmiyor. Bu alan diğerlerinin sizi nasıl gördüğünü, yani dış dünyada nasıl algılandığınızı anlamanıza imkan veriyor sadece. Karşınızdakinin birkaç yüz çizgisine bakarak onun bir düzenbaz olduğuna karar vermek ya da size düşmanca hisler beslediğine kanaat getirmek gibi peşin hükümlerden de olabildiğince kaçınmak gerekiyor. Aksi takdirde yanlış değerlendirmeler neticesinde çevrenizdekileri daha iyi tanımak yerine onları birer birer kaybetme tehlikesi yaşayabilirsiniz.

    Yüz Okumanın Tarihçesi
    Antik çağlardan beri binlerce yıldır bilgeler yüz özelliklemizin kaderimizi veya karakterimizi belirleyip belirlemediğini merak ettiler. Bu anlamda bir insanın yüz özelikleriyle yaşam çizgisi arasında bir korelasyon olup olmadığını anlayabilmek için yapılan çeşitli çalışmaları bir araya getirdiler. Aristo, Antik Yunan’da fizyonomi üzerine bir kitap yazdı ve yüz, beden ve sesin fiziksel özelliklerini inceledi. Homer ve Hipokrat pratik felsefenin antik bir yöntemi olarak yüz okuma hakkında yazılar yazdılar. Ortaçağ’da fizyonomi astrolojiyle birleştirildi ve ilahi sanatların bir parçası haline geldi. Doğu kültüründe de kendine yer bulan yüz okuma, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın, 1756 yılında yazdığı Marifetname’sinde de karşımıza çıkmaktadır. 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa’da potansiyel suçluları bulabilmek için krimolojiye ait bir çalışma alanı olarak kullanılan fizyonomi, 20. yy’a gelindiğinde halk arasında yaygın olan bir batıl inanç olarak görülmeye başlandı. Bugünse psikanalizde, istihbaratta, yönetimde ve iletişm alanında etkili bir kaynak olarak kullanılıyor.

    YÜZ OKUMA ALFABESİ

    Yüzün hangi bölümünün büyüklüğü, küçüklüğü ve biçimi neye işaret eder, öğrenmek isteyenler için ayrıntılı bir kaynak sunuyoruz size. İşte karşınızdakinin sizi nasıl algı-ladığını için anlamak için yüz okuma alfabesi.

    ALIN

    Geniş: Entelektüel, hayal gücü kuvvetli
    Normal: Dengeli, yetenekli
    Açık: Sosyal, paylaşımcı, eli açık
    Dar: Çok dikkatli, dakik, rakamlarla arası iyi
    Dörtgen: İyi kalpli, alçak gönüllü, asil
    Dik: Bağımsız
    Yuvarlak: Hınçlı, çabuk sinirlenen
    Aşırı enli: Kibirli, övünmeyi seven
    Bombeli: İnisiyatif sahibi, uyumlu
    Çökük: Zorluklara karşı direnci olmayan, ürkek
    Aşırı küçük: Cimri, çabuk sinirlenen
    Kırışıksız ve düz: Kibarlığa yatkın, dış görünüşe önem veren, süslü

    KAŞLAR
    Kalkık: Dinamik, hırslı, kolay sinirlenen
    Düz: Rahatına düşkün, iyimser, dünyayla barışık
    Geniş: Ufku geniş, güvensiz, hassas
    Uzun: Güçlü, dirençli
    Aşağıya doğru inen: Ters, hoşgörüsüz, kendisinden başka hiçbir fikri kabullenmeyen
    Kısa: Sakin karakterli, duygusal, aktif
    İnce: Esnek, başarılı, kolay pes eden
    Çalı gibi: Güçlü yaradılışlı, başarılı
    Kalın ve siyah: Dürüst, alçak gönüllü
    Burnun üzerinde birleşen: Çabuk sinirlenen, cimri, dengesiz, maceracı
    Kalın, aşağı doğru kavisli: Hayal gücü kuvvetli
    Gözlere yakın, hilal şekilli: Ters, başına buyruk
    Kavisli ve yüksek: Hayat aşkıyla, enerjiyle dolu
    Aşağı doğru: Centilmen, sahiplenici, ciddi ilişkiler yaşayan

    GÖZLER
    Çukur: Ciddi, gizemli, zaman zaman gaddar, sezgileriyle hareket eden
    Burna yakın: Konsantrasyonu kuvvetli, titiz, kararlı
    Büyük: Açık, kibar, sözüne güvenilir, tembel
    Küçük: Odaklanmış, özel, cesareti ve iradesi zayıf
    Ne büyük ne küçük: Asil karakterli
    Patlak: Hevesli ve meraklı
    Parlak: İhtiraslı
    Dış uçları aşağı doğru: Empati yeteneğine sahip, problemleri öngörebilen; bu nedenle de hayal kırıklığına uğramayan, merhametli

    Göz rengi:

    Koyu kahve veya koyu mavi: Güvenilir, ciddi
    Koyu gri: Cimri
    Gri: Sadık
    Yeşil: İsabetli karar veren, kinci ve son derece kıskanç
    Kahverengi: Diğerlerini düşünen, uysal ve uyumlu, zaman zaman sadakatsiz ve işler istedikleri gibi gitmeyince de çabuk sinirlenen
    Kestane rengine yakın: Dengeli
    Kurşuni mavi: Şair ruhlu, romantik, pratik işlerde başarısız, hayalci ve dalgın
    Siyah-kahverengi-yeşil: Enerjik.
    Siyah: İhtiraslı, ateşli, coşkulu, kurnaz
    Mavi: Hassas, çevresi tarafından çok sevilen, çevrenin sevgisine ve takdirine bel bağlayan, üstlendiği vazifelere pek düşkün olmayan

    Göz Kapakları

    Görülebilen göz kapakları: Verdiği sözü tutan, ilişkilerde samimiyete ve sadakate önem veren, karşısındaki kişilere karşı da aynı beklenti içinde olan
    Az görülebilen göz kapakları: İlişkilerde bağlılığa da bağımsızlığa da eşit derecede önem veren, dengeyi sağlamayı bilen
    Görünmeyen gözkapakları: Çok iyi odaklanabilen, kişisel özgürlük alanına çok önem veren ve buna saygı gösterilmesini isteyen Aşırı büyük gözkapakları: Ciddiyetsiz, düşünmeden hareket eden
    Alt göz kapakları sarkık: Alkole meyilli

    BURUN
    Dar: Kontrolcü
    Geniş: Kendine güveni tam, iyi bir lider
    Dolgun: Güçlü, inatçı, cömert ve sabırsız
    Küçük ve kısa: Kibirli, cimri, kötü kalpli
    Dışa doğru: Lider ruhlu, idare etmeyi seven ve temsilci ruhlu
    Düz ve kalkık: Şehvetli, ihtiraslı
    Kambur: Barışçı, cömert, eli açık
    İçe doğru: Yardımlaşmayı seven, girişken
    Sivri: Çabuk sinirlenen, meraklı
    Uzun, ağza kadar uzanmış: Cesur, kahraman, akıllı, adil
    Geniş ve düz: Sosyal ama kararsız
    Burun deliklerinin duvarları kalın: İyi kalpli
    Burun deliklerinin duvarları ince: Hırçın
    Burun delikleri geniş: Sinirli
    Dairevi burun delikleri: Alçakgönüllü
    Burnun alınla birleştiği yer çökük: Şehvetli

    DUDAKLAR
    Geniş ve düşük: Cömert
    Kısa ve kalkık: Gururlu
    Büyük: Cesur, savaşçı ruhlu
    Ensiz, büyük: Hilekar, yalancı
    Aşırı büyük alt dudak: Tembel
    İnce, ensiz: Şan ve şöhret tutkunu
    Kalın ve kalkık: Ağzı kalabalık
    Birbirine çok yakın ve sıkışmış: İtici mizaçlı, geçimsiz
    Kalın, sarkık: Zevke ve eğlenceye düşkün
    İnce ve düşük: Öz konuşan
    Üst dudak ve damak önde: Huysuz ve kavgacı

    ÇENE
    Geniş: Otoriter, dediğim dedik
    Aşırı enli, dörtgen: Acımasız, enerji dolu, kaba
    Aşırı yuvarlak: Enerji dolu
    Dar: Yumuşak başlı
    İkiye ayrılmış: Kararsız
    İleriye doğru çıkık: İnatçı, hoşgörüsüz
    Gamzeli: İnatçı
    Keskin uçlu: Çabuk sinirlenen
    Yukarı doğru eğik: Zevkine düşkün
    Küçük: Kararsız, tereddütlü

    YÜZ ŞEKLİ
    Enli, etli ve yuvarlak: İyi kalpli
    Aşırı uzun: Kibirli, kendini beğenmiş
    Çökük: Kötü ahlaklı
    Düz şekilli: Ters, başına buyruk ve bazen zalim
    Kemikli ve kare: Tedbirli, zaman zaman acımasız, sert, baskın karakterli
    Şişman: Maddiyatçı, eğlenceyi seven ve rahatına düşkün
    Uzun ve oval: Aptal, kendini beğenmiş
    Aşırı küçük: Bayağı
    Keskin hatlı: Alçak hislere yatkın
    Küçük: Cesaretsiz ve iradesiz
    Balon şekilli: İyi kalpli, alçak gönüllü
    Uzun, dikdörtgen: Asil
    Kemikli: Çalışmayı seven, ürkek
    Üçgen: Az duyarlı
    Zayıf: İhtiyatlı, derin düşünceli
    Seyrek sakallı: Dengeli

    BAŞ
    Büyük: Hassas
    Uzun, sivri çene ve sivri kafa: Yalancı, yaltaklık etmeye yatkın
    Küçük: Duyarsız, hoyrat, incitici
    Yukarı doğru ensiz: Pişkin ve yırtık

    SAÇ RENGİ
    Sarı: Cesur
    Bal rengi: Soğuk
    Kızıl: Kurnaz
    Siyah: Korkak
    Divan Edebiyatı’nda Yüz Okuma Sanatı ve Kıyafetnameler
    Dış görünüşü, göz, saç rengini inceleyerek insanların huylarına dair çıkarımlar yapan bilim Osmanlı’da “İlmü-I kıyafet’ül beşer” ve “İlmü’l feraset” adıyla anılır. Öte yandan, dış görünüşün iç dünyayı yansıtacağı fikri, Divan edebiyatında “kıyafetname” denilen metinlerin hazırlanmasına yol açmıştır. XV. yüzyılda yaşayan Akşemsettin’in küçük oğlu Hamdullah Hamdi’nin Kıyafetname’si bu eserlerin en bilinenidir. XVIII. yüzyıl ozanı İbrahim Hakkı’nın Marifetname’si ise oldukça meşhur başka bir kıyafetnamedir.

    Kıyafetnameler, kumral, siyah saçları, siyah gözleri över. Bu özelliklere sahip kişilere akıllılık, sabır, zekâ gibi nitelikler yakıştırır. Küçük başı akıl azlığına, büyük başı zekiliğe, uzun dili budalalığa işaret gösterir. Parmaklar, dişler, burun, dil, dudaklar, tırnaklar, kulaklar, benler, saçlar, hatta tüyler, renk, şekil, kalınlık ve incelik bakımından anlamlandırılır. Kıyafetnamelere göre güzellik öğesi sayılacak pek çok özellik ise sakıncalar taşır. İri dalgalı saç inatçılık, kıvırcık olan saç da koyun gibi bir bağlılığa işarettir. Ucu kalkık burun hayalcilik ve gurur göstergesidir.

    Kıyafetnamelerin söylediğine göre benler bile büyüklükleri, bulundukları yere göre birçok karakter özelliğine ipucu olurlar. Mesela sağ şakaktaki et beni, kararsızlığı; alnın sağ yanındaki ben, güçlü bir belleği ve hızlı kavrayışı, uzun ömrü; alnın solundaki ben, dengeliliği; iki kaş arasında sağda ben, aşka düşkünlüğü, hoşsohbetliliği, iyi bir geleceği; iki kaş arasında solda ben, mantıkla iş görmeyi, duygululuğu; göz kapağındaki ben, hassas bir mizacı; gözün alt kapağındaki ben, meraklı ve kuruntulu bir yaradılışı gösterir.Ph.D. Mehmet Deniz Fansa

  • Hıcr Süresi Meal Ve Tefsiri 1-15Datum14.12.2023 05:36
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Hıcr Süresi Meal Ve Tefsiri 1-

    Hakkında
    Mekke döneminde inmiştir. 99 âyettir. Sûre, adını 80. âyette geçen “Hicr” kelimesinden almıştır. Hicr, Medine’nin kuzeyinde vaktiyle Semûd kavminin yaşadığı bir yerin adıdır. Sûre de başlıca Allah’ın birliği, peygamberlik, öldükten sonra dirilme ve hesap konuları; peygamberlerin, çeşitli zamanlarda azgınlara ve inkârcılara karşı verdikleri mücadeleler çerçevesinde ele alınmaktadır. Bu sûre de ayrıca ilâhî kitapların kendisiyle kemale erdiği Kur’an’ın, her türlü tahriften korunacağı hükmü de yer almaktadır.
    Nuzül
    Mushaftaki sıralamada on beşinci, iniş sırasına göre elli dördüncü sûredir. Yûsuf sûresinden sonra, En‘âm sûresinden önce Mekke döneminde, müşriklerin Hz. Peygamber’e ve müslümanlara yaptıkları baskıların şiddetlendiği yıllarda nâzil olmuştur (bk. âyet 94). İbn Âşûr’a göre (XIII, 6) bi‘setin (Hz. Peygamber’e vahyin gelmeye başlamasının) dördüncü yılının sonunda inmiştir. 87. âyetin Medine’de indiği yolundaki bilgi itimada şayan görülmemektedir.
    Hicr Suresi neye iyi gelir?
    Kâ'b'dan rivayet edilen, “Hicr sûresini okuyan kimseye muhacirlerin, ensarın ve Hz. Peygamber'le alay eden kişilerin sayısının on katı ecir verilir” meâlindeki hadisin mevzû olduğu kabul edilmektedir (İbnü'l-Cevzî, I, 239-241; Zerkeşî, I, 432; İbn Hacer, IV, 94).
    Dua, istek ve dileklerin kabulü için okunması gereken bu ayet, Müslümanlar için çok faziletlidir. Ayrıca rızkı ve bereketi artırmak, büyük sevap kazanmak, herkes tarafından sevilip sayılmak için de Hicr suresinin okunması buyrulmuştur.
    Hicr süresi ve okunmasında kazanacağımız faydaları;
    1-Kim bu süreyi yazıp üzerinde üzerinde taşırsa hayır ve berekeri artar.
    2-Ticarette kazancın artması için 3 defa okunur.
    3-Hicr süresinin 9’ncu ayetini yazar ve 40 okuyup üzerinde taşırsa,yüce Allah’ın koruması altında olur.Allah onu her türlü kaza ve belalardan korur.
    4-Bir kimse makam sahipları tarafından kabul görmek,herkes tarafından saygı ve sevgi görmek isterse hicr süresinin 16’ncı ayetini yazıp üzerinde taşırsa istediği olur.
    Konusu
    Sûrenin ilk konusu Kur’an, vahiy ve peygamberliktir. Daha sonra insanın beden ve ruh varlığının yaratılış süreci ile İblîs’in Allah’tan gelen secde buyruğuna uymaması anlatılır. İyilerin uhrevî mükâfatları, Allah’ın rahmetinin genişliği; Hz. İbrâhim ve Lût ile Eyke halkı ve Hicr halkıyla ilgili kısa bilgiler, Hz. Peygamber’e ve müminlere verilen müjdeler, inkârcılara yapılan uyarılar sûrenin belli başlı konularıdır.
    Euzu besmele Arapça olarak "بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم"(Bismillahirrahmanirrahim)Rahman Ve Rahim Olan Allahın Adıyla...
    الٓـرٰࣞ تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ وَقُرْاٰنٍ مُبٖينٍ ﴿١﴾
    ﴾1﴿ Elif-lâm-râ. Bunlar kitabın, apaçık Kur’an’ın âyetleridir.
    Tefsir
    Kur’an-ı Kerîm’in bazı sûrelerinin başında yer alan bu harflere “hurûf-ı mukattaa” adı verilir (İslâm bilginlerinin bu harflerle ilgili görüş ve yorumları hakkında bilgi için bk. Bakara 2/1).
    “Kitap”tan da, “Kur’an”dan da maksat, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kitap, onun satırlarda yazılmasına, Kur’an ise onun sadırlarda ezberlenip dâimî olarak dillerde okunmasına işaret eder. Kur’ân-ı Kerîm’in mühim vasıflarında biri, mesajının açık olması, hak ile bâtılı ve bütün ilâhî gerçekleri en ince ayrıntısına kadar beyân etmesidir. Dolayısıyla onu, başka sözlerle kıyas etmeyip, lâzım gelen tâzim ve itinâyı göstererek okumak ve dinlemek gerekir. Zira ona inanmayanları çaresiz bir pişmanlık ve hazin bir son beklemektedir.Ömer Çelik
    Âyetteki “bu” işaret zamiri sûrenin âyetlerini ve onların içerdiği bilgileri gösterir. Taberî’ye göre “kitap” –bugün Kitâb-ı Mukaddes diye anılan– Tevrat ve İncil gibi önceki kitaplardır; “Kur’an” ise Kur’an-ı Kerîm’in (o zaman henüz tamamlanmadığı için bütününü değil) inzal edilmiş olan kısmını ifade eder (XIV, 1). Zemahşerî hem “kitap” hem de “Kur’an” kelimesiyle konumuz olan sûrenin kastedildiğini belirtir (II, 309). Râzî’ye göre ise her iki kelimeden maksat Kur’an-ı Kerîm’dir; fakat ilki onun yazılı şeklini, ikincisi de okunuşunu ifade eder (XIX, 151). İbn Âşûr da bu görüşü tercih etmiştir (XIV, 8).
    Âyetin sonundaki mübîn kelimesi genellikle “açık seçik, anlaşılan” veya kısaca “apaçık” şeklinde çevrilir. Taberî’ye göre kelime burada, “O Kur’an âyetleri, üzerinde düşünüp taşınanlara doğruluk ve hidayet yolunu açıklar” anlamına gelecek bir konumda kullanılmıştır. Bu anlama göre sûrenin başında dinleyici ve okuyucu, sıradan bir sözle değil, insanlığa doğruluk ve hidayet yolunu gösteren, ebedî kurtuluş için gerekli olan inanç ve amel hayatıyla ilgili bilgiler ve dersler veren ilâhî kelâmla karşı karşıya bulunduğu hususunda uyarılmakta; âyetleri bu şuurla, onlardan istifade edecek tarzda dikkatli ve edepli bir şekilde dinlemek veya okumak gerektiğine işaret edilmektedir.
    Sonuç olarak sûrenin başında ilâhî vahyin önemine dikkat çekilmekte, onu dikkatle dinleyip aydınlatıcı içeriğinden yararlanarak doğru yolu bulmanın gerekliliği vurgulanmaktadır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 330

    رُبَمَا يَوَدُّ الَّذٖينَ كَفَرُوا لَوْ كَانُوا مُسْلِمٖينَ ﴿٢﴾
    ﴾2﴿ Zaman olacak, inkâr edenler, “Keşke müslüman olsaydık!” diye hayıflanacaklar.
    Tefsir
    İnkârcıların ileride, İslâm ve müslümanlar karşısındaki tutumlarının haksız ve yanlış olduğunun farkına vardıklarında ve bu tutumun kendilerini götürdüğü kötü âkıbetle karşılaştıklarında hissedecekleri pişmanlık dile getirilmekte, ama bunun boşuna bir hayıflanma olacağına işaret edilmektedir. Bu suretle dolaylı olarak, muhataplara, “Şimdi Allah’ın âyetlerini dikkatle dinleyip onların ışığıyla inanç ve amel hayatınızı aydınlatmazsanız sizin başınıza gelecek olan budur!” denilmektedir.
    Tefsirlerde inkârcıların bu pişmanlığı ne zaman ve hangi olay veya olaylar karşısında yaşayacakları konusuyla ilgili, “ölüm sırasında”, “kıyamet saatinde”, “âhirette müslümanların cehennem ateşinden kurtuldukları vakit” şeklinde üç değişik görüş ileri sürülmüştür. Ancak Râzî’nin Zeccâc’a isnat ettiği ve benimsediği “İnkârcı kişi, bir azap manzarasıyla karşılaştığında, müslümanın güzel bir durumunu gördüğünde hep kendisinin de müslüman olmadığına hayıflanacaktır” (XX, 154) şeklindeki yorum en isabetli olanıdır. Aslında, âyetin ilk muhatapları Hz. Peygamber’e karşı ilk direnişte bulunup inkâra sapan Mekke müşrikleri olduğuna göre onlar bu pişmanlık halini ilk defa daha Peygamber efendimiz Mekke’yi fethettiği, dolayısıyla müşriklerin müslümanlar karşısında bir daha ayağa kalkamayacak şekilde yıkılıp gittiklerini gördükleri zaman yaşamışlardır; kuşkusuz âhirette müslümanların nâil olacağı nimetleri gördüklerinde onlara daha çok yerinecekler, ettiklerine daha çok pişman olacaklardır. Kur’an-ı Kerîm’de inkârcıların âhirette hissedecekleri pişmanlığı anlatan ifadelerin birinde şöyle buyurulmaktadır: “İşte o gün gerçek egemenlik rahmânındır ve o gün inkârcılar için çok zor bir gün olacaktır. O gün, (dünyadayken) haktan sapmış kişi ellerini ısırarak şöyle diyecek: Keşke Peygamber’le birlikte aynı yolda olsaydım! Eyvah! Keşke falancayı kendime dost edinmeseydim!” (Furkan 25/26-29).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 330-331
    Bu hususta Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
    “Kıyamet gününde cehennemlikler cehennemde toplanırlar. Kıble ehlinden Allah’ın dilediği bir kısmı da günahları sebebiyle onlarla beraber bulunur. Kâfirler, bunlara: «Siz müslüman değil miydiniz?» derler. Onlar da «Evet!» diye cevap verirler. «O halde gördünüz ya müslümanlığınızın hiç faydası yokmuş, işte siz de bizimle beraber ateşte yanıyorsunuz» diye onları kınarlar. Onlar: «Hayır öyle değil; bizim bir takım günahlarımız vardı. Yüce Allah, onunla mesul tuttu» derler. Bunun üzerine Yüce Allah o kâfirlere gazap buyuracak; rahmeti ve ihsanıyla da kıble ehlinden olanların kurtuluşlarını emredecek, onlar da cehennemden çıkacaklar. İşte o vakit kâfirler: «Ah, keşke biz de müslüman olsaydık» diyecekler.” (Hâkim, el-Müstedrek, II, 242; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, X, 379)
    Bu bakımdan onlara İslâm’ı tebliğden geri kalmamak şartıyla kâfirlerin dünya hayatında yiyip içmelerine, hayvanlar gibi nefsânî arzularının, zevk ve eğlencenin peşine düşmelerine fazla aldırış etmeye değmez. Çünkü bunlar boş bir aldanıştır; sonu hüsrandır. Ölümle bunların bir hiç olduğunu fark edecek, gerçek hayatın âhiret hayatı olduğunu anlayacaklardır. “Âh! Keşke!” diyecekler, fakat iş işten geçmiş olacaktır.
    “Emel”; dünyayı sevmek, ona dört elle sarılmak ve âhiretten yüz çevirmektir. Dünya işlerinin görülebilmesi için bunun belli bir miktarı normal görülse de, husûsiyle tûl-i emel, yani ardı arkası kesilmez dünyevî arzu ve istekler zararlı ve tehlikelidir. Böyle bir hastalık kalpte yerleştiği zaman onu bozar ve onun tedavisini güçleştirir. Bu sebeple Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
    “Dört şey bedbahtlık alâmetidir: Göz damarlarının donup Allah korkusuyla yaş akıtmaması, kalbin katılaşması, ardı arkası kesilmeyen boş arzular ve dünya hırsı.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, X, 226)
    Yaşayacağı günler hatta alacağı nefesler bile sayılı olan insan, bu tür kalbî hastalıklardan uzaklaşarak ömrünü imanla sona erdirmenin gayreti içinde olmalıdır:

    ذَرْهُمْ يَأْكُلُوا وَيَتَمَتَّعُوا وَيُلْهِهِمُ الْاَمَلُ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ ﴿٣﴾
    ﴾3﴿ Bırak onları; yesinler, yararlansınlar, boş ümit oyalasın onları; yakında bilecekler!
    Tefsir
    “Bırak onları...” buyruğu, Hz. Peygamber’in artık inkârcıları uyarmaktan vazgeçmesini, tebliğ görevini terketmesini öngören bir emir olarak anlaşılmamalıdır. Bu ifade, nefsanî tutkularının kölesi olmak yüzünden büsbütün dalâlette bulunan inkârcıların, bu durumlarıyla muhatap almaya değer sayılmayacak kadar kendilerini değersiz hale getirdiklerini ima etmekte, bu yönüyle onlara karşı ağır bir kınama ve uyarı maksadı taşımaktadır.
    “Boş ümit” diye çevirdiğimiz emel kelimesi, sözlükte “istemek, ummak” anlamına gelir. Özellikle ahlâk kitaplarında, gerçekleşmesi uzun zamana bağlı olan ve çok defa elde edilemeyen ümit ve arzular için kullanılır. Bazı dilciler uzun vadeli ümit ve beklentilere emel, orta vadeli olanlara recâ, kısa vadeli olanlara da tama‘ (tamah) denildiğini belirtirler (Feyyûmî, “eml” md.). Kehf sûresinin 46. âyetinde emel kelimesi mutlak anlamda “arzu edip ümit bağlama” mânasına gelecek şekilde geçmektedir. Ahlâk kitaplarında, emel kelimesinin hadislerdeki kullanımından yararlanılarak, insanın uzun vadeli dünyevî arzular taşımasına, zihnini yoğun bir şekilde bunlarla meşgul edip çabalarını bu yönde harcamasına tûl-i emel, istek ve arzularına sınır koyarak özellikle âhiret hayatı için yararlı olacak işlere önem vermesine de kasr-ı emel denilmiştir. “Yaşlı kişinin bütün güçleri zayıflasa da dünya sevgisi ve uzun emeller konusunda gönlü hep genç kalır” (Buhârî, “Rikak”, 5) anlamındaki hadis, bir yandan uzun emellere kapılmama yönünde bir uyarı anlamı taşırken, bir yandan da insanın içindeki emel eğiliminin bütünüyle yok edilemeyeceğini göstermektedir. Bu hadisi de dikkate alan bazı ahlâk âlimleri, hırs derecesindeki emeli yanlış ve zararlı bulmakla beraber, insana yaşama arzusu ve gelecek ümidi veren emel duygusunu yararlı, hatta dünya hayatının düzeni, birey ve toplumun refahı için gerekli görmüşlerdir (meselâ bk. İbn Hibbân el-Büstî, s. 129-132; Mâverdî, Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 146-147). Ancak konumuz olan âyette emel kelimesi bu olumlu anlamıyla değil “insanı oyalayan, âhireti unutturan dünyevî arzular”ı ifade etmek üzere kullanılmıştır.
    Bu âyetten anlaşıldığına göre inkârcıları müslüman olmaktan alıkoyan ve ileride pişmanlık duyup müslümanlara imrenecekleri bir duruma düşmelerine sebep olan şey, onların akıllarını kullandıktan, düşünüp taşındıktan sonra bu dinin hak olmadığı kanaatine varmaları değildir; aksine, onların sağlıklı düşünmelerini, hakikati görmelerini ve hidayete ermelerini engelleyen şey, bedensel hazlara, arzu ve ihtiraslara kendilerini kaptırmaları; geçici, boş ve değersiz amaç, emel ve kuruntularla oyalanmalarıdır. Âyet, insanların kendi tercihleri istikametinde yaşamakta serbest olduklarını ve sonuçta eylemlerinin kendileri için ne getirip ne götüreceğini ileride görüp anlayacaklarını bildirerek hem insanın özgürlüğüne işaret etmekte hem de özgürlüğün aynı zamanda bir sorumluluk getirdiği, dolayısıyla doğru kullanılması gerektiği hususunda uyarıda bulunmaktadır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 331-332
    وَمَٓا اَهْلَكْنَا مِنْ قَرْيَةٍ اِلَّا وَلَهَا كِتَابٌ مَعْلُومٌ ﴿٤﴾
    ﴾4﴿ Biz hiçbir toplumu, kendilerine gönderilmiş belli bir kitap olmadan helâk etmedik.
    مَا تَسْبِقُ مِنْ اُمَّةٍ اَجَلَهَا وَمَا يَسْتَأْخِرُونَ ﴿٥﴾
    ﴾5﴿ Hiçbir ümmet kendi ecelini ne öne alabilir ne de erteleyebilir.
    Tefsir
    Özel olarak Hz. Peygamber dönemindeki Mekke müşrikleri, genel olarak benzer inançlar benimseyen, benzer tutum ve davranışlar sergileyen topluluklar için yeni bir uyarı anlamı taşıyan bu âyetlerde bireyler gibi bütün uygarlıkların, dinî, etnik vb. toplulukların da sonlu olduğu, her bir uygarlık ve topluluğun, Allah tarafından bilinen belirli bir ömrünün, bir sonunun bulunduğu, bunun ilâhî bir yasa olduğu hatırlatılarak toplumsal hayatı, bu gerçek ışığında tam bir dikkat ve sorumluluk bilinciyle düzenlemek ve sürdürmek gerektiği ima edilmektedir (bu konuda bilgi için bk. En‘âm 6/2).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 332-333

    وَقَالُوا يَٓا اَيُّهَا الَّذٖي نُزِّلَ عَلَيْهِ الذِّ كْرُ اِنَّكَ لَمَجْنُونٌؕ ﴿٦﴾
    ﴾6﴿ Dediler ki: “Ey kendisine vahiy gelen adam! Sen kesinlikle cinlere kapılmış birisin!”
    “Vahiy”diye çevirdiğimiz zikir kelimesi sözlükte “ezberleme, hatır­lama, anma, övme”gibi anlamlara gelir. Kur’an-ı Kerîm’de ise –bu sözlük anlamları yanında– özellikle “Allah’ın kullarına gönderdiği uyarı, öğüt, vahiy” vb. mânalarda geçtiği gibi daha önceki bazı kutsal kitaplar (Nahil 16/43; Enbiyâ 21/7, 105) ve –buradaki 6 ve 9. âyetlerde olduğu gibi– özellikle Kur’an için de kullanılmıştır. Nitekim hadislerde Kur’an’ın bir isminin de “zikir” olduğu bildirilir (meselâ bk. Tirmizî, “Sevâbü’l-Kur’ân”, 14).
    Müşrikler Hz. Peygamber’e, “Ey kendisine vahiy gelen adam!” diye hitap ederken ona vahiy geldiğine inandıkları için böyle konuşmuyor, aksine onunla alay ediyorlardı.
    Müfessirlerin görüşüne göre müşrikler Hz. Peygamber’i mecnun diye itham ederken bunu ya alay maksadıyla mecaz anlamında veya hakikat anlamında söylüyorlardı. Râzî’ye göre (XIX, 158) bu suçlamanın iki sebebi olabilir: ☼a) Vahyin gelişi sırasında Hz. Peygamber’de genellikle kendinden geçmişçesine olağan üstü bir hal görülürdü. Müşriklerin bu hali bir cin çarpması alâmeti saydıkları ve bu yüzden onu delilikle suçladıkları düşünülebilir. ☼b) Peygamber efendimizin Allah tarafından görevlendirilmiş gerçek bir elçi olmasını aklî yönden imkânsız buldukları için peygamberlik iddiasını deli saçması gibi görmüş ve bu yüzden onu delilikle suçlamış olabilirler.
    Eskiden Arap putperestleri şairlerin cinlerle ilişkisi bulunduğuna, şiirin de böyle bir bağlantının sonucu olarak şairlerin cinlerden aldıkları ilhamın ürünü olduğuna inanırlardı. Bu yüzden, Hz. Muhammed’in çağdaşı olan müşrikler de bir tür şiir kabul ettikleri Kur’an’ı Allah’tan değil, cinlerden aldığını düşünüyorlardı (bk. Enbiyâ 21/5; Sâffât 37/36). Buna göre âyette müşrikler, Hz. Peygamber’i kastederek telaffuz ettikleri “mecnun” kelimesini sözlük anlamında değil, onun cinlerle ilişkisinin bulunduğu anlamında kullanmış olabilirler (Ateş, V, 54).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 333-334
    لَوْ مَا تَأْت۪ينَا بِالْمَلٰٓئِكَةِ اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ ﴿٧﴾
    7: “Eğer doğru söylüyorsan, bize melekleri getirip göstersene!”
    مَا نُنَزِّلُ الْمَلٰٓئِكَةَ اِلَّا بِالْحَقِّ وَمَا كَانُٓوا اِذًا مُنْظَر۪ينَ ﴿٨﴾
    8: Oysa biz melekleri ancak gerçek bir sebep ve hikmetle indiririz. Melekler indiğinde ise artık onlara hiç mühlet verilmez, hemen helâk edilirler.
    اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ ﴿٩﴾
    Karşılaştır 9: Şüphesiz ki bu Kur’an’ı biz indirdik; onu muhafaza edecek olan da elbette biziz.
    TEFSİR:
    Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’i hem inişi esnasında cin ve şeytanların karışıklık yapmalarından korumuş hem de onu kıyâmete kadar her türlü bozulma, değişme, artma ve eksilmeden koruyacağını müjdelemiştir. Bu ilâhî korumanın beşerî idrak sınırları içinde şu yollarla gerçekleştiği görülmektedir:
    › Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’i bir kelâm mûcizesi kılmış, insanları onda bir artma ve eksiltme yapmaktan aciz bırakmıştır. Çünkü Kur’ân’a bir şey ilave edilecek veya ondan bir şey eksiltilecek olsa hemen Kur’ân nazmı değişir ve bütün aklı erenler onun Kur’ân’dan olmadığını hemen fark eder. Bunun için Kur’ân’ın mûcizelik vasfı, bir şehri kuşatan surlar ve kaleler gibi onu sürekli koruma altında tutar.
    › Allah Teâlâ, kıyâmete kadar Kur’ân-ı Kerîm’i yazacak, okuyacak, ezberleyecek, koruyacak, okutacak ve halk arasında neşredecek bir topluluğu vazifelendirmek suretiyle, onu insanların bozup değiştirmesinden muhafaza edecektir.
    › Cenâb-ı Hak kelâmını öyle ilâhî bir koruma altına almıştır ki, bir kimse Kur’ân’ın bir harfini veya bir noktasını değiştirecek olsa bütün âlem ona: “Bu yanlıştır, Allah’ın sözünü değiştirmektir” der. Hatta büyük ve heybetli bir adam Kur’an’ın bir harfinde veya harekesinde yanlışlıkla bir hata yapacak olsa çocuklar bile ona hemen, “Efendi yanıldın, doğrusu şöyledir!” derler.
    Gerçekten de insanlık tarihine bakıldığında Kur’ân-ı Kerîm’e nasip olan bu korunmanın hiçbir kitaba nasip olmadığı görülür. Bugün dünyanın her tarafında en yaygın kitap olan Kur’an, bir harf farkı olmaksızın on beş asırdır okunup durmaktadır. Bunca matbaa, kaydetme, ulaşım ve iletişim imkânlarına rağmen yirminci asırda yaşamış meşhur şahısların eserlerinde bile farklılıkların bulunması, Kur’an’a nasip olan bu muhafaza işinin başlı başına bir mûcize olduğunu gösterir. Yine bunca dinsizlerin, yahudilerin ve hıristiyanların Kur’ân’ı değiştirmek ve bozmak üzere birçok arzuları, hırsları ve çalışmaları bulunduğu halde, bu kitabın her yönden tahriften korunmuş olarak kalması da en büyük mûcizelerdendir. Buna rağmen kâfirler, Kur’an’la da Peygamber’le de alaydan vazgeçmezler:Ömer Çelik Tefsiri
    وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ ف۪ي شِيَعِ الْاَوَّل۪ينَ ﴿١٠﴾
    10: Doğrusu biz, senden önce gelip geçen toplumlara da nice peygamberler gönderdik.
    وَمَا يَأْتٖيهِمْ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا كَانُوا بِهٖ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ ﴿١١﴾
    ﴾11﴿ Onlara bir peygamber geldiğinde muhakkak onunla alay ederlerdi.
    Tefsir
    “Topluluklar” diye çevirdiğimiz şiya‘ kelimesi, kök anlamı “çoğalma, güçlenme, yayılma” şeklinde olan şîanın çoğuludur. Şîa terim olarak, “üyelerinin birbirlerinden güç ve moral aldıkları, belirli bir birlik ve bütünlük oluşturan topluluk, ümmet” veya “bir görüş ve anlayış üzerinde birleşenlerin oluşturduğu grup, fırka” anlamına gelir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “şya” md.; Zemahşerî, II, 311).
    Âyette, putperestlerin inat ve inkârları yanında, onların “Ey kendisine vahiy gelen adam! Sen kesinlikle bir mecnunsun!” gibi küstahça söz ve davranışlarına muhatap olan ve bundan dolayı üzülen Hz. Peygamber’i teselli etmek üzere, bu tür davranışların yeni bir şey olmadığı, eski peygamberlerin de böyle davranışlarla karşılaştıkları, alay ve hakarete mâruz kaldıkları bildirilmektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 338
    كَذٰلِكَ نَسْلُكُهُ فٖي قُلُوبِ الْمُجْرِمٖينَۙ ﴿١٢﴾
    İşte onu (Kur’an’ı) inkârcıların kalplerine,böyle yerleştiririz.
    لَا يُؤْمِنُونَ بِهٖ وَقَدْ خَلَتْ سُنَّةُ الْاَوَّلٖينَ ﴿١٣﴾
    13. inanmadıkları halde,Nitekim daha öncekilere de bu ilâhî kanun uygulanmıştır
    Tefsir
    Suçluların yani inkârcıların kalplerine yerleştirilen şeyin ne olduğu sorusuna bağlı olarak 12. âyete tefsirlerde iki değişik mâna verilmiştir: ☼a) “İşte o ‘zikr’i yani ilâhî mesajı, Kur’an’ı suçluların kalplerine böyle yerleştiririz.” ☼b) “İşte inkârcılık, putperestlik ve peygamberlerle alay etme sapkınlığını suçluların kalplerine böyle yerleştiririz.”
    Ancak sûrenin ilk âyetlerinin asıl konusu Kur’an olduğundan bu âyetlerdeki zamirlerden de Kur’an’ın anlaşılması daha isabetlidir. Nitekim müfessirler 13. âyete “...hâlâ Kur’an’a inanmamaktadırlar” şeklinde anlam vermişlerdir. Şu halde ilk şıktaki yorum daha isabetlidir. Bu yüzden biz de meâlinde bu görüşü tercih ettik.
    Sonuç olarak yukarıdaki tercihlere göre bu iki âyette Allah Teâlâ şöyle buyurmuş olmaktadır: “Peygamber ve ilâhî mesaj karşısındaki inkârcı ve alaycı tavırlarıyla kendilerini suçlu duruma düşüren Arap müşriklerinin kalplerine Kur’an’ı işte böyle yerleştiririz; yani onu işitmelerini, bildikleri dilden konuştuğu için onu anlamalarını, özelliklerini kavramalarını sağlarız; ama yine de tasdike yanaşmazlar, iman etmezler. Halbuki öncekilerin sünneti yani eski kavimleri cezalandıran ilâhî yasa da uygulanmıştır; onlar, eski milletlerin inkârcılıkları, peygamberleriyle alay etmeleri yüzünden başlarına neler geldiğini de bilmektedirler. Ama bundan ibret ve ders almaları gerekirken yine de inkârlarında ısrar ederler.” Allah’ın, Kur’an’ı onu dinleyen putperestlerin kalplerine yerleştirmesi yani onu işitip bilgilenmelerini sağlaması, âhirette artık onların, “Biz Kur’an’ı duymadık, bilgi sahibi olmadık” gibi bir mazeret ileri sürmelerini de imkânsız hale getirmiştir (İbn Âşûr, XIV, 24-25).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 338-339
    وَلَوْ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَابًا مِنَ السَّمَٓاءِ فَظَلُّوا ف۪يهِ يَعْرُجُونَۙ ﴿١٤﴾
    14: Hatta üzerlerine gökten bir kapı açsak da oradan yukarılara çıksalar bile,
    لَقَالُٓوا اِنَّمَا سُكِّرَتْ اَبْصَارُنَا بَلْ نَحْنُ قَوْمٌ مَسْحُورُونَ۟ ﴿١٥﴾
    15: Hiç şüphesiz: “Gâliba gözümüz bağlandı; daha doğrusu biz büyülendik” derler.
    Tefsir:
    Burada kâfirlerin inanmamak için ileri sürdükleri mûcize talep etmek, meleklerin getirilmesini istemek gibi tüm mazeretler çürütülür. Zira onların derdi, peygamberliğin doğruluğuna delil bulmak değil, aksine inanmamak için sudan bahaneler uydurmaktır. Peygamberin doğruluğuna delil istediklerinde üzerlerine gökyüzünden bir kapı açılsa, oradan kuds ve melekiyet âlemine çıksalar ve gerçeği gözleriyle apaçık görseler, öyle bir inkârcı ve inatçı karaktere sahiptirler ki, gördükleri bu gerçeklerin gerçek değil de hayali şeyler olduğunu ve birileri tarafından yanıltıldıklarını iddia ederler. Ayette geçen فَظَلُّوا (fezallû) fiili, göğe yükselme işinin gündüz gerçekleştiğine delalet eder. Yani her şeyin açıkça görüldüğü ve görmede hiçbir tereddüdün olmadığı gündüzün çıksalar ve görseler yine inatlarından vazgeçmezler. Hiçbir şey görmediklerini söylerler, gördüklerini de inkâr ederler. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XIV, 26) Hatta, “daha doğrusu biz büyülendik herhalde, gördüklerimiz sihre uğramış birinin hayallerinden öte bir şey değil” derler.
    Bu tablolar, gerçeği kabule engel olan kibri ve pervasız bir inadı canlandırıp, bunun olanca açıklığı ile ortaya çıkmasını sağlar. Böyle insanların inanması ve doğru yolu bulması çok zordur. Bunlarla tartışmanın da hiçbir faydası yoktur. Çünkü bunların inanmamaları, iman etmek için yeterli delil bulamamalarından değil, gerçek karşısında kibirli ve inatçı bir tutum sergilemelerinden ötürüdür. Dolayısıyla burada anlatılan kibirli, gerçeklere kapalı ve onları görmek istemeyen insanın temsilidir. Bu karakter yapısı, belli bir bölgeye ve belli bir zaman dilimine mahsus değildir.Aksine bu, fıtratı bozulan, basîreti kapanan, içindeki anlayı güçleri devre dışı kalan, çevresindeki muazzam ve muhteşem kâinatla ve onda sergilenen ilâhî kudret akışı ve azamet tecellileriyle alakasını koparmış her insanın misâlidir. Oysa insan, Allah’ın birliğini ve sonsuz kudretini göstermek üzere gözünün önüne dikilmiş olan şu muazzam delil ve işaretlere insafla bakıp bunları ibretle seyredecek olsa, hiç zaman kaybetmeden o ölümsüz gerçekle buluşacaktır:Ömer Çelik Tefsiri

  • Nahl Süresi Meal Ve Tefsiri 112-128Datum11.12.2023 03:56
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Nahl Süresi Meal Ve Tefsiri 112-128

    وَضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلاً قَرْيَةً كَانَتْ اٰمِنَةً مُطْمَئِنَّةً يَأْتٖيهَا رِزْقُهَا رَغَداً مِنْ كُلِّ مَكَانٍ فَكَفَرَتْ بِاَنْعُمِ اللّٰهِ فَاَذَاقَهَا اللّٰهُ لِبَاسَ الْجُوعِ وَالْخَوْفِ بِمَا كَانُوا يَصْنَعُونَ ﴿١١٢﴾
    ﴾112﴿ Allah şöyle bir şehri örnek veriyor: Bu şehir güvenlikli ve huzurluydu; her yerden oraya bol rızık geliyordu. Derken ahalisi Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük etti, Allah da onlara yapıp ettikleri yüzünden genel bir açlık ve korku felâketini tattırdı.
    وَلَقَدْ جَٓاءَهُمْ رَسُولٌ مِنْهُمْ فَكَذَّبُوهُ فَاَخَذَهُمُ الْعَذَابُ وَهُمْ ظَالِمُونَ ﴿١١٣﴾
    ﴾113﴿ Oysa onlara kendi içlerinden bir peygamber de gelmişti. Ama onu yalancılıkla suçladılar, bu yüzden de haksızlıklarını sürdürürken azap onları yakalayıverdi.
    Tefsir
    Sözü edilen şehir müfessirlerin çoğuna göre Mekke’dir. Gerçekten Mekke, Hz. İbrâhim’in burada Kâbe’yi inşa etmesinden sonra onun duası ve bu kutsal yapı bereketiyle (Bakara 2/126; İbrâhim 14/35, 37) dokunulmaz (harem) olarak kabul edilmiş, burada kan dökülmesi yasaklanmış, şehre girenler güvencede kabul edilmiştir. Çevresinde kabile çatışmaları yüzünden mal ve can güvenliği sık sık tehlikeye düşerken Mekke güvenlikli ve kutsal şehir olma özelliğini yüzyıllarca korumuştur (Ankebût 29/67). Ayrıca hac sayesinde Mekke’nin bir ticaret merkezi haline gelmesi de şehir halkına ekonomik bakımdan çok önemli imkânlar sağlamaktaydı (Kasas 28/57). Ancak Mekke ileri gelenlerinin Hz. Peygamber’e ve müslümanlara karşı giderek artan bir dozda şiddet yoluna başvurmalarıyla şehrin huzuru bozuldu, güven ve bereket giderek ortadan kalktı, hatta muhtemelen bu âyetin inmesinden önce bir de kıtlık hadisesi yaşandı (bk. Duhân 44/10-15).
    Fahreddin er-Râzî, âyetteki şehirle Mekke’nin kastedildiği görüşünü zayıf bulmakta, bunun sadece ibret için zikredilmiş bir misal olma ihtimali üzerinde durmaktadır (XX, 127). Ancak Mekke halkına, inkâr ve inatları, yaptıkları kötü işler, haksızlıklar yüzünden kendi şehirlerinin nereden nereye geldiği hatırlatılarak bundan ders çıkarmalarının istenmesi daha anlamlı görünmektedir. Buna göre “kendi içlerinden bir peygamber”den maksat da Hz. Muhammed’dir.
    Sonuç olarak burada asıl anlatılmak istenen şudur: Allah’ın nimetlerine şükretmek ve O’nun peygamberleri aracılığıyla bildirdiği yasalarına uygun davranmak, bir kulluk ve insanlık borcu olduğu kadar, insanların toplumsal ve ekonomik huzuru, güvenliği bakımından da bir zarurettir. Çünkü Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük anlamına gelen açık ve bilinçli inkâr ve kabalıkların toplumsal bir hal almasıyla, insanların ekono­mik, sosyal ve psikolojik problemleri arasında bir ilişki bulunmaktadır; insanlar bu kötü gidişin sonuçlarını er veya geç, kaçınılmaz olarak, açlık ve korku türü musibetlerle yaşarlar.
    Meâlinde geçen “açlık ve korku felâketi” ifadesindeki felâket kelimesinin âyet metnindeki aslı “elbise” anlamına gelen libâstır. Burada elbise nasıl bedeni sarar kuşatırsa, yaptıkları yüzünden müstahak olanlara Allah’ın vereceği açlık ve korkunun da onları kuşatacağı, kaplayacağı, çektikleri açlık ve korku duygularının dışlarına yansıyacağı anlatılmak istenmiştir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 446-447

    فَكُلُوا مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّٰهُ حَلَالاً طَيِّباًࣕ وَاشْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ اِيَّاهُ تَعْبُدُونَ ﴿١١٤﴾
    ﴾114﴿ Allah’ın size verdiği helâl ve güzel rızıktan yiyip için ve eğer yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız O’nun nimetine de şükredin.
    اِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ الْخِنْزٖيرِ وَمَٓا اُهِلَّ لِغَيْرِ اللّٰهِ بِهٖۚ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَحٖيمٌ ١١٥﴾
    ﴾115﴿ Allah size sadece murdar eti (meyte), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olanı haram kıldı. Ama biri zorda kalırsa, haksızlığa sapmadıkça, sınırı aşmadıkça (yiyebilir). Çünkü rabbin bağışlayan ve esirgeyendir.
    وَلَا تَقُولُوا لِمَا تَصِفُ اَلْسِنَتُكُمُ الْكَذِبَ هٰذَا حَلَالٌ وَهٰذَا حَرَامٌ لِتَفْتَرُوا عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَؕ اِنَّ الَّذٖينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ لَا يُفْلِحُونَؕ ﴿١١٦﴾
    ﴾116﴿ Ağzınıza geldiği gibi yalan yanlış konuşarak, “Bu helâldir, bu haramdır” demeyin; çünkü Allah hakkında asılsız şey söylemiş olursunuz; Allah hakkında asılsız şey söyleyenler de kesinlikle iflah olmazlar.
    مَتَاعٌ قَلٖيلٌࣕ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلٖيمٌ ﴿١١٧﴾
    ﴾117﴿ Az bir faydalanma... Ardından onlara elem veren bir azap vardır.
    Tefsir
    İçinde bulundukları bolluk ve güvenlik ortamını kendisine borçlu oldukları Allah’a karşı nankörlük eden, üstelik yaptıklarının yanlışlığını göstermeye çalışan Allah elçisini de yalancılıkla suçlayan şehir halkının bu yüzden uğradığı açlığı, korkuyu ve başlarına gelecek büyük azabı bir uyarı örneği olarak hatırlatan âyetlerin ardından Allah’a hakkıyla kulluk eden kimselerin, O’nun verdiği nimetlerden yararlanırken kendisine şükretmeleri gerektiği bildirilmekte; sonra da bazı haram yiyecekler sıralanmaktadır (bu haramlar konusunda bilgi için bk.
    Bakara 2/173). Allah kuluna gereksiz ve faydasız yere zorluk çıkarmaz; hatta kul zorda kalırsa, kural olarak yasakladığı bazı şeylere geçici olarak izin de verir. Önemli olan, Allah tarafından konmuş olan hükümlere saygı duymamızı, nimetlerinden ötürü O’na minnettar olmamızı sağlayan, bizi haksızlık ve aşırılığa sapmaktan koruyan bir dindarlık duyarlılığına sahip olmaktır. Buna karşılık, Allah’ın hükümlerini önemsemeyip de haram ve helâl konusunu hafife alarak, aslında kendi keyfî arzularıyla uluorta hükümler koyup bunları Allah’ın hükümleriymiş gibi göstermeye kalkışmak, “az bir faydalanma” yani önemsiz dünya menfaatleri uğruna “Allah üzerine yalan uydurmak”, insanı ebedî kurtuluştan mahrum bırakacak ve “elemli bir azab”a götürecek ölçüde ağır bir suçtur.
    Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 448-449
    وَعَلَى الَّذٖينَ هَادُوا حَرَّمْنَا مَا قَصَصْنَا عَلَيْكَ مِنْ قَبْلُۚ وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلٰكِنْ كَانُٓوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ ﴿١١٨﴾
    ﴾118﴿ Yahudilere daha önce sana sözünü ettiğimiz şeyleri haram kılmıştık. Onlara biz haksızlık etmedik, fakat onlar kendi kendilerine haksızlık ediyorlardı.
    Tefsir
    “Daha önce sana sözünü ettiğimiz şeyler” ifadesinin En‘âm sûresinin 146. âyetine gönderme yaptığı anlaşılmakta, bu da Nahl sûresinin En‘âm sûresinden sonra indiğini göstermektedir. Yahudilere haram kılındığı bildirilen şeyler En‘âm sûresinin 146. âyetinde şöyle sıralanmaktadır: “Yahudilere mahsus olmak üzere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşıdıkları ya da kemiğe karışan yağlar hariç olmak üzere, sığır ve koyunun ise iç yağlarını onlara haram kıldık. Azgınlıkları yüzünden onları böyle cezalandırdık.” Konumuz olan âyetin son cümlesine göre Allah tarafından yahudilere yiyecekler konusunda bazı sınırlı yasaklar konulmasının asıl sebebi, yahudilerin yine kendileri olmuştur; bu yasakların, bazı günahları sebebiyle onları terbiye etme amacı taşıdığı anlaşılmaktadır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 449
    ثُمَّ اِنَّ رَبَّكَ لِلَّذٖينَ عَمِلُوا السُّٓوءَ بِجَهَالَةٍ ثُمَّ تَابُوا مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ وَاَصْلَحُٓواۙ اِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحٖيمٌࣖ ﴿١١٩﴾
    ﴾119﴿ Sonuç olarak senin rabbin cahillikle kötülük işleyen, ama bunun ardından tövbe edip kendilerini düzeltenlerin yardımcısıdır; onların bu dönüşünden sonra, bilesin ki, artık rabbinin mağfiret ve rahmeti de çok geniştir.
    Tefsir
    “Cahillikle” ifadesi, “yapılanın kötülük veya günah olduğunu bilmeden” mânasında olmayıp, “bildiği halde iradesine hâkim olamamak, bilgisini uygulamamak, nefsine uyup kötülük yapmak yüzünden” anlamında kullanılmıştır. Bununla birlikte âyette cahillik kavramının kullanılması, bir başka açıdan, bütün kötülüklerin temelinde bilgisizlik bulunduğuna işaret eder. Çünkü iyilik ve kötülüğün sebepleri, mahiyeti ve sonuçları hakkında doğru ve yeterli bilgiye sahip olanlar, ayrıca kötülük eğilimlerini dizginlemenin yol ve yöntemlerini bilenler, kararlarını doğru verip iradelerini doğru yönde kullanma imkânına da sahip olurlar. Her şeye rağmen, bir önceki âyette de işaret edildiği gibi Allah’ın muradı insanlara kötülük etmek değildir;
    O, insanları cezalarla tehdit etmekle onların kendilerini düzeltmelerini istemiştir. Kötülükler cezasız kalırsa hayatın anlamı kalmaz. Ama eğer insanlar kötülüklerden dönüp hallerini düzeltirlerse Allah’ın onlardan bekledikleri gibi hareket etmiş olacaklarından, önceki kötülükleri hususunda O’nun af ve merhametine de mazhar olurlar. Bu dönüşü gerçekleştirmeleri halinde Allah onları, kendisine karşı nankörlükleri yüzünden tattırdığı açlık, korku vb. dünyevî musibetlerden (âyet 112) kurtaracağı gibi âhirette azaba uğramaktan da koruyacaktır. Allah’ın, burada görüldüğü gibi insanlara her vesileyle rahmet ve mağfiretinin genişliğini hatırlatması, onlara kötülüklerinden vazgeçmeleri noktasında bir arzu, ümit ve irade aşılamayı hedeflemektedir.
    Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 449-450
    اِنَّ اِبْرٰهٖيمَ كَانَ اُمَّةً قَانِتاً لِلّٰهِ حَنٖيفاًؕ وَلَمْ يَكُ مِنَ الْمُشْرِكٖينَۙ ﴿١٢٠﴾
    ﴾120﴿ Kuşkusuz İbrâhim, bir tevhid önderi olarak Allah’a gönülden itaat eden iyilik rehberiydi, müşriklerden de değildi.
    شَاكِراً لِاَنْعُمِهِؕ اِجْتَبٰيهُ وَهَدٰيهُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ ﴿١٢١﴾
    ﴾121﴿ Allah’ın nimetlerine şükrederdi; Allah onu seçkin kılmış, doğru yola yöneltmişti.
    Tefsir
    Zemahşerî, “iyilik rehberi” diye çevirdiğimiz ümmet kelimesinin burada iki anlama gelebileceğini belirtmektedir: a) İbrâhim’in, sahip olduğu bütün güzel nitelikler sebebiyle âdeta tek başına bir ümmet kadar büyük ve önemli bir zat olduğunu ifade eder; b) Burada ümmet, “bir toplumun kendisini iyilik konusunda önder ve rehber (imam) edindiği, peşinden gittiği kişi” anlamına gelir. Nitekim başka bir âyette bildirildiğine göre Allah Teâlâ ona, “Ben seni insanlara önder (imam) yapacağım” buyurmuştu (Bakara 2/124).
    Kur’an-ı Kerîm’de âdeta Hz. İbrâhim’in ismiyle özdeşleştirilen hanîf kelimesi ise “şirk kuşkusu taşıyan her türlü sapkın görüşten uzaklaşarak, Allah’ın birliği inancını benimseyen ve ihlâslı bir şekilde yalnız O’na kulluk eden” anlamını ifade eder ve Allah’ın, başlangıçtan itibaren insanlara bildirdiği, insanın tabiatına en uygun olan tevhid dininin genel bir niteliği olarak geçer (bilgi için bk. Bakara 2/135). Muhtemelen Mekke putperestleri, kendi helâl-haram telakkilerinin ataları Hz. İbrâhim’den geldiğini ileri sürdükleri için burada İbrâhim’in gerek inanç gerekse yaşayış olarak onlarla hiçbir ilgisinin bulunmadığı vurgulanmaktadır (Taberî, XIV, 190). Yukarıda müşriklerin Allah’a karşı nankörlükleri üzerinde durulmuştu; burada ise Hz. İbrâhim’in özellikle tevhid inancına bağlılığı ve Allah’ın nimetlerinden dolayı şükür vecîbesini yerine getirme özelliği öne çıkarılmakta ve bu suretle Mekke putperestlerinin gerek inançta gerekse yaşayışta ondan ne kadar uzakta oldukları ortaya konmaktadır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 451
    Başka bir Tefsire göre;
    Bura da اَلأمَّةُ (ümmet)kelimesi; Ümmet, insanlardan belli özellikleri sebebiyle bir araya gelmiş bulunan ve başka insanlara da önderlik yapabilecek hususiyetlere sahip olan büyük bir grup demektir. İbrâhim (a.s.)’ın bu vasıfla sıfatlanmasının iki önemli hikmeti vardır.
    O, fazilet, fütüvvet ve kemal bakımından tam bir ümmet seviyesinde idi.
    O, zamanında İslâm dinini yaşayan ve temsil eden yegâne tek ümmet gibiydi.
    Çünkü onun peygamberliği zamanında Allah’ın birliğine inanan kendisinden başka hiçbir kimse yoktu. Allah onunla tevhidi diriltip bütün topluluklara ve dünyanın dört bir yanına yaydı. Bu ifade aynı zamanda onun itaati, güzelliği, bereketi ve iyiliğiyle tek başına bir ümmete denk olduğu anlamına gelebilir. Bununla birlikte onun her türlü güzel hasletleri ve hayırlı amelleri kendisinde toplaması sebebiyle her hususta kendisine uyulması gereken bir önder olduğunu da ifade eder. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XIV, 315-316; Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, III, 69)
    İkincisi; اَلْقَانِتُ (kânit)tir. Kânit, Allah’a kulluk eden, Allah’ın emirlerine titizlikle uyan, itaat eden, içten boyun eğen ve kulluk yapan kimse demektir. Bu, bütün peygamberlerin ayrılmaz vasfıdır. Onların, Allah’ın emrine en küçük bir şekilde karşı gelmeleri veya bu hususta en küçük bir ihmalde bulunmaları mümkün değildir.
    Üçüncüsü; اَلْحَن۪يفُ (hanîf)tir: Hanîf; eğriliği bırakıp doğrusuna giden; şirk, sapıklık ve bâtıldan uzak durup tevhîd dînine sımsıkı sarılan kimse demektir. Hanîflik, İbrâhim (a.s.)’ın tebliğ ettiği dine isim olmuştur. Bu dine tâbi olan kimseye de hanîf denilir ki, başka dinlerden, bâtıl ilâhlardan kaçınıp yalnız bir olan Allah’a yönelen “müvahhid” mânasındadır. Hz. İbrâhim, tek Allah’a inanan, Hakk’a yönelen ve ona doğruluk içinde kulluk eden bir müslümandı. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi. Onun şirkle ve müşriklerle hiçbir ilgisi yoktu. Kur’ân-ı Kerîm’de “hanîf” Hz. İbrâhim’in, Peygamberimiz (s.a.s.)’in, diğer peygamberlerin, Ehl-i kitabın ve bütün mü’minlerin vasfı olarak kullanılır (bk. Âl-i İmrân 3/67, 95; Beyyine 98/5).

    وَاٰتَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةًؕ وَاِنَّهُ فِي الْاٰخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِحٖينَؕ ﴿١٢٢﴾
    ﴾122﴿ Biz İbrâhim’e bu dünyada iyilik verdik; kuşkusuz o, âhirette de sâlihlerden olacaktır.
    Tefsir
    İbrâhim’e bu dünyada verildiği bildirilen iyilik (hasene), çoğunlukla “insanlık tarihinde hayırla anılarak saygınlık kazanması” (Taberî, XIV, 192-193; İbn Atıyye, III, 431) şeklinde açıklanmıştır. Böylece âyette Hz. İbrâhim’in hem dünyadaki hem de âhiretteki seçkinliğine, şan ve şerefine işaret edilmektedir. Onun bu şekilde bir ihsana mazhar olmasının temel sebebi, yukarıda belirtildiği üzere Allah’ın birliği inancının samimi bir bağlısı, savunucusu olması, şükreden bir kul olmasıdır. Böylece âyette dolaylı olarak insanın asıl değerinin, dünya ve âhiret mutluluğunun Hz. İbrâhim örneğinde dile getirilen bu temel özellikleri taşımasına bağlı olduğu ortaya konmaktadır.
    Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 452
    ثُمَّ اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ اَنِ اتَّبِـعْ مِلَّةَ اِبْرٰهٖيمَ حَنٖيفاًؕ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكٖينَ ﴿١٢٣﴾
    ﴾123﴿ Sonra sana, “Tevhid önderi olan ve putperestler arasında yer almamış bulunan İbrâhim’in dinine uy” diye vahyettik.
    Tefsir
    Hz. Muhammed’in, içinde yetiştiği toplumun putperest ve nankör kesiminden kendisini ayıran ve ismini ebedîleştiren temel özelliği de Allah’ın bu âyette özetlenen buyruğuna uyarak Hz. İbrâhim’in tevhid geleneğini ihya etmesi ve tebliğ ettiği dinin inanç ilkeleriyle ibadet ve ahlâk ruhunun “İbrâhimî gelenek” denilen bu öğreti üzerine inşa edilmiş olmasıdır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 452
    اِنَّمَا جُعِلَ السَّبْتُ عَلَى الَّذٖينَ اخْتَلَفُوا فٖيهِؕ وَاِنَّ رَبَّكَ لَيَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ فٖيمَا كَانُوا فٖيهِ يَخْتَلِفُونَ ﴿١٢٤﴾
    ﴾124﴿ Sebt gününün gözetilmesi sadece onun hakkında görüş ayrılığına düşenlere gerekli kılınmıştı. Rabbin kıyamet gününde, ayrılığa düştükleri meseleyle ilgili olarak onların arasında hükmünü verecektir.
    Tefsir
    Eski tefsirlerde genellikle yahudilerin, hakkında görüş ayrılığına düştükleri şeyin “sebt günü” (cumartesi yasağı) olduğu belirtilmiştir; fakat İbn Âşûr’un da belirttiği gibi (XIV, 322-323) bunu bir önceki âyette geçen İbrâhim ve “İbrâhim’in dini” olarak anlamak daha isabetlidir. Buna göre âyeti şöyle açıklamak uygun olacaktır: Sebt günü ile ilgili yasaklar, bazı taşkınlıkları ve dikbaşlılıkları sebebiyle sadece Mûsâ kavmine özel bir ceza olarak Allah tarafından konulmuştur, İbrâhim ve onun diniyle ilgisi yoktur. Âyetten anlaşıldığına göre Mekkeliler’in temasta bulunduğu bazı yahudi grupları, diğer birçok konuda olduğu gibi Hz. İbrâhim’in kişiliği ve dini konusunda da görüş ayrılığına düşmüşlerdi (bk. Âl-i İmrân 3/65-68).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 452
    اُدْعُ اِلٰى سَبٖيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتٖي هِيَ اَحْسَنُؕ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَبٖيلِهٖ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَدٖينَ ﴿١٢٥﴾
    ﴾125﴿ Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel yöntemle tartış. Kuşkusuz senin rabbin, yolundan sapanların kim olduğunu en iyi bilendir; O, doğru yolda bulunanları da çok iyi bilir.
    Tefsir
    Konu dikkate alındığında âyetteki davetin muhatap tarafı, genellikle müslüman olmayan ve İslâm konusunda Hz. Peygamber’le tartışmaya girişenlerdir. Ancak âyette muhatap belirtilmeyip ifadenin mutlak bırakılması, burada genel olarak davet ve tartışma konusunda bir yöntem bilgisinin verildiğini açıkça göstermektedir. Başka bir ifadeyle âyet, farklı seviyelerdeki insanlara yönelik olarak özelde İslâm davetinin, genelde ilmî ve fikrî tartışmaların, eğitim ve öğretimin başlıca yöntemlerini özetlemektedir. Başta İbn Rüşd olmak üzere genellikle müteahhir dönem İslâm âlimleri, düşünürleri ve müfessirlerine göre bu âyetteki hikmet, klasik mantıktaki burhana, “öğüt” (mev‘iza) hitabete, “tartışma” (mücadele) ise cedele tekabül eder. Fahreddin er-Râzî (XX, 138 vd.), tefsirlerde bu âyet hakkında yeterli açıklamaya rastlamadığını ifade ettikten sonra özetle şu bilgileri vermektedir: Herhangi bir görüş ve inanca davet, sağlam delile (hüccet) dayanmalıdır. Bütün deliller genellikle üç başlık altında toplanır:
    a) Tartışmasız doğru bilgi ve inanç sağlayan kesin delil. Âyetteki “hikmet”le kastedilen bu delildir, bütün bilgi derecelerinin en yükseği de budur; b) Kesin bilgiye değil, zannî işaretlere ve ikna gücüne dayalı deliller. “Güzel öğüt”le de bu kastedilmiştir; c) Bir gerçeği kanıtlamaktan çok, rakibi susturup tartışmadan çekilmesini sağlayan deliller. Buna da cedel denir ve iki çeşidi vardır: Özünde doğruluğu kesin olmamakla birlikte yaygın kabul görmüş bilgiler. Âyetteki “en güzel yöntemle tartış” buyruğu bunu ifade eder. Cedelin ikinci kısmı asılsız öncüllerden oluşur ve buna ancak erdemsiz insanlar başvurur. Râzî’ye göre âyette “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et” buyurulmakla, davetin asıl metodunun bu iki delile dayanması gerektiği ortaya konmuştur. Cedel ise bir gerçeği kanıtlamaktan çok rakibi susturmayı hedef alan yöntemdir. İslâm âlimlerinin önemli bir kısmı cedelin temelinde ne pahasına olursa olsun rakibi susturmak gibi bencil bir duygu gördükleri için bu yöntemi her zaman ahlâkî bulmamışlardır. Konumuz olan âyette tartışmanın en güzel yöntem ve üslûpla yapılması şartının getirilmesi de bu hassasiyeti yansıtmaktadır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 453-454
    Başka bir Rivayet de:
    Sa‘d ed-Delîl (r.a.) şöyle anlatıyor:
    “Hicret esnâsında Allah Resûlü (s.a.s.), Ebûbekir (r.a.) ile birlikte bize uğradı. O sırada Ebûbekir’in bir kızı, kabîlemizde sütannesinde idi. Resûlullah (s.a.s.) kısa yoldan Medine’ye varmak istiyordu. Biz kendisine:
    «–Burası Rekûbe geçidinin Gâir yoludur. Burada Eslem kabîlesinden المهانان (Mühânân) diye bilinen iki hırsız vardır. İsterseniz onların üzerine biz varalım.» dedik. Peygamberimiz (a.s.):
    «–Sen bizi onların yanına götür!» buyurdu.
    Bunun üzerine yola koyulduk. Rekûbe yokuşunu çıkıp yanlarına vardık… Âlemlerin Sultanı Efendimiz, onları yanına çağırıp yumuşak bir lisanla İslâm’ı anlattı ve müslüman olmalarını istedi. Onlar da müslüman oldular. Allah Resûlü (s.a.s.) isimlerini sorduğunda:
    «–Biz mühânân: hakîr görülen iki kişiyiz» dediler.
    Resûlullah (s.a.s.):
    «–Bilâkis siz, mükremân: şerefli iki kimsesiniz» buyurdu ve onları müjdeci olarak önden Medine’ye gönderdi.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 74)
    Âyette geçen “Onlarla en güzel şekilde mücadele et!” emri ise tebliğ vazifesini ciddi bir şekilde yerine getirmeyi taleb etmektedir. Buna göre tebliğci, tatlı dille konuşmalı, kırıcı olmaktan ve sert tavır takınmaktan uzak durmalıdır. Tebliğde şahsiyetli ve vakarlı davranışlar sergilemeli; cezbedici, akla ve mantığa uygun fikirler öne sürmeli ve muhatabını en güzel şekilde iknâ etmeye çalışmalıdır. Tebliğcinin vazifesi anlatmak ve anlattıklarının faydalı şeyler olduğu husûsunda insanlara emniyet telkin etmektir. Gerisi Allah’a kalmıştır. Bu mevzuyla alakalı olarak diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Zulme batmış bulunduklarından dolayı kendileriyle iyi münâsebet kurulması mümkün olmayanları dışında Ehl-i kitapla en güzel yolla mücâdele edin. Onlara şöyle deyin: «Biz, bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız da sizin ilâhınız da tek olan Allah’tır. Biz, yalnız O’na boyun eğen müslümanlarız.»” (Ankebût 29/46)

    وَاِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهٖؕ وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرٖينَ ﴿١٢٦﴾
    ﴾126﴿ Cezalandırmak isterseniz size yapıldığı kadarıyla cezalandırın, fakat sabır gösterirseniz bilin ki sabırlı davrananlar için bu muhakkak daha hayırlıdır.
    Tefsir
    Adalet İslâm’ın aslî ilkesidir ve insan bu ilkeyi ancak kendisi aleyhine yani özveri yönünde aşabilir (âyet 90); buna mukabil, karşı taraf putperest, inkârcı veya başka bir dinden bile olsa ona, onun kendisine verdiği zarardan fazla bir zarar veremez; gördüğü zarara kurallar çerçevesinde dengiyle cevap vermek adalet ilkesinden doğan bir haktır. Ancak yine de Allah, resulüne ve onun şahsında müslümanlara, eğer sabır gösterirlerse, yani kötülüğe dengiyle dahi karşılık verme arzularını dizginleyip mukabelede bulunmazlar ve bu haklarını kullanmazlarsa bunun sabır erdemini kazanmış kişiler için daha hayırlı olacağını bildirmektedir. İslâm ahlâk literatüründe bu davranışın adı hilimdir.
    Bazı eski tefsirlerde bu âyetin hükmünün cihadı emreden âyetlerle neshedildiği ileri sürülmüşse de (bk. Taberî, XIV, 195; İbn Atıyye, III, 433; Râzî, XX, 141) bu görüşü kabul etmek mümkün değildir; çünkü cihad özel durumlarla ilgili geçici bir mücadele yöntemidir; buna karşılık kötülük edenlere adalet ölçüsü içinde cevap vermek hak olmakla birlikte, bağışlama yolunu tercih etmek ilâhî dinlerin ahlâk öğretilerinde başta gelen erdemlerindendir. Başka bir açıdan bakıldığında affetmek insan psikolojisini cezalandırmaktan daha fazla etkilediği için pratikte insanları kazanmak için daha etkili bir yoldur. Âyette sabrın daha hayırlı olduğu belirtilirken böyle bir imada da bulunulmuş olabilir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 454-455
    وَاصْبِرْ وَمَا صَبْرُكَ اِلَّا بِاللّٰهِ وَلَا تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَلَا تَكُ فٖي ضَيْقٍ مِمَّا يَمْكُرُونَ ﴿١٢٧﴾
    ﴾127﴿ Sen sabret; sabır göstermen de Allah’ın ihsanı sayesinde olacaktır. Onlardan dolayı üzülme, kurdukları tuzaklardan kaygı duyma.
    اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الَّذٖينَ اتَّقَوْا وَالَّذٖينَ هُمْ مُحْسِنُونَ ﴿١٢٨﴾)
    ﴾128﴿ Çünkü Allah takvâ ile hareket edip iyiliği seçenlerin yanındadır.
    Tefsir
    Sabrın, kulun Allah ile kurduğu şuur, tefekkür, duygu ve eylem ilişkisine bağlanması hem bu erdemin dinamiğine hem de yüksekliğine ince bir işarettir. Hz. Peygamber’in, davetini hikmetle ve güzel öğütlerle sürdürmesine, gerektiğinde tartışmalarını da en güzel üslûpla yapmasına, baskı ve eziyetlere karşı sabırlı ve hoşgörülü bir tavır izlemesine ve bunu bir erdem saymasına rağmen düşmanları yine de onu derinden üzecek davranışta bulunuyor; aleyhinde tuzaklar kuruyorlardı. Sûrenin son âyetinde yüce Allah’ın, takvâ sahiplerinin, yani rabbine derinden saygı duyup her türlü tutum ve davranışlarında O’na karşı sorumlu olduğu bilincini daima canlı tutanların ve güzel işler yapanların, yaptıklarını da güzel yapanların yanında olduğu müjdesini vermektedir (ihsan hakkında bk. âyet 90).
    Düşmanlarından maddî ve mânevî zarar gören, eziyet çeken Hz. Peygamber ve müslümanlar için aynı zamanda bir teselli amacı taşıyan bu son âyet metnindeki takvâ kavramıyla ihsan kavramı aslında insanın bütün dinî ve ahlâkî tutum ve davranışlarını kapsamaktadır; bununla birlikte, takvâ öncelikle müslümanın Allah’a karşı saygısını ve sorumluluğunu, ihsan ise ana babasından başlamak üzere yakın ve uzak çevresine, diğer insanlara, hatta canlı ve cansız tabiata karşı tavırlarını aynı sorumluluk duygusuyla en güzel, en doğru ve yararlı bir şekilde sergilemesini ifade eden kavramlardır. Bu sebeple İslâm dünyasının bazı bölgelerinde, sûrenin bu son âyetinin cuma hutbelerinde okunarak dinî ve ahlâkî mesajının müslümanlara hatırlatılması gelenek halini almıştır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 455

  • Nahl Süresi Meal Ve Tefsiri 91-111Datum10.12.2023 05:25
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Nahl Süresi Meal Ve Tefsiri 90-111

    وَاَوْفُوا بِعَهْدِ اللّٰهِ اِذَا عَاهَدْتُمْ وَلَا تَنْقُضُوا الْاَيْمَانَ بَعْدَ تَوْك۪يدِهَا وَقَدْ جَعَلْتُمُ اللّٰهَ عَلَيْكُمْ كَف۪يلًاۜ اِنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا تَفْعَلُونَ ﴿٩١﴾
    91: Aranızda sözleştiğiniz zaman Allah adına verdiğiniz sözü tam olarak yerine getirin. İyi niyetinize Allah’ı şâhit gösterip iyice pekiştirerek yaptığınız yeminleri bozmaya kalkmayın. Unutmayın ki Allah, yaptığınız her şeyi bilmektedir.
    وَلَا تَكُونُوا كَالَّت۪ي نَقَضَتْ غَزْلَهَا مِنْ بَعْدِ قُوَّةٍ اَنْكَاثًاۜ تَتَّخِذُونَ اَيْمَانَكُمْ دَخَلًا بَيْنَكُمْ اَنْ تَكُونَ اُمَّةٌ هِيَ اَرْبٰى مِنْ اُمَّةٍۜ اِنَّمَا يَبْلُوكُمُ اللّٰهُ بِه۪ۜ وَلَيُبَيِّنَنَّ لَكُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ مَا كُنْتُمْ ف۪يهِ تَخْتَلِفُونَ ﴿٩٢﴾
    Karşılaştır 92: Bir topluluğun diğer bir topluluktan siyasî, iktisadî ve askerî yönden güçlü olmasına aldanıp da, ipliğini sağlamca büküp eğirdikten sonra çözen böylece bütün emeğini boşa çıkaran ahmak kadın gibi, ettiğiniz yeminleri bozup aranızda bir aldatma ve işi bozma sebebi kılmayın. Gerçek şu ki, bütün bunlarla Allah sizi imtihan etmektedir; hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeylerin doğrusunu da kıyâmet günü kesinlikle size açıklayacaktır.
    TEFSİR:
    İster Allah’a verilen kulluk sözü olsun, ister Resûlullah (s.a.s.)’a verilen ittibâ sözü olsun, isterse müslümanların kendi aralarında veya başkalarıyla yaptıkları anlaşmalar olsun, hepsi Allah adına verilmiş söz kabul edilir ve hepsinin de yerine getirilmesi istenir. Bu sözler ahlâkî ve hukukî bakımdan olduğu gibi, dinî bakımdan da bağlayıcı olup Allah katında mesuliyeti gerektirir. Bu bakımdan hangi sebep ve gerekçeyle olursa olsun bunları bozmak yasaklanmıştır.Resûlullah (s.a.s.) şu ikazda bulunur:

    “Ahdini bozan herkesin, kıyâmet günü onun arka tarafında ahdine olan hâinliği miktarınca bir sancak dikilir ve «bu filanın ahdine hâinliğidir» denilir.” (Buhârî, Edeb 99; Müslim, Cihad 11-16)
    Cenâb-ı Hak, verilen sözden caymanın ve yemini bozmanın ne kadar yanlış ve ahmakça bir iş olduğunu, iyice anlaşılması için, güzel bir misalle beyân eder:
    Antlaşmayı bozan kişi; iradesi zayıf, dar görüşlü, ahmak ve bunamış bir kadına benzer. Bu kadın ipliğini eğirip katladıktan sonra tekrar söküp dağıtmakta, çözüp bozmaktadır. Bu benzetme bütün yönleriyle tahkîr, tezyîf, aşağılama ve horlama ile doludur. Yemini bozmayı ve sözünden vazgeçmeyi, ruhlara kötü bir şey olarak hissettirmekte ve gönüllerde onu son derece çirkin göstermektedir. Zaten burada gaye de budur. İzzet ve şeref sahibi hiçbir insan; bu zayıf iradeli, akli dengesi bozuk, hayatını yararsız boş şeylere harcayan bu kadın gibi olmak istemez.
    Bu âyet-i kerîmeler Mekke’de Rasûllah (s.a.s.)’e bey’at eden bazı kimseler hakkında inmiştir. Onlar Kureyş’in kuvvet bakımından üstünlüğünü ve müslümanların zayıf düştüğünü görünce korku ve endişeye kapıldılar. Şeytan onları aldatarak Peygamberimiz (s.a.s.)’le yaptıkları ahitlerini bozdurmak istedi. Cenâb-ı Hak bu âyetle onları bu tehlikeye kaşı ikaz edip ayaklarını kaymaktan muhafaza buyurdu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIV, 215) Yine Arap kabileleri arasında doğruluk ve fazilete münâsip olmayan şöyle bir uygulama vardı. Bir kabile, bir başka kabileyle antlaştıktan sonra, bunlardan birisine siyasî, iktisâdî ve askerî yönden güçlü bir kabile gelip de onun ah­dini bozmasını, karşı tarafı aldatmasını isteyecek olursa, o kabile de ilk antlaşma yaptığı kabileyle olan ahdini bozar, hainlik eder ve bu büyük kabilenin yanında yer alırdı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIV, 220)
    Bu sebeple Cenâb-ı Hak, bir toplumun diğer bir toplumdan daha güçlü yahut malî bakımdan daha ileride olması sebebiyle, onlardan korkarak veya bir menfaat umarak ahitleri bozmayı; yine müşrik olan düşmanların dün­yada sayıca çok olduğunu ve bolluk içinde olduklarını görüp, bun­dan dolayı yeminleri bozmayı yasaklamıştır. Esas gaye, müslümanların imanlarını pekiştirmek; kâfirlerin dünyevî güç ve imkânlarının çokluğuna aldanıp tekrar küfre dönmeyi düşünmelerine mâni olmaktır. Ama yine de herkesin doğru yol üzere bulunma şartı yoktur:

    وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَجَعَلَكُمْ اُمَّةً وَاحِدَةً وَلٰكِنْ يُضِلُّ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۜ وَلَتُسْـَٔلُنَّ عَمَّا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٩٣﴾
    93: Eğer Allah dileseydi sizi elbette aynı din üzere bir tek ümmet yapardı. Fakat O, dilediğinin doğru yoldan sapmasına fırsat verir, dilediğini de doğru yola erdirir. Unutmayın ki siz, bütün yaptıklarınızdan mutlaka sorguya çekileceksiniz.
    TEFSİR:
    Dünyada iman ve küfür, hidâyet ve dalâlet, hak ve bâtıl dâimâ bulunacak, bunlar arasındaki mücâdele de kıyamete kadar sürüp gidecektir. Cenâb-ı Hakk’ın muradı böyledir. Eğer O dileseydi bütün insanları hak veya bâtıl üzere toplanmış tek bir ümmet yapabilirdi. Ancak Yüce Allah, dünyada insanların anlaşmazlığa düştüğü şeylerin iç yüzünü âhirette ortaya serecek, haklıyla haksızı birbirinden ayıracak ve herkesi kendi yaptığı amellerden sorguya çekecektir.
    O halde herkes ne yaptığına, yarın için neler hazırladığına bir baksın da, özellikle verdiği sözleri tutmaya ve olur olmaz bahanelerle onları bozmamaya dikkat etsin:

    وَلَا تَتَّخِذُٓوا اَيْمَانَكُمْ دَخَلًا بَيْنَكُمْ فَتَزِلَّ قَدَمٌ بَعْدَ ثُبُوتِهَا وَتَذُوقُوا السُّٓوءَ بِمَا صَدَدْتُمْ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۚ وَلَكُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ ﴿٩٤﴾
    94: Sakın yeminlerinizi aranızda aldatma ve işi bozma sebebi kılmayın. Aksi takdirde, sağlamca yere bastıktan sonra ayaklarınız kayar ve Allah’ın yolundan saptığınız, başkalarını da bu yoldan alıkoyduğunuz için dünyada bunun acı sonucunu tadarsınız, ayrıca âhirette de büyük bir azaba uğrarsınız.
    TEFSİR:
    Sözden caymanın, antlaşmaları ve yeminleri bozmanın, hatta bunları birer fitne ve fesat vesilesi haline getirmenin çok acı neticeleri vardır. Böyle bir davranış ayakların doğru yoldan kaymasına, Allah’ın gösterdiği yoldan sapmaya ve saptırmaya sebep olur. Artık kimsenin sözüne güven kalmaz, toplum içinde karşılıklı güven duygusu sarsılır. Bu yüzden insanlar birbirlerine düşerler; kavgalar, savaşlar toplumu yiyip bitirir. Maddî ve manevî pek çok vahim durumların meydana gelmesine zemin hazırlanmış olur. Görüldüğü üzere bu konuda Allah’ın emrine isyan, dünyada pek kötü neticelere maruz kalmaya, sıkıntı ve ceza çekmeye sebep olacağı gibi, âhirette de daha büyük bir azaba uğramaya yol açacaktır. Bu yüzden aynı konudaki ilâhî ikazlar şöyle devam ediyor:

    وَلَا تَشْتَرُوا بِعَهْدِ اللّٰهِ ثَمَنًا قَل۪يلًاۜ اِنَّمَا عِنْدَ اللّٰهِ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ ﴿٩٥﴾
    95: Öyleyse, Allah’a verdiğiniz sözü, karşılığında ne alsanız az düşecek bir bedele satmayın. Eğer bilirseniz, ancak Allah katında ahde vefâya verilecek mükâfat sizin için daha hayırlıdır.
    مَا عِنْدَكُمْ يَنْفَدُ وَمَا عِنْدَ اللّٰهِ بَاقٍۜ وَلَنَجْزِيَنَّ الَّذ۪ينَ صَبَرُٓوا اَجْرَهُمْ بِاَحْسَنِ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٩٦﴾
    96: Çünkü sizin elinizde bulunan nimetler tükenir, fakat Allah’ın yanında olanlar ebedî kalıcıdır. Şurası bir gerçek ki, sabredenleri, yaptıkları en güzel işleri esas alarak mükâfatlandıracağız.
    مَنْ عَمِلَ صَالِحًا مِنْ ذَكَرٍ اَوْ اُنْثٰى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَنُحْيِيَنَّهُ حَيٰوةً طَيِّبَةًۚ وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ اَجْرَهُمْ بِاَحْسَنِ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٩٧﴾
    97: Erkek olsun kadın olsun mü’min olarak kim sâlih amel işlerse ona dünyada elbette temiz ve güzel bir hayat yaşatırız. Âhirette de onları, yaptıkları en güzel işleri esas alarak mükâfatlandırırız.
    TEFSİR:
    Allah’a verilen söz hiçbir dünyevi bedel karşılığında satılmamalı, değiştirilmemelidir. Çünkü onun karşılığında elde edilecek dünyevi kazanç ne kadar büyük olursa olsun, Allah’a verilen sözün değeriyle karşılaştırıldığında hiçbir önemi kalmayacaktır. Bu açıdan bütün dünya ve içindekiler “az bir bedel” olarak değerlendirilebilir. Çünkü bunlar fânidir; kısa bir müddet sonra kesinlikle son bulacaktır. Bu, bilinen ve her gün tecrübe edilen bir durumdur. Allah’ın vereceği mükâfat ise bâkîdir, ebedîdir; bitip tükenmesi mümkün değildir.
    Bununla birlikte Cenâb-ı Hak, kulluk sözünde duran, her türlü ahitlerini yerine getirmeye çalışan ve yaptığını Allah rızâsına uygun bir şekilde doğru ve güzel yapan kullarına dünyada bile pek hoş, huzurlu ve güzel bir hayat müjdelemektedir. Gerçekten de davranışlarında samimi, doğru, dürüst, şerefli, adil ve temiz olanlar bu dünyada çok daha güzel ve huzurlu bir hayat yaşarlar. Çünkü onlar, olgun şahsiyetleri ve ahlâkî hamîdeleriyle, bu meziyetlere sahip olmayanların göremediği saygı, şeref ve güven içinde yaşarlar. Kendilerince bir başarı elde etmek için kötü yollara teşebbüs edenlerin elde edemediği temiz ve şerefli bir başarı kazanırlar. Her şeyin ötesinde, kulübede yaşasalar bile, saraylarda ve köşklerde oturan günahkârların yaşamadığı bir vicdanî huzuru ve tatmini yaşarlar. Âhirette ise onları Allah Teâlâ, yaptıkları amellerin en güzellerini esas alarak mükâfatlandıracaktır. Bire on, bire yüz, bire yedi yüz ve daha fazlasını ikram edecektir. Nitekim Cenâb-ı Hak: “Rabbinin huzuruna çıkıp hesap vermekten korkan kimseye iki cennet vardır” (Rahmân 55/46) âyetiyle, bir mânada hem mü’minin dünyada tadacağı manevî cennet huzuruna hem de âhirette varacağı cennete işaret buyurmuştur.
    Ancak, bütün bu gerçekleri haber veren Kur’an’a mükemmel bir imanla kulak vermeli, türlü desiselerle onun hakkında şüpheler oluşturmaya ve âyetlerinin mânasının doğru bir şekilde anlaşılmasını engellemeye çalışan şeytânî güçlerden de Allah’a sığınmalıdır:
    فَاِذَا قَرَأْتَ الْقُرْاٰنَ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ ﴿٩٨﴾
    Karşılaştır 98: Kur’an okuyacağın zaman kovulmuş şeytandan hemen Allah’a sığın!
    اِنَّهُ لَيْسَ لَهُ سُلْطَانٌ عَلَى الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَلٰى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ ﴿٩٩﴾
    Karşılaştır 99: Gerçekte onun iman edenler ve yalnızca Rablerine güvenip dayananlar üzerinde zorlayıcı bir gücü yoktur.
    اِنَّمَا سُلْطَانُهُ عَلَى الَّذ۪ينَ يَتَوَلَّوْنَهُ وَالَّذ۪ينَ هُمْ بِه۪ مُشْرِكُونَ۟ ﴿١٠٠﴾
    Karşılaştır 100: Şeytanın zorlayıcı gücü, ancak onu dost edinenlerin ve onu Allah’a ortak koşanlar üzerindedir.
    TEFSİR:
    Kur’ân-ı Kerîm’i selim bir kalp, temiz bir akılla ve pürüzsüz bir hissiyât içinde okuyabilmemiz, onun ince mânaları üzerinde tefekkür edebilmemiz ve onun hükümleriyle amel edebilmemiz için önce şeytandan Allah’a sığınmak lazımdır. Bu ise aslında kalple yapılacak bir iştir. Bu sebeple âlimlerin çoğu sözlü olarak “eûzü” çekmeyi vacip değil müstehap saymışlardır.
    Çeşitli rivayetler arasında en meşhur istiâze sözü اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ demektir.
    اَلشَّيْطَانُ (şeytan) kelimesi, daha önce de yeri geldikçe ifade edildiği gibi “uzaklaştı” mânasındaki شَطَنَ (şatane) fiilinden türemiştir. İmam Kuşeyrî (r.h.), bundan hareketle şöyle der:

    “Kişiyi Rabbinden uzaklaştıran, kalben O’nunla beraber olmaktan alıkoyan her şey şeytandır. Bir kişinin nefsi kendisine musallat olup, onu velev itaat, ibâdet ve tefekkür gibi şeylerle de olsa Rabbinden meşgul ediyorsa bu onun şeytanıdır. Ona düşen nefsinin kötülüğünden ve bütün kötülerin şerrinden Allah’a sığınmaktır.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 172)
    Aslında şeytanın insan üzerinde vesvese haricinde herhangi bir nüfûz ve hâkimiyeti yoktur. İnsanları zorla günaha itme ve onu yaptırma kudreti de yoktur. O, sadece fırsat buldukça vesvese verir ve kalbe kötü düşünceler aşılar. İman edenler ve yalnızca Rablerine güvenip dayananlar, Allah’a sığınarak şeytanın bu vesvese ve iğvâlarından kendilerini kurtarırlar. Şeytanın kendi üzerlerinde bir hâkimiyet kurmasına müsaade etmezler. Fakat Allah’ı bırakıp şeytanı dost edinenler, Allah’ın emirlerine vermedikleri kadar onun ayartmalarına kulak verenler, böyle değer verme ve itaat etme bakımından onu Allah’a ortak koşanlar üzerinde şeytanın elbette ki bir hâkimiyeti olacaktır. Nitekim bu husus Hicr sûresinde şöyle beyân edilmişti:
    “İblîs şöyle dedi: «Rabbim! Madem beni azdırıp saptırdın, yemin olsun ki, ben de yeryüzünde günahları onlara çok cazip göstereceğim ve kesinlikle onların hepsini azdırıp yoldan çıkaracağım. Ancak içlerinde ihlâsa erdirilmiş kulların müstesnâ! Onları azdırmaya gücüm yetmez.» Allah şöyle buyurdu: «İşte bu ihlâs ve teslimiyet yolu, bana varan dosdoğru yoldur. Benim ihlâsa erdirilmiş o has kullarım ki, senin onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün yoktur. Senin nüfûzun ancak senin peşine takılan azgınlar üzerindedir.»” (Hicr 15/39-42)
    İşte şeytan ve onun yoldaşı olmuş şeytanî güçler, daha önceki şeriatlerin yürürlükten kaldırılmasının ilâhî hikmete aykırı olacağını söyleyerek Kur’an hakkında kalplere şüphe tohumu ekmeye çalışıyorlar. Halbuki:
    وَاِذَا بَدَّلْنَٓا اٰيَةً مَكَانَ اٰيَةٍۙ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا يُنَزِّلُ قَالُٓوا اِنَّمَٓا اَنْتَ مُفْتَرٍۜ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿١٠١﴾
    101: Biz bir âyetin yerine onun hükmünü kaldıracak başka bir âyet getirdiğimiz zaman, ki Allah neyi indireceğini çok iyi bilmektedir, kâfirler: “Sen, başka değil, sadece Allah adına yalan uyduran bir iftirâcısın!” derler. Hayır! Onların çoğu işin gerçeğini bilmezler.
    TEFSİR:
    Nesh ve tebdîl, bir şeyi kaldırmakla birlikte bir başkasını onun yerine koymaktır. Cenâb-ı Hak bir kısım âyetleri indirir, mü’minler onunla bir müddet amel eder, sonra onu kaldırıp yerine başka bir âyet indirirdi. Nitekim Abdullah b. Abbas (r.a.)’den şu bilgi nakledilir: Resûlullah (s.a.s.)’e içinde şiddet olan bir âyet nâzil olduğunda insanlar onu alır ve Allah’ın dilediği bir süreye kadar onunla amel ederlerdi. Sonra o âyetle amel insanlara zor gelir ve Allah da bu hükmü nesh eder, yerine katından bir rahmet olarak amel edilmesi daha kolay ve daha hafif bir âyet indirirdi. Bu gibi durumlar karşısında Kureyş kâfirleri: “Muhammed ashâbıyla alay ediyor. Onlara bugün bir emir veriyor, yarın onu yasaklıyor ve daha kolay bir şey getiriyor. Bu ancak, onun kendinden ortaya attığı bir iftiradır” derlerdi. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XX, 93) Âyet-i kerîme bu tür durumlardan bahsetmektedir. (bk. Bakara 2/106)
    Bu bakımdan işin gerçeğini açıklamak üzere:
    قُلْ نَزَّلَهُ رُوحُ الْقُدُسِ مِنْ رَبِّكَ بِالْحَقِّ لِيُثَبِّتَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَهُدًى وَبُشْرٰى لِلْمُسْلِم۪ينَ ﴿١٠٢﴾
    Karşılaştır 102: Rasûlüm! De ki: “O Kur’an’ı mü’minlerin imanını pekiştirmek, müslümanlara bir doğru yol rehberi ve bir müjdeci olmak üzere Rabbinden değişmez bir gerçek olarak Rûhu’l-Kudüs indirmektedir.”
    TEFSİR:
    Bu âyet-i kerîme müşriklerin yukarıdaki iddiasını reddedip bu vesileyle Kur’an’ın inişinin bir kısım hikmet ve maksatlarını haber verir. Buna göre Cibrîl (a.s.) vasıtasıyla peyderpey inen Kur’an’ın gayesi, getirdiği kesin delillerle inananların imanını kuvvetlendirmek, kalplerine sebât vermek, Allah’ın emirlerine teslim olanların doğru yolu bulmalarına rehberlik yapmak ve Kur’an yolunda yürüyenlere ebedî bir kurtuluş ve saadetin müjdesini vermektir. Buna göre onu hemen reddetmek veya ona cephe almak yerine, onun bu ulvî hedefleri üzerinde düşünmek şüphesiz ki daha faydalı olacaktır.Ömer Çelik

    وَلَقَدْ نَعْلَمُ اَنَّهُمْ يَقُولُونَ اِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌۜ لِسَانُ الَّذ۪ي يُلْحِدُونَ اِلَيْهِ اَعْجَمِيٌّ وَهٰذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُب۪ينٌ ﴿١٠٣﴾
    103: Senin hakkında kâfirlerin: “Ona Kur’an’ı kesinlikle bir insan öğretiyor” dediklerini elbette biliyoruz. Kaldı ki, Kur’an’ı sana öğrettiğini iddia ettikleri kişinin dili yabancıdır, Kur’an ise açık ve anlaşılır bir Arapçadır.
    اِنَّ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِۙ لَا يَهْد۪يهِمُ اللّٰهُ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿١٠٤﴾
    104: Allah’ın âyetlerine inanmayanları Allah doğru yola erdirmeyecektir. Üstelik onlara pek acı bir azap vardır.
    اِنَّمَا يَفْتَرِي الْكَذِبَ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِۚ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَاذِبُونَ ﴿١٠٥﴾
    105: Böyle bir yalanı ancak Allah’ın âyetlerine inanmayanlar uydurur. İşte asıl yalancılar da onlardır.
    TEFSİR:
    Rivayete göre Mekke’de Aynu’t-temr ahâlisinden işleri kılıç cilalamak olan Yesar ve Cebr adlı iki hıristiyan köle vardı. Kendi dilleriyle bir kitap okurlardı. Resûlullah (s.a.s.) onlara uğrar ve okuduklarını dinlerdi. Bu sebeple müşrikler: “Muhammed Kur’an’ı onlardan öğreniyor” dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu 103. âyeti indirip onları yalanladı. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 288) Gerçekten de bu olacak iş değildir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s.)’e Kur’an’ı öğrettiğini iddia ettikleri kişinin dili yabancı, Kur’an’ın dili ise, hem muhtevası hem nazmı itibariyle hiçbir beşerin benzerini ebediyen söyleyemeyeceği güzellikte apaçık Arapça bir dildir. Anadili Arapça olan ve Arapçayı çok iyi seviyede bilen birinin bile Kur’an gibi bir söz söyleme ve öğretme imkânı yokken, hele hele hiç Arapça bilmeyen birinin, Arapçanın en güzel örneği olan Kur’an gibi bir edebiyat şaheserini, insanlığın din ve dünyasını kurtaracak kıymette bir hikmet kaynağını dikte ettirdiğini söylemek düpedüz saçmalıktan başka bir şey değildir.
    Bu tür iddialar ortaya atarak Allah’ın âyetlerine inanmayanları, Allah, bu durumlarını devam ettirdikleri sürece doğru yola erdirmeyecektir. Bu şekilde imansız öldükleri takdirde cehennemde acı bir azaba uğrayacaklardır. Peygamberimiz (s.a.s.) ve İslâm hakkında yalanları, önceden müşriklerin yaptığı gibi bundan böyle de, ancak Allah’ın âyetlerine inanmayan ve yalancıların ta kendileri olan kimseler ileri süreceklerdir.
    Ancak, baskı ve işkence altında tutularak gönlünde taşıdığı doğru düşünce ve inancın aksini ifade etme, daha açık bir ifadeyle “yalan söyleme” zorunda kalan müslümanın hâli ne olacaktır:

    مَنْ كَفَرَ بِاللّٰهِ مِنْ بَعْدِ ا۪يمَانِه۪ٓ اِلَّا مَنْ اُكْرِهَ وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالْا۪يمَانِ وَلٰكِنْ مَنْ شَرَحَ بِالْكُفْرِ صَدْرًا فَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ مِنَ اللّٰهِۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ ﴿١٠٦﴾
    Karşılaştır 106: Kalbi imanla dopdolu ve doygun olduğu halde baskı altında kalarak inkâra zorlanıp da bunu ancak diliyle yapan hâriç, her kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr eder ve bile isteye gönlünü küfre açarsa, böylelerinin üzerine dünyada Allah tarafından bir hışım çökecek, âhirette de onların payına çok büyük bir azap düşecektir.
    TEFSİR:
    Âyetin şöyle bir iniş sebebi vardır: Rivayete göre müş­rikler Ammâr’ı, babası Yâsir’i, annesi Sümeyye’yi, Suheyb’i, Bilâl’i, Habbab’ı ve Salim’i alıp onlara işkence etmeye başladılar. Sümeyye, iki deveye bağlandı ve ön tarafına bir harbe saplandı. Ona, “Sen erkekler sebebiyle İslâm’a girdin” de­nildi. Hem kendisi hem de kocası Yâsir fecî bir şekilde öldürüldü. İslâm tarihinde ilk şehit edilen kişiler bunlardır. Ammâr ise, zor ve baskı altında diliy­le onların istediklerini söyledi. Sonra gelip bunu Resûlullah (s.a.s.)’e arzetti. Efendimiz: “Kalbini nasıl buluyorsun?” sorunca O, “İman ile dopdolu ve huzur bulmuş olarak” diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.): “Bir daha aynı şeyi yapmaya kalkışacak olurlarsa, sen de öyle yap” di­ye izin verdi. (Hâkim, el-Müstedrek, II, 357)
    Dolayısıyla bu âyet, imanlarından vazgeçirilmek üzere dayanılmaz işkencelere ve acılara maruz bırakılan müminlerle alâkalıdır. Onlara, eğer hayatlarına karşılık küfrü kabul etmeye zorlanırlarsa, kalpleri iman bakımından sağlam olmak şartıyla sadece dilleriyle küfür sözlerini söylemelerinde bir sakınca olmadığı, böyle yaptıklarında affedilecekleri bildirilmektedir. Diğer taraftan eğer küfrü gönülden kabul ederlerse, hayatlarını kurtarsalar bile Allah’ın azabından kurtulamazlar. Fakat bu, kişinin hayatını kurtarmak için küfrü mutlaka söz ile kabul etmesi gerektiği mânasına gelmez. Bu sadece bir ruhsattır ve mümin için ideal bir durum değildir. Bu ruhsata göre eğer kişi küfrü kabul ettiğini söylerse, bundan hesaba çekilmez. Gerçekte bir mümin için ideal olan vücudu parça parça doğransa bile haktan başka bir şey söylememektir.
    Resûlullah (s.a.s.) zamanında bazılarının bu ideale göre davrandığını, bazılarının ise kendilerine verilen izinden faydalandıklarını gösteren misaller vardır: Habbab b. Eret (r.a.) eriyen yağları ateşi söndürünceye dek kor üzerinde yatmaya zorlanmış, fakat imanında sebat göstermiştir. Bilal-i Habeşi (r.a.) de demirden bir zırh içinde kavurucu sıcağın ortasında bırakılmıştır. Daha sonra kızgın kum üzerinde sürüklenmiş, fakat yine de “Allah birdir” demeye devam etmiştir. Habib b. Zeyd b. Asım (r.a.) adındaki müminin ise yalancı peygamber Müseylime’nin emriyle uzuvları birer birer kesilmiştir. Her uzvu kesilişinde ona bu yalancıyı peygamber olarak kabul etmesi söylenmiş, fakat o son nefesini verinceye dek her seferinde onun peygamberliğini reddetmiştir. (bk. Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, V, 172) Ammar b. Yasir (r.a.) ise yukarıda zikredildiği üzere çektiği acılar karşısında canını kurtarabilmek için sadece diliyle onların istediklerini söylemiştir.
    Bu gibilere bir sorgu ve ceza olmakla beraber kalplerini isteye isteye küfre açan kimselerin dünyada Allah’ın gadap ve hışmına, âhirette de büyük bir azaba uğrayacaklarında şüphe yoktur. Bunun sebebi şudur
    ذٰلِكَ بِاَنَّهُمُ اسْتَحَبُّوا الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِۙ وَاَنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ ﴿١٠٧﴾
    107: Onları böyle bir yola iten sebep, ancak dünya hayatına gönül verip onu âhirete tercih etmeleridir; Allah da, artık küfürde kökleşmiş o inkârcılar gürûhunu doğru yola erdirmez.
    اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ طَبَعَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْۚ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ ﴿١٠٨﴾
    108: Böyleleri, küfürleri yüzünden kalplerini, kulaklarını ve gözlerini Allah’ın mühürleyip çalışmaz hâle getirdiği kimselerdir. Onlar gâfillerin ta kendileridir.
    لَا جَرَمَ اَنَّهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ هُمُ الْخَاسِرُونَ ﴿١٠٩﴾
    109: Şüphesiz âhirette en büyük zarara uğrayacak olanlar da onlardır.
    TEFSİR:
    Âyetlerin bildirdiği sebepleri daha açık söylemek gerekirse:
    › Dünya hayatına gönül verip onu âhiret hayatına tercih etmeleri; âhireti unutup sadece dünya zevklerine dalmaları,
    › Kâfirlikte devam etmeleri yüzünden bir türlü Allah’ın davetine kulak verip doğru yolu bulamamaları,
    › Yine küfürde ve İslâm’a düşmanlıkta ısrar etmeleri sebebiyle, yaptıklarının tabii bir neticesi olarak Allah tarafından kalplerinin, kulaklarının ve gözlerinin mühürlenmesi,
    › Gerçeği bir nebze dahi olsa sezmelerine imkân bulamayacak şekilde derin ve koyu bir gafletin içinde olmaları.
    Bu sebeple onlar, dünyada ömür sermayelerini ebedî azaba sebep olacak davranışlara sarf ederek zayi ettikleri için âhirette de gerçekten zarara uğrayan kimseler olacaktır. Müflisler gibi elleri boş, gönülleri hasret ve nedâmetle dolu olarak cehennem ateşine yaslanacaklardır. Hem pişmanlık ateşiyle kalpleri ve ruhları, hem de cehennem ateşiyle bedenleri yanacaktır.
    Bununla birlikte, İslâm’ı en güzel bir şekilde yaşayabilmek için hicret, cihad ve sabır gibi ilâhî buyruklara sarılan mü’minlere Yüce Allah’ın muamelesi elbette farklıdır:
    Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
    ثُمَّ اِنَّ رَبَّكَ لِلَّذ۪ينَ هَاجَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُٓواۙ اِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ۟ ﴿١١٠﴾
    110: Sonra şu da kesin bir gerçek ki, elbette senin Rabbin, mihnet ve işkencelerle, zulüm ve baskılarla sınandıktan sonra hicret eden, ardından Allah yolunda cihâd eden, çalışıp didinen ve sabredenlerin yardımcısıdır. Doğrusu Rabbin, onların bütün bu güzel davranışlarına karşılık olarak gerçekten çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
    يَوْمَ تَأْت۪ي كُلُّ نَفْسٍ تُجَادِلُ عَنْ نَفْسِهَا وَتُوَفّٰى كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ ﴿١١١﴾
    111: Mahşer günü herkes gelip sadece kendisini kurtarmaya çalışacak, herkese dünyada iken yaptıklarının karşılığı eksiksiz ödenecek ve kimseye haksızlık yapılmayacaktır.
    TEFSİR:
    Müşrikler, Mekke’de müslümanları dinlerinden döndürmek için onlara akla hayâle gelmedik eziyetler yaptılar, işkence ettiler, dövdüler, sövdüler, hatta öldürdüler. Bu yapılanlar sadece müslümanların imanlarının kuvvetlenmesine ve dinlerine daha sıkı bağlanmalarına sebep oldu. Fakat şartlar iyice kötüleşip Mekke artık yaşanamaz hale gelince önce Habeşistan’a, ardında da Medine’ye hicret ettiler. Medine’ye hicretten sonra da din düşmanlarıyla Bedir, Uhud, Hendek, Huneyn, Tebük gibi büyük savaşlar yaptılar ve hep sabrettiler. Cenâb-ı Hak onlara ve kıyamete kadar da gerektiğinde hicret, cihad ve sabır bakımından onların izinden yürüyenlere mağfiret ve merhametini müjdelemektedir. Allah dünyada onlara zafer ve hoş bir hayat lütfedeceği gibi, herkesin bir bahane bulup kendini savunmaya kalkışacağı, ancak herkese sadece yaptığının karşılığının verileceği, kimseye en küçük bir haksızlığın yapılmayacağı çetin ve belâlı mahşer gününde de onlara mağfiret ve merhametiyle muamele edecektir. müslüman Allah yolundaki eziyet, meşakkat ve imtihanlara bunun için sabretmeli, böyle güzel bir neticeye ulaşabilmek, fânî imkânlarını ebedî nimet ve sermayeye dönüştürebilmek için var gücüyle çalışmalıdır.
    Unutmamak gerekir ki, Allah’ın emirlerine itaat ve nimetlerine şükür, her türlü başarı, mutluluk ve kurtuluşun en mühim anahtarı iken, bunun aksine inkârcılık ve nimetlere nankörlük ise, sadece âhirette değil, dünyada bile büyük felâketlere uğramaya sebeptir:

  • Nahl Süresi Meal Ve Tefsiri 68-90Datum09.12.2023 07:20
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Nahl Süresi Meal Ve Tefsiri 68-90

    وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ اَنِ اتَّخِذٖي مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتاً وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا يَعْرِشُونَۙ ﴿٦٨﴾
    ﴾68﴿ Ve rabbin bal arısına şöyle (ilham)Vahi etti: “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan kendine yuvalar edin.
    ثُمَّ كُلٖي مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ فَاسْلُكٖي سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلاًؕ يَخْرُجُ مِنْ بُطُونِهَا شَرَابٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ فٖيهِ شِفَٓاءٌ لِلنَّاسِؕ اِنَّ فٖي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ ﴿٦٩﴾
    ﴾69﴿ Sonra her türlü besleyici ürünlerden ye; rabbinin koyduğu kanunlara boyun eğerek çizdiği yollardan git!” Onların karınlarından, farklı renk ve çeşitlerde şerbet (kıvamında bir sıvı) çıkar ki onda insanlara şifa vardır. İşte bunda da düşünen bir topluluk için açık delil bulunmaktadır.
    Tefsir
    “İlham etti” şeklinde çevirdiğimiz evhâ fiilinin türetildiği vahiy kavramı [farklı anlamları için bk. “Tefsire Giriş” bölümü, “I. Kur’an-ı Kerîm A) Tanımı ve özellikleri 2. Vahiy” başlığı] burada “canlının kendisine yararlı olanları alması, zararlılardan sakınması ve kendi geçimini sağlaması hususunda muhtaç olduğu becerileri Allah Teâlâ’nın onda yaratması” anlamındaki ilham karşılığında kullanılmıştır (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, III, 1156). Psikolojide buna içgüdü denmektedir.
    Arıya yapması ilham edilen “yuvalar”dan maksat, arıların ağaç kovukları gibi uygun doğal mekânlarda veya insanların özel olarak hazırladığı kovanlarda kendi ürünleriyle oluşturdukları petekler ve her petekte bulunan altıgen gözcüklerdir. Bal arısı, Allah’ın verdiği ilham veya içgüdü sayesinde, bizzat kendisinin ürettiği bal mumuyla kendi yuvasını yapmakta, dalak içine milimetrik ölçülerle altıgen prizma şeklinde gözcükler yerleştirmektedir. Âyetteki deyimiyle “her türlü besleyici ürünler”den nektar denilen bal ham maddesi ve çiçek tozu toplayarak bunları hem kendi tüketimi için hem de bal ve bal mumu yapmak için değerlendirmektedir. Bu arada meyve, sebze ve ekinlerde tozlaşmayı sağlama konusunda da bütün diğer böceklerin toplamından daha fazla iş görmektedir.
    Âyette arının ürettiği madde için “şerâb” (şerbet) kelimesinin kullanılması ilgi çekicidir. Arı topladığı nektarı, normal midesinden ayrı, özel olarak bu maksatla yaratılmış bulunan bal midesine toplayıp kovana taşımakta; burada bir genç arı bu maddeyi hortumuyla emip kendi midesine aktarmakta ve onu şerbet kıvamına gelecek şekilde işleme tâbi tutmaktadır. Artık bal hâsıl olmuştur; bundan sonra şerbet peteklerde bir süre havalandırılarak katılaşması sağlandıktan sonra, üzeri bal mumuyla kapatılıp izole edilmek suretiyle bozulması önlenir. Böylece Allah’ın lutuf ve ihsanıyla insanlar için besleyiciliği yanında şifa değeri de taşıyan yeni bir besin daha ortaya çıkmış olur. Bütün bunlar olağan üstü bir sanat kabiliyetinin tezahürü olup Allah’ın yaratıcı kudretini ve hikmetini hesaba katmadan, basit bir hayvanın böyle bir eseri ve ürünü nasıl meydana getirebildiği sorusunu cevaplandırmak mümkün değildir. “İşte bunda da düşünen bir topluluk için delil bulunmaktadır.”
    Kurtubî’ye göre âyetin “Onda (balda) insanlara şifa var” meâlindeki kısmı, bazı mutasavvıfların, “Velîlik makamına ulaşmak için belâlara razı olmak gerekir, velîye tedavi câiz değildir” şeklindeki fikrini çürütmektedir (X, 145-146). Balın şifalı olduğuna dair bazı hadisler de rivayet edilmiştir (bk. İbn Kesîr, IV, 501-503; Şevkânî, III, 200); ayrıca modern tıpta da bileşimindeki sakaroz, friktoz, protein, asit, organik ve madenî maddeler dolayısıyla balın hem şifa verici hem de koruyucu bir özelliğe sahip olduğu kabul edilmektedir.
    “Rabbinin koyduğu kanunlara boyun eğerek çizdiği yollardan git!” şeklinde çevirdiğimiz cümle, arıların uçuşlarında izlediği yolların da farklılığına ve ilginçliğine dikkat çekmektedir. 1940’larda yapılan bir tesbite göre arılar, genellikle güneşin konumundan yararlanarak yönlerini ayarlamakta; ayrıca rüzgârın yönü, dünyanın manyetik alanı gibi başka imkânlardan da yararlanmaktadır. Arıların, kovan üzerinde daire veya 8 çizerek birbirlerine yol tarif ettikleri, çiçek alanları hakkında bilgi aktardıkları, bu bilgileri alan diğer arıların, bilmedikleri çiçek alanlarını kolaylıkla buldukları, dönüşlerinde ise “arı hattı” denilen en kestirme yolu kullandıkları da bilinmektedir.
    Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 416-418
    وَاللّٰهُ خَلَقَكُمْ ثُمَّ يَتَوَفّٰيكُمْ وَمِنْكُمْ مَنْ يُرَدُّ اِلٰٓى اَرْذَلِ الْعُمُرِ لِكَيْ لَا يَعْلَمَ بَعْدَ عِلْمٍ شَيْـٔاًؕ اِنَّ اللّٰهَ عَلٖيمٌ قَدٖيرٌࣖ ﴿٧٠﴾
    ﴾70﴿ Sizi Allah yarattı, sonra da vefat ettirecektir. İçinizden, (sahip oldukları) bilgiden hiçbir şeyi bilmeyecek yaşa, ömrün en düşkün çağına kadar yaşatılanlar da vardır. Kuşkusuz Allah ilim ve kudret sahibidir.
    Tefsir
    Yaratan da yaşatan da vakti geldiğinde vefat ettiren de Allah’tır; putlar vb. düzmece tanrılar değildir. İnsanın organik ve zihinsel yeteneklerinin en zayıf ve verimsiz noktaya geldiği ileri yaşlılık dönemine bu âyetin metnindeki deyimiyle, “erzel-i ömür” (ömrün en rezil, en düşkün dönemi) denmektedir. İnsan için ölmek, çok yaşayıp böyle bir hale düşmekten daha hayırlı olabilir. Son tahlilde hakkımızda neyin hayırlı, neyin hayırsız olduğunu en iyi Allah bilir; insan bilir iken bilmez olur; Allah’a gelince, O’nun ilmi de kudreti de eksiksiz, kusursuz ve sonsuzdur; mümine düşen O’nun hükmüne razı olmaktır.

    وَاللّٰهُ فَضَّلَ بَعْضَكُمْ عَلٰى بَعْضٍ فِي الرِّزْقِۚ فَمَا الَّذٖينَ فُضِّلُوا بِرَٓادّٖي رِزْقِهِمْ عَلٰى مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُهُمْ فَهُمْ فٖيهِ سَوَٓاءٌؕ اَفَبِنِعْمَةِ اللّٰهِ يَجْحَدُونَ ﴿٧١﴾
    ﴾71﴿ Allah kiminize kiminizden daha fazla rızık verdi. Ama kendilerine fazla verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilerle paylaşıp da onları bu hususta kendileriyle eşit hale getirmeye yanaşmıyorlar. Peki onlar Allah’ın nimetini inkâr etmiş olmuyorlar mı?
    Tefsir
    İnsanlar, Allah’ın takdiri ile doğuştan getirdikleri kabiliyetlerin, ayrıca yine ilâhî takdire bağlı olarak yaşadıkları sürece karşılaştıkları imkân ve fırsatların azlığına veya çokluğuna, elverişli olup olmamasına ve bunları farklı şekillerde değerlendirmelerine göre rızıkları, kazançları farklı olmuştur ve olacaktır. İnsan, sahip olduğu servetle değil onu nasıl kullandığı ile değerlendirilir.
    “Ellerinin altındakiler”den maksat, özel anlamda köleler, daha genel olarak kişinin, bakımından, geçiminden sorumlu bulunduğu yakınlarıyla çalıştırdığı, hizmetinden istifade ettiği insanlardır. Âyette servet sahibinin, bu insanları –temel ihtiyaçların karşılanması bakımından– servetinden kendisiyle aynı seviyede yararlandırması öngörülmekte; bu ilkeyi içtenlikle benimseyip uygulamakta isteksiz davranmanın, “Allah’ın nimetini inkâr” anlamı taşıdığına işaret edilmekte ve bu şekilde olumsuz davranış sergileyenler kınanmaktadır. Bu öğretisiyle âyet, İslâm’ın eşitlik, adalet, dayanışma, paylaşma gibi sosyal değerlere verdiği önemin veciz bir ifadesidir. Nitekim bu hususta Resûlullah da şöyle buyurmuştur: “Elinizin altındakiler (köleler, hizmetliler, çalışanlar) sizin kardeşlerinizdir; Allah onları size emanet etmiştir. Şu halde kimin yanında bu şekilde kardeşi bulunuyorsa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara ya güçlerinin yetmeyeceği ağır işler yüklemeyin veya yüklerseniz siz de yardım edin” (Buhârî, “Îmân”, 22; Müslim, “Eymân”, 40).
    Âyette, Mekke’nin putperest ileri gelenlerinin, köleleri kendilerine eşit saymazken putlarını Allah’a ortak koşup eşit saymalarına karşı bir eleştiri anlamı bulunduğu da belirtilmektedir (Zemahşerî, II, 336; İbn Kesîr, IV, 504-505).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 420-421

    وَاللّٰهُ جَعَلَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجاً وَجَعَلَ لَكُمْ مِنْ اَزْوَاجِكُمْ بَنٖينَ وَحَفَدَةً وَرَزَقَكُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِؕ اَفَبِالْبَاطِلِ يُؤْمِنُونَ وَبِنِعْمَتِ اللّٰهِ هُمْ يَكْفُرُونَۙ ﴿٧٢﴾
    ﴾72﴿ Allah size kendi cinsinizden eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar türetti; sizi güzel ürünlerle rızıklandırdı. Onlar yine de bâtıla inanıp Allah’ın nimetine karşı nankörlük mü ediyorlar?
    وَيَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَا لَا يَمْلِكُ لَهُمْ رِزْقاً مِنَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ شَيْـٔاً وَلَا يَسْتَطٖيعُونَۚ ﴿٧٣﴾
    ﴾73﴿ Allah’ı bırakıp da kendilerine göklerden ve yerden en küçük bir rızık sağlama imkânı olmayan, buna güçleri yetmeyen şeylere mi tapıyorlar?
    Tefsir
    Kadınlar da erkekler de aynı kökten, insan türündendir; dolayısıyla birbirine eşit konumda olup ilke olarak cinsiyet farkı bir ayırım sonucunu doğurmaz; hatta evlât ve torunlar da (sürüp giden nesiller) ana babalarıyla temel değerlerde eşittirler. Bu sebeple karşılıklı hak ve sorumlulukların dayanağı ontolojik değil ahlâkîdir. Şu halde cinsiyet farkı ve bunun bir sonucu olan üreme süreci, evlilik, aile kurumu ve bu kuruma bağlı olarak koca, eş, evlâtlar, torunlar şeklinde statülerin oluşması, insan hayatını geliştiren, zenginleştiren, değerlerin oluşmasına zemin oluşturan ilâhî lutuflardır, nimetlerdir. Bu sebeple Allah-insan ilişkisine ve insanların hayattaki gerçek rollerine bu şekilde bakmayan, Allah’ın birliği, irade ve kudretinin mutlaklığı inancına aykırı olarak tamamen cansız ve güçsüz nesnelere Allah’a denk bir değer yükleyen müşrikler, âyette “bâtıla inanıp Allah’ın nimetine karşı nankörlük etmek”le suçlanmaktadır.

    فَلَا تَضْرِبُوا لِلّٰهِ الْاَمْثَالَؕ اِنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ ﴿٧٤﴾
    ﴾74﴿ Allah hakkında (kafanıza göre) misal getirmeyiniz. Gerçeği Allah bilir, siz bilmezsiniz.
    Tefsir
    Kadın-erkek, baba-evlât vb. ilke olarak birbirine eşit olduğundan bunlar birbiriyle kıyaslanabilir; hatta cismanî ortaklıkları dolayısıyla insanla maddî şeyler arasında bile benzerlikler kurulabilir. Fakat Allah ile insan ontolojik bakımdan farklı olduğu, hatta aralarında bu açıdan hiçbir benzerlik bulunmadığı için insanların kendi kafalarından Allah’a O’nun birliği ve benzersizliği inancını zedeleyici mahiyette örnek göstermeleri, yani müşriklerin yaptığı gibi O’nun dışındaki herhangi bir varlığa, yalnız O’na mahsus olan bir isim, bir sıfat veya fiil isnat etmeleri câiz değildir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 421-422

    ضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلاً عَبْداً مَمْلُوكاً لَا يَقْدِرُ عَلٰى شَيْءٍ وَمَنْ رَزَقْنَاهُ مِنَّا رِزْقاً حَسَناً فَهُوَ يُنْفِقُ مِنْهُ سِراًّ وَجَهْراًؕ هَلْ يَسْتَوُ۫نَؕ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِؕ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٧٥﴾
    ﴾75﴿ Allah size, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının mülkü konumundaki köle ile katımızdan kendisini güzel bir şekilde rızıklandırdığımız ve bundan gizli-açık başkalarını da yararlandıran kişiyi örnek veriyor: Bunlar hiç eşit olur mu? Hamd Allah’a mahsustur ama onların çoğu bilmezler.
    وَضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلاً رَجُلَيْنِ اَحَدُهُمَٓا اَبْكَمُ لَا يَقْدِرُ عَلٰى شَيْءٍ وَهُوَ كَلٌّ عَلٰى مَوْلٰيهُۙ اَيْنَمَا يُوَجِّهْهُ لَا يَأْتِ بِخَيْرٍؕ هَلْ يَسْتَوٖي هُوَۙ وَمَنْ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِۙ وَهُوَ عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍࣖ ﴿٧٦﴾
    ﴾76﴿ Yine Allah şu iki insanı örnek veriyor: Biri dilsizdir, elinden hiçbir şey gelmez, efendisinin sırtında yüktür, onu nereye gönderse yararlı bir sonuçla gelmez. Şimdi bununla adaleti emreden ve kendisi de dosdoğru yolda bulunan kimse bir olur mu?
    Tefsir
    Bu iki âyette insanların içinde yaşadıkları tecrübelerden yola çıkılarak, onların sağ duyusuna hitap edilmek suretiyle şirk inancının anlamsızlığına ve mantıksızlığına dikkat çekilmektedir. Burada örnekleri verildiği gibi gerek ekonomik ve sosyal yönden gerekse psikolojik ve ahlâkî bakımdan farklı seviyelerde bulunan iki insan arasında bile bir denklik kurulması apaçık bir haksızlık ve mânasızlık olarak görüldüğüne göre Allah ile diğer varlıklar arasında nasıl bir benzerlik kurulabilir?
    İlk âyetin asıl amacının, müminle kâfir arasında bir karşılaştırma yaparak bunların birbirlerine denk tutulamayacağını anlatmak olduğu ileri sürülmüşse de (Taberî, XI, 148-149; Râzî, XX, 83-84), müfessirlerin çoğunluğuna göre her iki âyetin de asıl amacı, Allah’ı her türlü ortaklık iddialarından tenzih edip tevhid ilkesini vurgulamaktır. Ayrıca burada dolaylı olarak yüce Allah’ın insanlar için olumlu ve gerekli gördüğü bazı imkânların ve niteliklerin de altı çizilmiş bulunmaktadır ki bunları muktedir olma, geniş maddî imkâna sahip bulunma, infak etme, ifade gücü, özgürlük, üzerine aldığı işi hayırlı ve başarılı bir şekilde sonuçlandırma, adaleti hâkim kılma ve istikamet sahibi olma şeklinde sıralayabiliriz.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 422
    وَلِلّٰهِ غَيْبُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِؕ وَمَٓا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُؕ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدٖيرٌ ﴿٧٧﴾
    ﴾77﴿ Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir. Kıyamet bir göz kırpması kadar yahut daha da kısa olacaktır. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.
    Tefsir
    İnkârda ve şirkte direnerek gönlünde ve hayatında gerçek bir din şuuruna, kaygısına ve sorumluluğuna yer vermek istemeyen bir zihniyete karşı Allah’ın varlığını, birliğini, ilminin ve kudretinin sınırsızlığını dile getiren ve bunlarla ilgili kanıtlar sergileyen yukarıdaki âyetler grubunun ilkinde, Allah’ın özellikle evrenin sırlarını kuşatan ilmine ve dünya hayatına son verecek kadar geniş boyutlu bir olay olan kıyametin kopmasını sağlayacak mükemmellikteki kudretine dikkat çekilmektedir.
    “Göklerin ve yerin gaybı”ndan maksat, genel olarak insanın bilgi sınırını aşan evrenle ilgili konular veya özellikle kıyametin Allah’tan başkasınca bilinmeyen vaktidir (Zemahşerî, II, 338). “Daha kısa” diye çevirdiğimiz akrab kelimesinin asıl mânası “daha yakın” olmakla birlikte, müfessir Zeccâc’a göre burada “son saat”in yani kıyametin, göz kırpması kadar yakın bir süre sonra kopacağı kastedilmemiş; vakti geldiğinde ilâhî kudretin göz açıp kapayacak kadar kısa bir süre içinde kıyamet olayını gerçekleştireceği ifade edilmek istenmiştir (Râzî, XX, 88; Şevkânî, III, 206). Bu durumda âyetin doğru anlaşılabilmesi için söz konusu kelimeyi, “daha kısa” diye çevirmek isabetli görünmektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 424
    وَاللّٰهُ اَخْرَجَكُمْ مِنْ بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ لَا تَعْلَمُونَ شَيْـٔاًۙ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ وَالْاَفْـِٔدَةَۙ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ ﴿٧٨﴾
    ﴾78﴿ Sizler hiçbir şey bilmez bir durumdayken Allah sizi analarınızın karnından dışarı çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler, kalpler verdi.
    Tefsir
    “Kalpler” diye çevirdiğimiz ef’ide kelimesinin tekili olan fuâd kaynaklarda genellikle “kalp” diye açıklanmakta, kalp ise Türkçe’deki “gönül” mânasının yanında, özellikle eski kaynaklarda, bilgi olayıyla ilgili olduğu konumlarda “bilme ve kavrama gücü, akıl” anlamında kullanılmaktadır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “klb” md.; a.mlf., ez-Zerîa ilâ mekârimi’ş-şerîa, s. 178). Nitekim Taberî, “ef’ide” kelimesini “ukul” (akıllar) ile karşıladığı yorumunda (XIV, 152) konumuz olan âyeti şöyle açıklamıştır: “Hiçbir şeye aklınız ermezken, hiçbir şey bilmezken Allah Teâlâ analarınızın karnından dışarı çıkardıktan sonra size bilmediğinizi öğretti; kendisiyle bilgi elde etmeniz, iyiyi kötüyü ayırabilmeniz için size akıllar verdi... Allah size fuâdlar, yani sayesinde eşyayı tanıyıp zihninize yerleştirmeyi sağladığınız, düşüncenizi işletip derin bilgilere ulaştığınız akıllar (kulûb) verdi.” Görüldüğü gibi bu açıklamada fuâd, kalp ve akıl terimleri, “bilgi melekesi” mânasında eş anlamlı olarak kullanılmış olup Taberî’nin bu ifadeleri Kur’an semantiği bakımından son derece önemlidir.
    Aslında insanın, doğuştan gelen başka eksikleri de bulunduğu halde, âyette özellikle onun “hiçbir şey bilmez” oluşuna dikkat çekilmesi ve Cenâb-ı Hakk’ın insanlara “kulaklar, gözler, kalpler (akıllar)” verdiğinin hatırlatılması insanın en değerli özelliğinin bilgi ve düşünme kapasitesi olduğuna ve nimete şükretmek gerektiğine işaret etmesi bakımından anlamlıdır. Bu hususa burada dikkat çekilmesi, muhatabın bundan sonraki âyetlerde ele alınan konular üzerinde düşünüp bunlardan hidayet ve hayra yöneltici dersler çıkarmasını sağlamak bakımından da önemli görünmektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 424-425
    اَلَمْ يَرَوْا اِلَى الطَّيْرِ مُسَخَّرَاتٍ فٖي جَوِّ السَّمَٓاءِؕ مَا يُمْسِكُهُنَّ اِلَّا اللّٰهُؕ اِنَّ فٖي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ ﴿٧٩﴾
    ﴾79﴿ Semanın boşluğunda buyruk altına sokulmuş kuşları görmüyorlar mı? Onları (boşlukta) Allah’tan başkası tutmuyor. Kuşkusuz bunda inanan bir topluluk için ibretler vardır.
    وَاللّٰهُ جَعَلَ لَكُمْ مِنْ بُيُوتِكُمْ سَكَناً وَجَعَلَ لَكُمْ مِنْ جُلُودِ الْاَنْعَامِ بُيُوتاً تَسْتَخِفُّونَهَا يَوْمَ ظَعْنِكُمْ وَيَوْمَ اِقَامَتِكُمْۙ وَمِنْ اَصْوَافِهَا وَاَوْبَارِهَا وَاَشْعَارِهَٓا اَثَاثاً وَمَتَاعاً اِلٰى حٖينٍ ﴿﴾80﴿ .٨٠﴾
    ﴾80﴿ Allah size evlerinizi huzur yeri yaptı; hayvanların derisinden gerek yolculuk gününüzde gerekse ikamet gününüzde kolaylıkla taşıyabileceğiniz barınaklar yapmanızı; kezâ bir süreye kadar onların yünlerini, yumuşak tüylerini, kıllarını ev ve giyim eşyasıyla ticaret malı olarak değerlendirmenizi sağladı.
    وَاللّٰهُ جَعَلَ لَكُمْ مِمَّا خَلَقَ ظِلَالاً وَجَعَلَ لَكُمْ مِنَ الْجِبَالِ اَكْنَاناً وَجَعَلَ لَكُمْ سَرَابٖيلَ تَقٖيكُمُ الْحَرَّ وَسَرَابٖيلَ تَقٖيكُمْ بَأْسَكُمْؕ كَذٰلِكَ يُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تُسْلِمُونَ ﴿٨١﴾
    ﴾81﴿ Yine Allah, yarattığı şeylerden sizin için gölgelikler yaptı, dağlarda size sığınaklar yarattı; size sıcağa karşı kendinizi koruyacak elbiseler, mâruz kalabileceğiniz düşman gücünden sizi koruyacak zırhlar yapma imkânı bahşetti. İşte Allah, teslimiyet gösteresiniz diye size nimetini böyle eksiksiz vermektedir.
    Tefsir
    Yer çekimine rağmen boşlukta durmayı başaran kuşlar aslında Allah’ın başka bir yasasına boyun eğmektedirler. İnsanların meskenlerde barınması; soğuğa, sıcağa vb. olumsuz tabiat şartlarına karşı korunmak için ihtiyaç duyduğu şeyleri gerek tabiatta hazır bularak gerekse Allah’ın en büyük ihsanı olan kendi zihinsel yetenekleri ve becerileriyle kullanışlı hale getirerek elde etmesi de, hep O’nun tabiatta işlettiği yasaları sayesinde mümkün olmaktadır. 81. âyetteki “(Allah) mâruz kalabileceğiniz düşman gücünden sizi koruyacak zırhlar yapma imkânı bahşetti” meâlindeki ifadede, zırh örneği zikredilerek insanın korunmaya çalıştığı tehlikeler arasında onun kendi türünün de sayılması ilgi çekicidir. Gerçekten tarih, insanın en büyük düşmanının yine insan olduğunu göstermektedir. Endülüslü âlim ve düşünür İbn Hazm bu gerçeği şöyle dile getirir: “İnsanın insanlardan çektiği acılar, yırtıcı hayvanlardan, zehirli yılanlardan çektiği acılardan daha fazladır. Çünkü bütün bu söylediklerimizden korunabiliriz; fakat insanlardan tam olarak korunmak mümkün değildir” (el-Ahlâk ve’s-siyer, s. 81).
    İşte insanın eski dönemlerdeki zırh benzeri çeşitli savunma araçları yaparak hemcinslerinden gelecek zararlardan korunması da âyette Allah’ın ibret alınması gereken bir lutfu olarak gösterilmiştir. 81. âyetin son kısmını açıklarken Taberî’nin de kaydettiği gibi (XIV, 156) Allah Teâlâ bütün bu nimetleri verirken ve bunları hatırlatırken insanlardan sadece şunu istemektedir: Saygıyla Allah’a yönelsinler, birliğini tanıyarak O’na teslim olsunlar, boyun eğsinler ve yalnız O’na kul olsunlar.
    فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُ الْمُبٖينُ ﴿٨٢﴾
    ﴾82﴿ (Ey resulüm!) Buna rağmen eğer onlar senden yüz çevirirlerse artık sana düşen, sadece açık seçik duyurmaktır.
    Tefsir
    Allah resulünün insanlığa açıkladığı bütün bu uyarılara, ortaya konan açık seçik delillere rağmen gerek onun muhatapları arasından, gerekse tarihin akışı içinde ilâhî vahyin ulaştığı diğer insanlar arasından bu gerçeklere ve onu tebliğ edene sırt çevirenler olmuştur ve olacaktır. Âyete göre böylelerine karşı din adına yapılacak olan şey sadece muhatabın tam olarak kavrayabileceği açıklıkta dini tebliğ etmektir. Buna rağmen inkârda ısrar ediliyorsa sorumluluk ısrar edene aittir (Taberî, XIV, 157).
    Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 426
    يَعْرِفُونَ نِعْمَتَ اللّٰهِ ثُمَّ يُنْكِرُونَهَا وَاَكْثَرُهُمُ الْكَافِرُونَࣖ ﴿٨٣﴾
    Meal
    ﴾83﴿ Onlar Allah’ın nimetlerini biliyor, ama sonra kalkıp nankörlük ediyorlar. Onların çoğu inkârcıdır!
    Tefsir
    Bir görüşe göre “Allah’ın nimeti”nden maksat Hz. Peygamber’dir. Çünkü o, gerek kendi halkı gerekse bütün insanlık için bir kurtarıcıdır. Muhatabı olan Mekkeliler onu tanıyor, faziletlerini yakından biliyorlardı. Buna rağmen ondan yüz çevirmeleri tam bir nankörlüktü. Başka bir yoruma göre “Allah’ın nimeti”yle, belli başlılarına bu sûrede işaret edilmiş olan O’nun maddî ve mânevî ihsanları kastedilmiştir. Aslında müşrikler bu nimetin gerçek sahibinin Allah olduğunu biliyor, fakat sorulduğunda bunlara putlarının şefaatiyle sahip olduklarını ileri sürüp onlara taparak nimetin gerçek sahibine karşı nankörlük etmiş oluyorlardı. Bu görüşleri aktaran Taberî’nin kendisi, bir önceki ve bir sonraki âyeti dikkate alarak birinci görüşü tercih etmiştir (XIV, 157-158; Râzî, XX, 94-95).
    Aslında bu şekilde davrananların hepsi inkârcı olmakla birlikte âyetin sonunda “Onların çoğu inkârcıdır” denilmesiyle ilgili şu açıklamalar yapılmıştır: a) Çocuk yaşta veya akıl hastası olanlar kâfir sayılmazlar; b) “Çoğu” kelimesiyle hepsi kastedilmiştir; c) İnkârcılar içinde sırf bilgisizliğinden dolayı nimete nankörlük edenler de bulunmakla birlikte büyük çoğunluk, inatçı ve isyankâr oluşlarından dolayı bu şekilde davrandıkları için “Çoğu inkârcıdır” sözüyle özellikle bu azılı ve kararlı inkârcılar kastedilmiştir (Râzî, XX, 95; Şevkânî, III, 210). Bize göre en isabetli yorum sonuncusudur.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 426-427
    وَيَوْمَ نَبْعَثُ مِنْ كُلِّ اُمَّةٍ شَهٖيداً ثُمَّ لَا يُؤْذَنُ لِلَّذٖينَ كَفَرُوا وَلَا هُمْ يُسْتَعْتَبُونَ ﴿٨٤﴾
    Meal
    ﴾84﴿ Bir gün gelecek, her ümmetten bir tanık çıkaracağız ve artık inkâr etmiş olanların, ne (olmadık) mazeretler ileri sürmelerine izin verilecek ne de onlardan Allah’ın hoşnutluğunu kazanma yönünde çaba göstermeleri istenecektir.
    Tefsir
    Müfessirlere göre her ümmetten çıkarılacak tanıktan maksat, tarihin çeşitli dönemlerinde gönderilmiş bulunan peygamberlerdir. Her peygamber kendi ümmeti içinde kimlerin iman ettiği, kimlerin inkâr ettiği hususunda şahitlik edecektir. Âhirette yükümlülük söz konusu olmadığı için (Zemahşerî, II, 430; Şevkânî, III, 211) artık insanların ne yapacaklarına değil, dünyada iken ne yaptıklarına bakılacaktır. Bu sebeple âyette insanlardan Allah’ın hoşnutluğunu kazanma yönünde çaba göstermelerinin istenmeyeceği ifade buyurulmuştur.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 428
    وَاِذَا رَاَ الَّذٖينَ ظَلَمُوا الْعَذَابَ فَلَا يُخَفَّفُ عَنْهُمْ وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَ ﴿٨٥﴾
    Meal
    ﴾85﴿ O zalimler azabı görünce artık cezaları hafifletilmez, kendilerine mühlet de tanınmaz.

    وَاِذَا رَاَ الَّذٖينَ اَشْرَكُوا شُرَكَٓاءَهُمْ قَالُوا رَبَّـنَا هٰٓؤُ۬لَٓاءِ شُرَكَٓاؤُ۬نَا الَّذٖينَ كُنَّا نَدْعُوا مِنْ دُونِكَۚ فَاَلْقَوْا اِلَيْهِمُ الْقَوْلَ اِنَّكُمْ لَكَاذِبُونَۚ ﴿٨٦﴾
    Meal
    ﴾86﴿ Şirke sapanlar, Allah’a ortak koştukları şeyleri gördüklerinde, “Ey rabbimiz! İşte bunlar, seni bırakıp da kendilerine taptığımız putlarımızdır” diye itirafta bulunurlar. Fakat o varlıklar, “Siz gerçekten yalancısınız” diyerek onlara gerekli cevabı verirler.
    Tefsir
    Müşriklerin tanrısal nitelikler yükleyip taptıkları varlıklar, Allah’ın iradesi uyarınca konuşma yeteneği kazanıp kendilerine tapanlara, “Siz gerçekten yalancısınız” diyerek aslında kendilerinden böyle bir şey istenmediği halde putperestliği onların uydurduğuna bir bakıma şahitlik edeceklerdir. Yûnus sûresinin 28. âyetinde yine âhiretteki bu sahnenin tasviri sırasında müşriklerin Allah’a ortak koştukları varlıklara isnat edilen, “Siz bize ibadet etmiyordunuz” ifadesi dikkate alınarak konumuz olan âyetteki, “Siz gerçekten yalancısınız” sözünü, “Siz aslında bize değil kendi hevâ ve hevesinize tapıyordunuz” anlamında yorumlamak da mümkündür.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 428-429
    وَاَلْقَوْا اِلَى اللّٰهِ يَوْمَئِذٍۨ السَّلَمَ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ ﴿٨٧﴾
    Meal
    ﴾87﴿ Onlar da artık ister istemez Allah’ın iradesine boyun eğerler; tanrı diye uydurdukları ise onları yüzüstü bırakmış olur.
    Tefsir
    Müşrikler, putlarının kendilerini Allah’a yaklaştıracağına inanıyor, onlara bu sebeple taptıklarını söylüyorlardı (Zümer 39/3). Anlaşıldığına göre âhirette kendilerine şefaat etmelerini beklerken putları onları yüzüstü bırakacak (Taberî, XIV, 160), umduklarını bulamamanın yıkımını yaşayacaklardır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 429
    اَلَّذٖينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِ زِدْنَاهُمْ عَذَاباً فَوْقَ الْعَذَابِ بِمَا كَانُوا يُفْسِدُونَ ﴿٨٨﴾
    Meal
    ﴾88﴿ Hem kendileri inkâr eden hem de insanların Allah yolundan gitmesini engelleyenler yok mu, bozgunculuk yapmış olmalarından ötürü işte onlara azap üstüne azap vereceğiz.
    Tefsir
    Allah’ın hiç kimseye hiçbir şekilde zulmetmeyeceği, günahkârlara da hak ettiklerinden fazla ceza vermeyeceği muhakkaktır. Ancak kendileri inkâr ettikleri gibi başka insanların hidayete ulaşmalarını da engelleyenler, bu tutumlarıyla insanların dinî ve mânevî hayatları için bir fesat, bir bozgunculuk unsuru haline gelenlerin suçları artık bireysel olmanın ötesine taştığı için cezaları da insanların mânevî hayatlarına verdikleri zarar ve tahribatın derecesine göre artacak, katlanacaktır; bu adaletin gereğidir. Nitekim bu hususa Ankebût sûresinde de (29/13) işaret buyurulmuş; Hz. Peygamber de iyilik yolunda öncülük edenlerin, o yolda gidenlerin sevabınca ödüllendirileceğini, kötülük çığırı açanların da bu yüzden kötülüğe bulaşanların günahları kadar günah yükleneceğini bildirmiştir (Müslim, “İlim”, 15; “Zekât”, 69; Nesâî, “Zekât”, 64; Müsned, IV, 357, 359, 360, 361).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 420
    وَيَوْمَ نَبْعَثُ فٖي كُلِّ اُمَّةٍ شَهٖيداً عَلَيْهِمْ مِنْ اَنْفُسِهِمْ وَجِئْنَا بِكَ شَهٖيداً عَلٰى هٰٓؤُ۬لَٓاءِؕ وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَاناً لِكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً وَبُشْرٰى لِلْمُسْلِمٖينَࣖ ﴿٨٩﴾
    Meal
    ﴾89﴿ Yine o gün her ümmetin içinden kendileri hakkında birer tanık çıkaracağız; seni de bu kimseler hakkında tanık yapacağız. Bu kitabı sana her konuda açıklama getiren bir rehber, bir hidayet ve rahmet kaynağı, Allah’a gönülden bağlananlar için bir müjde olarak indirdik.
    Tefsir
    “Seni de bu kimseler hakkında tanık yapacağız” ifadesindeki “kim­seler”den maksat, Hz. Peygamber’in mensubu bulunduğu toplumla onun evrensel bir peygamber olarak davetinin muhatabı konumunda bulunan, kendisinden sonra gelip geçen bütün insanlardır. Bu davetin ana kaynağı olan Kur’an-ı Kerîm, insanlığın muhtaç olduğu ve ilâhî bir aydınlatma olmadan ulaşamayacağı helâl-haram, sevap-günah konularına dair bilgileri ana hatlarıyla açıklamıştır. Kur’an, hükümleriyle amel edenler için bir hidayet ve rahmet vesilesi, Allah’ın birliğini tanıyıp O’na saygıyla itaat edenler için Allah’ın cömertliğini ve lutufkârlığını bildiren bir müjdecidir (Taberî, XIV, 161).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 429-430
    اِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْاِحْسَانِ وَاٖيتَٓائِ۬ ذِي الْقُرْبٰى وَيَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِۚ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ ﴿٩٠﴾
    Meal
    ﴾90﴿ Muhakkak ki Allah adaleti, ihsanı, akrabaya karşı cömert olmayı emreder; hayâsızlığı, kötülüğü ve zorbalığı yasaklar. İşte Allah, aklınızı başınıza alasınız diye size böyle öğüt veriyor.
    Tefsir
    Özellikle bu âyetteki adalet ve ihsan kelimelerine çeşitli anlamlar verilmiş olup başlıcaları şunlardır: a) Adalet kelime-i şehâdeti benimsemek, ihsan Allah’ın buyruklarını yerine getirmek, Allah rızâsı için gerektiğinde çeşitli maddî ve mânevî sıkıntılara katlanmak; b) Adalet insanın içiyle dışının bir olması, ihsan içinin dışından daha da temiz olması;
    Adalet insaflı olmak, ihsan özveride bulunmak; d) Adalet kişinin Allah’a ortak koşmaktan sakınması, ihsan Allah’ı görür gibi ibadet etmesi ve kendisi için istediği iyilikleri başkaları için de istemesi; e) Adalet tevhid, ihsan tevhidde samimiyet. Ancak hemen bütün tefsirlerde yer alan ve bu âyeti, “Kur’an’ın en kapsamlı âyeti” olarak gösteren rivayetlerin de işaret ettiği gibi (meselâ bk. Taberî, XIV, 162-163; Râzî, XX, 101; Şevkânî, III, 212-213) buradaki adalet ve ihsan kavramlarının, yukarıda sıralanan anlamların hepsini kuşattığı, bununla birlikte sosyal içeriklerinin daha da önemli olduğu anlaşılmaktadır. Râgıb el-İsfahânî’nin “Adalet, iyiliğe karşı iyilik, kötülüğe karşı kötülük olmak üzere yapılana denk bir şekilde karşılık vermektir; ihsan ise iyiliğe daha fazlasıyla, kötülüğe daha azıyla karşılık vermektir” şeklindeki tanımı (el-Müfredât, “adl” md.) İslâm âlimlerinin konuyla ilgili anlayışlarının bir özeti sayılabilir.
    Sözlükte adalet, “Doğru hareket etmek, hakka ve hakikate göre hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmak” gibi mânalara gelen bir isim olup ahlâk ve hukuk terimi olarak, “bireysel ve sosyal yapıda dirlik ve düzenliği, hakkaniyet ve eşitlik esaslarına uygun şekilde davranmayı sağlayan bir erdem veya hukuk ilkesi” anlamında kullanılır. Aynı kökten bir masdar-isim olan adl kelimesi, “adaletli” anlamında Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri olarak da kullanılmaktadır. Adalet Kur’an-ı Kerîm ve hadislerde genellikle “düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hüküm verme, doğru yolu izleme, takvâya yönelme, dürüstlük, tarafsızlık” gibi mânalarda kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerîm’de kıst kelimesi de yer yer adaletin eş anlamlısı olarak geçmektedir. Bununla birlikte adalet daha soyut bir kavram olarak kullanılırken kıst genellikle uygulamada hakkaniyeti ifade eder.
    İhsan, kulun Allah’a karşı hissettiği derin saygı, bağlılık ve itaat ruhunu ve bu ruh halinin ürünü olan iyi davranışları kapsar. Hz. Peygamber’in, “Cibrîl hadisi” diye bilinen hadiste geçen “İhsan, Allah’ı görür gibi ibadet etmendir; çünkü sen O’nu görmesen de O seni görmektedir” şeklindeki meşhur açıklaması (Buhârî, “Tefsîr”, 31/2; “Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 5-7), bu bağlamdaki ihsanın en güzel tanımı kabul edilmiştir. İhsanın bu kapsamı bilhassa takvâ terimiyle yakından ilgili görünmektedir. Nitekim çeşitli âyetlerde bu iki kavram semantik bir bağlantı içinde kullanılmıştır (meselâ bk. Mâide 5/93; Yûsuf 12/90; Zâriyât 51/15-16)
    “Hayasızlık” diye çevirdiğimiz fahşâ kelimesi, aynı kökten gelen fuhuş kelimesiyle eş anlamlı olup çirkin sözler ve fiiller için kullanılır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “fhş” md.). Daha genel bir ifadeyle fahşâ, başta zina olmak üzere edep, hayâ ve iffete aykırı her türlü söz ve davranışı ifade eder. “Kötülük” diye çevirdiğimiz münker ise genellikle mâruf kavramının zıddı olarak “aklın ve sağ duyunun çirkin bulduğu, erdemli toplumun yadırgadığı tutum ve davranışlar” anlamına gelir (bk. Nisâ 4/19, 140; daha geniş olarak A‘râf 7/157).
    Fahreddin er-Râzî’nin de ifade ettiği gibi (XX, 100), “Bu âyette Allah Teâlâ yükümlülükle ilgili farz ve nâfile mahiyetindeki ilkeleri; kezâ ahlâk ve âdâba dair genel ve özel konuları bir araya getirmiştir.” Yine aynı müfessire göre (XX, 105) bu âyet, Kur’an’ı “her konuda (yani insanlığın muhtaç olduğu ve ilâhî bir aydınlatma olmadan ulaşamayacağı helâl-haram, sevap-ceza konularında) açıklama getiren bir rehber” olarak tanıtan bir önceki âyetin tasdiki mahiyetindedir. Çünkü bu âyetin buyruğuna uyarak her durumda adaletli olan, gerektiğinde özveride bulunabilen, yakınlarına cömertçe iyilik e

  • Nahl Süresi Meal Ve Tefsiri 45-67Datum07.12.2023 05:02
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Nahl Süresi Meal Ve Tefsiri 45-67

    Ayet
    اَفَاَمِنَ الَّذٖينَ مَكَرُوا السَّيِّـَٔاتِ اَنْ يَخْسِفَ اللّٰهُ بِهِمُ الْاَرْضَ اَوْ يَأْتِيَهُمُ الْعَذَابُ مِنْ حَيْثُ لَا يَشْعُرُونَۙ ﴿٤٥﴾
    45.Şimdi şu kötülükleri planlayanlar, Allah’ın onları yerin dibine geçirmeyeceğinden veya hiç bilemeyecekleri bir yerden kendilerine azabın gelmeyeceğinden
    اَوْ يَأْخُذَهُمْ فٖي تَقَلُّبِهِمْ فَمَا هُمْ بِمُعْجِزٖينَۙ ﴿٤٦﴾
    ﴾46﴿ .. ya da onlar işe güce dalmışken Allah’ın kendilerini kıskıvrak yakalamayacağından emin mi oldular? Onların bunu engelleme güçleri de yoktur.
    اَوْ يَأْخُذَهُمْ عَلٰى تَخَوُّفٍؕ فَاِنَّ رَبَّكُمْ لَرَؤُ۫فٌ رَحٖيمٌ ﴿٤٧﴾
    Meal
    ﴾47﴿ Yoksa Allah’ın içlerine felâket korkusu salarak kendilerini cezalandırmayacağına dair bir güvenceleri mi var? Ama sizin rabbiniz kuşkusuz çok şefkatli, çok merhametlidir.
    Tefsir
    İnsanların inançta gerçeğe, yaşayışta iyilik ve doğruluğa yönelmelerini, böylece inkâr ve kötülükleri yüzünden dünyada ve âhirette belâ ve musibete uğramaktan kurtulmalarını murat eden yüce Allah, rahmetinin sonucu olarak bu âyetlerde de bir uyarıda bulunmaktadır. Yukarıdaki âyetlerde belirtildiği gibi Mekke putperestleri bâtıl inançlara sapmakla kalmıyor, Kur’an’a “eskilerin masalları” diyor, insanların önünü keserek onların Peygamber’le görüşmesini engelliyor ve genel olarak İslâm’a, onun peygamberine ve kutsal kitabına karşı bir savaş yürütüyorlardı. Âyetlerde müslümanlara karşı ısrarlı bir düşmanlık stratejisi takip eden müşrikler ve dolayısıyla her dönemde benzer davranışları sergileyenler, türlü şekillerde cezalandırılacakları konusunda uyarılmaktadırlar.
    46. âyette “Onlar bunu (Allah’ın kendilerini bu şekilde cezalandırmasını) engelleyemeyecekler” buyurulduktan sonra 47. âyette, “Ama sizin rabbiniz kuşkusuz çok şefkatli, çok merhametlidir” denilmesi şu anlama gelir: Eğer Hakk’a ve Hak yolunda gidenlere karşı kötü planlar kuranlar, düşmanlık edenler, buna rağmen hayatlarını sürdürebiliyor, ortalıkta dolaşabiliyorlarsa bu onların Allah’ı âciz bırakmalarından değil, Cenâb-ı Hakk’ın geniş merhamet ve şefkatiyle onlara zaman tanımasındandır (Taberî, XIV, 114). Ayrıca âyetten, Allah’ın cezalandırmasını zamana yayarak da gerçekleştirdiği, bu şekilde isyankâr bir topluluğu cezalandırdıkça onların benzeri diğer toplulukların içlerine de korkular düştüğü anlaşılmaktadır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 403

    اَوَلَمْ يَرَوْا اِلٰى مَا خَلَقَ اللّٰهُ مِنْ شَيْءٍ يَتَفَيَّؤُ۬ا ظِلَالُهُ عَنِ الْيَمٖينِ وَالشَّمَٓائِلِ سُجَّداً لِلّٰهِ وَهُمْ دَاخِرُونَ ﴿٤٨﴾
    Meal
    ﴾48﴿ Allah’ın yarattığı nesneleri görmüyorlar mı? Onların gölgeleri sağa ve sola dönmekte, Allah’a secde edip yere kapanmaktadır.
    Tefsir
    Sözlükte secde terimi hem müminlerin namazda yaptıkları gibi, “Allah’a şuurlu ibadet” hem de “Allah’ın iradesine boyun eğip teslim olma (inkıyad) hali” anlamında kullanılır. Bir sonraki âyette canlılardan ve meleklerden söz edilmesine bakılırsa 48. âyetin metninde geçen “mâ” kelimesiyle cisimler kastedilmiş olmalıdır, o halde bu âyetteki secde kelimesi ikinci anlamda kullanılmıştır.
    Burada tabiatın ilâhî iradeye boyun eğişine bir örnek olmak üzere basit bir olay gibi görünen gölgenin hareketine dikkat çekilmektedir. Kâinattaki bütün oluşlar Allah’ın iradesine bağlıdır; cisimlerin gölgesinin daimî bir değişme içinde olması da bu iradenin tabiata müdahalesinin sürekliliğini kanıtlayan, herkesin görüp durduğu en ilginç örneklerden biridir. Tabiat kanunları dediğimiz düzenli sebep-sonuç ilişkileri Allah’ın özgür iradesiyle işlettiği yasalardır; yoksa tabiat kendi kendine yasalar koyan bilinçli, iradeli bir güç değildir. Esasen dış dünyada tabiat diye ayrı, bağımsız, gerçek bir varlıktan değil, sadece tek tek varlıklardan söz edilebilir; tabiat ise bu varlıkların tamamı için kullanılan isimden, kelimeden başka bir şey değildir. Şu halde var olmayan bir şeye fiil ve yaratma gibi etkinlikler de isnat edilemez. Bu durumda gölgeyi sürekli hareket halinde bulunduran sonsuz güç, diğer bütün olayları da kesintisiz sürdürmekte, bütün oluş ve bozuluş (kevn ve fesad) bu iradeyle gerçekleşmektedir. İşte hakiki iman budur; yoksa Mekke müşriklerinin putları Allah’a ortak tanıması –bir Allah inancı söz konusu olsa bile– O’nun yanında başka güçler tanıyıp o güçlere Allah’ı, O’nun iradesini ve gücünü dışlayan işlevler yüklemesi makbul bir Allah inancı değildir.

    وَلِلّٰهِ يَسْجُدُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ مِنْ دَٓابَّةٍ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَهُمْ لَا يَسْتَكْبِرُونَ ﴿٤٩﴾
    ﴾49﴿ Göklerdekiler, yerdeki canlılar ve melekler büyüklük taslamadan Allah’a secde ederler.
    يَخَافُونَ رَبَّهُمْ مِنْ فَوْقِهِمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَࣖ ﴿٥٠﴾
    ﴾50﴿ Onlar, yüceler yücesi bildikleri rablerinden korkar, kendilerine buyurulanı yerine getirirler.
    Tefsir
    Göklerde ve yerde bulunan canlılar ve melekler de Allah’a secde eder, boyun eğerler. Ayrıca melekler asla kibre kapılıp âsi olmaz, serkeşlik etmez, Allah’ın yasalarından sapmazlar; O’na derin bir saygıyla kulluk eder, emredileni yaparlar. Canlı varlıklar içinde akıllı ve bilinçli olanların secdesi ibadet şeklinde, diğerlerininki ise itaat ve inkıyad şeklindedir. Esasen insanların fizyolojik ve psikolojik yapıları bile Allah’ın iradesiyle işlediğine göre, inkârcı olan da bu yönüyle diğer canlı ve cansız varlıklar gibi “inkıyad” mânasında her an Allah’a secde eder. Nitekim burada inkârcı ve isyankâr insanlar istisna edilmeksizin yerdeki canlıların tamamının Allah’a secde ettiği ifade buyurulmuştur.
    “Göklerdekiler” sözü melekleri de kapsamakla birlikte onların Allah’a itaat ve ibadetleri diğer varlıklara göre en ileri derecede olduğu için bir takdir ifadesi olmak üzere özellikle anılmış olmalıdırlar. İnsanlar içinde inkârcı ve günahkârlar bulunursa da, melekler Allah’a ibadet konusunda asla kibir taslamazlar, küstahça tavır takınmaz; yüceler yücesi bildikleri rablerinden korkar, O’nun buyruklarına eksiksiz uyarlar. Bu âyet, meleklerin ismet (günahsızlık) özelliğine sahip olduklarını gösterir (Râzî, XX, 44-45).
    Bağlamından dolayı “yüceler yücesi...” diye tercüme ettiğimiz metindeki min fevkıhim ifadesinin tam karşılığı, “onların üzerinden” şeklinde olduğu için, 50. âyete, bizim tercih ettiğimiz mânadan başka, “üstlerinden, yukarıdan gelecek olan azaptan dolayı rablerinden korkarlar...” mânası da verilmiştir (bk. Zemahşerî, II, 331; Kurtubî, X, 119)
    وَقَالَ اللّٰهُ لَا تَتَّخِذُٓوا اِلٰهَيْنِ اثْنَيْنِۚ اِنَّمَا هُوَ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ فَاِيَّايَ فَارْهَبُونِ ﴿٥١﴾
    ﴾51﴿ Allah buyurdu ki: “İki tanrı edinmeyin, Tanrı bir tektir. Şu halde yalnız benden korkun.”
    وَلَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلَهُ الدّٖينُ وَاصِباًؕ اَفَغَيْرَ اللّٰهِ تَتَّقُونَ ﴿٥٢﴾
    ﴾52﴿ Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, itaat da daima ve yalnız O’na yapılır. Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?
    Tefsir
    Tefsirlerde 52. âyet metnindeki din kelimesi “itaat” olarak açıklanmıştır; aynı âyette geçen vâsıben kelimesi ise bizim tercih ettiğimiz “daima ve yalnız” anlamı yanında “zorunlu olarak” gibi başka anlamlarda da açıklanmıştır.
    “İki tanrı edinmeyin” ifadesiyle çok tanrıcılığın asgarisi bile reddedildiğine göre ikiden fazla varlığa tanrısallık yüklemenin de yasaklandığı açıktır. Nitekim devamındaki “Tanrı bir tektir” ifadesi de bunu vurgulamaktadır. Birden fazla tanrı tanımanın mantığı, evrende birden fazla yaratıcı-yönetici güç olduğu kabulüne dayandığı için, 52. âyette göklerde ve yerde ne varsa hepsinin Allah’a ait olduğu, yani O’nun tarafından yaratıldığı, O’nun hüküm ve tasarrufunda bulunduğu belirtilmiş, buradan da kulluk ve itaatin zorunlu olarak sadece O’na yapılması gerektiği sonucu çıkarılmıştır.

    وَمَا بِكُمْ مِنْ نِعْمَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ ثُمَّ اِذَا مَسَّكُمُ الضُّرُّ فَاِلَيْهِ تَجْـَٔرُونَۚ ﴿٥٣﴾
    ﴾53﴿ Elinizde nimet olarak ne varsa Allah’tandır. Sonra başınıza bir sıkıntı geldiğinde O’na yalvarırsınız.
    Tefsir
    Sadece yaratıcı olduğundan dolayı değil, aynı zamanda nimet sahibi olduğu, hayatın devamı hususunda gerekli olan imkânları, bu arada insanların yiyip içtiği, servet kabul edip sevinç duyduğu nimetleri, sağlık ve âfiyeti ihsan ettiği için, bütün bunları verenin başkası değil yalnız O olduğu, başlarına bir sıkıntı gelince O’na yöneldikleri, yönelmeleri gerektiği için de O’nu rab olarak bilip O’na itaat etmeleri gerekir.

    ثُمَّ اِذَا كَشَفَ الضُّرَّ عَنْكُمْ اِذَا فَرٖيقٌ مِنْكُمْ بِرَبِّهِمْ يُشْرِكُونَۙ ﴿٥٤﴾
    ﴾54﴿ Allah sizi sıkıntıdan kurtardığında içinizden bazıları, gariptir ki, hemen rablerine ortak koşarlar.
    لِيَكْفُرُوا بِمَٓا اٰتَيْنَاهُمْؕ فَتَمَتَّعُواࣞ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ ﴿٥٥﴾
    ﴾55﴿ Kendilerine verdiklerimize karşı nankörlük etmek için (böyle yaparlar). Yiyip için bakalım, ama yakında anlayacaksınız!
    Tefsir
    Râzî, bu âyetleri tefsir ederken konuyla ilgili görüşünü şu şekilde ifade eder: “İnsanın aslî fıtratı ve temiz hilkati belâ, zarar, âfet gibi korku ve sıkıntı zamanlarında Allah’tan başka sığınak olmadığına, sadece O’ndan yardım geleceğine şahitlik eder. Ama belâ ve zarar ortadan kalkınca da bu itikad üzere olmak gerekir. Musibet geldiğinde Allah’tan başka sığınak olmadığını itiraf edip de ondan kurtulunca bunun aksine davranmak, Allah’a ortak koşmak vahim bir cehalet, tam bir dalâlettir” (XX, 51). Âyette de bazı insanların bu şekilde çelişkili tutuma girerek Allah’a ortak koşmaları (genel anlamda Allah’tan başka varlıklara tanrısal bir güç ve değer yüklemeleri), beklenmedik bir durum (müfâcee) için kullanılan “izâ” edatıyla ifade edilerek yadırganmıştır. Bu sebeple meâlinde bu edatı “gariptir ki” şeklinde çevirmeyi uygun bulduk.
    Yine Râzî, 1 Muharrem 602 tarihinde (18 Ağustos 1205) bu âyetlerin tefsirini yazarken sabah vaktinde şiddetli bir deprem olduğunu, insanların dehşet içinde bağıra çağıra Allah’a dua edip yalvardıklarını, fakat bir süre sonra yine “sefâhet ve cehâletlerine” döndüklerini belirtip bu olayı söz konusu âyetin açıklanmasına bir örnek olarak gösterir (XX, 51-52).
    Müfessirlerin çoğu 55. âyetin başındaki “li” edatını “ta‘lil lâmı” (sebep bildiren edat) kabul ederek âyeti bizim meâlimizdeki gibi anlamışlardır. Ancak bunun “âkıbet lâmı” (işin vardığı sonucu bildiren edat) olduğu ileri sürülerek âyete, “Nihayet verdiklerimize karşılık nankörlük yaparlar” diye mâna verenler olduğu gibi (bk. İbn Kesîr, IV, 495; Şevkânî, III, 192), âyet metnindeki “li-yekfürû” ifadesinin tehdit ve uyarı anlamı taşıyan emir olduğunu savunarak bu kısma, “Nankörlük etsinler bakalım!...” şeklinde mâna verenler de olmuştur (bk. Zemahşerî, II, 332; İbn Atıyye, III, 401).
    وَيَجْعَلُونَ لِمَا لَا يَعْلَمُونَ نَصٖيباً مِمَّا رَزَقْنَاهُمْؕ تَاللّٰهِ لَتُسْـَٔلُنَّ عَمَّا كُنْتُمْ تَفْتَرُونَ ﴿٥٦﴾
    ﴾56﴿ Onlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden, bilmedikleri şeylere de bir pay ayırırlar. Allah’a yemin olsun ki böyle kendi uydurduğunuz putlardan dolayı mutlaka sorguya çekileceksiniz.
    Tefsir
    En‘âm sûresinin 136. âyetinde daha ayrıntılı olarak ifade edildiği üzere putperest Araplar, hayvanlarının ve ziraî ürünlerinin bir kısmını putlara ayırır, bunları tapınak hizmetlerinde kullanırlardı; ayrıca putları için kurban keser, onlara sunarlardı (İbn Atıyye, III, 401). Âyette onların bu tür telakki ve uygulamalarının tamamen kendilerinin yakıştırdığı asılsız şeyler olduğu ve bunlardan dolayı kesinlikle sorguya çekilecekleri belirtilmektedir.
    “Bilmedikleri şeyler” diye çevirdiğimiz kısım, “hiçbir şey bilmeyen nesneler” şeklinde de anlaşılmıştır (Zemahşerî, II, 332; İbn Atıyye, III, 401).
    Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 409
    وَيَجْعَلُونَ لِلّٰهِ الْبَنَاتِ سُبْحَانَهُۙ وَلَهُمْ مَا يَشْتَهُونَ ﴿٥٧﴾
    ﴾57﴿ Yine onlar -hâşâ- “Kızlar Allah’ındır” diyorlar. Akıllarınca beğendikleri de kendilerinin oluyor!
    Tefsir
    Putperest Araplar’ın önde gelenlerinden Huzâa ve Kinâne kabileleri melekleri Allah’ın kızları olarak kabul ederlerdi. Âyette “hâşâ” diye çevirdiğimiz sübhânehû deyimiyle Allah Teâlâ’nın, ancak yaratılmışlar için geçerli olan bu tür özelliklerden kesinlikle münezzeh olduğu ifade buyurulmaktadır. Ayrıca burada Câhiliye Arapları’nın erkek evlâtlarla kızlar arasında bir değer ayırımı yapmaları ve bu temelsiz telakkiye göre erkek çocukların kendi has evlâtları olduğunu büyük bir gururla ifade ederken ikinci sınıf varlıklar olarak gördükleri kızları, başlarından atarcasına Allah’a nisbet etmeleri de dolaylı olarak eleştirilmektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 410

    وَاِذَا بُشِّرَ اَحَدُهُمْ بِالْاُنْثٰى ظَلَّ وَجْهُهُ مُسْوَداًّ وَهُوَ كَظٖيمٌۚ ﴿٥٨﴾
    ﴾58﴿ Onlardan birine bir kız müjdelendiğinde, öfkelenerek yüzü mosmor kesilir.
    يَتَوَارٰى مِنَ الْقَوْمِ مِنْ سُٓوءِ مَا بُشِّرَ بِهٖؕ اَيُمْسِكُهُ عَلٰى هُونٍ اَمْ يَدُسُّهُ فِي التُّرَابِؕ اَلَا سَٓاءَ مَا يَحْكُمُونَ ﴿٥٩﴾
    ﴾59﴿ (Aklınca) verilen müjdenin kötülüğünden dolayı halktan gizlenir. Böyle bir alçaltıcı duruma rağmen onu yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün! Görün işte, ne kötü yargıda bulunuyorlar!
    Tefsir
    Câhiliye Arapları kız çocuklarını iki sebeple istemezlerdi: İlki geçim sıkıntısı, ikincisi de namus anlayışları (Râzî, XX, 56). Erkek çocuklar ileride kabilenin silâhşoru olacakları için onları istememek şöyle dursun, 57. âyetin sonunda da ima edildiği üzere, erkek çocuklara sahip olmaktan özellikle hoşlanırlar, sayılarının çokluğu ile övünürlerdi; fakat kız çocukları, Türkçe’deki meşhur deyimiyle “kaşık düşmanı” olarak telakki edilirdi. İkinci ve daha önemli sebebe gelince, ardı arkası kesilmeyen kabileler arası savaşlarda kız ve kadınların esir düşmeleri ve câriye olarak tutulmaları, alınıp satılmaları, namusuna çok düşkün olan Câhiliye Arabı için son derece onur kırıcı bir durumdu ve bu yüzden toplumda kız çocuğuna sahip olmak bir utanç sebebi olarak algılanıyordu; aslında sevinmek gerektiği için 59. âyette “müjde” kelimesiyle ifade edilen böyle bir doğum haberi alan baba, tam tersine üzüntüye boğuluyordu. Âyet, bu son derece cahilce telakkinin, acımasız törenin baskısı altında kalan, ama fıtratındaki babalık duygusunun etkisinden de kurtulamayan Câhiliye Arabı’nın bunalımını, kısa fakat oldukça etkileyici bir ifadeyle özetlemektedir: “Böyle bir alçaltıcı duruma rağmen onu yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün!” Âyet, onları böylesine korkunç bir ikilemle karşı karşıya bırakan zihniyeti, “Görün işte, ne kötü yargıda bulunuyorlar!” diyerek mahkûm etmektedir (kız çocuklarının öldürülmesi hususunda ayrıca bk. İsrâ 17/31; Tekvîr 81/8-9).
    Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 410
    لِلَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ مَثَلُ السَّوْءِۚ وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰىؕ وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُࣖ ﴿٦٠﴾
    ﴾60﴿ Âhirete inanmayanlar kötü sıfatlarla anılır; Allah’a ise en yüce sıfatlar yaraşır. O azîzdir, hakîmdir.
    Tefsir
    Müfessirler, genellikle âhirete inanmayanlara ait olduğu bildirilen “kötü sıfatlar”ı, erkek çocuklara ihtiyaç duyup kız çocukları aşağılamak ve reddetmek, ilkel bir namus anlayışı veya geçim endişesiyle onların canına kıyacak kadar merhametsizleşmek ya da cimrileşmek; Allah’a yaraştığı ifade edilen, “en yüksek nitelikler”i de O’nun evrende hiçbir şeye muhtaç bulunmayacak derecede eksiksiz-kusursuz olması, yaratılmışlara özgü vasıflardan münezzeh bulunması şeklinde sıralamışlardır (Zemahşerî, II, 333; Râzî, XX, 56). Ancak âyeti daha kapsamlı düşünmenin de mümkün olduğu kanaatindeyiz. Kur’an-ı Kerîm’in pek çok yerinde olduğu gibi bu sûrenin 17. âyetinden başlayan bölümünde de putperestlerin inançları, tutum ve davranışları, uygulamaları, töreleri ve son olarak kız çocuklarıyla ilgili merhametsiz telakkileri eleştirilmektedir; 56. âyette ise Allah adına yemin edilerek bütün bunlardan dolayı sorguya çekilecekleri açıkça bildirilmektedir. Fakat onlar, nefislerinin esiri olmaları, günah işleme arzusuyla dolup taşmaları yüzünden böyle bir sorumluluğu kabule yanaşmıyor, bundan dolayı da âhirete inanmıyorlardı; çünkü böyle bir hayatın varlığına inanmak, yaptıklarının hesabını vereceklerini kabul etmek anlamına gelecekti. Bu yüzden konumuz olan âyette belirtilen kötü sıfatlara sahip olanlar “âhirete inanmayanlar” olarak anılmıştır. Zira onlar âhirete inansalardı bu sıfatlardan da kurtulmaya çalışırlardı.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 410-411

    وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللّٰهُ النَّاسَ بِظُلْمِهِمْ مَا تَرَكَ عَلَيْهَا مِنْ دَٓابَّةٍ وَلٰكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّىۚ فَاِذَا جَٓاءَ اَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ ﴿٦١﴾
    Karşılaştır 61: Eğer Allah insanları zulümleri sebebiyle hemen cezalandırsaydı, yerin üzerinde kıpırdayan hiçbir canlı varlık bırakmaz hepsini yok ederdi; fakat onları belli bir süreye kadar ertelemektedir. Süreleri dolduğu zaman artık onu ne bir an geciktirebilirler, ne de bir an öne alabilirler.
    TEFSİR:
    Önceki âyetlerde anlatılan fiil ve davranışların her biri Allah’a karşı isyan ve haksızlıktır. Bunları yapanlar cezayı hak ederler. Fakat Allah, yanlışlarından dönüp Rablerine yönelmeleri için onlara süre tanımakta, hemen helak etmemektedir. Tanınan bu süre içinde haksızlıktan ve baş kaldırmaktan vazgeçmezlerse mutlaka Allah’ın cezasına uğrayacaklardır.
    Eğer Allah zulümleri sebebiyle insanları dünyada hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde bir tek canlı bırakmazdı. Demek zulüm, dehşetli felaketlere sebep olacak büyük bir günahtır. Mesela insanları cezalandırmak için verilen deprem, yangın, sel gibi afetlerde diğer canlılar da zarar görmekte, hepsi birden telef olmaktadır. İbn Mesud (r.a.) bu âyet-i kerîmeyi okuyarak şöyle demiştir: “Allah diğer yaratıkalrı günahkârların günahları sebebiyle sorgulayacak olsa, azap, yuvalarındaki kara böcekler dâhil olmak üzere bütün varlıkları kapsar. Gökten yağ­mur yağdırmaz, yerden bitki bitirmez, bunun sonucunda da bütün canlılar ölür giderdi. Fakat yüce Allah affetmekte ve lutufla muamele etmektedir. Nitekim bir başka âyet-i kerîmede: « Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizin kazandığı günahlar, ihmal ve kusurlar yüzündendir. Bununla beraber Allah, o günah ve kusurların pek çoğunu da affediyor» (Şûra 41/30) buyrulmaktadır.” (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIV, 166; Kurtubî, el-Câmi‘, X, 120)
    Azaba uğrayanlar arasında zulme sapmamış müminler de bulunduğu halde yüce Allah nasıl olur da herkesi helak eder, diye bir sual sorulabilir. Bu suale şöyle cevap vermek mümkündür: Allah zalimi intikam alıp cezalandırmak üzere helak eder; müminin helâkına karşılık ise ona âhirette sevap ve mükâfat verir. Nitekim böyle bir soru üzerine Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
    “Allah bir kavme azap etmeyi murad edecek olursa, azap aralarında bulunan iyi, kötü herkese isabet eder, sonra da herkes niyetine göre diriltilir.” (Buhârî, Fiten 19; Müslim, Cennet 84)
    وَيَجْعَلُونَ لِلّٰهِ مَا يَكْرَهُونَ وَتَصِفُ اَلْسِنَتُهُمُ الْكَذِبَ اَنَّ لَهُمُ الْحُسْنٰىۜ لَا جَرَمَ اَنَّ لَهُمُ النَّارَ وَاَنَّهُمْ مُفْرَطُونَ ﴿٦٢﴾
    62: Onlar hoşlanmadıkları şeyleri Allah’a yakıştırıyorlar; dilleri de durmadan, en güzel mükâfatın kendilerini beklediği yalanını uyduruyor. Oysa hiç şüphesiz, onları bekleyen ateştir, hem de, oraya sürüklenenlerin en önünde olacaklardır.
    TEFSİR:
    Burada müşriklerin üç kademe halinde hata ve yanılgı içinde oldukları beyân edilir:
    › Allah’a çocuk isnat etmeleri,
    › Tamamen yanlış olmakla birlikte, kanaatlerine göre değerli gördükleri erkek çocukları kendilerine nispet edip, daha aşağı ve değersiz gördükleri kız çocukları Allah’a nispet etmeleri,
    › Affedilmez bir günah olan şirk içinde yüzdükleri halde, şâyet vuku bulacaksa, âhirette en güzel âkıbetin, cennet ve mutluluğun kendilerine ait olacağını söylemeleri.
    Nitekim onların bu düşünceleri bir başka âyet-i kerîmede şöyle dile getirilir: “Kıyâmetin kopacağını da sanmıyorum. Ama olur da Peygamber’in haber verdiği gibi kıyamette Rabbimin huzuruna çıkarılacak olsam bile, mutlaka O’nun yanında benim için bundan daha güzeli vardır” (Fussilet 41/50) Halbuki bu düşünce, tam anlamıyla bir yalan ve aldatmacadır. Kendilerini yalan yere aldatmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Yarın Allah’ın huzuruna varınca “güzel âkıbet” yerine “pek fenâ bir âkıbet”le karşılaşacaklardır. Nasipleri ateş olacak, oraya en önde girenlerden olacaklar, orada unutulup bırakılacaklar ve bir daha oradan çıkmaları mümkün olmayacaktır.
    İşte, ilâhî hükümleri hayatın dışına ittikleri halde haktan ve hukuktan bahseden kâfirlerin gerçek yüzleri ve feci sonları böyledir. Nitekim önceden gelip geçen inkârcı toplumların durumu da böyleydi:
    تَاللّٰهِ لَقَدْ اَرْسَلْنَٓا اِلٰٓى اُمَمٍ مِنْ قَبْلِكَ فَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ اَعْمَالَهُمْ فَهُوَ وَلِيُّهُمُ الْيَوْمَ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿٦٣﴾
    63: Allah’a yemin olsun ki, senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Fakat şeytan onlara yaptıkları bâtıl amelleri süslü gösterdi de gerçeği kabule yanaşmadılar. İşte geçmişte olduğu gibi bu gün de onların dostu şeytandır ve onlar için pek acıklı bir azap vardır.
    وَمَٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ اِلَّا لِتُبَيِّنَ لَهُمُ الَّذِي اخْتَلَفُوا ف۪يهِۙ وَهُدًى وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ ﴿٦٤﴾
    64: Biz sana bu kitabı, ancak hakkında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda onlara gerçeği bütün açıklığıyla anlatasın diye, bir de iman edecek bir toplum için doğru yolu gösteren bir rehber ve rahmet kaynağı olsun diye indiriyoruz.
    TEFSİR:
    Bir taraftan Resûlullah (s.a.s.), kavminin cahillikleri sebebiyle gönlüne ulaşan gam ve kederlere karşı teselli edilir. Diğer taraftan ise Kur’ân-ı Kerîm’in indiriliş gayesine dikkat çekilerek Efendimiz (s.a.s.)’e vazifesini yerine getirip ötesini Allah’a bırakması için tavsiyede bulunulur.
    Kur’an’ın Peygamberimiz (s.a.s.)’e indirilmesinin pek çok hikmetlerinden ikisi şudur:
    › İster Ehl-i kitap, ister müşrikler olsun umûmen müslümanlar haricindeki kimselerin tevhid, şirk, kader, kıyametin varlığı, yokluğu, bir kısım haramlar ve helâller hususunda anlaşmazlığa düştükleri şeyleri açıklığa kavuşturmak; onlara doğru olan hükümleri bildirmek.
    › İman edenlere bir hidâyet ve rahmet kaynağı olması. Mü’minler, Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği bilgilerle Allah’ın razı olacağı doğru yolu öğrenir ve o yolda yürüyerek ilâhî rahmete nâil olurlar.Nitekim Kur’an’ın ruhlara hayat vermesi, bulutlardan yağan yağmurla ölü toprağın dirilmesine benzer:

    وَاللّٰهُ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَاۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ۟ ﴿٦٥﴾
    65: Allah, gökten su indirir de onunla ölümünden, kuruyup katılaştıktan sonra yeryüzünü diriltir. Elbette bunda gerçeğe kulak verecek bir toplum için açık bir işaret ve mühim bir ders vardır.
    TEFSİR:
    Gökten yağmurun indirilip onunla ölümünden sonra yerin diriltilmesinde, Allah’ın birliğine ve öldükten sonra dirilişe apaçık bir delil vardır. Zira bunları yapmaya kudreti yeten Allah, elbette ölüleri diriltmeye de kadirdir. Suyun inmesi ve onunla arzın dirilmesine “görmek ve düşünmek” daha uygun olmasına rağmen burada “dinleme”nin seçilmesinde önemli bir nükte vardır. O da zikredilen suyun Kur’an’ı temsil etmesine, suyla ölü toprağın dirilişinin de Kur’an’la ölü kalplerin dirilişine işaret etmiş olmasıdır. Kur’an’a uygun olan ise “görmek” değil, “dinlemek”tir.Sağmal hayvanlar ve onların bize ikram ettiği süt, Allah’ın ne büyük bir kudret nişanesidir:

    وَاِنَّ لَكُمْ فِي الْاَنْعَامِ لَعِبْرَةًۜ نُسْق۪يكُمْ مِمَّا ف۪ي بُطُونِه۪ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَٓائِغًا لِلشَّارِب۪ينَ ﴿٦٦﴾
    66: Gerçek şu ki, sağmal hayvanlarda da sizin için büyük bir ibret bulunmaktadır. Nitekim, onların karınlarında fışkı ile kan arasından çıkardığımız, içenlerin boğazından kolayca geçen, lekelerden arınmış temiz bir sütle sizi besliyoruz.
    TEFSİR:
    Hizmetimize sunulan sağmal hayvanlarda, özellikle onlarda hayatımız için mühim bir besin kaynağı olan sütün oluşumunda Allah’ın varlığını, birliğini, ilim, hikmet ve kudretini gösteren büyük bir ibret bulunmaktadır. Hayvanın memesinden bembeyaz, tertemiz, dupduru çıkan sütün durumu ne kadar dikkat çekicidir. Halbuki süt hayvanın karnında kana ve fışkıya ayrılan gıdadan yaratılır. Yahut barsaklardaki fışkı ile damarlardaki kan arasında yaratılır. Yani bir tarafta fışkı diğer tarafta kan varken, özellikleri bunlardan tamamen ayrı, lekesiz, tertemiz, lezzetli, içenlere faydalı süt yaratması, süte fışkının ve kanın karışmaması, Allah’ın hikmet ve kudretinin işaretidir. İşte bunu yaratan Allah birdir; kulluğa ve şükredilmeye en layık olan O’dur.Bitkilerdeki ilâhî kudret ve rahmet tecellilerine bakmak gerekirse:

    وَمِنْ ثَمَرَاتِ النَّخ۪يلِ وَالْاَعْنَابِ تَتَّخِذُونَ مِنْهُ سَكَرًا وَرِزْقًا حَسَنًاۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ ﴿٦٧﴾
    67: Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının meyvelerinden hem sarhoşluk veren bir içki hem de güzel bir rızık elde edersiniz. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir toplum için kesin bir delil vardır.
    TEFSİR:
    İnsanlar hurma ve üzüm meyvelerinden iki türlü ürün elde ederler. Birincisi sarhoşluk verici şeylerdir. Nitekim bu meyvelerin şırası bekletilince mayalanır ve alkole dönüşür. İkincisi ise “güzel rızık” olarak ifade edilen sirke, pekmez ve çeşitli faydalı yiyecek ve içeceklerdir. Bunlardan temiz ve sağlığa uygun rızık edinmek ile zevk verip onu sarhoş edecek içkiyi içmek arasındaki tercih, âyetin indiği o dönem itibariyle, insana bırakılmıştır. Fakat bu, aynı zamanda alkollü içkilerin daha sonra haram kılınacağına dair ciddi bir işaret olmuştur. Çünkü bu âyetin bir önceki âyetle irtibatı düşünülürse, “sarhoşluk veren içki”, “fışkı ve kan”ın benzeri, “güzel rızık” da “süt”ün benzeridir. İnsan aklı fışkı ve kanı yemekten tiksindiği gibi, sarhoşluk veren içkileri içmekten de tiksinmelidir.Şimdi ise dikkatler, büyük bir kudret tecelligâhı olan bal arısının hayranlık veren durumuna çevrilir:

  • Nahl Süresi Meal Ve Tefsiri 24-44Datum06.12.2023 05:43
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Nahl Süresi Meal Ve Tefsiri 24-44

    وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ مَاذَٓا اَنْزَلَ رَبُّكُمْۙ قَالُٓوا اَسَاط۪يرُ الْاَوَّل۪ينَۙ ﴿٢٤﴾
    24: Onlara: “Rabbiniz size ne indiriyor?” diye sorulduğu zaman, “Öncekilerin masallarını!” diye karşılık verirler.
    لِيَحْمِلُٓوا اَوْزَارَهُمْ كَامِلَةً يَوْمَ الْقِيٰمَةِۙ وَمِنْ اَوْزَارِ الَّذ۪ينَ يُضِلُّونَهُمْ بِغَيْرِ عِلْمٍۜ اَلَا سَٓاءَ مَا يَزِرُونَ۟ ﴿٢٥﴾
    24: Onlara: “Rabbiniz size ne indiriyor?” diye sorulduğu zaman, “Öncekilerin masallarını!” diye karşılık verirler.
    25: Neticede onlar kıyâmet gününde kendi günahlarını tamâmen yüklendikleri gibi, bilgisizce saptırdıkları kimselerin bazı günahlarını da yükleneceklerdir. Dikkat edin, sırtlarına ne kötü bir yük alıyorlar!
    TEFSİR:
    Resûlullah (s.a.s.)’in davetine şiddetle karşı çıkan müşriklerin en hileli oyunlarından biri, Kur’ân-ı Kerîm hakkında şüpheler oluşturmaktı. Mekke’ye dışarıdan gelen yabancılar tabii olarak Peygamberimiz (s.a.s.)’in, Allah’tan geldiğini ilân ettiği Kur’an hakkında araştırma yapmaya başlıyorlardı. Kâfirler ise, onlara Kur’an’ın sadece “eskilerin masalları” olduğunu söylüyorlardı. Böylece gelen yabancıları, Efendimiz (s.a.s.)’in tebliğine alaka duyup onu kabul etmelerini engellemek istiyorlardı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIV, 127) Onlar böyle davranmak suretiyle hem kendi günahlarını tam olarak sırtlarına almış oluyorlar, hem de Allah yolundan çevirdikleri o insanların günahlarının bir kısmını yüklenmiş oluyorlardı. Aslında bu da yine “kendi işledikleri günahlar” çerçevesinde değerlendirilebilir. Çünkü bu, onların “saptırmalarına” karşılık tahakkuk eden bir günahtır. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
    “İnsanları doğru yola çağıran kimseye, kendisine uyanların sevabı gibi sevap verilir. Bu durum, ona uyanların sevaplarından da hiçbir şey eksiltmez. İnsanları sapıklığa çağıran kimseye de, kendisine uyanların günahı gibi günah verilir. Bu durum, ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksiltmez.” (Müslim, İlim 16; Ebû Dâvûd, Sünnet 6)Nitekim önceden gelip geçen kâfirlerin halleri de bunlardan farksızdı:
    قَدْ مَكَرَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَاَتَى اللّٰهُ بُنْيَانَهُمْ مِنَ الْقَوَاعِدِ فَخَرَّ عَلَيْهِمُ السَّقْفُ مِنْ فَوْقِهِمْ وَاَتٰيهُمُ الْعَذَابُ مِنْ حَيْثُ لَا يَشْعُرُونَ ﴿٢٦﴾
    26: Onlardan öncekiler de peygamberlerine tuzak kurmaya yeltenmişlerdi. Fakat Allah, onların tuzak kurdukları binâlarını ta temellerinden yıktı da üstlerindeki tavanlar başlarına çöktü. Hem de bu azap onlara hiç fark edemedikleri bir yerden geliverdi.
    TEFSİR:
    Resûlullah (s.a.s.)’e düşmanlık yapan ve onu başarısızlığa uğratmak için çeşitli tuzaklar kuran müşriklerden önce yaşamış nice kâfirler de peygamberlerine karşı aynı şekilde tuzak kurmuşlardı. Fakat Allah Teâlâ onların hiç birini muvaffak kılmadı. Yerden deprem veya gökten rüzgâr olarak azabını gönderip din ve mukaddesata düşmanlık için yaptıkları binalarını, kendileri de içinde bulunuyorken ta temellerinden yıktı. Üstlerindeki tavanlar başlarına çöktü. Böylece farkına varamadıkları ve hiç hesaba katmadıkları bir yerden gelen o azapla helak oldular. Allah, İslâm düşmanlarının kurdukları tuzakları da bu şekilde başlarına yıkıp akim kılacaktır. Yine onların yaptıkları amelleri de kıyamet günü boşa çıkaracak ve onlar, binaları üzerlerine yıkılan, böylece hem servetleri hem de canlarından olup hüsrâna uğrayan kimselerin durumuna düşeceklerdir.
    Hz. İbrâhim’e düşmanlık yapan Nemrud’un durumu buna güzel bir misâl teşkil eder. O, zannınca Hz. İbrâhim’in gökte bulunan ilâhına meydan okumak için yüksek bir kule yapar. Korkunç bir rüzgar onu yerle bir eder; içindekiler de üzerlerine çöken kulenin yıkıntıları altında can verir. Nemrud’u ise daha fazla ıstırap ve acı çekmesi için öldürmez. Ona, burnundan beynine doğru giden bir sivrisinek Musallat eder. Sineğin verdiği sıkıntı ve acıyı dindirip bir an olsun rahatlayabilmek için senelerce kafasını tokmakla dövdürür ve o şekilde helak olur gider. Hâsılı, hangi zaman ve mekanda olursa olsun Allah ve Peygamber düşmanlarının âkıbetleri hep böyle hazin ve hüsran olacaktır.

    ثُمَّ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ يُخْز۪يهِمْ وَيَقُولُ اَيْنَ شُرَكَٓاءِيَ الَّذ۪ينَ كُنْتُمْ تُشَٓاقُّونَ ف۪يهِمْۜ قَالَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَ اِنَّ الْخِزْيَ الْيَوْمَ وَالسُّٓوءَ عَلَى الْكَافِر۪ينَۙ ﴿٢٧﴾
    27: Sonra kıyâmet gününde Allah onları rezil ve perişan eder de: “Hani nerede o sizin uğrunda mü’minlere düşman kesildiğiniz sözde ortaklarım?” diye sorar. Kendilerine ilim verilenler ise: “Bu gün her türlü rezillik ve azap kâfirlerin üzerinedir” derler.
    اَلَّذ۪ينَ تَتَوَفّٰيهُمُ الْمَلٰٓئِكَةُ ظَالِم۪ٓي اَنْفُسِهِمْۖ فَاَلْقَوُا السَّلَمَ مَا كُنَّا نَعْمَلُ مِنْ سُٓوءٍۜ بَلٰٓى اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٢٨﴾
    28: Melekler, böylesi kâfirlerin canlarını onlar küfür ve günah içinde bizzat kendilerine yazık ederken alırlar. Onlar, azabı görünce teslim bayrağını çeker ve mazeret bulma gayreti içinde: “Biz hiçbir kötülük işlemiyorduk” derler. Kendilerine şöyle denilir: “Hayır, hayır! Şüphesiz Allah, sizin neler yaptığınızı çok iyi bilmektedir.”
    فَادْخُلُٓوا اَبْوَابَ جَهَنَّمَ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ فَلَبِئْسَ مَثْوَى الْمُتَكَبِّر۪ينَ ﴿٢٩﴾
    29: “Haydi, içinde ebedî kalmak üzere girin bakalım cehennemin kapılarından içeri! Büyüklenip duranların kalacağı yer ne kötüdür!”
    TEFSİR:
    O gün Allah müşrikleri rezil rüsvâ edecektir. Cenâb-ı Hak: “Hani nerede o sizin uğrunda mü’minlere düşman kesildiğiniz sözde ortaklarım?” (Nahl 16/27) diye sorunca mahşer yerinde toplanan tüm insanlar ölüm sessizliği içine gireceklerdir. Kâfirlerin ve müşriklerin dili tutulacak; çünkü bu soruya verecek bir cevap bulamayacaklardır. Zira ortalıkta, zannettikleri gibi onlara yardım veya şefaat edecek hiçbir şey yoktur. Ancak kendilerine iman ve tevhid ilmi verilen peygamber ve mü’minler, görünen durumu te’yîden o günün kâfirler için çok kötü bir gün olacağını söyleyeceklerdir.
    Ömürlerinin sonuna kadar küfür, şirk ve türlü türlü günahlar içinde yüzen ve bu şekilde kendi kendilerine zulmederken canlarını veren bedbahtlar, âhiret gerçeğini ve cehennemin şiddetli azabını görünce her ne kadar “dünyada hiç günah işlemediklerini” söyleseler de, bu yalanları bir fayda sağlamayacak ve haksız yere büyüklenip duranların varacakları çok kötü bir yer olan cehenneme atılacaklardır.

    وَق۪يلَ لِلَّذ۪ينَ اتَّقَوْا مَاذَٓا اَنْزَلَ رَبُّكُمْۜ قَالُوا خَيْرًاۜ لِلَّذ۪ينَ اَحْسَنُوا ف۪ي هٰذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةٌۜ وَلَدَارُ الْاٰخِرَةِ خَيْرٌۜ وَلَنِعْمَ دَارُ الْمُتَّق۪ينَۙ ﴿٣٠﴾
    30: Gönülleri Allah’a saygıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanlara: “Rabbiniz ne indiriyor?” diye sorulduğunda onlar: “Sadece iyilik ve güzellik indiriyor” derler. İyilik yapanlara bu dünya hayatında güzel bir mükâfat vardır. Âhiret yurdu ise onlar için daha hayırlıdır. Gönüllerinde besledikleri o derin saygıyla Allah’a karşı gelmekten sakınanların varacağı yurt gerçekten ne güzeldir!
    جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ لَهُمْ ف۪يهَا مَا يَشَٓاؤُ۫نَۜ كَذٰلِكَ يَجْزِي اللّٰهُ الْمُتَّق۪ينَۙ ﴿٣١﴾
    31: O yurt Adn cennetleridir ki, oraya girerler, altından ırmaklar akar, orada onlar için diledikleri her şey vardır. Allah, takvâ sahiplerini işte böyle mükâfatlandırır.
    اَلَّذ۪ينَ تَتَوَفّٰيهُمُ الْمَلٰٓئِكَةُ طَيِّب۪ينَۙ يَقُولُونَ سَلَامٌ عَلَيْكُمُۙ ادْخُلُوا الْجَنَّةَ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٣٢﴾
    32: Onlar ki, tertemiz bir hayat yaşarlarken melekler gelip incitmeden canlarını alırlar; bir taraftan da kendilerini: “Selam olsun size! Yaptığınız güzel amellere karşılık girin cennete!” diye müjdelerler.
    TEFSİR:
    Hac mevsiminde Mekke’ye gelen çevre bölgelerin sakinleri müşriklere, peygamber olduğunu duydukları Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında soru sorarlar, onlar da Efendimiz’le ilgili olarak: “O sihirbazdır, şairdir, kâhindir, mecnundur” gibi yaftalarda bulunurlardı. Müminlere de aynı soru­yu sorarlar, onlar ise: “Allah ona iyiliği, güzelliği ve hidâyeti indirdi” derler ve bununla Kur’ân-ı Kerîm’i kastederlerdi. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XX, 20)
    Gerçekten “hayır” yani iyilik ve güzellik olarak vasfedilmeye en layık nimet, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Çünkü o bütün güzellikleri, feyiz ve bereketleri içinde toplamıştır. Tüm dinî ve dünyevî iyilikler, zahirî ve batınî güzellikler ondan neş’et etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği itikâdî, amelî ve ahlâkî hükümler istikâmetinde iyi bir kulluk yapanlara dünya hayatında bile iyilikler ve güzellikler lütfedilecektir. Onlar ilâhî yardıma nâil olacak, düşmanlarına karşı galip gelecek, can ve mallarını emniyet altına alacak, ganimet elde edecek ve daha nice maddî ve manevî güzelliklere erişeceklerdir. Âhiret yurdu ise onlar için dünyadan daha hayırlı olacaktır. Orada altlarından ırmaklar akan, içinde diledikleri her türlü nimet bulunan Adn cennetlerinde kalacaklardır. Hatta Allah Teâlâ’nın onlara bahşedeceği uhrevî nimetler henüz ruhlarını teslim ederken başlayacaktır. Melekler bir taraftan onların ruhlarını çok hoş ve güzel bir şekilde:
    هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّٓا اَنْ تَأْتِيَهُمُ الْمَلٰٓئِكَةُ اَوْ يَأْتِيَ اَمْرُ رَبِّكَۜ كَذٰلِكَ فَعَلَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۜ وَمَا ظَلَمَهُمُ اللّٰهُ وَلٰكِنْ كَانُٓوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ ﴿٣٣﴾
    33: O inkârcılar, illâ kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin azab emrinin gelip çatmasını mı bekliyorlar? Daha önceki kâfirler de böyle yapmışlardı. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmedip duruyorlardı.
    فَاَصَابَهُمْ سَيِّـَٔاتُ مَا عَمِلُوا وَحَاقَ بِهِمْ مَا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ۟ ﴿٣٤﴾
    34: Sonunda yaptıkları kötülüklerin cezası başlarına geldi ve sürekli alay edip durdukları gerçek onları dört bir yandan kuşatıverdi.
    TEFSİR:
    Hitap kâfirleredir. O kâfirler, hak dine inanıp gereğince amel etmediklerine göre, ya meleklerin gelip, küfür, şirk ve günahlar içinde kendilerine zulmederlerken canlarını almalarını veya Allah’ın emrinin gelmesini beklemektedirler. “Allah’ın emri”nden maksat ise;
    › Bedir gününde olduğu gibi öldürülmek,
    › Depremle yerin dibine geçirilmek,
    › Firavun gibi suda boğulmak,
    › Üzerlerine azap kamçısının inmesi veya taş yağmurunun yağdırılması gibi suçluları cezalandırma emridir.
    Cezayı hak edenler, haksızlık yapan kulların kendileridir. Peygamberle alay etmeleri ve günah işlemeleri sebebiyle bu şekilde cezalandırılırlar. Yoksa Allah Teâlâ kimseye haksızlık yapmaz. Dolayısıyla müşriklerin, kendilerini haklı çıkarmak üzere suçu Allah’a atma çabalarının hiçbir haklı gerekçesi olamaz:

    وَقَالَ الَّذ۪ينَ اَشْرَكُوا لَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَا عَبَدْنَا مِنْ دُونِه۪ مِنْ شَيْءٍ نَحْنُ وَلَٓا اٰبَٓاؤُ۬نَا وَلَا حَرَّمْنَا مِنْ دُونِه۪ مِنْ شَيْءٍۜ كَذٰلِكَ فَعَلَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۚ فَهَلْ عَلَى الرُّسُلِ اِلَّا الْبَلَاغُ الْمُب۪ينُ ﴿٣٥﴾
    35: Allah’a ortak koşanlar şöyle dediler: “Eğer Allah dileseydi, biz de, atalarımız da O’ndan başka hiçbir şeye ilâh diye tapmaz ve O’nun emri olmadan hiçbir şeyi kendimize haram kılmazdık.” Daha önceki müşrikler de tıpkı böyle yapmışlardı. Bu durumda peygamberlere düşen vazîfe, apaçık tebliğden başka ne olabilir?
    TEFSİR:
    Müşrikler bu sözlerini alay olsun diye söylemişlerdir. Eğer onlar bunu inanarak söylemiş olsalardı, elbette mü’min olurlardı. Gerçekten de müşrikler bu sözleriyle kendilerinin doğru yolda olduklarını; yaptıklarının Allah’ın dilemesine uygun olduğunu; eğer Allah ortak koşmalarına, bir kısım şeyleri kafalarına göre haram kılmalarına razı olmasa bunları yapamayacaklarını ileri sürüyorlardı. Böylece kendilerini sorumluluktan kurtarmaya çalışıyorlardı. Halbuki Allah, gönderdiği peygamberler vasıtasıyla insanlara gerçeği bildirmiş ve onları bu gerçeği kabul veya reddetmek arasında serbest bırakmıştır. Kul düşünür, bir işi tercih eder. Allah kulunun tercih kabiliyetini herhangi bir yöne zorlamaz. Kulun yapmak istediğini Allah da diler, ona müsaade eder. Böylece iş, kulun tercihi ve Allah’ın yaratmasıyla meydana gelmiş olur. Fakat Allah, her şey sonuçta O’nun müsaade buyurması ve yaratmasıyla meydana gelse de, kulun yaptığı bir kısım işlerden razı olmakta, bir kısmından ise razı olmamaktadır. Mesela inkârı da yaratan Allah olmakla birlikte, “Allah, kullarının inkârına râzı olmaz” (Zümer 39/7) buyurur. Çünkü inkâr, Allah’ın “yapınız” diye bildirdiği emirlerine aykırıdır. Onda kulun hem kendisine hem de başkalarına zarar vardır. O halde hiç kimse, günahını Allah’a havale etmeye çalışarak sorumluluktan kurtulamaz; mutlaka cezasını görür. Bu sebeple kurtuluş için, Allah’ı kendimize göre değil, kendimizi Allah’a göre ayarlamak ve kayıtsız şartsız O’nun kulluğuna teslim olmak gerekir. O’na kul olmanın yollarını da peygamberler açıkça tebliğ etmişlerdir:
    وَلَقَدْ بَعَثْنَا ف۪ي كُلِّ اُمَّةٍ رَسُولًا اَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوتَۚ فَمِنْهُمْ مَنْ هَدَى اللّٰهُ وَمِنْهُمْ مَنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ الضَّلَالَةُۜ فَس۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ ﴿٣٦﴾
    36: Doğrusu biz her ümmete: “Allah’a kulluk edin ve insanları sahte tanrılara tapmaya zorlayan şeytânî güçlerden uzak durun” diye uyaran bir peygamber gönderdik. Allah onlardan bir kısmına doğru yolu nasip etti; bir kısmı da inkârları yüzünden doğru yoldan sapmayı hak etti. Öyleyse yeryüzünde dolaşın da dîni yalanlayanların akıbeti nasıl olmuş bir bakın!
    اِنْ تَحْرِصْ عَلٰى هُدٰيهُمْ فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْد۪ي مَنْ يُضِلُّ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ ﴿٣٧﴾
    37: Sen onların doğru yola gelmelerini ne kadar çok istesen de, Allah sapmalarına fırsat verdiği kimselere doğru yolu göstermez. Onlar için bir yardımcı da bulunmaz.
    TEFSİR:
    Hiç kimsenin, işlediği günahlar hakkında “Ne yapayım, Allah’ın dileği böyle!” diye özür beyân ederek kurtulma şansı yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak, her ümmete “Sadece kendisine kulluk yapılmasını ve insanları sahte tanrılara tapmaya zorlayan şeytânî güçlerden uzaklaşılmasını” tebliğ eden bir peygamber göndermiştir. Buna göre peygamberlerin vazifesi insanlara Allah’a ibâdeti emretmek, Allah’tan başka şeylere tapmaktan onları sakındırmak, onlara en doğru ibâdet şekillerini öğretmek ve bu yolla Allah’a vasıl olmalarını sağlamaktır. Bu yüzdendir ki Cenâb-ı Hak, peygamber göndermedikçe hiçbir kimseye azap etmeyeceğini haber vermiştir. (bk. İsrâ 17/15)
    وَاَقْسَمُوا بِاللّٰهِ جَهْدَ اَيْمَانِهِمْۙ لَا يَبْعَثُ اللّٰهُ مَنْ يَمُوتُۜ بَلٰى وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَۙ ﴿٣٨﴾
    38: Kâfirler: “Allah, ölen kimseyi bir daha diriltmez!” diye var güçleriyle yemin ediyorlar. Hayır, elbette diriltecek! Bu, O’nun gerçekleşmesini üzerine aldığı kesin bir sözüdür; fakat insanların çoğu bunu bilmez.
    لِيُبَيِّنَ لَهُمُ الَّذ۪ي يَخْتَلِفُونَ ف۪يهِ وَلِيَعْلَمَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَنَّهُمْ كَانُوا كَاذِب۪ينَ ﴿٣٩﴾
    39: Diriltecek ki, hakkında anlaşmazlığa düştükleri gerçekleri onlara bütün açıklığıyla göstersin ve inkâr edenler de gerçekte birer yalancı olduklarını bilsinler.
    اِنَّمَا قَوْلُنَا لِشَيْءٍ اِذَٓا اَرَدْنَاهُ اَنْ نَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ۟ ﴿٤٠﴾
    40: Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, ona sadece “Ol!” deriz, o da hemen oluverir.
    TEFSİR:
    Rivayet edildiğine göre bir müslümanın müşriklerden birinde alacağı vardı. Borcunu almak için adamın yanına vardı. Konuşurken söz arasında: “Ölümden sonra beni dirilteceğini ümid ettiğim zâta yemin ederim ki alacağım şu kadardır” dedi. Müşrik: “Sen öldükten sonra diriltileceğine mi inanıyorsun?” dedi. müslüman, “Evet” deyince müşrik, var gücüyle yemin ederek “Hiç kimse öldükten sonra tekrar dirilmez” dedi. İşte bunun üzerine 38. âyet nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 285)
    Allah, ölüleri mutlaka diriltecektir. Burada bunun iki hikmetine işaret edilir:
    › Böylece Allah Teâlâ, kimin mü’min kimin kâfir, kimin haklı kimin haksız, kimin doğru yolda kimin eğri yolda olduğunu kendilerine gösterecektir. Sonuçta herkes durumunu kesin bir şekilde bilecektir.
    › Kâfirler de “âhiretin olmayacağı, Allah’ın ölenleri yeniden diriltmeyeceği” gibi sözlerinde yalancı olduklarını kesinlikle öğreneceklerdir.
    Ölüleri diriltmek bakımından Allah için bir zorluk yoktur. Çünkü O, olmasını murat ettiği şeye sadece “Ol!” der, o da hemen oluverir. Yaratıklar için geçerli olan yorgunluk, bıkkınlık, acziyet, çaresizlik gibi noksan sıfatlar Cenâb-ı Hak için düşünülemez. O, noksan sıfatlardan pak ve uzak, tüm kemâl sıfatlarıyla muttasıf, ve mutlak kudret sahibi olan Allah Teâlâ’dır.
    Bu bakımdan mü’minler Allah Teâlâ’ya sonsuz bir güven içinde zulme karşı mücadeleye devam edip, gerekirse bu uğurda tüm sevdiklerini fedâya ve İslâmı kolaylıkla yaşayabilecekleri daha uygun yerlere hicrete hazır olmalıdırlar. Nitekim İslâm’ın ilk yıllarında müslümanlar, kâfirlerin baskı ve işkenceleri yüzünden yurtlarını terk etmek mecburiyetinde kalmışlardı:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
    وَالَّذ۪ينَ هَاجَرُوا فِي اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةًۜ وَلَاَجْرُ الْاٰخِرَةِ اَكْبَرُۢ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَۙ ﴿٤١﴾
    41: Zulme maruz kaldıktan sonra Allah yolunda hicret edenleri dünyada mutlaka en güzel bir yere yerleştiririz. Âhirette verilecek mükâfat elbette çok daha büyüktür. Keşke bunu bilselerdi.
    اَلَّذ۪ينَ صَبَرُوا وَعَلٰى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ ﴿٤٢﴾
    42: O muhâcirler, Allah yolunda başlarına gelene sabretmişler ve yalnızca Rablerine dayanıp güvenmişlerdir.
    TEFSİR:
    Âyetler ilk planda Resûlullah (s.a.s.) ve onun ashâbından bahsetmektedir. Mekke’de müşrikler onlara zulmettiler ve yurtlarını terk etmeye mecbur bıraktılar. Sonunda onlar­dan bir kısmı Habeşistan’a hicret etti. Daha sonra yüce Allah onları esas hicret yurtları olan Medine’ye yerleştirdi. Ensâr-ı kirâmı onlara kardeş ve yardımcı yaptı. Bu­nunla birlikte âyet-i kerîme dini için zulme uğrayıp Allah yolunda hicret eden herkesi şumûlüne alır. Allah Teâlâ onları dünyada elbette en güzel bir yere yerleştirecek ve onları en güzel şekilde rızıklandırıp barındıracaktır.
    Düşmanlarına karşı onlara yardım edecektir. Onlar yepyeni ülkeler fethedecek ve oraların idâresine sahip olacaklardır. Öldükten sonra da geriden gelen nesiller arasında onlar övgüyle anılacaklar; izzet ve şerefleri zürriyetlerine intikal edecektir. Onlara verilecek âhiret mükâfatı ise şüphesiz daha büyük olacaktır. Bu güzel nimetlere ancak hak yolunda sabır ve Allah’a tevekkülle erilebilir. Zira Allah için yapılacak her türlü fedakârlığın temelinde bu iki mühim ahlâkî meziyet yer alır. Rivayete göre Hz. Ömer muhacirlere devletten maaşlarını ödediğinde: “Bu, Allah’ın size dünyada va‘dettiği mükâfattır. Âhirette si­zin için sakladıkları ise elbette daha çoktur” der, sonra da onlara bu âyet-i kerîmeyi okurdu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIV, 143)
    Müşrikler, peygamberin insan olmasını akıllarına sığdıramıyor; “Eğer Allah peygamber göndermek isteseydi, katındaki meleklerden birini gönderirdi” diyorlardı. Gelen âyetler, onların bu tür yanlış anlayışlarını düzeltmektedir:
    وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ اِلَّا رِجَالًا نُوح۪ٓي اِلَيْهِمْ فَسْـَٔلُٓوا اَهْلَ الذِّكْرِ اِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَۙ ﴿٤٣﴾
    43: Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de, kendilerine vahyettiğimiz bir kısım adamlardan başkası değildi. Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun.
    بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِۜ وَاَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ اِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ ﴿٤٤﴾
    44: O peygamberleri apaçık delillerle ve kitaplarla gönderdik. Sana da, hikmet ve öğüt dolu bu Kur’an’ı indirdik ki, kendilerine indirilen gerçekleri insanlara apaçık bir şekilde anlatasın ve böylece onlar da Allah’ın âyetleri üzerinde sistemli bir şekilde düşünsünler.
    TEFSİR:
    Allah önceki peygamberleri de insanlar arasından göndermiştir. Onlara açık belgeler, deliller, mûcizeler vermiş, kitaplar indirmiştir. Aynı minval üzere Hz. Muhammed (s.a.s.)’i de ahir zaman ümmetine peygamber yapmış, ona Kur’ân-ı Kerîm’i lutfetmiş ve onu, inen ayetlerin mâna ve muhtevâsını insanlara açıklamakla vazifelendirmiştir. Onun vazifesi bununla sınırlıdır. Diğer insanların vazifesi ise, peygambere karşı gelmek değil, kendilerine tebliğ edilen âyetler üzerinde sistemli bir şekilde düşünerek gerçeği anlamaya çalışmaktır. Herkes üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirdiğinde maksat hâsıl olacaktır.
    Cenâb-ı Hakk’ın, bilgi almak üzere kendilerine müracaat edilmesini tavsiye buyurduğu “zikir ehli”, ister Ehl-i kitaptan ister müslümanlardan olsun sorulan sorulara tatmin edici cevap verebilecek sahasında mahir ilim sahibi kimselerdir. Burada başta dinî meseleler olmak üzere, bir mevzuda yeterli bilgiye sahip olmayanların o hususta ehliyetli olanlara sormaları gerektiği; bir konuda doğru ve yeterli bilgi sahibi olmadan bir fikir ileri sürmenin veya iş yapmanın yanlış olacağı vurgulanmaktadır.
    Kur’ân-ı Kerîm, en doğru hayat tarzını öğreten bir kitap olmakla birlikte, yine de ondan yüz çevirip kötü planlar peşine düşenler olacaktır:

  • Thema von Kurban im Forum Makale/Artikel/Anregun...

    Şerhu Vasiyyeti Muhammediye(Trcm)S.11-17

    Ve şeriki ve naziri ve muarizindan münezzehdir.Ve dahi ğayrı deliler mulhak olduğu için ulema r.a ekser telifatlarıriyatakıllılar vardır.Hak tealanın vahdaniyet meselesi telifatların da delil zikir etmezler.Amma delil nakli hak teala buyurur."Falem ennehu la ilahe illallah"Yani sen bilki tahkik anullaha dan ğayri ilah yoktur.
    "Ve ilahukum ilahun vahid"Ey kullarım sizin mabudunuz bir ilahdır."La ilahe illa hu"Ondan ğari ilah yoktur.Ve kuranı kerim de vahdaniyet çok ayatı izam vardır.
    Rabbul alemin celle şanuhu birdir.Şerikden ve nazirden münezzehdir."Leyse kemislihi şeyun"Hak tealanın misli yoktur.Ve olmak dahi mümkin değildir.Ve musannıf merhum müşrikleri ve müşebbihe taifelerini redeyledi.Amma müşrikler iki kısımdır.Kısmı ülühiyetde müşriklerdir.Bir kısmı ibadet de müşrikler dir.Ülühiyet de müşrikler
    bir kaç sınıfdır.Birisi mecusidir.Onlar şöyle zuum ederler ki Haşa halik ikidir.Birisi hayri haliktir.Ona yezdan dediler.Birisi Şerri haliktır.Ona Ehirmen dediler.
    Ve bir sınıf Tabiyuundur.Onlar şöyle zuum ederler ki Müessir dörtdür.Hararet,Rutubet,Burudet,Yebuset..Bunlar eşya da tesir eder deyup Zühal ve ve müşteri..
    deyup sıfatı kudret ve tekvin de müşrik oldular.Ve bir sınıfı dahi eflakiyyun dur.Onlar şoyle zuum ettiler ki cihanda müessir yedidir deyup Zühal ve müşteri zühre ve utarid..ve şems ve kamer..yıldızlarının ahvali alem de müessir ve mutesarrıf itikad eylediler.Bunların mezahibi fasideleri batıl olduğu ehli iman indin de zahir dir.
    Amma ibadet de müşrikler Esanama taparlardıki kemal mertebe cehalaetden naşi kendi yaptıkları ..bunlara ibadet ettikleri bunlar bizi hak tealaya karib edup indallah bizlere şefaat ederler.Zuum ederler.Nasara taifesinin meşhuru üç fır1.Bunlar şöyle:Zuum ederler ki Hak teala bir cevher dir ki Onun üç uknumu vardır.
    Cevherden muradları kaim bizzat demektir.Ve Uknumdan muradları Sıfatdır.Yani vücud ve hayat,ilim sıfatlarına ekanım dediler.Vücuda aab dediler.Ve hayata Ruhul kudus dediler.ve ilime IBN dediler.
    Bunların bir fırkası da:Şoyle zuum ettiler,İlim sıfat Oğul Olan Isa a.s cesedine hülul edup yağ ile süt imtizac ettikleri gibi imtizac etmiştir.Dediler.
    Bir diğer fırkası da:
    Yakubiye dir ki onlar şöyle zuum ettiler;
    ..İlim uknumu hz.Meryem ın karnın da et ve kan vesair aza ile insan suretine girup dünyaya gelmiştir.İsa a.s dır.
    Aynı olup hemen kendisi ilahdır,dediler.
    "tealallAllahu amma yeguluzzalimune"..
    Ve bir fırkası da:
    Nesturiye dir.Şöyle ki;Hak teala isa a.s da işrak etmişdır.güneş billur üzerine zıya verup işrak ettiği gibi ..
    ve bazı fırkaları dahi şöyle zuum ettiler ki;..melek insan şekline girdiği gibi hak teala dahi insan şekline girip Hak teala dahi insan şekline giirup dünyaya zuhur etmiştir.
    o ise İsa a.s dır.dediler.Ehli incilin mülahidesi bu mezhep batılları ihdas edup kitaplarına yazup eshabı isaya isnad ve bühtanı azim eylediler.
    Bunların cümlesi kafirler olduklarını Hak teala Kuranı kerimin de zikir eylemiştir.
    Nitekim buyurur;.."Lekad keferallezine galu inallahe salisu selaseh"Yani onlar tahkik kafir oldular;
    Nasara taifesi ki Allahu teala üç nesnenin birisidir.Dediler.Bunlar melekaiye dir ki Vucudu ugnumu ilahdır.hayatı ugnumu ruhul kudus dür.
    yani Cebrail dir.İlim ugnumu İsa dır..Hak subhan teala bunları ğayet de rededup "vema min ilhin illa ilahun vahidun"buyurdu.Yani hiç Allahu teala dan başka ilah yoktur.
    Ve bir ayeti kerime de"Lekad keferallezine galu inellahe uhvel mesih ıbnu meryem"Yani tahkik küfür etti.,şol yakubiye taifesi,ve onlar kişiler ki;
    Onlar Allahu teala ancak meryem oğlu mesihdir.dediler.Zira İsa nın kendisi Allahdır.dediler
    Yemek yedi,Ve su içti.Ve giiyindi ve kuşandı.Ve ana dan doğdu.Sureti ve şekli olup insan oldu..Ve sıfatı insaniye onun hakkın da mevcüd oldu.dediler.
    Amma müşebbihe ve mücessime taifeleri ki bunlardan bir taife rezile dir.Hak teala etden ve deriden ve kandan murekkepdir deyu insan suretin de dir.dediler.Ve kimisi Genç oğlansuretin de dir.Ve kimisi kocamış kişi suretin de dir.dediler.Ve kimisi nurdur dediler.Lakin kendi lakin kendi karışıyla yedi karışdır.Dedi.
    Kimisi yukarı taraf da arşın üzerin de deyup bir mekandan bir mekana hareket ve intikal eylemesi caizdir dedi.Ve kimisi Arş üzerin de olup Arşın her tarafından
    dört parmak miktarı büyükdür dedi.Ve Arş onun altın da seda edup yeni semer üzerine ağır yük kona.Nic sada verup kıcırdar ise oylece kıcırdar..dedi.
    Ve kimisi yukarı tarafda dır.Onun için dua nın kıblesi üst tarafdır.dedi.Ve şia taifesinin aşkıyaları Hak teala Ali ye ve evladına hülül eyledi.dediler.
    mülahide ve ittihadiye ve hüluliye taifeleri Hak teala vücudu mutlaktır.ve eşya ile muttehiddir.Dediler.Ve genç oğlanlara nazr eup onlarda cemali ilahiyi görürz,derler.
    Onların dedikleri vucudu mutlak emri mevhumdur.Aslı yoktur.Ğayet de batıl mezheptir.Bu vucudu mutlak dedikleri eczadan murekkeptir.Ve hadıs dir.
    Hayal fasid sahipleri bu mezhebi peyda ettiler.İmdi musannıf merhum bu zikir olunan taifeyi rezileleri rededup dedi Libas (giymedn ve)kuşak (kuşanmadan )yemek
    (yemeden)su(içmeden ve bunların lazımı olan uyku(uyumaktan ve)anadan (doğmadan)ve kendisi gız ve erkek evlad (doğurmadan ve)kendisi (avetden)yani zevcesi
    olmadan (ve kızdan ve oğlandan munezzehdir.)Yani kız ve oğlan evladı yoktur.Bunların cümlesinden ari ve beridir.
    İmdi Yakubiye ve melekiye ve mucessime taifelerini musannıf bu kelamla re eyledi.Ve abedeyi esnamıdahi redeyledi.Zira nasara dan Yakubiye taifesi
    isa a.s Alahu teala dır.Dediler.Ve libas giyinur.Ve kuşak kuşanur.Ve yemek yer.ve su içer.ve uyku uyur.Dediler.
    Zira isa a.s da bu sıfatlar vardır.Ve ana dan doğdu.Ve melekaiye ile yahud taifesi dahi red olundu.Zira melkaiye taifesi isa a.s hak tealanın oğludur.
    Ve Meryem hatunudur.Dediler.Ve Yahud taifesi Uzeyir a.s Hak tealanın oğludur dediler.Nitekim Kuranı Kerim de zikir olundu;
    "Ve kaletil yahudi Uzeyir ıbnullahi "Yani Üzeyir.as Allahın oğludur.dediler."Ve galetinnasara al mesihu bnullahi "Melekaiye nasarası İsa.a.s Allahın oğludur.dediler.
    Hak teala bunları red edup buyurdu:"mettahaze sahıbeten vela veleda"Yani hak teala hatun ve oğul kız evlad edinmedi.
    Ve Abedeyi asnam taifesi melaike Hak teala nın kızlarıdır.Dediler.Hak teala bunların cümlesini redeup buyurdu:"Gul huvallahu ahad"Yanı Rasülüm Hak tealanın vasfından süal edenlere deki Allahu teala zatın da birdir.İnkısam kabül etmez."Allahussamed"Hak tealaya cümle kainat her halde muhtacdır. Cümle halk onun fukarasıdır.
    "Lem yelid"Hak teala erkek ve kızı doğurmadı."Ve lem yuled"ve kendisi anadan doğmadı.Bunlar nasara ile abedeyi asnamı reddir.Nitekim mezhepleri zikir olundu.
    "Velem yekun lehu kufuven ahad"Dahi bir şey Hak tealaya küfüv ve şerik ve nazir olmadı.Bu kelam müşrrikleri ve müşebbihe ve mücessimeleri reddir.
    Ey akil nazar et:Musannıf merhum bu galil kelam ile bu kadar dvaifi muhtelifeyi batılenın reddine işaret eylei.
    Ve Hak tealayı bunların akaidi batılesinden tenzihe edup itikadı hakk ehli imana beyan eyledi.Böylece noksan sıfatlar Hak teala hakkın da muhal olduğunu
    beyan edup buyurdu.(Bu nesneler)yani giymek ve kuşak kuşanmak ve yemek yemek ve içmek ,uyumak ve doğmak ve doğurmak ve evret olmak ve oğul ve kız evladı olmak(Onda olmaz.)Hak teala da bu sıfatlar(ve olmak dahi mumkin değildir)Zira bu sıfatlar mahlukların sıfatlarıdır.Mezhep ehli dsünnet de Hak tealanın zatı celilesi ve sıfatı cemilesi sair zatlardan ve sıfatlardan bil kulliye mümtaz ve muğayirdir.Ve asla bir nesneye benzemez ve kainatın sıfatından ve ahvalinden munezzehdir.
    Cuhuru Mutezile indin de haşa Hak teala zatı celilesi sair zatlar gibi olup vacibul vucud olmak vahi olmak ve alim olmak ve kadir olmak sıfatlarıyla fark olunur.Dediler.Ve Ebu Haşim mutezili sair zatlardan Hak teala Kuranı kerimin de farkı uluhiyet iyledir.deyu zuum ettiler.
    Hak Teala Kuranı kerimin de buyurdu:se kemislihi şeyun"Yani Hak tealanın misli yoktur.
    "Ley se kemislihi şeyun"Yani Hak tealanın misli yoktur.Misli olmak mümkun değildir.(gokte ve yerde değildir.Mekandan munezzehdir.)Zira Mekan diye şol Buudu mevhume dirler ki Cisim ona dahil olur.Hak teala cisim ve cismani olmaktan beridir.Mekan ve zaman onun şanına muhaldir.Ve cisimin havassından munezzehdir.
    Musannıf Hak tealayı tenzih makkamında tafsil edup ve cihat isbat eyleyen taifeyi batılayı redetmekte ...ziyade ihtimam ve itikad hakkı tefhim için bastı kelam edup dedi..(Sağ da ve sol da ve önde ve ard da üst de ve alt da değildir.)Bunlara cihet ve taraflar denur.
    Yani Hak teala bir kimsenin sağ tarafın da yahut soll tarafın da yahut ön,ard tarafında yahut üst tarafın da yahut alt tarafında değildir.Zira bu etrafı ecsamın hasasındandır.Hak teala cisim ve cismani olmaktan münezzehdir.Ve tarafda olmaktan dahi münezzehdir.Zahiriyyun taifesi Hak tealaya cihet isbat ettiler.
    Hatta ibni Teymiye ve etbaı şöyle zuum ettiler ki Hak teala üst tarafda dır.Deyup..Üst taraf duaların kıblesidir.Hak teala üst tarafda olduğu için dua olundukta teveccüh ona olunur.dediler.Ve şeri Muhammedi Kaabeyi mukerreme Beytullah olduğunu isbat ve ve ibated de kıble olduğunu beyan ve teayin
    ettiği gibi Hak teala dahi üst taraf da olduğunu beyan ve tayin eylemştir.Dediler.
    Ehli sünnet indinde ibadetin ve duanın kıblesi Kaabeyi mükerreme dir.Hak teala cümle etraf da olmaktanve cihetden beri ve münezzehdir
    Hak tealanın sağı ve solu,önü ve ardı üstü ve altı yoktur.Zira bunlar cisimde olur.Hak teala hakkın da muhaldirVe dahi musannıf .ra mucessime ve muşebbihe
    ve hululiye taifelerini red eyleyup dedi.(Suretden)Yani insan ve ğayri mahluk suretinde olmaktan(ve renkden)yeşil yahut kırmızıveya ğayrı tarz da olmaktan
    (Ve azadan)Baş ve dimağ ve kulak ve göz ve kaş ve çene ve ağız dil ve diş dudak,el ve kollar ve parmaklarve ayak ve baldır gibi nesnelerden munezzehdir.
    Bu kelamla mucssime ve muşebbihe taifelerini red eyldi.Zira onlar suret ve aza isbat edup kimisi genç oğlan suretin de dir.kimisi kocamış kimse suretinde dir.
    Kimisi yedi karışdır.Dediler.Nitekim yukarıda beyan olundu.
    Ayatı Kuraniye de ve ehadisi Nebeviye de vaki olan muteşabhat "Errahmanu alel arşisteva"Vehuvel gahiru fevga ibadih"Yedullahi fevga eydihim"Ve ğayrileri gibileri
    selefi salihin r.a tefsir etmeyup manayı muradını Hak tealanın ilimine havale edup muradını Allahu teala bilur.Dediler.Bu tarik tarikı eslemdir.
    Nitekim Hak Teala buyurur;
    "vema yalemu tevilehu illallah"Yani muteşabih olanların manayı maksudunu ancak Allah bilur.Yirmi dokuz sürenin evvelin de olan kelimeler ki Mesela;
    Elif lam mim,kaf he ya ayın sad yasin ha mim,"ve ğayrileri muteşabihatdandır.Ve halef uleması zamanların da fırakı dalle mucessime ve müşebihe gibileri çok
    olduğu icun muteşabihata zn tarikıyla münasib manalar ile tevil ettiler.Ehli dalali red ve müminlerin itikadlarını hıfz içun meselan yed kudret,ve nimet manasına
    tefsir edup istivaya istila ve muhafaza manası verdiler.Bu tarikı ahkem dir.
    Ve dahi malum ola ki buraya gelince ye dek muhaleftun lil havadis manasınadır.
    (Varlığının evveli)ibtidası(Ve ahiri)nihayeti(Yoktur)varlık demekvucud manasına dır.Ve sıfatı nefsiye dir.Evveli olmamak kıdem sıfatının manasıdır.Ahiri olmamak beka sıfatının manasıdır.(varlığı kendindendir.Ğayriden değildir.)Musannıf r.a bu kelamı demeseydi guzel olurdu..yukarıdaki kelamından Hak tealanın Kadim ve Baki ve vacibul vucud olduğu malum olduydu..Bu kelama hacet yok idi..ve bu kelamdan bir yanlış nesne anlaşılur ki haşa Hak teala varlığını kendisi beyda etmiş anlanup vucudu sonradan arız olmuş manası hatıra geturur.Bu ise batıldır.Zira Hak tealanın varlığı ezelidir.Ve zatı celilesinin sıfatı nefsiyesidir.Vacibul vucuddur.
    Eğer musannıf varlığı zatı celilesinin lazımıdır.Ve ezelidir.Zatından ayrılması muhaldir.Deseydi,guzel olurdu.
    (Zatı şerifi bir hal üzre sabittir.)Bu kelam kıyamı binefsihi sıfatının manasıdırki kayim ve sabit olmakta mekana muhtaç değildir.
    Hal demeyup zatı şerifesi devam üzre sabitdir.Deseydi güzel olurdu.Hal deyu arız nesneye derler.Musannıf r.a tenzihat da ihtimam ve hatıra gelen evham ve vesveseyi
    bil kulliye defiçun bastı kelam edup insanın içerusune arız olan nesnelerden Hak tealayı tenzih eyledi.Ve dedi.(Hasta olmadan)

  • Omer ozkul[Eyleme Beni]Datum03.12.2023 11:34
    Thema von Kurban im Forum Şiirler / Gedicht...

    Sen yarattın kul senindir
    Kul eyleme Kula Beni
    Ancak doğru yol senindir
    Salma başka yolla Beni

    Yaşım Yetmiş oldu artık
    Çalışmaya takatim yok
    Düşürüpte eyleme yük
    Evladü ayala Beni

    Kapın açıp giren olmaz
    Nedir halin soran olmaz
    Bir yudum su veren olmaz
    Düşürme bu hale Beni

    Verme elem verme keder
    Sıhhat ver bedenime hem
    Ak sakallı bir Yetimem
    Muhtaç etme Ele Beni

    Günahımdan sual sorma
    Ayıbım yüzüme vurma
    Halk içinde utandırma
    Ki rüsvay eyleme Beni

    Kocadı büküldü belim
    Vardı sarpa sardı yolum
    Az ağrılı asan ölüm
    Gönder İman ile Beni

    Kimin var zerre imanı
    Cehenneme salma anı
    Affet cümle Müslüman'ı
    Hele beni hele Beni

    Ol Habibiyin hürmetine
    Gark et bizi Rahmetine
    Rızan ile Cennetine
    Yolla güle güle Bizi

    O dünyada bu dünyada
    ÖZKUL'U erdir Murada
    Erenlerle bir arada
    Dile beni dile beni

    Ömer ÖZKUL

  • Nahl Süresi Meal Ve Tefsiri 1-23Datum03.12.2023 05:54
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Nahl Süresi Meal Ve Tefsiri 1-23
    Hakkında
    Mekke döneminde inmiştir. 128 âyettir. Sûre, adını 68. âyette geçen “en-Nahl” kelimesinden almıştır. “en-Nahl” bal arısı demektir. Sûrede başlıca, kâinatta Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren deliller, vahiy, öldükten sonra dirilme gibi konular yer almaktadır
    Nuzül
    Mushaftaki sıralamada on altıncı, iniş sırasına göre yetmişinci sûredir. Kehf sûresinden sonra, Nûh sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur. Sondan üç âyetin Medine’de indiği yolunda rivayetler vardır. Hicretten bahseden 41. âyet ve sonrasının Medine’de indiği yolundaki görüş zayıf bulunmaktadır (41. âyetin tefsirine bk.).
    Birinci ayetin nüzul sebebi:
    Âyetin iniş sebebiyle ilgili bir rivayet şöyledir:
    Müşrikler Resûlullah (s.a.s.)’le alay ediyor ve ilâhî tehdidi yalanlamak maksadıyla, kendilerine geleceği söylenen azabın geciktiğini ileri sürüyor ve: “Azabın gelmesiyle ilgili söylediklerin doğru olsa bile, putlar bizim için şefaat eder ve bizi o azaptan kurtarır” diyorlardı. Âyet bu hâdise üzerine nâzil oldu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XIX, 174)
    “Allah’ın emri”nin “kıyâmet” mânasında olması da mümkündür. Nitekim şu rivayet de bu mânayla alakalıdır:
    Abdullah b. Abbas (r.a.) şöyle anlatıyor: “Kıyâmet yaklaştı ve ay yarıldı” (Kamer 54/1) âyeti inince, kâfirler şöyle dedi: “Bu adam, kıyametin yaklaştığını iddia edi­yor. O halde yaptıklarınızın bazılarından uzak durun.” Uzak durdular ve beklediler. Ancak, herhangi bir şey görmeyince, bu sefer: “Biz bir şey görmüyo­ruz” dediler. Bunun üzerine: “İnsanların hesap verme vakti iyice yaklaştı” (Enbiyâ 21/1) âyeti nâzil oldu. Bundan da korkup çe­kindiler ve kıyametin yaklaşmasını beklediler. Geçen günler uzayıp durun­ca tekrar, “Biz bir şey görmüyoruz” dediler. Bunun üzerine: “Allah’ın azap emri ha geldi ha gelecek” (Nahl 16/1) âyeti indi. Resûlullah (s.a.s.) de, müslümanlar da bundan dolayı korkuya ka­pıldılar. Hemen peşinden: “Artık onun çarçabuk gelmesini isteyip durmayın!” buyruğu inince kalpleri yatıştı ve huzur buldular. Peygamberimiz (s.a.s.): “Ben ve kıyamet, şu iki­si gibi gönderildim” diyerek şehâdet parmağı ve onun yanındaki parmağıyla işarette bulundu (Buhârî, Rikâk 39; Müslim, Cuma 43) ve: “Az kalsın kıyamet benim gelişimden önce kopacakken, ben ondan önce gönderildim” buyurdu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 284)
    Konusu
    Sûrede ulûhiyyet, vahiy, öldükten sonra dirilme ve Allah’ın huzurunda hesap verme gibi dinin temel konuları ele alınmakta; ardından göklerde ve yerde Allah’ın mutlak kudretinin delilleri gösterilmekte, daha sonra O’nun nimetlerini görüp takdir etmemenin, şükretmemenin sonuçları hatırlatılarak bu hususta insanlar uyarılmakta; adalet, ihsan, sözünde durma, yemin, haram ve helâller, tövbe gibi dinî-ahlâkî konular üzerinde durulmakta; ayrıca Hz. Peygamber’e Allah yoluna davetin yöntemi hatırlatılarak adaletli, sabırlı olması istenmektedir.
    Fazileti
    Nahl Suresi'nin faziletlerine gelince; sureyi okumak ve anlamak insana büyük bir huzur verir. Kendisi ile yüzleşmesini sağlar. Herhangi bir hastalığı varsa sureyi okumak Allah'ın şifa kapılarını aralar ve kişi tez zamanda şifasına kavuşur. Ayrıca bir kimsenin şifa bulması için de okunabilmektedir.
    "بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم (Bismillahirrahmanirrahim)Rahman ve Rahim Olan Allahın Adıyla..
    اَتٰٓى اَمْرُ اللّٰهِ فَلَا تَسْتَعْجِلُوهُؕ سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يُشْرِكُونَ ﴿١﴾
    ﴾1﴿ Allah’ın emri yerine gelecektir; artık onun bir an önce gelmesini isteyip durmayın. Allah, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır ve yücedir.
    Tefsir
    Sözlükte emir kelimesi hem “buyruk, hüküm, yasa, yönetim” hem de “iş, olgu, olay” anlamına gelir. Burada hangi anlamda kullanıldığı ve ne kastedildiği konusunda değişik açıklamalar yapılmıştır. Taberî, ilk anlamına göre Allah’ın farzlarının ve hükümlerinin, ikincisine göre de kıyamet olayının ve inkârcıların hak ettikleri azap vaktinin kastedildiğine dair iki görüş aktardıktan sonra kendi tercihini şöyle açıklamaktadır: “Âyet, Allah ve resulünü inkâr edenlere karşı Allah tarafından bir tehdittir; onlara cezalandırılacakları, yıkıma (helâk) uğrayacakları vaktin yaklaştığına dair bir duyurudur. Nitekim devamında gelen ‘Allah onların ortak koştuklarından uzaktır ve yücedir’ şeklindeki ifadeden de bu (muhatabın inkârcılar olduğu) anlaşılıyor” (XIV, 75-76).
    Bir yoruma göre Mekke’de müşriklerin inkârcı ve baskıcı tutumlarından bıkan müslümanlar, onların bir an önce hak ettikleri cezaya çarptırılmalarını yahut sonlarının gelmesini istiyorlardı; âyette müslümanların beklentilerinin muhakkak gerçekleşeceği bildirilmektedir. Daha çok benimsenen diğer bir yoruma göre ise putperestler, “Şayet gerçekten doğru söylüyorsanız, bu tehdit hani ne zaman gerçekleşecek!” (Yâsîn 36/48); “Allahım! Eğer bu kitap senin katından gelmiş bir hakikatse gökten üzerimize taş yağdır veya bize acı veren bir azap gönder!” (Enfâl 8/32) gibi alay kabilinden sözlerle, yapılan uyarıları ciddiye almadıklarını, bu uyarılara aldırış etmedikleri takdirde sonlarının geleceğine, dünyada ve âhirette cezalandırılacaklarına en küçük bir ihtimal vermediklerini ima ediyorlardı. Âyet buna bir cevap teşkil etmektedir. Aslında o sırada henüz inkârcılar için bir ceza ve yıkım gerçekleşmediği halde âyette geçmiş zaman kullanılmasının sebebi, bu haberde, “Bir şeyin olacağını Allah bildirmişse artık o olmuş demektir” anlamında bir kesinlik bulunmasıdır (Kurtubî, X, 70). Şu halde metindeki “gelmiştir” anlamındaki kelimeyi “gelmiş bilin” şeklinde anlamak gerekir.
    يُنَزِّلُ الْمَلٰٓئِكَةَ بِالرُّوحِ مِنْ اَمْرِهٖ عَلٰى مَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِهٖٓ اَنْ اَنْذِرُٓوا اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنَا۬ فَاتَّقُونِ ﴿٢﴾
    ﴾2﴿ Allah, “Benden başka tanrı olmadığı hususunda insanları uyarın ve bana saygıda kusur etmeyin” hükmünü bildirmeleri için kullarından dilediğine, emri uyarınca vahyi taşıyan melekler indirir.
    Tefsir
    Âyet metnindeki ruh kelimesi terim olarak “İnsan varlığının hayat ve hareket kaynağı olan, yararlı ve zararlı ayırımı yapan unsuru” şeklinde tanımlanmaktadır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “rvh” md.; ruh hakkında bilgi için bk. İsrâ 17/85). Bu âyette ise müfessirlerin büyük çoğunluğu tarafından “vahiy” diye açıklanmıştır. Beden ruhla hayat bulduğu gibi fert ve toplumların cehalet karanlığından sıyrılıp gaflet uykusundan uyanarak nihaî kurtuluşa ermeleri de vahiy nuruyla gerçekleşeceği için âyette vahiy, ruh kelimesiyle ifade edilmiştir (Râzî, XIX, 219-220). Taberî âyetteki ruhu, “Allah’ın, hakkı kendisiyle canlandırdığı ve bâtılı onunla yere serdiği şey” diye açıklamış, bundan maksadın da vahiy olduğuna dair rivayetler aktarmıştır (XIV, 77). Elmalılı Muhammed Hamdi’nin de belirttiği gibi (V, 3085) âyette vahyin mükemmel bir tanımı verilmiştir. Buna göre vahyin kaynağı ilâhîdir; Allah kullarından dilediğini peygamber olarak seçmekte ve ona melekleri aracılığıyla insanlığın ruhu, hayat kaynağı değerinde bilgiler, ilkeler göndermektedir. Allah’tan başka tanrı olmadığına inanılması ve O’na saygıda kusur edilmemesi gerektiği yönündeki uyarı bu bilgilerin özünü oluşturmaktadır.
    خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّؕ تَعَالٰى عَمَّا يُشْرِكُونَ ﴿٣﴾
    ﴾3﴿ Allah, gökleri ve yeri hikmetle yarattı. O, putperestlerin ortak koştukları her şeyden münezzehtir.
    خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَصٖيمٌ مُبٖينٌ ﴿٤﴾
    ﴾4﴿ İnsanı bir damla sudan yarattı; fakat görürsün ki o, yaratıcısına apaçık bir muhalif olup çıkmıştır!
    وَالْاَنْعَامَ خَلَقَهَاۚ لَكُمْ فٖيهَا دِفْءٌ وَمَنَافِعُ وَمِنْهَا تَأْكُلُونَࣕ ﴿٥﴾
    ﴾5﴿ Eti yenen büyük ve küçük baş hayvanları da O yarattı. Onlarda sizin için soğuktan koruyucu şeyler ve başka yararlar vardır, ayrıca onlardan beslenirsiniz.
    وَلَكُمْ فٖيهَا جَمَالٌ حٖينَ تُرٖيحُونَ وَحٖينَ تَسْرَحُونَࣕ ﴿٦﴾
    ﴾6﴿ Onlarda akşamları otlaktan getirirken, sabahları otlatmaya salıverirken size sergiledikleri bir güzellik de vardır.
    وَتَحْمِلُ اَثْقَالَكُمْ اِلٰى بَلَدٍ لَمْ تَكُونُوا بَالِغٖيهِ اِلَّا بِشِقِّ الْاَنْفُسِؕ اِنَّ رَبَّكُمْ لَرَؤُ۫فٌ رَحٖيمٌۙ ﴿٧﴾
    ﴾7﴿ Bu hayvanlar ancak kendinizi fazlasıyla yorarak ulaşabileceğiniz bir beldeye yüklerinizi taşır. Kuşkusuz rabbiniz çok şefkatli, çok merhametlidir.
    وَالْخَيْلَ وَالْبِغَالَ وَالْحَمٖيرَ لِتَرْكَبُوهَا وَزٖينَةًؕ وَيَخْلُقُ مَا لَا تَعْلَمُونَ ﴿٨﴾
    ﴾8﴿ Binmeniz ve güzelliğini seyretmeniz için atları, katırları, eşekleri de yarattı. O, sizin bilmediğiniz başka şeyler de yaratır.
    Tefsir
    Sûrenin ilk âyetinde yüce Allah’ın, putperestlerce ileri sürülen ortaklardan münezzeh olduğu, 2. âyetinde O’ndan başka tanrı bulunmadığı ifade buyurulduktan sonra 18. âyete kadar olan bölümde de bu gerçeği kanıtlamak üzere O’nun varlığının, birliğinin ve yaratıcı kudretinin bazı delilleri gösterilmekte, insanın yararlanmakta olduğu ilâhî lutuf ve nimetler hatırlatılmakta, nimetin sahibini tanıyıp O’na şükretmek gerektiği uyarısında bulunulmaktadır.
    Tasavvuf ve felsefe kültüründe “büyük âlem” denilen yer ve göklerle “küçük âlem” denilen insanın yaratılması ve yaratılış keyfiyeti, insanı kuşatan canlı ve cansız tabiatın ona yararlı olacak şekilde nimet ve imkânlarla donatılması hep Allah’ın varlığına ve hikmetli yaratıcılığına delâlet etmektedir. 8. âyette Allah’ın, burada sayılanlar dışında, o günkü insanların veya her devirde yaşayanların bilmedikleri daha başka şeyler de yaratmakta olduğu ifade edilmek suretiyle hem yaratılışın akıp giden bir süreç olduğu belirtiliyor hem de insanlarda, gördükleriyle yetinmeyip tabiatın gizliliklerini keşfetme merakı uyandırılması hedefleniyor, bu keşiflerin Allah inancının gelişip güçlenmesine katkıda bulunacağına işaret ediliyor.
    Yeryüzünde insandan başka hiçbir varlık Allah’a karşı gelme gücüne ve özgürlüğüne sahip değildir. Bu sebeple 3. âyette insanın yaratılış sürecine dikkat çekilerek (bu hususta geniş bilgi için bk. Mü’minûn 23/12-14), “bir damla su”dan, bir spermden yaratılan insanın, yaratanına karşı çıkacak kadar irade ve eylem gücüyle, özgürlüğüyle donatıldığına, “alelâde bir nesne iken böylesine yüksek ve şerefli bir düzeye ulaşması”na (Râzî, XIX, 226); bunun da ilim ve hikmet sahibi yüce yaratıcının varlığı, birliği ve ulu kudretinin delili olduğuna dikkat çekilmesi son derece anlamlıdır.Müfessirler, 5 ve 6. âyetlerde, diğer maddî ve psikolojik faydaları yanında bilhassa tüylerinden, sütlerinden ve etlerinden istifade edilmek üzere yaratıldığı bildirilen ve en‘âm kelimesiyle ifade edilen hayvanların koyun, keçi, sığır ve deveden ibaret olduğunu belirtirler. 8. âyette ise at, katır ve eşek cinsinin diğerlerinden ayrı zikredilmiş; bunların taşıma aracı ve ziynet olarak yaratıldığı bildirilirken etlerinden ve sütlerinden söz edilmemiştir. Bazı fakihler bu ifadeleri de dikkate alarak, bu üç hayvanın etlerinin ve sütlerinin haram olduğunu belirtmişlerdir. Ancak âlimlerin çoğunluğu bu âyetlerin Allah’ın yaratıcılığı ve nimetleriyle ilgili olduğu, buradan hareketle etleri yenen ve yenmeyen hayvanlar hakkında hüküm çıkarmanın isabetli olmayacağı kanaatindedirler (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, III, 1145 vd.; Râzî, XIX, 229-230; İbn Âşûr, XIV, 107-110).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 379-380
    وَعَلَى اللّٰهِ قَصْدُ السَّبٖيلِ وَمِنْهَا جَٓائِرٌؕ وَلَوْ شَٓاءَ لَهَدٰيكُمْ اَجْمَعٖينَࣖ ﴿٩﴾
    ﴾9﴿ Doğru yol Allah’a aittir. Yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.
    Tefsir
    Doğru yolu göstermek Allah’a aittir ve O, lutuf ve keremiyle kullarına doğru yolu mutlaka gösterir. İnsanların, bildikleri ve bilmedikleri bütün varlıkları yoktan yaratan, onların bir kısmından insanların yararlanmasını mümkün kılan Allah Teâlâ olduğu gibi, insanların doğru ve adaletli yolu görmelerine, o yolda yürümelerine, bu suretle evrenin en seçkin varlığı olarak insan olmanın şerefine uygun bir hayat tarzını benimseyip yaşamalarına imkân veren de O’dur. Yukarıdaki âyetlerde sıralanan delilleri iyi düşünüp değerlendiren bir insan, Allah’a giden doğru yolu da bulmuş olur. Ama yolun eğrisi de vardır; yani insan hayatı seçeneksiz, tek çizgi değildir; aksine insanlar kendi iradelerine göre Allah’ın doğru yol olarak bildirdiğini seçebilecekleri gibi yanlış bir yol da tutabilirler. “Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.” Ama O, bu konuda insanları özgür bıraktı, tercihlerinin sonucundan da sorumlu tuttu. Şu halde insan bu sorumluluğunu asla unutmamalı; kendisinin, özgürlükten yoksun oldukları için sorumluluk da taşımayan diğer canlılardan farklı olduğunu, özgürlüğünün bir ayrıcalık olduğu kadar bir imtihan sebebi de olduğunu bilmeli; nasıl bir yol tuttuğunu, nasıl inandığını, nasıl yaşadığını çok iyi düşünüp değerlendirmelidir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 380
    هُوَ الَّـذٖٓي اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً لَكُمْ مِنْهُ شَرَابٌ وَمِنْهُ شَجَرٌ فٖيهِ تُسٖيمُونَ ﴿١٠﴾
    ﴾10﴿ Gökten su indiren O’dur. Ondan hem kendiniz için içecek su hem de hayvanlarınıza yedireceğiniz bitkiler verir.
    يُنْبِتُ لَكُمْ بِهِ الزَّرْعَ وَالزَّيْتُونَ وَالنَّخٖيلَ وَالْاَعْنَابَ وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِؕ اِنَّ فٖي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ ﴿١١﴾
    ﴾11﴿ Allah o su ile size ekin, zeytin, hurma, üzüm ve daha türlü türlü ürünler de bitirir. İşte bunda düşünen bir topluluk için büyük ibret vardır.
    Tefsir
    “Gökten indirilen su”, Kur’an’ın en çok başvurduğu kozmik delillerdendir. Bunun sebebi de, bütünüyle hayatın varlığı ve devamının suya bağlı bulunması ve suyun yararlanılabilir hale gelmesinde yağmurun taşıdığı önemdir. Bütün gezegenler içinde dünyanın bilinen en farklı özelliği, Allah’ın burada suyu yaratmış olmasıdır. Ayrıca yağmurun insan ve diğer canlılar, bitkiler için taşıdığı özel önem dolayısıyla konumuz olan âyette de görüldüğü gibi Kur’an’da yağmur ve onun sonuçları sayesinde elde edilen bazı temel ürünler bilhassa hatırlatılmakta, Allah’ın bu benzersiz lutfuna dikkat çekilerek bunlar üzerinde düşünmek, lutuf sahibini tanıyıp şükretmek gerektiği bildirilmektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 382
    وَسَخَّرَ لَكُمُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَۙ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَؕ وَالنُّجُومُ مُسَخَّرَاتٌ بِاَمْرِهٖؕ اِنَّ فٖي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَۙ ﴿١٢﴾
    ﴾12﴿ O, geceyle gündüzü, ayla güneşi hizmetinize verdi; yıldızlar da O’nun emrine boyun eğmişlerdir. Bunda aklını kullanan bir topluluk için önemli ibretler vardır.
    وَمَا ذَرَاَ لَكُمْ فِي الْاَرْضِ مُخْتَلِفاً اَلْوَانُهُؕ اِنَّ فٖي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَذَّكَّرُونَ ﴿١٣﴾
    ﴾13﴿ Sizin için yerden türlü renklerde bitirdiği şeyler de böyle; bunda da düşünüp taşınan bir topluluk için büyük ibret vardır.
    Tefsir
    Gece ile gündüzün, ay ile güneşin ve bir kıraate göre (bk. Zemahşerî, II, 324; İbn Atıyye, III, 382) yıldızların, çeşitli renklerdeki nebatatın insanların hizmetine verilmesi mecazi bir anlatım olup maksadı şudur: Dünyanın kutup bölgeleri dışındaki yerlerinde gece ve gündüz, insanın bedensel ve psikolojik sağlığına, çalışma ve istirahat etme ihtiyacına uygun periyotlarla, kusursuz bir düzen içinde yer değiştirmektedir; bu suretle –aksi de mümkün olmakla birlikte– genellikle gece insanların dinlenmesine, gündüz de çalışmasına daha elverişli kılınmıştır. Güneşin, ayın ve yıldızların, yeryüzünde hayatın oluşması, gelişmesi ve kolaylaşması yönündeki rolü de yeryüzü varlıkları içinde en çok insanlara yaramaktadır; çeşitli bitkilerden de birçok canlı istifade etmektedir. Ama sonuçta bütün canlılar içinde yeryüzünün imkânlarını kendi lehine en iyi şekilde kullanan varlık insandır. İşte bütün bu özellikleriyle gece ve gündüz, ay, güneş, yıldızlar ve yeryüzünün muhtelif bitkileri, doğru düşünmesini bilenleri metafizik hakikatlere yönelten deliller olarak Kur’an-ı Kerîm’de sıklıkla tekrar edilmekte, insanın Allah’a inanıp şükretmesini gerektiren nimetler arasında zikredilmektedir.
    11. âyetin sonunda “İşte bunda düşünen bir topluluk için büyük ibret vardır” denildikten sonra 12. âyetin sonunda “Bunda aklını kullanan bir topluluk için önemli ibretler vardır”; 13. âyetin sonunda da, “Bunda düşünüp taşınan bir kavim için büyük ibret vardır” buyurularak insanın zihinsel kapasitesinin, âyetlerin metninde “tefekkür, akletme, tezekkür” kavramlarıyla ifade edilen işlevlerine dikkat çekilmektedir. Tefekkür, “zihni sürekli kullanarak varlığın gizli anlamlarını adım adım kavrama faaliyeti”; akletme, “duyu alanına giren varlık ve olaylardan hareket ederek görülmeyen gerçekler hakkında bilgi edinme şeklindeki aklî çaba”; tezekkür ise “üzerinde düşünülen varlıkların türlerini, özelliklerini hatırlayarak, dikkate alarak hakikati anlama gayreti” için kullanılır. Böylece üç âyette de varlık ve olaylardaki “âyet” kelimesiyle ifade edilen gizli ve derin anlamları, delilleri anlayıp kavrayabilmek, sonuçta ilâhî hakikatlere ve hidayete ulaşabilmek için insanın mutlaka zihin yeteneklerini, aklını kullanması gerektiği bildirilmektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 382-383
    وَهُوَ الَّذٖي سَخَّرَ الْبَحْرَ لِتَأْكُلُوا مِنْهُ لَحْماً طَرِياًّ وَتَسْتَخْرِجُوا مِنْهُ حِلْيَةً تَلْبَسُونَهَاۚ وَتَرَى الْفُلْكَ مَوَاخِرَ فٖيهِ وَلِتَبْتَغُوا مِنْ فَضْلِهٖ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ ﴿١٤﴾
    ﴾14﴿ Taze etinden yemeniz ve mücevherini çıkarıp takınmanız için denizi hizmetinize veren de O’dur. Gemilerin denizi yararak gittiklerini görürsün ki, bu da O’nun lütfuna nâil olmanız ve O’na şükretmeniz içindir.
    وَاَلْقٰى فِي الْاَرْضِ رَوَاسِيَ اَنْ تَمٖيدَ بِكُمْ وَاَنْهَاراً وَسُبُلاً لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَۙ ﴿١٥﴾
    ﴾15﴿ O, sizi sarsmaması için yere sağlam dağlar yerleştirdi, ırmaklar ve yollar açtı ki gideceğiniz yere ulaşabilesiniz.
    وَعَلَامَاتٍؕ وَبِالنَّجْمِ هُمْ يَهْتَدُونَ ﴿١٦﴾
    ﴾16﴿ Daha nice işaretler koydu. Yıldızlarla da insanlar yollarını bulurlar.
    Tefsir
    Şimdi de sıra, insanı kuşatan tabii ortamın bir bölümü olarak deniz ve kara parçasına gelmiştir. Âyette denizin insanla ilgili başlıca üç özelliği söz konusu edilmektedir:
    a) Deniz önce bir besin kaynağıdır,
    b) Denizden mücevher elde edilir,
    c) Nihayet deniz taşımacılık açısından da büyük önem taşır. Bunlar denizin maddî faydalarıdır; ama âyette denizin sadece bunlar için değil, ayrıca insanlar, onu yaratan ve nimetlerle donatan Allah’ı tanıyıp O’na şükretsinler ve böylece denizi mânevî bakımdan da bir nimet olarak değerlendirsinler diye onların hizmetine verildiğine dikkat çekilmektedir. Şu halde 10-11. âyetlerde ifade buyurulduğu üzere, tatlı yağmur suyunu türlü ürünleriyle insanlara ve genel olarak tabiata bahşeden yüce kudret, tuzlu deniz suyunu da nimetlerle donatarak yararlı kılmıştır; bu da O’nun derin hikmetinin anlamlı tecellilerinden biridir.
    Eski tefsirlerde “O (Allah), sizi sarsmaması için yere sağlam dağlar yerleştirdi” ifadesi açıklanırken, dünyanın önce dümdüz ve üzerinde ikamet edilemeyecek kadar hareketli olduğu, daha sonra Allah’ın emriyle dağların yerleştirilmesi sayesinde yerin istikrarlı bir hale getirildiği ifade edilir. Gerek bu âyette gerekse Nebe’ sûresindeki (78/7) dağların birer kazık veya destek yapıldığını ifade eden âyette yer kabuğunun sertleşme sürecine değinildiği; yani yer kabuğunun, yer altındaki mağma ve gaz tabakalarının üzerini kapatıp dışa püskürmesini büyük ölçüde önleyecek bir yapı kazanmasıyla dünyanın üzerinde yaşanabilir hale gelişine işaret bulunduğu yönünde Muhammed Esed’in ileri sürdüğü görüş (II, 531-532) bizce de mâkul görünmektedir. Özellikle yeryüzünün dağlık kısımlarında zemin sağlam olduğu için, yapıların depremlerde daha az hasar görmesine karşılık vadilerin ve ovaların nisbeten riskli olduğu da bilinmektedir. Bilinen bir diğer husus da dağların yer hareketlerinde denge ve düzeni sağlama (balans) işlevinin bulunduğudur.
    “Daha nice işaretler koydu” ifadesinden yeryüzünün, o dönem insan­larının henüz bilmedikleri, zamanla fizikî coğrafya, jeoloji, biyoloji gibi bilimlerin gelişmesiyle keşfedilecek olan daha başka sırlar taşıdığına işaret edilmektedir.
    اَفَمَنْ يَخْلُقُ كَمَنْ لَا يَخْلُقُؕ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ ﴿١٧﴾
    ﴾17﴿ O halde yaratanla yaratamayan bir olur mu? Siz düşünmez misiniz?
    وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَاؕ اِنَّ اللّٰهَ لَغَفُورٌ رَحٖيمٌ ﴿١٨﴾
    ﴾18﴿ Allah’ın nimetini saymaya kalksanız başa çıkamazsınız. Allah gerçekten bağışlayıcıdır, merhametlidir.
    وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مَا تُسِرُّونَ وَمَا تُعْلِنُونَ ﴿١٩﴾
    ﴾19﴿ Allah, gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilir.
    Tefsir
    Allah’ın varlığına, birliğine, yaratıcı kudretine, geniş lutuf ve merhametine işaret eden yukarıdaki âyetlerin muhatapları öncelikle Hz. Peygamber dönemindeki putperest Araplar olduğu için onların putları kastedilerek, “O halde yaratanla yaratmayan bir olur mu? Siz düşünmez misiniz?” buyurulmakta, böylece muhataplar bu bilgiler ışığında inançlarını akıl ve düşünce süzgecinden geçirmeye davet edilmektedir. Üstelik Allah’ın nimetleri burada hatırlatılanlardan ibaret de değildir; aksine O, insanlığa sayamayacakları kadar bol ve güzel nimetler vermiştir. 18. âyetin sonunda Allah’ın bağışlayıcılığının ve merhametinin özellikle hatırlatılması, hem bunların yukarıdaki maddî nimetler kadar önemli olduğu anlamını taşımakta hem de insanlar, eğer akıl ve düşüncelerini kullanarak yaratan Allah ile yaratmaktan âciz olan sözde tanrıların bir olmadığı gerçeğinin farkına varıp iman ederlerse o güne kadar sürdürdükleri yanlış inanç ve tutumları yüzünden ümitsizliğe kapılmalarına mahal bulunmadığına işaret edilmekte, Allah’ın af ve merhametine güvenmeleri istenmektedir. Bununla birlikte, eğer dıştan inanmış gibi görünmelerine rağmen içten eski yanlış inançlarını, müslümanlara karşı kötü niyetlerini, düşmanlık duygularını sürdürmeye kalkışırlarsa Allah’ın gizli açık her türlü hallerinden kesinlikle haberdar olduğunu da bilmeleri gerektiği uyarısında bulunulmaktadır.
    18 ve 19. âyetlerde muhatabın müminler olduğu düşünülerek şöyle bir farklı yorum daha yapılmıştır: Ey Müminler! Allah’ın nimetleri sayılamayacak kadar çok olduğu için bunların hepsinin şükrünü yerine getirmeniz elbette mümkün değildir; ama siz içinizde Allah’a eksiksiz şükretme arzusu ve niyetini taşırsanız, bunu fiilen gerçekleştiremeseniz de Allah, dışa vurduğunuz şükrünüz gibi içinizde taşıdığınız bu iyi niyetinizi de bilmektedir, bunun da ecrini ihsan edecektir (İbn Atıyye, III, 385).
    Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 385-386

    وَالَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَا يَخْلُقُونَ شَيْـًٔا وَهُمْ يُخْلَقُونَۜ ﴿٢٠﴾
    20: Müşriklerin Allah’tan başka ibâdet edip yalvardıkları putlar hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü, zâten kendileri yaratılmışlardır.
    اَمْوَاتٌ غَيْرُ اَحْيَٓاءٍۚ وَمَا يَشْعُرُونَۙ اَيَّانَ يُبْعَثُونَ۟ ﴿٢١﴾
    Karşılaştır 21: Onlar diri değil, ölüdürler. Kendilerine tapanların ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.
    TEFSİR:
    Müşrikler meleklerin veya bazı tarihî şahsiyetlerin sembolleri olarak yapılan bir kısım taş heykellere tapar, bunlar adına kurban keser, yalvarıp dilekte bulunurlardı. Bunlar yaratıcı değil, bizzat kendileri yaratılmış olan varlıklardı. Halbuki bir varlığın ilâh olması için onun “Yaratıcı” olması lazım gelir. Bunlar diri değil, kupkuru taşlardan ibaret cansız, ruhsuz, ölü nesnelerdi. Halbuki gerçek ilâhın ölü değil, hiçbir zaman yok olmayan bir “hayat sahibi” olması lazımdır. Yine bu putlar hiçbir şey bilmeyen, kendilerine yalvaranların farkında bile olmayan ve yeniden dirilişin ne zaman olacağı hakkında da hiçbir malumatı bulunmayan taştan yapılmış kupkuru şekillerden ibaretti. Halbuki gerçek ilâhın “her şeyi bilen”, kendine kulluk edenlerin hallerinden haberdar olan, kıyâmetin kopuşunun ve yeniden dirilişin vaktini bilen ve kullarını hesaba çekebilecek iradesi, kuvvet ve kudreti olan bir varlık olması gerekir. Bütün bu vasıflar onların taptıkları putlarda değil, sadece Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’da vardır. O halde insan, kendisini Allah’a kulluktan alıkoyan her türlü putu terk edip sadece Allah’a kul olmalıdır.
    اِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ فَالَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ قُلُوبُهُمْ مُنْكِرَةٌ وَهُمْ مُسْتَكْبِرُونَ ﴿٢٢﴾
    22: Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Ne var ki âhirete inanmayanların kalpleri, bu en büyük gerçeği ve ona dayanan daha pek çok gerçeği inkâra şartlanmıştır. Onlar, boş bir büyüklenme içindedirler.
    لَا جَرَمَ اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَۜ اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْتَكْبِر۪ينَ ﴿٢٣﴾
    Karşılaştır 23: Şüphe yok ki Allah onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da kesinlikle bilir. O, büyüklenip duran kimseleri asla sevmez.
    TEFSİR:
    Kulluğa lâyık tek ilâh, Allah Teâlâ’dır. Ancak âhirete iman etmeyenler, o kadar sorumsuz, başıboş ve bu dünya hayatı ile öyle sarhoş olmuşlardır ki herhangi bir gerçeği inkâr etmekte, hakka hiçbir değer vermeyip onu önemsememekte bir an bile tereddüt etmez hale gelmişlerdir. Çünkü onların kalpleri şiddetli bir inkâr hastalığına tutulmuş olup, hakikat adına ne varsa hepsini reddetmektedirler. Aynı zamanda onlar devamlı büyüklenip duran kimselerdir. Bu yüzden onlar kendilerini belli ölçülere uymaya çağıran daveti kabule hazır olmadıkları gibi, hâlihazırda gittikleri yolun doğru mu yanlış mı olduğunu düşünüp araştırmaya bile hiçbir ihtiyaç duymazlar. Gizli ve açık her şeyi bilen Allah ise, büyüklenip duran, kendini başkalarından üstün gören kibirli kimseleri sevmez.
    Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
    “Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremez. Yine kalbinde zerre ağırlığınca iman olan da cehenneme girmez.” (Müslim, İman 147)
    “Mütekebbirler kıyamet gününde toz zerrecikleri gibi haşredileceklerdir. Büyüklenmeleri yüzünden insanlar onları ayakları altında çiğneyecektir.” (Tirmizî, Kıyâmet 47)

  • İsra Süresi Meal Ve Tefsiri 84-111 Datum02.12.2023 05:38
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    İsra Süresi Meal Ve Tefsiri 84-111

    قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلٰى شَاكِلَتِه۪ۜ فَرَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ اَهْدٰى سَب۪يلًا۟ ﴿٨٤﴾
    Karşılaştır 84: De ki: “Herkes fıtrat ve mizacına göre amel eder. Fakat kimin daha doğru bir yolda olduğunu en iyi Rabbiniz bilir.”
    TEFSİR:
    اَلشَّاكِلَةُ (şâkile), “tabiat, fıtrat, âdet, din, ahlâk, seciye, karakter, niyet, mizaç” gibi mânalara gelen şumüllü bir kelimedir. Âyetin üslûbu dikkate alındığında bu mânaların hepsinin bir önemi ve yeri vardır. Buna göre herkes kendi aslına, fıtrat ve mizacına, seciye ve karakterine, alışageldiği din ve ahlâkına, gönlünde yer eden duygu ve düşüncelerine uygun düşeni yapar. Bu ilâhî beyân, kâfirler, zâlimler ve âsiler için bir kınama, mü’minler için bir övgüdür. Aynı zamanda bu gerçek, şahsiyet ve karakterin belirginleşip şekillendiği küçük yaşlardan itibaren insan terbiyesinin ne kadar mühim bir iş olduğunu ortaya koyar. Çünkü insan o yaşlarda şekillenen yapısına göre hayat tarzını belirlemektedir. Netice itibariyle mü’mini ve kâfiri, bunlardan hangisinin en doğru yolda olduğunu, hangisinin dininin daha güzel olduğunu ve sonuçta her birinin ne ile karşılaşacağını en iyi bilen Allah Teâlâ’dır. Herkes kendi duygu, anlayış ve kavrayışına göre bir yol tutar, fakat bunun Allah’ın rızâsına uygun olup olmadığına bakmak gerekir. Eğer tuttuğu yol Allah’ın kitabı ve Resûlullah (s.a.s.)’in sünnetine uygun ise bu yol doğru bir yoldur. Değilse yanlış ve bâtıl bir yoldur.
    Allah Teâlâ, doğru olan yolu Kur’an vasıtasıyla insanlara bildirmiştir. Peki Kur’an’ı Peygamberimiz (s.a.s.)’e getiren kimdir? Ruhun bununla alakası nedir:

    leri vardır. Mushaf tertîbine göre 17, nüzûl sırasına göre 50. sûredir.

    وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الرُّوحِۜ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّ۪ي وَمَٓا اُو۫ت۪يتُمْ مِنَ الْعِلْمِ اِلَّا قَل۪يلًا ﴿٨٥﴾
    85: Rasûlüm! Sana rûhun ne olduğunu soruyorlar. De ki: “Rûh Rabbimin bir emrinden, sadece O’nun bileceği işlerdendir. Bu hususta size pek sınırlı bilgi edinme imkânı verilmiştir.
    TEFSİR:
    Kur’ân-ı Kerîm’de rûh, “Cebrâil (a.s.)” (bk. Nahl 16/102), “vahiy-Kur’an” (Nahl 16/2; Mü’min 40/15) ve “insana üflenen can” (bk. Hicr 15/29) mânalarında kullanılır. Bu üçünden hangisiyle ilgili olursa olsun, elektrik gibi bir kısım etkilerini görsek de, ruhun ne olduğunu tam olarak anlamamız mümkün değildir. Çünkü bizzat hem onu hem bizi yaratan Allah Teâlâ, bize bu konuda oldukça az bir bilginin verildiğini söylemektedir. Ancak bu âyetin öncesine ve sonrasına bakıldığında burada sorulan “ruh”tan maksadın Kur’an ve onu getiren Cebrâil (a.s.)’la ilgili olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Nitekim bu konuya ışık tutan diğer bir âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
    “İşte biz böylece sana emrimizle ölü kalplere hayat bahşeden bu Kur’an’ı vahyettik. Yoksa daha önce sen kitap nedir, iman nedir, bilmezdin.” (Şûra 42/52)
    “Allah, melekleri kendi tarafından bir vahiyle kullarından dilediğine indirir ve peygamberlerine insanları şöyle uyarmalarını emreder: <Benden başka ilâh yoktur; bana karşı gelmekten sakının!»” (Nahl 16/2)
    Buna göre müşrikler Peygamberimiz (s.a.s.)’e, Kur’an’ı nereden aldığını sormuşlar, o da kendine vahiy getiren “ruh”un, Rabbinin emriyle geldiğini, Kur’an’ı getirdiğini, fakat bunun mâhiyetinin tam olarak anlaşılmasının da imkân dışı olduğunu söylemekle emrolunmuştur. Nitekim gelen âyetler de Kur’an’ın bu esrarengiz mahiyetini izaha devam etmektedir:
    وَلَئِنْ شِئْنَا لَنَذْهَبَنَّ بِالَّذ۪ٓي اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ ثُمَّ لَا تَجِدُ لَكَ بِه۪ عَلَيْنَا وَك۪يلًاۙ ﴿٨٦﴾
    86: Eğer istesek elbette sana vahyettiğimiz Kur’an’ı hafızalardan ve yazıldığı sayfalardan tamâmen silip yok ederiz; sonra bize karşı onu yeniden elde etmene yardımcı olacak bir destekçi bulamazsın.
    اِلَّا رَحْمَةً مِنْ رَبِّكَۜ اِنَّ فَضْلَهُ كَانَ عَلَيْكَ كَب۪يرًا ﴿٨٧﴾
    87: Ancak Rabbinin merhameti sebebiyle böyle yapmadık. Doğrusu O’nun senin üzerindeki lutf u keremi çok büyüktür.
    TEFSİR:
    Önceki âyetten anlaşıldığı üzere Kur’an, müşriklerin iddia ettikleri gibi Peygamber (s.a.s.)’in kendinden söylediği beşerî bir söz değil, ona Allah’tan gelen ilâhî bir kelâmdır. Peygamber sadece gelen vahyi alan ve onu hiçbir değişikliğe uğratmaksızın aldığı şekilde tebliğ eden bir memurdur. Dolayısıyla Allah dilerse vahyi göndermez; gönderdiklerini de hafızalardan, sadırlardan, satırlardan siler, kaldırır; Peygamber de bu durum karşısında hiçbir şey yapamaz; yok olan o âyetleri geri getirebilmek için kendine bir yardımcı bile bulamaz. Nihâyetinde o, Allah’a kullukla vazifeli, bütün güç ve kuvvetini Allah’tan alan diğer insanlar gibi bir insandır. Ancak Allah Teâlâ rahmeti ve lütfunun bir eseri olarak ona Kur’an’ı göndermekte ve onu Rasûlü’nün kalbine yerleştirmektedir. Bu bakımdan âyetlerin mesajı, Peygamberimiz (s.a.s.)’den ziyade, Kur’an’ı Allah kelamı olarak kabul etmeyen, onu kendisinin uydurduğunu veya bir başka insan tarafından ona öğretildiğini iddia eden münkirleredir. Bu sebeple bir sonraki âyette, Kur’an’ın mûcize bir ilâhî kelâm olduğunu savunmak üzere bütün insanlar ve cinlere meydan okunmaktadır:
    قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ الْاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰٓى اَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لَا يَأْتُونَ بِمِثْلِه۪ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَه۪يرًا ﴿٨٨﴾
    88: De ki: “Bütün insanlar ve cinler şu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler ve bu hususta güçlerini birleştirip birbirlerine yardımcı da olsalar, imkânı yok, asla onun bir benzerini getiremezler.
    TEFSİR:
    Kur’ân-ı Kerîm büyük bir mûcizedir. O; üslûbu, belâgati, fesâhati, ifade güzelliği, muhtevâsının zenginliği ve kusursuzluğu sebebiyle Allah’tan başkasının söyleyemeyeceği derecede mükemmel ve benzeri getirilemez bir kitaptır. Benzerini getirmeleri için bütün insanlara ve cinlere meydan okuduğu, hatta bu hususta güçlerini birleştirip birbirlerine yardım etmelerini de teşvik ettiği halde on beş asırdır bu meydan okuma cevapsız kalmış; o kadar düşmanları olmasına rağmen hiç kimse böyle bir eser ortaya koyamamıştır. Hatta Kur’an bu meydan okumayı on sûreye (bk. Hûd 11/13), son olarak kısa da olsa bir sûreye (bk. Bakara 2/23) kadar indirdiği halde yine çağrısı cevapsız kalmıştır. Neticede Kur’an şu kesin ve tehditkâr beyânıyla meseleye son noktayı koymuştur:
    “Buna rağmen yapamazsanız, ki asla yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlarla taşlar olan ve sizin gibi kâfirler için hazırlanmış bulunan cehennem ateşinden kendinizi koruyun.” (Bakara 2/24)
    Kur’an, âyetlerin açıkça haber verdiği gibi çağlar üstü bir mûcize olmakla birlikte, gözleri gönülleri iyice kararmış inkârcı nankör tipler ona inanmamakta ısrar edecek, sanki Kur’an yetmiyormuş gibi başka mûcizeler isteyeceklerdir:
    iki defa sürgün edilmelerinden bahsetmesi sebebiyle de بَن۪يۤ اِسْرَاۤء۪يلَ (Benî İsrâîl) gibi isimleri vardır. Mushaf tertîbine göre 17, nüzûl sırasına göre 50. sûredir.

    وَلَقَدْ صَرَّفْنَا لِلنَّاسِ ف۪ي هٰذَا الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍۘ فَاَبٰٓى اَكْثَرُ النَّاسِ اِلَّا كُفُورًا ﴿٨٩﴾
    89: Yemin olsun ki biz bu Kur’an’da her konuyu çeşitli üslup ve misallerle tekrar tekrar açıkladık. Ne var ki, insanların çoğu yine de inkârda ayak dirediler.
    وَقَالُوا لَنْ نُؤْمِنَ لَكَ حَتّٰى تَفْجُرَ لَنَا مِنَ الْاَرْضِ يَنْبُوعًاۙ ﴿٩٠﴾
    90: Kâfirler şöyle dediler: “Bize şu kupkuru yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla iman etmeyiz.”
    اَوْ تَكُونَ لَكَ جَنَّةٌ مِنْ نَخ۪يلٍ وَعِنَبٍ فَتُفَجِّرَ الْاَنْهَارَ خِلَالَهَا تَفْج۪يرًاۙ ﴿٩١﴾
    91: “Veya inanmamız için senin hurma bahçelerin ve üzüm bağların olmalı, bunlar arasından gürül gürül ırmaklar akıtmalısın.”
    اَوْ تُسْقِطَ السَّمَٓاءَ كَمَا زَعَمْتَ عَلَيْنَا كِسَفًا اَوْ تَأْتِيَ بِاللّٰهِ وَالْمَلٰٓئِكَةِ قَب۪يلًاۙ ﴿٩٢﴾
    92: “Yahut iddia ettiğin gibi göğü üzerimize parça parça düşürmelisin. Ya da Allah ve meleklerini karşımıza getirmelisin, onlar da senin doğruluğuna şâhitlik etmelidir.”
    اَوْ يَكُونَ لَكَ بَيْتٌ مِنْ زُخْرُفٍ اَوْ تَرْقٰى فِي السَّمَٓاءِۜ وَلَنْ نُؤْمِنَ لِرُقِيِّكَ حَتّٰى تُنَزِّلَ عَلَيْنَا كِتَابًا نَقْرَؤُ۬هُۜ قُلْ سُبْحَانَ رَبّ۪ي هَلْ كُنْتُ اِلَّا بَشَرًا رَسُولًا ﴿﴿٩٣﴾
    93: “Yahut da altundan yapılmış bir evin olmalı veya göğe çıkmalısın; fakat bize okuyabileceğimiz bir kitap getirmedikçe senin göğe çıktığına da inanmayız haa!” Rasûlüm! De ki: “Ey bütün noksan sıfatlardan pak ve uzak olan Rabbim! Bunlar ne biçim sözler! Ben nihâyet peygamber olarak gönderilmiş bir insandan başka neyim ki?”
    Tefsir
    Müşrikler, âyetlerde beyân edilen bu ve buna benzer mûcizeleri her vesileyle Peygamberimiz (a.s.)’dan talep ediyorlar; fakat bu isteklerini hep inkâr ve alay tarzında dile getiriyorlardı. Yoksa Resûlullah (s.a.s.)’e iman etmek gibi bir niyetleri yoktu. Bu sebeple onların bu nevi taleplerine Cenâb-ı Hak şöyle cevap veriyordu:

    “İnkârcılar: «Muhammed’e Rabbinden bir kısım mûcizeler verilse ya!» diyorlar. De ki: «Mûcizeleri yaratmak ve indirmek ancak Allah’ın irade ve kudretine bağlıdır. Ben ise, gerçeği apaçık tebliğ eden bir uyarıcıyım.» Hem, kendilerine okunan bu kitabı sana indiriyor olmamız onlara mûcize olarak yeterli değil mi? Hiç şüphesiz bunda iman eden bir toplum için elbette bir rahmet ve öğüt vardır.” (Ankebût 29/50-51)
    Diğer taraftan Kur’an’ı tebliğ eden Hz. Muhammed (s.a.s.), elçi olarak gönderilmiş bir insandır. Onun, bunun dışında bir iddiası olmamıştır. Hiçbir zaman ilâh olduğunu, güçlü olduğunu, yerleri ve gökleri yönettiğini iddia etmemiştir. İlk günden itibaren Allah’tan vahiy getiren bir insan olduğunu söylemiştir. Allah Teâlâ ona şöyle demesini emretmiştir: “Size «Allah’ın hazîneleri yanımda» demiyorum, gaybı da bilmiyorum. Yine size «ben bir meleğim» de demiyorum. Ben ancak bana vahyedilene tâbi oluyorum. De ki: «Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz?»” (En‘âm 6/50) Dolayısıyla onun dâvasında doğruluğunu öğrenmek isteyenler, onun tebliğ ettiği dine bakmalıdırlar. Onun ne kadar haklı ve tutarlı olduğunu sorgulamalı, bu konuda iknâ olurlarsa hemen iman etmelidirler. İkinci olarak peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkmış kişinin bir insan olarak davranışlarına, ahlâkına, davet ettiği şeyle hal ve davranışlarının uyumluluğuna bakmalı ve ona göre karar vermelidirler. Bütün bunlara rağmen ondan yeri yarmasını veya göğü parça parça üzerlerine düşürmesini istemeleri tamamen saçmalıktan başka bir şey değildir. Peygamberlikle böyle şeylerin hiçbir alakası yoktur. Fakat bu gerçeğin farkında olmayan inatçı kâfirler, peygamberin insan olmasına itiraz edip, bunu imansızlıklarına bir gerekçe olarak ileri sürmüşlerdir:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
    وَمَا مَنَعَ النَّاسَ اَنْ يُؤْمِنُٓوا اِذْ جَٓاءَهُمُ الْهُدٰٓى اِلَّٓا اَنْ قَالُٓوا اَبَعَثَ اللّٰهُ بَشَرًا رَسُولًا ﴿٩٤﴾
    94: Kendilerine doğru yolu gösteren rehber geldiğinde insanları ona imandan alıkoyan tek sebep, “Allah başkasını bulamadı da bir insanı mı peygamber gönderdi?” demeleri olmuştu
    قُلْ لَوْ كَانَ فِي الْاَرْضِ مَلٰٓئِكَةٌ يَمْشُونَ مُطْمَئِنّ۪ينَ لَنَزَّلْنَا عَلَيْهِمْ مِنَ السَّمَٓاءِ مَلَكًا رَسُولًا ﴿٩٥﴾
    95: Onlara şöyle de: “Eğer yeryüzünde yerleşen, gezip dolaşanlar meleklerden ibaret olsaydı, elbette biz de onlara elçi olarak gökten bir melek gönderirdik.”
    قُلْ كَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يدًا بَيْن۪ي وَبَيْنَكُمْۜ اِنَّهُ كَانَ بِعِبَادِه۪ خَب۪يرًا بَص۪يرًا ﴿٩٦﴾
    96: De ki: “Benimle sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. Şüphesiz O, kullarının durumunu çok iyi bilir ve her şeyi görür.”
    TEFSİR:
    Müşrikler, kendileri gibi bir insan olan, yiyen, içen, evlenen, sokaklarda dolaşan birinin peygamber olmasını kabullenemiyorlardı. Kendileri gibi bir insana itaat etmek onlara zül geliyordu. Dolayısıyla bunun beşer üstü bir varlık, meselâ en azından bir melek olmasını bekliyorlardı. Halbuki Allah’ın kanunu, kendileriyle iletişime geçip mesajlarını tebliğ edebilmeleri ve onlara her hususta örnek olabilmeleri için insanlara insan bir peygamber, meleklere melek bir peygamber göndermektir. Eğer yeryüzünde insanların yerinde yaşayanlar, gezip dolaşanlar melekler olsaydı, bu kanunun bir gereği olarak onlara melek bir peygamber gelirdi. Peygamberin gönderilmesindeki hikmetin gerçekleşmesi için bu şarttır. Bunun dışında onlara söylenebilecek başka bir söze hacet yoktur. Zaten Allah, hem peygamberinin hem de ona düşmanlık edenlerin durumuna şâhittir; onların her halini hakkiyle bilmektedir ve yapıp ettikleri her şeyi çok iyi görmektedir. Her birine buna göre dünyada ve âhirette bir netice takdir buyuracaktır:
    وَمَنْ يَهْدِ اللّٰهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِۚ وَمَنْ يُضْلِلْ فَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِه۪ۜ وَنَحْشُرُهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ عَلٰى وُجُوهِهِمْ عُمْيًا وَبُكْمًا وَصُمًّاۜ مَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۜ كُلَّمَا خَبَتْ زِدْنَاهُمْ سَع۪يرًا ﴿٩٧﴾
    97: Allah kimi doğru yola iletirse, doğru yolda olan işte odur. Kimi de yoldan saptırırsa artık bunları Allah’tan başka koruyacak kimseler bulamazsın. Kıyâmet günü onları kör, dilsiz, sağır olarak yüzüstü haşrederiz. Sonunda varacakları yer cehennemdir. Onun ateşi dindikçe, onlar için her defasında çılgın alevi yeniden körükleriz.
    ذٰلِكَ جَزَٓاؤُ۬هُمْ بِاَنَّهُمْ كَفَرُوا بِاٰيَاتِنَا وَقَالُٓوا ءَاِذَا كُنَّا عِظَامًا وَرُفَاتًا ءَاِنَّا لَمَبْعُوثُونَ خَلْقًا جَد۪يدًا ﴿٩٨﴾
    98: Onların cezası işte budur. Çünkü onlar, âyetlerimizi inkâr ettiler ve: “Biz kupkuru bir kemik yığını ve ufalanmış bir avuç toprak hâline geldiğimiz zaman mı, yani biz o halde iken mi yeni bir yaratılışla tekrar diriltileceğiz? Bu, olacak şey değil!” dediler.
    TEFSİR:
    Sorumluluk tamâmen kulun tercihine aittir. Doğru yolu tercih edeni Allah doğru yola eriştirir. Sapıklığı tercih edeni ise sapkınlık ve şaşkınlık içinde bırakır. Bu tür kimseler, inat ve ısrarla sapıklıkta devam etmeleri yüzünden bir türlü doğru yolu bulamazlar. Eğer bir kimse hakka yüz çevirip bâtıla bağlanırsa, artık dünyada onu bâtıldan çevirip hakka döndürebilecek hiçbir güç yoktur. Çünkü bu şekilde sapıklığı tercih edenlere Allah, onları haktan uzaklaştırıp bâtılı daha çok sevmelerini sağlayan sebepler var edecek, onlar da bu sebeplerin peşinden koşa koşa ömürlerini tüketeceklerdir. Derin bir gaflet içinde yakalandıkları ölümle birlikte Allah’ın huzuruna çıkacaklar, Allah da, hem dünyada ilâhî hakikatler karşısında kör, dilsiz ve sağır davranmaları; hem de ayakları üzere yürüyecekleri yerde din dışı bir hayatla âdeta yüzüstü sürünmeleri sebebiyle kıyamet günü onları kör, dilsiz, sağır ve yüzükoyun haşredecektir. Sonuçta cehenneme atacak; onun ateşi dindikçe, hafifledikçe, yakıcılığı azaldıkça onların daha çok acı duymaları için çılgın alevlerini yeniden körükleyip kızıştıracaktır. Böyle bir cezaya maruz kalmalarının sebebi ise, Kur’an’ın tekrar tekrar vurguladığı gibi, onların Allah’ın âyetlerini yalanlamaları; âhireti, öldükten sonra dirilişi, hesabı, cennet ve cehennemi inkâr etmeleridir. Halbuki göklerle yerin yaratılışına ve bunlarda cereyan eden ilâhî kudret akışlarına bakacak olsalar, Allah’ın ölüleri yeniden diriltmeye güç yetirebileceğini anlamakta zorlanmazlar:

    اَوَلَمْ يَرَوْا اَنَّ اللّٰهَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ قَادِرٌ عَلٰٓى اَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُمْ وَجَعَلَ لَهُمْ اَجَلًا لَا رَيْبَ ف۪يهِۜ فَاَبَى الظَّالِمُونَ اِلَّا كُفُورًا ﴿٩٩﴾
    99: Peki onlar, gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, kıyâmet gününde kendilerini aynı şekilde yeniden yaratabilecek güce sahip olduğunu ve onlar için geleceğinde şüphe olmayan bir ecel belirlediğini görmüyorlar mı? Ama zâlimler, yine de inkârlarında diretmektedirler.
    TEFSİR:
    Gökler ve yer gibi muazzam, büyük ve muhteşem varlıkları yaratan Allah şüphesiz ki insanları öldükten sonra yeniden diriltmeye kadirdir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
    “Göklerin ve yerin yaratılması elbette insanların yaratılmasından daha büyük bir iştir; fakat insanların çoğu bunu bilmez.” (Mü’min 40/57)
    “Ey haşri inkâr edenler! Sizi yeniden yaratmak mı daha zor, yoksa göğü yaratmak mı? İşte bakın! Onu Allah nasıl da binâ etti. Tavanını yükseltti ve onu mükemmel bir sistem halinde nizama koydu. Gecesini kararttı, gündüzünü aydınlık yaptı. Bundan sonra da yeri döşeyip yaydı.” (Nâzi’ât 79/27-30)
    “Sizin yaratılmanız da, tekrar diriltilmeniz de tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. Gerçekten Allah, her şeyi hakkiyle işiten, her şeyi hakkiyle görendir.” (Lokmân 31/28)
    İster büyük ister küçük olsun, bize göre ister zor ister kolay olsun bunları yaratmada Allah Teâlâ için bir zorluk yoktur. Sadece “Ol!” buyurması yeterlidir. O, herkes için kesin bir ecel tâyin etmiştir. Dolayısıyla eceli gelen herkes ölecektir. Yine O, yeniden diriliş için de muayyen bir vakit belirlemiştir. O vakit gelince de herkesi yeniden diriltilecektir. Hiçbir güç buna engel olamayacaktır. Fakat zulme gömülmüş kirli ruhların ve katran gibi paslara bürünmüş hastalıklı kalplerin bu gerçeği sezmeleri mümkün olmadığından, böyle perişan halde olan zâlimler, inat merkepler gibi, inkârda ayak diretip durmaktadırlar. Bu, İslâmî bir terbiye ve tezkiye görmemiş, imanın kalpleri yoğurucu rahmetinden mahrum kalmış ham ruhlu insanın son derece cimri, pinti, nankör ve inkarcı yapısından kaynaklanmaktadır:
    قُلْ لَوْ اَنْتُمْ تَمْلِكُونَ خَزَٓائِنَ رَحْمَةِ رَبّ۪ٓي اِذًا لَاَمْسَكْتُمْ خَشْيَةَ الْاِنْفَاقِۜ وَكَانَ الْاِنْسَانُ قَتُورًا۟ ﴿١٠٠﴾
    100: De ki: “Eğer Rabbimin bütün rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, yine de harcamakla tükenir korkusuyla cimrilik ederdiniz. Gerçekten insan çok cimridir.”
    TEFSİR:
    İnsan fıtratı itibariyle çok cimridir; malı çok sever, onu biriktirir, yığar ve bitecek korkusuyla onu harcamak istemez. Kalbini malına dayar ve onun kendisini ebedî kılacağını zanneder. (bk. Hümeze 104/2-3) Hatta Allah’ın bütün rahmet ve nimet hazineleri eline geçse, yine de tükenir korkusuyla onu harcamak istemez. Aslında bu, iman ve ahlâk terbiyesinden mahrum kalmış, aşırı bencillik ve cimriliğe esir olmuş ham insanın ruh halini ortaya koymaktadır. Âyet, bir taraftan Peygamberimiz (s.a.s.)’den mûcize olarak bağlar, bahçeler, pınarlar, nehirler, altın ve gümüşler isteyen müşriklerin cömertlik bakımından perişan hâllerini beyân ederken, bir taraftan da bütün insanlara bulundukları seviyeye göre nefislerinde yer eden cimrilik belâsını hatırlatarak, onu aşmaları gerektiği hususunda teşvikte bulunmaktadır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
    “Muhâcirlerden önce Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş bulunan Ensâr’ın da bu ganimet mallarında hakları vardır. Onlar beldelerine göç eden muhacirleri kendi canları gibi severler ve onlara fazladan verilen ganimetlerden ötürü gönüllerinde en küçük bir kıskançlık ve burukluk duymazlar. Hatta onlar ihtiyaç içinde kıvransalar bile, daha muhtaç durumda olan mümin kardeşlerini kendilerine tercih ederler. Şunu bilin ki, kim nefsinin cimriliğinden ve mala düşkünlüğünden kendini kurtarırsa, dünyada da âhirette de kurtuluşa erecek olanlar, işte bunlardır.” (Haşr 59/9)
    Şimdi de, Peygamberimiz (s.a.s.)’den ısrarla mûcize isteyen kâfirlere, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği dokuz ayrı dehşetli mûcizeye rağmen inanmayan Firavun’un durumu örnek verilmektedir:
    وَلَقَدْ اٰتَيْنَا مُوسٰى تِسْعَ اٰيَاتٍ بَيِّنَاتٍ فَسْـَٔلْ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ اِذْ جَٓاءَهُمْ فَقَالَ لَهُ فِرْعَوْنُ اِنّ۪ي لَاَظُنُّكَ يَا مُوسٰى مَسْحُورًا ﴿١٠١﴾
    قَالَ لَقَدْ عَلِمْتَ مَٓا اَنْزَلَ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِلَّا رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ بَصَٓائِرَۚ وَاِنّ۪ي لَاَظُنُّكَ يَا فِرْعَوْنُ مَثْبُورًا ﴿١٠٢﴾
    Karşılaştır 101: Biz Mûsâ’ya apaçık dokuz mûcize vermiştik. İşte İsrâil­oğulları’na sor: Mûsâ onlara geldiğinde, Firavun: “Ey Mûsâ, ben senin kesinlikle büyülenmiş biri olduğunu zannediyorum” demişti.
    Karşılaştır 102: Mûsâ ise şöyle cevap vermişti: “Sen de çok iyi biliyorsun ki bu mûcizeleri, gözlere ve gönüllere gerçekleri gösterecek birer delil olarak indiren, göklerin ve yerin Rabbinden başkası değildir. Ey Firavun, ben de senin kesinlikle mahvolup gitmiş biri olduğunu görüyorum.”
    TEFSİR:
    Burada zikredilen dokuz mûcize A‘râf sûresi 133. ayette daha açık bir şekilde haber verilmişti. Bu mûcizeler şunlardır:
    › Büyük bir yılana dönüşen asa,
    › Mûsâ’nın güneş gibi parlayan ve beyaz olan sağ eli
    › Sihirbazların tümünün sihirlerinin bozulması
    › Kıtlık, Tufan, Çekirge, Buğday güvesi, Kurbağa, Kan âfeti.Peki, bütün bu mucizeleri gören Firavun ve beraberindekilerin sonu ne oldu:
    فَاَرَادَ اَنْ يَسْتَفِزَّهُمْ مِنَ الْاَرْضِ فَاَغْرَقْنَاهُ وَمَنْ مَعَهُ جَم۪يعًاۙ ﴿١٠٣﴾
    103: Sonunda Firavun İsrâiloğulları’nı ülkeden sürüp çıkarmak istedi. Biz de onu ve beraberindeki bütün ordusunu denizde boğduk.
    وَقُلْنَا مِنْ بَعْدِه۪ لِبَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ اسْكُنُوا الْاَرْضَ فَاِذَا جَٓاءَ وَعْدُ الْاٰخِرَةِ جِئْنَا بِكُمْ لَف۪يفًاۜ ﴿١٠٤﴾
    104: Bunun ardından İsrâiloğulları’na şöyle buyurduk: “Firavun ve ordusunun helâkinden sonra o topraklara siz yerleşin. Zâten âhiret vakti gelince hepinizi toplayıp bir araya getireceğiz.”
    TEFSİR:
    Hz. Mûsâ’ya iman etmeyen, ona düşman olan, hatta İsrâiloğulları’nı Mısır’dan çıkarmaya azmeden Firavun bu dâvasında başarılı olamadığı ve ordusuyla birlikte boğulup gittiği gibi, Resûlullah (s.a.s.)’e iman etmeyen, ona düşman olan, onu ve beraberindekileri Mekke’yi terke zorlayan Mekke’li müşrikler de aynı hazin âkıbete uğrayacak ve helak olacaklardır. Burada, bu âyetlerin inişinden pek yakın zaman sonra gerçekleşen Bedir savaşına ve seneler sonra gerçekleşecek olan Mekke’nin fethine bir işaret sezilmektedir. Dolayısıyla bu âyetler, Peygamberimiz (s.a.s.)’i zaferle müjdelerken, müşrikleri de böyle kötü bir âkıbetle uyarmaktadır. Esasen, gerçeğin ta kendisi olan Kur’an’ın indiriliş ve Peygamberimiz (s.a.s.)’in gönderiliş gayesi de insanları durumlarına göre müjdelemek ya da korkutmaktır:
    وَبِالْحَقِّ اَنْزَلْنَاهُ وَبِالْحَقِّ نَزَلَۜ وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا مُبَشِّرًا وَنَذ۪يرًاۢ ﴿١٠٥﴾
    105: Biz Kur’an’ı kendisine en küçük bir şüphe karışmayacak bir yolla indirdik ve o da gerçekleri bildirmek üzere indi. Rasûlüm! Seni de ancak bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.
    وَقُرْاٰنًا فَرَقْنَاهُ لِتَقْرَاَهُ۫ عَلَى النَّاسِ عَلٰى مُكْثٍ وَنَزَّلْنَاهُ تَنْز۪يلًا ﴿١٠٦﴾
    105: Biz Kur’an’ı kendisine en küçük bir şüphe karışmayacak bir yolla indirdik ve o da gerçekleri bildirmek üzere indi. Rasûlüm! Seni de ancak bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.
    106: Biz Kur’an’ı insanların zihinlerine ve kalplerine sindire sindire okuyasın diye kısımlara ayırdık ve onu parça parça indirdik.
    TEFSİR:
    Kur’ân-ı Kerîm’in Allah kelâmı olduğunda şüphe yoktur. Geldiği yol en doğru ve en emniyetli bir yoldur. Onu getiren Rûhu’l-Emîn, en güvenilir Rûh Cibrîl (a.s.)’dır. Kur’an’ı getirdiği kişi Muhammedü’l-Emîn (s.a.s.), en güvenilir insandır. Getirdiği bilgilerin doğruluğunda da asla şüphe yoktur. Ondaki bilgiler ebedî olarak doğru kalacak, hiçbir şey onun doğruluğunu değiştiremeyecektir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Kur’ân’a ne önünden ne de arkasından, hiçbir yönden bir noksanlık, bir yanlışlık aslâ sızamaz. O, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan, her türlü övgüye lâyık olan Allah tarafından indirilmiştir.” (Fussılet 41/42) Kur’an, hakkı hâkim kılmak için gelmiştir. Haber verdiği her şey, haber verdiği şekilde gerçekleşecektir. Peygamber (s.a.s.)’in vazifesi ise insanları Kur’an’la müjdelemek ve yine onları Kur’an’la uyarmaktır.
    Kur’ân-ı Kerîm, dağları darmadağın edecek, yeryüzünü bölüp parçalara ayıracak, ölüleri diriltecek ağırlıkta ağır bir söz, muazzam bir ilâhî kelâmdır. (bk. Haşr 59/21; Ra‘d 13/31; Müzzemmil 73/6) Eğer Allah Teâlâ onu bir defada indirseydi, ne gökler, ne yerler, ne dağlar, ne de hiçbir beşer onu taşımaya tahammül gösterebilirdi; ağırlığıyla hepsini parçalayıp darmadağın, un ufak ederdi. Bu sebeple ilâhî rahmetinin bir tecellisi olarak Rabbimiz onu Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’in mübârek kalbine, her defasında o temiz kalbin alıp tahammül edebileceği miktarda ve gelişen İslâmî hayatın ihtiyâcına göre yirmi üç yıl boyunca parça parça, bölüm bölüm indirmiştir. Efendimiz (s.a.s.) de kendine vahyedilen bu âyetleri, emredildiği üzere dura dura, sindire sindire, ağır ağır insanlara okumuş, mânasını öğretmiş ve her türlü ahkâmını onlara sırasıyla tatbik ettirmiştir. Peygamberimiz (s.a.s.)’den sonra da İslâm toplumlarında bu usul tatbik edilegelmiştir. Bundan böyle de Kur’ân-ı Kerîm’in tâlim ve terbiyesi aynı usulle devam ettirilecektir. Ancak Resûlullah (s.a.s.) döneminden bu güne kadarki süreçte görüldüğü üzere bu günden sonra da Kur’an’a inananlar olacağı gibi inanmayanlar da olacaktır. Şu kadar var ki inananların elde edecekleri maddî-manevî kazanç elbetteki muhteşem olacaktır:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
    قُلْ اٰمِنُوا بِه۪ٓ اَوْ لَا تُؤْمِنُواۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَ مِنْ قَبْلِه۪ٓ اِذَا يُتْلٰى عَلَيْهِمْ يَخِرُّونَ لِلْاَذْقَانِ سُجَّدًاۙ ﴿١٠٧﴾
    108: Ve şöyle derler: “Rabbimiz, şüphesiz sen her türlü noksanlıktan pak ve yücesin. Eğer Rabbimiz bir şey va‘detmişse, o mutlaka gerçekleşir.”
    وَيَقُولُونَ سُبْحَانَ رَبِّنَٓا اِنْ كَانَ وَعْدُ رَبِّنَا لَمَفْعُولًا ﴿١٠٨﴾
    108: Ve şöyle derler: “Rabbimiz, şüphesiz sen her türlü noksanlıktan pak ve yücesin. Eğer Rabbimiz bir şey va‘detmişse, o mutlaka gerçekleşir.”
    وَيَخِرُّونَ لِلْاَذْقَانِ يَبْكُونَ وَيَز۪يدُهُمْ خُشُوعًا ۩ ﴿١٠٩﴾
    109: Yine ağlayarak yüzüstü secdeye kapanırlar; kendilerine ne zaman Kur’an okunsa, bu onların Allah’a olan saygılarını artırır.
    TEFSİR:
    Burada Kur’ân-ı Kerîm’e nasıl bir imanla inanılması, onun nasıl bir kalbî hissiyat içinde tilâvet edilmesi, ne keyfiyette bir huşû ve ihtirâm duyguları içinde dinlenilmesi hususunda mü’min olan, önceden vahiy ve din hakkında malumatları bulunan Arap veya Ehl-i kitap âlimlerinden bir misâl verilmektedir. Bunlar Kur’an’a olan imanları, ilâhî kelâm karşısındaki saygı ve haşyetleri sebebiyle kendilerine Kur’an okunduğu zaman derhal yüzüstü secdelere kapanıyorlardı. Allah’ı tenzih ediyor, O’nu tesbih ediyor, va‘dettiği her şeyin gerçek olduğunu ikrar ediyor ve bunların haber verildiği şekilde mutlaka gerçekleşeceğine yakînen inanıyorlardı. Tekrar çeneleri üzerine secdeye kapanıyor, ağlıyor, ağlıyor, Kur’an’ı dinlemeye devam ettikçe huşû ve haşyetleri daha da artıyordu.
    قُلِ ادْعُوا اللّٰهَ اَوِ ادْعُوا الرَّحْمٰنَۜ اَيًّا مَا تَدْعُوا فَلَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰىۚ وَلَا تَجْهَرْ بِصَلَاتِكَ وَلَا تُخَافِتْ بِهَا وَابْتَغِ بَيْنَ ذٰلِكَ سَب۪يلًا ﴿١١٠﴾
    110: De ki: “İster Allah diyerek, isterse Rahmân diyerek yalvarın. Hangisiyle yalvarırsanız olur; çünkü en güzel isimler O’nundur.” Sen de namazında, niyâzında sesini fazla yükseltme, büsbütün de kısma, ikisi arasında orta bir yol tut.
    TEFSİR:
    Yüce Rabbimizin Allah, Rahmân, Rahîm, Melik, Kuddûs, Gaffâr, Settâr gibi Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şeriflerde zikredilen pek çok güzel ismi vardır. Burada bunlardan iki tanesi olan “Allah” ve “Rahmân” isimleri zikredilmekte, diğerlerine “En güzel isimler ona mahsustur” beyânıyla işaret edilmektedir. Mü’min olarak bu isimlerden hangisiyle Cenâb-ı Hakk’a yalvarsak, O’na dua ve ibâdet etsek, O’ndan bir talepte bulunsak caizdir. İslâmî açıdan bir sakınca yoktur. Mühim olan kişinin kalbî durumu ve kastettiği mânadır. Allah Teâlâ bunları işitir ve icâbet buyurur. Yeter ki kullar, O’nun râzı olduğu şekilde kulluk yapsınlar, yalvarıp yakarsınlar.
    Âyetin beyân buyurduğu ikinci edep, namazda Kur’an okurken veya dua ederken sesimizin ne ölçüde olması gerektiğidir. Ses bir taraftan çok yüksek olmamalı; yani bağırma, gösteriş ve saygısızlık lekelerinden arındırılmış olmalıdır. Diğer taraftan büsbütün de gizli olmamalıdır. Yani insan kendi işitemeyecek kadar da gizli okumamalıdır. Bu ikisi arasında orta bir yol tutmak lazımdır.
    Rivayete göre Resûlullah (s.a.s.), Mekke döneminin ilk yıllarında ashâbı ile namaz kıldığında yüksek sesle Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Müşrikler bunu işitince Kur’ân-ı Kerîm’e, onu indirene ve onu okuyana uygun olmayan sözler söylerlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah, Efendimiz (s.a.s.)’e okurken, müşriklerin işitmemesi için sesini biraz kısmasını; fakat ashâbı duymayacak kadar da kısmamasını, bu ikisi arasında bir yol tutmasını emir buyurdu. (Buhârî, Tefsir 17/14; Müslim, Salât 145) Bu hâdise müslümanların, İslâmî hassâsiyeti en üst seviyede muhafaza ederek, bulundukları şartlara göre nasıl hareket etmeleri lazım geldiği hususuna da güzel bir misal teşkil eder.
    وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَر۪يكٌ فِي الْمُلْكِ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ وَلِيٌّ مِنَ الذُّلِّ وَكَبِّرْهُ تَكْب۪يرًا ﴿١١١﴾
    Karşılaştır 111: “Çocuk edinmeyen, mülk ve hâkimiyetinde hiçbir ortağı bulunmayan, âciz olmadığı için bir yardımcıya da ihtiyaç duymayan Allah’a hamdolsun” de ve tekbir getirerek O’nun büyüklüğünü ilan et!
    TEFSİR:
    Cenâb-ı Hak, çocuk edinmekten çok yücedir. Buna göre Allah’ın çocuk edindiğini söyleyenler O’na iftira atmış olurlar. O’nun mülkünde ve hâkimiyetinde hiçbir ortağı yoktur. Dolayısıyla Allah’ın iki veya daha fazla olduğunu söyleyenler yalancıdırlar. O’nun âcizlikten ötürü, zilletten kurtulup izzete kavuşmak için bir dosta bir yardımcıya da asla ihtiyacı yoktur. O, her türlü zilletten pak ve uzak olup, kâmil mânasıyla izzet ve kuvvet sahibidir. Nitekim âyet-i kerîmede: “Kim izzet ve şeref istiyorsa bilsin ki izzet ve şeref bütünüyle Allah’a aittir” (Fâtır 35/10) buyrulur. İşte bütün mâna ve muhtevâsıyla hamd böyle kemâl sıfatlarına sahip Yüce Allah’a mahsustur. Dolayısıyla kulun en ulvî vazifesi Allah’ı zâtıyla, sıfatlarıyla, isim ve fiilleriyle yüceltmektir.Kaynak: Ömer Çelik Tefsir
    Son âyetin metnindeki veled kelimesi sözlükte “erkek evlât” anlamına gelmekle birlikte, âyette hıristiyanların Hz. Îsâ’yı Allah’ın oğlu olarak telakki eden inançları; kezâ putperest Araplar’ın, erkek çocuklarını kendilerine, kız çocuklarını Allah’a nisbet etmeleri, melekleri Allah’ın kızları saymaları şeklindeki bâtıl inanç ve telakkilerine (bk. Nahl 16/57) işaret edilmiş olmalıdır. Bunu göz önüne alarak meâlde bu kelimeye “çocuk” anlamı vermeyi uygun bulduk. Âyette ayrıca Allah’ın hüküm ve hâkimiyetinde ortağı bulunmadığı, O’nun için âcizlikten, dolayısıyla kendisine yardım edecek bir destekçiye asla ihtiyacı olmadığı hatırlatılarak, müslümanların dilek ve ihtiyaçlarını yalnız O’na arzetmeleri, hayatlarını buna göre düzenlemeleri, bu inancın verdiği onurla gayretlerini üretken kılmaları gerektiğine işaret edilmektedir. Tekbir buyruğu da müslümanların Allah’ı bu inançla yüceltmeleri anlamına gelmekte; böylece sûre, İslâm’ın ulûhiyyet ve tevhid inancının âdeta özeti olan veciz bir dua örneğiyle son bulmaktadır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 529-531
    Rivayete göre Allah Resûlü (s.a.s.), Abdülmuttalip çocuklarından konuşmaya başlayan her erkek çocuğa İsrâ sûresinin bu son âyetini belletirdi. (Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, V, 353)

  • İsra Süresi Meal Ve Tefsiri 71-83Datum01.12.2023 04:55
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    İsra Süresi Meal Ve Tefsiri 71-83

    يَوْمَ نَدْعُوا كُلَّ اُنَاسٍ بِاِمَامِهِمْۚ فَمَنْ اُو۫تِيَ كِتَابَهُ بِيَم۪ينِه۪ فَاُو۬لٰٓئِكَ يَقْرَؤُ۫نَ كِتَابَهُمْ وَلَا يُظْلَمُونَ فَت۪يلًا ﴿٧١﴾
    71: Kıyâmet gününde her insan topluluğunu önderleriyle birlikte çağıracağız. Kimin amel defteri sağından verilirse, işte o kutlu insanlar sevine sevine defterlerini okurlar ve onlara hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar bile haksızlık yapılmaz.
    وَمَنْ كَانَ ف۪ي هٰذِه۪ٓ اَعْمٰى فَهُوَ فِي الْاٰخِرَةِ اَعْمٰى وَاَضَلُّ سَب۪يلًا ﴿٧٢﴾
    72: Dünyada dinî gerçeklere karşı kör olan âhirette de kördür; hatta oradaki şaşkınlığı daha da fazla olacaktır.
    TEFSİR:
    71. âyette geçen اَلْإمَامُ (imâm) kelimesi, doğrulukta veya sapıklıkta öne geçirilip arkasına düşülen, kendisine uyulan kimse demektir. Meselâ bir peygambere, bir kitaba, bir dine, bir mezhebe veya herhangi bir başkana, yahut bir kumandana “imâm” denilebilir. Şu halde o gün, her insan topluluğu Rahmânî veya şeytanî önderlerine nispet edilerek, mesela: “Ey İbrâhim ümmeti, ey Mûsâ ümmeti, ey İsa ümmeti ve ey Muhammed ümmeti” diye veya “Ey Firavun halkı, ey Nemrud halkı” diye yahut da dinlerine, kitaplarına, mezheplerine nisbet ile “Ey falan ümmet, ey falan millet” diye çağrılacaklardır. Bu hususa menfi mânada bir misâl olarak âyet-i kerîmede: “Firavun, kıyâmet günü kavminin önüne düşecek ve hayvanların suya götürüldüğü gibi onları ateşe götürecektir. Gerçekten ne kötü bir yerdir, varılan o ateş!” (Hûd 11/98) buyrulur.
    O gün amel defteri sağ elinden verilenler sevinecekler, defterlerinde yazılan güzellikleri çekinmeden okuyacaklardır. Amellerinin mükâfatlarını alacaklar ve en küçük bir haksızlığa uğramayacaklardır. Ancak dünya hayatında kalp gözü kör olup da doğru yolu görmeyen, gerçek bir hidâyet rehberine uymayan, kendisine lütfedilen o üstünlük ve şerefi koruyamayıp aksine bu nimetlere karşı nankörlük eden âhirette de kör, sağır ve dilsiz olarak ve yüzükoyun sürünerek haşr olunacak (bk. İsrâ 17/97; Tâha 20/120-124) ve kitabı solundan verilecektir. Dünyadayken kendini cennete götürecek yola girmediği; şeytanın yoluna uyup hak yoldan saptığı için, âhirette de daha perişan bir sapıklık ve şaşkınlık içinde kalacaktır.
    İşte böyle kâfirler, kendi körlükleri ve şaşkınlıkları yetmezmiş gibi, başkalarını da cehâlet karanlıklarına sürüklemek isterler. Mesela, Peygamberimiz veya onun tebliğ vazifesinin vârislerinden biri, sahte tanrılarını öven bazı sözler sarfettiği takdirde müslüman olacaklarını söyleyerek güya anlaşma teklif ederler:

    وَاِنْ كَادُوا لَيَفْتِنُونَكَ عَنِ الَّذ۪ٓي اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ لِتَفْتَرِيَ عَلَيْنَا غَيْرَهُۗ وَاِذًا لَاتَّخَذُوكَ خَل۪يلًا ﴿٧٣﴾
    73: Rasûlüm! Müşrikler akıllarınca seni kandıracak, sana vahyettiğimizi bıraktırıp, onun yerine başka şeyleri bize isnat etmeni sağlayacaklardı. Ancak böyle yaptığın takdirde seni dost edineceklerdi.
    وَلَوْلَٓا اَنْ ثَبَّتْنَاكَ لَقَدْ كِدْتَ تَرْكَنُ اِلَيْهِمْ شَيْـًٔا قَل۪يلًاۗ ﴿٧٤﴾
    74: Eğer biz sana tam sebât vermemiş olsaydık, onlara çok küçük de olsa bir meyil gösterebilirdin.
    اِذًا لَاَذَقْنَاكَ ضِعْفَ الْحَيٰوةِ وَضِعْفَ الْمَمَاتِ ثُمَّ لَا تَجِدُ لَكَ عَلَيْنَا نَص۪يرًا ﴿٧٥﴾
    75: O takdirde biz de sana hem yaşarken hem de ölünce kat kat acılar tattırırdık. Sonra bize karşı sana yardım edecek kimseyi de bulamazdın.
    TEFSİR:
    Mekkeli müşrikler Resûlullah (s.a.s.)’i yaptığı İslâm tebliğinden vazgeçirmek ve davet ettiği tevhid akîdesinden döndürmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hatta zaman zaman İslâm ile şirk ve cahiliye âdetleri arasında bir uzlaşma yapması hususunda Efendimiz (s.a.s.)’e baskı uyguluyorlardı. Ancak dediklerini yaptığı takdirde onunla dost olabileceklerini söylüyorlardı. Bu hedefe ulaşmak için ona çeşitli tekliflerde bulunuyorlardı. Bu maksatla ona tuzaklar kurdular; mal, makam ve kadın teklif ederek onu baştan çıkarmaya çalıştılar. Tehdit ettiler, ona karşı iftiralar düzdüler, işkence yaptılar, müslümanlara karşı içtimâî ve iktisâdî boykot uyguladılar. Hülâsa Allah Resûlü (s.a.s.)’i dâvasından vazgeçirmek için girmedikleri yol, başvurmadıkları çare kalmadı.
    Bazı rivayetlerin de işaretinden anlaşıldığına göre belki bu süreçte Resûl-i Ekrem (s.a.s.), müşrikleri İslâm’a ısındırmak ve müslümanlara emniyetli bir muhit temin etmek gibi güzel niyetlerle müşriklerin bir kısım tekliflerini müspet karşılamayı düşünmüştü. Bu teklifler, müşriklere ve putlarına karşı daha yumuşak bir üslûp kullanma, ken­dilerini dinleme, liderlerine meclislerde yer açma gibi Peygamberin onları mem­nun etmesini sağlayacak, gönüllerini kazanmaya ve neticede İslâm’ın yayılmasına faydalı olacak işlerdi. En azından bunlar, müslümanların herhangi bir zarar görmesine sebebiyet vermeyecekti. Ancak bu âyetler Peygamberimiz (s.a.s.)’i ve onun muazzez şahsında kıyâmete kadar tüm müslümanları bu nevi düşünce, hal ve davranışlar hususunda son derece dikkatli, gayretli ve uyanık olmaya davet etmekte; ancak Allah’ın yardımı sâyesinde bu hususta sebât edebileceklerini, değilse sebat edemeyip az da olsa gönüllerinin o tarafa meyledebileceğini bildirmekte; bu konuda en küçük bir gönül kaymasının bile ilâhî gazabı celbedeceğini, hem dünyada hem de âhirette büyük sıkıntılara sebep olacağını haber vermektedir.
    Bu âyetlerin inişinden sonra Resûlullah (s.a.s.): “Allahım! Göz açıp kapayacak kadar bir süre bile beni nefsime bırakma” diye dua etmiştir. (Ebû Dâvûd, Edeb 101/5090)
    Gerçekten de Allah Resûlü (s.a.s.), bütün zamanların en şiddetli kâfirleri ve en sinsi münafıklarına karşı dimdik durdu, insanları İslâm’a davette son derece bir sebat, sabır, cesaret ve şecaat sergiledi. Döneminin büyük güçlerinin, yahudilik ve hıristiyanlık gibi büyük dinlerin mensuplarının, kendi kavminin, Ebu Leheb gibi amcasının en sert muhalefetine rağmen en küçük bir tereddüt, korku ve endişe göstermedi. Tek başına bütün dünyaya meydan okudu. Neticede İslâm kemâle ererek zafere ulaştı ve tüm dünyaya yayıldı. Getirdiği dinin doğruluğuna imanı öylesine sağlam, vazifesine itimadı öylesine sarsılmazdı ki, zamanının şairlerinin, kahinlerinin, başka din mensuplarının dinî rehberlerinin düşünce ve inançlarından en küçük derecede olsun etkilenmedi. Bunlar onun kalbinde ve zihninde en ufak bir tesir yapmadı, en küçük bir şüpheye ve tereddüde yol açmadı. Tam tersine Allah’ın en şerefli Rasûlü, onların hepsini etkiledi; her milletten ve her dinden insanlar onun dinine koştu.
    Bu âyetler aynı zamanda, inançsızların bütün plan ve tuzaklarının üstesinden gelebilmek için peygamberler dâhil herkesin, Allah’ın yardım ve desteğine mutlak mânada muhtaç olduğunu, aksi halde başarının imkânsızlığını da ifade etmektedir.
    Peygamberimiz (s.a.s.)’dan dinî anlamda istedikleri tavizi koparamayan müşrikler bu kez onları yurtlarından söküp atabilmek için ellerinden gelen baskıyı devreye soktular:
    وَاِنْ كَادُوا لَيَسْتَفِزُّونَكَ مِنَ الْاَرْضِ لِيُخْرِجُوكَ مِنْهَا وَاِذًا لَا يَلْبَثُونَ خِلَافَكَ اِلَّا قَل۪يلًا ﴿٧٦﴾
    76: O kâfirler seni yurdundan çıkarmak için sürekli rahatsız edecek, sıkıştırıp duracaklar. Ama sen ayrıldıktan sonra kendileri de orada fazla kalamayacaklar.
    سُنَّةَ مَنْ قَدْ اَرْسَلْنَا قَبْلَكَ مِنْ رُسُلِنَا وَلَا تَجِدُ لِسُنَّتِنَا تَحْو۪يلًا۟ ﴿٧٧﴾
    77: Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize de uyguladığımız kanun budur. Bizim kanunumuzda hiçbir değişiklik bulamazsın.
    TEFSİR:
    Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ile uzlaşma ümitleri tükenen müşrikler, bu kez onu ve müslümanları Mekke’den çıkarmak için harekete geçtiler. Mü’minlere akla hayâle gelmez işkenceler yaptılar. Allah Resûlü (s.a.s.), zor durumda kalan mü’minleri önce Habeşistan’a gönderdi. Bir grup sahabî oraya hicret etti. Mekke artık yaşanmaz hale gelince de müslümanlar bir bir Medine’ye hicret etmeye başladılar. Ancak Efendimiz (s.a.s.), o kadar büyük baskılar, şiddetler ve ölüm tehditlerine rağmen Mekke’yi terk etmedi. Tebliğini büyük bir sabır, sebat ve kararlılıkla devam ettirdi. Neticede hicret etmesine dair ilâhî talimat gelince, en yakın dostu Hz. Ebubekir ile birlikte Medine’ye hicret buyurdu.
    Burada âyet-i kerîmenin işaret ettiği bir mûcize sözkonusudur. O da, Efendimiz’in hicretinden sonra müşriklerin Mekke’de putperest olarak çok az bir müddet kalabilecekleridir. Gerçekten de hicretten bir buçuk sene sonra Bedr’e gelen müşrikler büyük bir hezimete uğradılar. On sene geçmeden de Allah Resûlü Mekke’yi fethetti ve herkes müslüman oldu. Mekke’de bir tek müşrik bile kalmadı. İşte Allah Teâlâ’nın peygamberleri hakkında câri olan “onları mutlaka zafere eriştireceği ve kâfirleri helak edeceği” yönündeki değişmez kanunu (bk. Saffât 37/171-173; Mü’min 40/51), Peygamberimiz hakkında da böylece gerçekleşmiş oldu.
    Mü’minlerin lehinde, kâfirlerin ise aleyhinde işleyen bu ilâhî yasaların yaşadığımız toplum üzerinde de tecelli etmesi için kulluğun en mühim alâmeti olan namazları vaktinde ve en güzel şekilde kılmak, böylece Âlemlerin Rabbi ile olan gönül bağını sürekli canlı tutmak zarureti vardır. Bu vesileyle buyruluyor ki:
    اَقِمِ الصَّلٰوةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ اِلٰى غَسَقِ الَّيْلِ وَقُرْاٰنَ الْفَجْرِۜ اِنَّ قُرْاٰنَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُودًا ﴿٧٨﴾
    78: Güneşin öğleyin batıya doğru kaydığı andan gece karanlığı bastırıncaya kadar belli vakitlerde namazı dosdoğru kıl; özellikle sabah namazını da kıl, çünkü sabah namazı şâhitlidir.
    TEFSİR:
    Bu âyet Miraç gecesi farz kılınan günde beş vakit namazın vakitlerine işaret eder. الدلوك (dülûk), güneşin zeval vaktinden batıya doğru kaymasından batmasına kadar olan vakti ifade eder. Dolayısıyla bu zaman diliminde Peygamberimiz tarafından bildirilen hususi vakitlerinde öğlen, ikindi ve akşam namazları kılınır. اَلْغَسَقُ (ğasak), gece karanlığının iyice basması demektir. Bu da yatsı namazının vaktine işarettir. “Fecr kırâeti”nin ise sabah namazı olduğu açıktır. Ehemmiyetine binâen özel olarak zikredilmiştir. Beş vakit namazda gizli veya açık Kur’an kırâeti farz olmakla birlikte, Resûlullah (s.a.s.)’in tatbikatında da görüldüğü üzere sabah namazında okunan Kur’an’ın uzunluk ve tesir itibariyle ayrı bir ehemmiyeti vardır. Bu sebeple Kur’an fecre izâfe edilmiştir. Sabah namazının diğer bir özelliği de şâhitli olmasıdır. Ona gece melekleri de gündüz melekleri de şâhit olur. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
    “Cemaatle kılınan namaz yalnız başına kılınan namazdan yirmi beş derece daha faziletlidir. Gece ve gündüz melekleri sabah namazında bir araya gelirler.” (bk. Buhârî, Tefsir 17/10; Müslim, Mesâcid 246)
    Yine Peygamberimiz (a.s.) şöyle buyurur:
    “Bazı melekler geceleyin, bazısı da gündüz vakti sırayla gelip aranızda bulunurlar. Melekler sabah ve ikindi namazlarında bir araya gelirler. Geceleyin aranızda kalmış olanlar Allah’ın huzuruna çıkarlar. Kullarının durumunu çok iyi bilen Allah Teâlâ meleklere: «Kullarımı ne halde bıraktınız?» diye sorar. Melekler: «Yanlarına namaz kılarken varmıştık, onları yine namaz kılarken bıraktık» derler.” (Buhârî, Mevâkît 16; Müslim, Mesacid 210)
    Sabah vakitlerinin bir özelliği de, o vakitte bütün kâinatın uyanmaya başlaması, insanın gözle görme imkân ve zevkinin artmasıdır. O vaktin “meşhûd” olmasının bir mânası da budur.
    Allah’a kulluk açısından seher vakitlerini ihya edip teheccüd namazı kılmanın apayrı bir yeri ve önemi vardır. Bunu hatırlatmak üzere şöyle buyruluyor:
    وَمِنَ الَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِه۪ نَافِلَةً لَكَۗ عَسٰٓى اَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا ﴿٧٩﴾
    Karşılaştır 79: Gecenin bir kısmında uyanıp sana mahsus bir ibâdet olmak üzere teheccüd namazı kıl. Böyle yaptığın takdirde umulur ki Rabbin seni Makâm-ı Mahmûd’a eriştirir.
    TEFSİR:
    اَلتَّهَجُّدُ (teheccüd) sözlük olarak gece bir müddet uyuduktan sonra uyanmak mânasına gelir. Daha sonra gece kalkıp namaz kılmak mânasında kullanılmış ve bu da “teheccüd namazı” olarak meşhur olmuştur. Teheccüd namazı İslâm’ın ilk yıllarında hem Peygamberimiz (s.a.s.) hem de müslümanlara farz kılınmıştı. Duruma göre gecenin üçte ikisini, yarısını, üçte birini, ondan biraz daha az veya biraz daha fazlasını teheccüd, Kur’an kırâeti ve ibâdetle ihyâ ediyorlardı. (bk. Müzzemmil 73/1-4) Sonra Efendimiz (s.a.s.) için farz bir ibâdet olarak kaldı. Diğer müslümanlardan ise farziyeti kaldırılıp kuvvetli bir sünnet olarak devam etti. (bk. Müzzemmil 73/20) Allah Resûlü (s.a.s.) hazarda ve seferde ömrünün sonuna kadar teheccüd namazı kılmıştır. Çünkü Rabbi ona Makâm-ı Mahmûd’u va‘detmiş, onu bu makâma eriştirmesi için de teheccüd namazına, gece ibâdetine devam etmesini istemiştir. Bu sebeple Efendimiz, ümmetine de Allah’ın sevdiği kul olabilmeleri için teheccüd namazına devam etmelerini tavsiye buyurmuştur. Bu tavsiyelerden bazıları şöyledir:
    “Aman, gece kalkmaya gayret edin! Çünkü o, sizden önceki sâlih kimselerin âdeti ve Allah’a yakınlık vesîlesidir. Bu ibâdet, günahlardan alıkor, hatalara kefâret olur ve bedenden dertleri giderir.” (Tirmizî, Deavât 101)
    Abdullâh b. Selâm, Efendimiz’in mübârek ağızlarından ilk olarak; “Birbirinize selâm verin! Birbirinize ikrâmda bulunun! Akrabânızın haklarını gözetin! Gece herkes uyurken namaz kılın. Bunları yaparak selâmetle cennete girin” (Tirmizî, Kıyâmet 42) nasihatlerini işittiğini söylemektedir.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz, geceleri uyku ile geçiren gaflet ehlinin durumunu tasvir ve teheccüde gerçekten kalkmak isteyenlere de yol gösterme sadedinde şöyle buyurur:
    “Biriniz uyuyunca şeytan ensesine üç düğüm atar. Her birinde düğüm yerine eliyle vurarak «Üzerine uzun bir gece olsun, yat, uyu!» der. İnsan uyanır ve Allah’ı zikrederse bir düğüm çözülür; abdest alacak olursa bir düğüm daha çözülür; namaz kılarsa bütün düğümler çözülür ve böylece canlı ve hoş bir durumda sabaha erer. Aksi halde içi kararmış ve uyuşuk bir hâlde sabahlar.” (Buhârî, Teheccüd 12)
    Teheccüde devamla erişilmesi müjdelenen “Makâm-ı Mahmûd”, övülmüş, övgüye değer bir makâm demektir. Bundan maksat ise Efendimiz (s.a.s.)’ın kıyâmet günü şefaat yetkisine sahip olması veya kendisine “Hamd Sancağı”nın verilmesi yahut cennette ondan başka kimsenin erişemeyeceği ve ismine “Vesîle” de denen çok yüce bir makâma çıkmasıdır. Aslında Cenâb-ı Hak Peygamberimiz (s.a.s.)’i dünyada iken bile övülen bir makama yüceltmiştir. İsmini “çok övülmüş” mânasında “Ahmed”, “Mahmûd” ve “Muhammed” koydurmuştur. Efendimizi yerde insan ve cinlerin, gökte meleklerin övgüsüne nâil kılmıştır. Hiçbir peygambere nasip etmediği yüce sıfatları ona nasip etmiş, onu “Hatemü’l-Enbiyâ” kılmış, ismini kendi ismiyle birlikte anmış ve onun şanını yüceltmiştir. Âhirette de en büyük değeri ona verecek, ona günahkâr ümmetine şefaat hakkı verecek ve onu cennetlerin en zirvesine yerleştirecektir. En çok razı olduğu ve kendine en yakın kıldığı kul, Hz. Muhammed (s.a.s.) olacaktır.
    Bahsedilen övgü dolu kulluk mertebelerine tırmanabilmenin önemli şartlarından biri de Allah Teâlâ’ya devamlı niyaz halinde olmak; bizzat Rabbimizin öğrettiği duaları yaparak yakınlığımızı artırmaya çalışmaktır. İşte o dualardan biri şöyledir:
    وَقُلْ رَبِّ اَدْخِلْن۪ي مُدْخَلَ صِدْقٍ وَاَخْرِجْن۪ي مُخْرَجَ صِدْقٍ وَاجْعَلْ ل۪ي مِنْ لَدُنْكَ سُلْطَانًا نَص۪يرًا ﴿٨٠﴾
    80: Şöyle dua et: “Rabbim! Benim gireceğim yere doğrulukla girmemi, çıkacağım yerden doğrulukla çıkmamı nasip eyle; yüce katından bana yardımcı bir güç, kuvvetli bir delil ver!”
    TEFSİR:
    Rabbimizin tâlim buyurduğu bu dua çok şumüllü bir duadır. Yapacağımız her iş için bu duayı okuyabiliriz. Duanın ihtiva ettiği mâna şöyle açıklanabilir: “Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla ve çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Herhangi bir işi yaparken veya herhangi bir yere giderken tam bir dürüstlükle, kabul ve râzı olunan bir şekilde o işi yapmayı ve o yere varmayı nasip eyle. Herhangi bir işi bitirirken veya bir yerden ayrılırken tam bir dürüstlükle, kabul ve râzı olunan bir şekilde o işi tamamlamayı ve o yerden çıkmayı müyesser kıl. Yine emrettiğin kulluk vazifelerinin girişinde, çıkışında, dinini tebliğ görevinin yerine getirilmesinde ve tamamlanmasında doğruluk ve dürüstlükle başarı ihsan eyle. Âhiretin girişi olan mezara koyduğunda dürüstlükle koy ve oradan çıkarıp yeniden dirilttiğinde de dürüstlükle dirilterek gönder! Bütün bu kulluk vazifelerimde ve İslâm’ı tebliğimde muvaffak olabilmem için tarafından bana, düşmanlarımı mağlup edecek kuvvetli bir yardımcı, kahredici bir delil, mağlup edici bir kudret tahsis et ki, onun saltanatı karşısında kâfirler mağlup ve perişan olsunlar. İman edenler de üstün gelip zafere erişsinler! Zaten bizim hakkın galip gelip batılın yok olacağına inancımız tamdır”:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
    وَقُلْ جَٓاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُۜ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا ﴿٨١﴾
    81: De ki: “Hak geldi, bâtıl yok olup gitti. Zâten bâtıl mâhiyeti gereği yok olup gitmeye mahkûmdur!”
    TEFSİR:
    Hak, Allah’ın râzı olduğu, çerçevesini Kur’an ve sünnetin belirlediği İslâm dinidir. Bunun dışındaki her şey bâtıldır. Her ne kadar bu âyetin indiği zamanda hakla bâtıl, imanla küfür arasındaki mücâdele doruk noktasında olsa da, arada sırada bâtılın varlığı ve göstermelik üstünlüğü gözükse de, netice de hak bütünüyle gâlip gelecek ve bâtıl bütünüyle yıkılıp gidecektir. Çünkü hakkın karşısında bâtılın mâhiyeti budur. Gerçekten bu âyetin verdiği müjde, on sene gibi kısa bir müddet sonra Resûlullah (s.a.s.)’in Mekke’ye bir fatih olarak girdiğinde ve Kâbe’ye girip üç yüz altmış putu kırarak aynı ilânı yaptığında gerçekleşmiştir. Nitekim İbn Mesûd (r.a.)’dan şu bilgi nakledilir:
    Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Mekke’ye girdiğinde Kâbe’nin etrafında üç yüz altmış put vardı. Efendimiz: “Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti” diyerek elindeki sopayla onların tek tek gözlerine dürterek hepsini yüzüstü devirdi. Nihâyet Kâbe’nin üzerinde Huzâalılar’a ait kurşundan yapılmış bir put kaldı. Allah Resûlü (s.a.s.): “Ey Ali onu aşağıya at” buyurdu. Hz. Ali de yukarıya tırmanarak onu aşağıya attı ve kırdı. (Buhârî, Tefsir 17/8; Müslim, Cihad 87)
    Unutulmamalıdır ki Kur’ân-ı Kerîm’in biricik gayesi de, her türlü bâtıl düşünce, inanç ve eylemlerin kökünü kazıyarak hakkı hâkim kılmaktır:
    وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَۙ وَلَا يَز۪يدُ الظَّالِم۪ينَ اِلَّا خَسَارًا ﴿٨٢﴾
    82: Biz Kur’an’ı mü’minlere şifa ve rahmet olarak indiriyoruz. O, zâlimlerin ise ancak ziyânını artırır.
    TEFSİR:
    Kur’ân-ı Kerîm, kendine iman edip gösterdiği yoldan gidenler için şifa ve rahmettir. Bir mânada dünya türlü türlü hastalık, belâ ve sıkıntılarla dolu bir hastaneye, Resûl-i Ekrem (s.a.s.) hâzik bir doktora, Kur’ân-ı Kerîm de şifa veren bir eczaneye benzetilir. Buna göre Kur’ân-ı Kerîm, fert ve toplum hayatımızı sarmış olan küfür, şirk, zulüm, haksızlık, câhillik, taklit, bağnazlık gibi her türlü ahlâkî, içtimâî ve ruhî hastalıklara şifa olacak önemli prensipler koymaktadır. Onun tavsiye buyurduğu ilaçları kullananlar hastalıktan kurtulacak, şifa bulacak ve Allah’ın rahmetine ereceklerdir.
    Kur’ân-ı Kerîm mânevî hastalıklara şifa olduğu gibi, insanın bedenî hastalıklarına da şifadır. Resûlullah (s.a.s.) zamanında vuku bulan bir kısım olaylar onun bu özelliğini haber vermektedir.
    Resûlullah (s.a.s.) buyurur:
    “Size şu iki şifa kaynağını tavsiye ederim: Bal ve Kur’an.” (İbn Mâce, Tıb 7)
    Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
    “Kur’ân’ı öğren. Zira Kur’ân, içi misk doldurulup ağzı bağlanan bir kırbaya benzer. Kırbanın ağzını açarsan ondan güzel bir misk kokusu çıkar. Olduğu gibi bırakırsan koyduğun yerde durur ve kokusu çıkmaz. İşte Kur’ân da buna benzer. Okuyup amel ettiğinde ondan istifade edersin. Göğsünde saklı kalırsa ondan gerektiği şekilde istifade edememiş olursun.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VII, 161)
    Hz. Âişe der ki:
    “Resûlüllah (s.a.s.), vefâtı ile neticelenen hastalığında İhlâs, Felak ve Nâs sûrelerini okur ve kendisine üflerdi. (Râvinin bildirdiğine göre ellerine üfler, sonra da ellerini yüzüne sürerdi.) Hastalığı ağırlaşınca, onları ben okuyup ona üfler ve bereketleri dolayısıyla kendi elini vücuduna mesh ederdim.” (Buhâri, Tıb 32; Müslim, Selâm 51)
    Sahâbeden Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.), bir sefer esnâsında uğradıkları bir Arap kabilesinin yılan tarafından ısırılmış reisine Fâtiha sûresini okumuş ve adam iyileşmiştir. (Buhârî, Tıb 33; Müslim, Selâm 66)
    Kur’ân-ı Kerîm’in ruhî hastalıklarla birlikte bedenî hastalıklara da şifa oluşuyla ilgili Asr-ı saadetten itibaren günümüze kadar da tecrübe edilen pek çok mühim olaylar vuku bulmuştur. Bunlardan biri şöyledir:
    Ebu’l-Kasım Kuşeyrî’nin çocuğu ağır bir hastalığa yakalanmış ve iyileşmesinden ümit kesilmişti. Bu durum Üstad’a ağır geldi. Bir gün rüyasında Hak Teâlâ’yı gördü ve çocuğun halini O’na arzetti. Hak Teâlâ şöyle buyurdu: “Kur’ân-ı Kerîm’de bulunan şifa âyetlerini bir araya getir, onları hastaya oku. Onları bir kabın içerisine yaz ve içine bir miktar su dök. Sonra onu hastaya içir.” Üstad söylenenleri yaptı ve çocuk hastalıktan kurtuldu. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 231)
    Bahsedilen şifa âyetleri altı tanedir:
    وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُؤْمِن۪ينَ
    (Ve yeşfi sudûra kavmin mü’minîn)
    “Mü’min toplulukların gönüllerine şifa versin, onları ferahlatsın!” (Tevbe 9/14)
    وَشِفَاۤءٌ لِمَا فِى الصُّدُورِ
    (Ve şifâun limâ fissudûr)
    “Kur’an gönüllerdeki dertlere şifadır.” (Yûnus 10/57)
    ف۪يهِ شِفَاۤءٌ لِلنَّاسِ
    (Fîhi şifâun linnâs)
    “Balda insanlara şifa vardır.” (Nahl 16/69)
    وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاۤءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَ
    “Biz Kur’an’ı mü’minlere şifa ve rahmet olarak indiriyoruz.” (İsrâ 17/82)
    وَ اِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْف۪ينِ
    (Ve izâ meridtu fehuve yeşfîn)
    “Hastalandığım zaman bana şifa veren Rabbim Allah’tır.” (Şuarâ 26/80)
    قُلْ هُوَ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا هُدًى وَشِفَاۤءٌ
    (Kul hüve lillezîne âmenû huden ve şifâun)
    “De ki: «Kur’an, iman edenlere doğru yolu gösteren bir rehber ve eşsiz bir şifa kaynağıdır.»” (Fussılet 41/44)
    Bu âyetler şifa niyetiyle okunur ve tesiri umulur. Ancak şifanın tahakkuk edebilmesi için asgari şu üç şeyin olmasına zarûrî ihtiyaç vardır:
    › Allah’ın şifa vermeyi murâd etmesi.
    › Duayı okuyanın ihlâsı.
    › Kendisine dua okunan kişinin ihlâsı.
    Diğer taraftan İslâm’a girmeyen, Kur’an ve sünnetin ihyâ edici tâlimatlarına kulak ve kalplerini kapatan zâlimler, Kur’an’ın rahmet ve şifa oluşundan faydalanamazlar. Bu şekilde zararlarını artırmaktan başka bir şey yapamazlar. Böylece sadece kendilerine haksızlık yapmış olurlar. Şu beyt onların hazin hallerine işaret eder:
    وَاِذَٓا اَنْعَمْنَا عَلَى الْاِنْسَانِ اَعْرَضَ وَنَاٰ بِجَانِبِه۪ۚ وَاِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ كَانَ يَؤُ۫سًا ﴿٨٣﴾
    83: İnsana bir nimet verdiğimiz zaman kibir ve çalım içinde Allah’ı anmaktan yan çizer, hiç umursamaz olur. Başına bir kötülük geldiğine ise derin bir ümitsizliğe düşer.
    TEFSİR:
    İşte böyle câhil ve zâlim kimselere Cenâb-ı Hak nimet ihsan ettiğinde, şükredecekleri yerde yüz çevirirler; kendilerine nimet vereni hatırlarından hiç çıkarmamaları lazım gelirken, O’nu zikirden küstahça yan çizerler. Başlarına bir musibet geldiğinde, kendilerine bir zarar, bir kötülük dokunduğunda büyük bir ümitsizlik içine düşerler. Bu, kalbine imanın neşvesi yerleşmeyen ham ruhların portresidir. Gerçek mü’minler böyle değildir. Onlar nimete şükreder, musibete sabreder ve her hallerinde Allah’a tevekkül ederek imanın bahşettiği huzuru doya doya tadarlar.
    İki insan şahsiyetinin arasındaki bu farkın dayandığı sebep ve hikmeti bildirmek üzere:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

  • İsra Süresi Meal Ve Tefsiri 53-70Datum30.11.2023 06:41
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    İsra Süresi Meal Ve Tefsiri 53-70

    وَقُلْ لِعِبَادٖي يَقُولُوا الَّتٖي هِيَ اَحْسَنُؕ اِنَّ الشَّيْطَانَ يَنْزَغُ بَيْنَهُمْؕ اِنَّ الشَّيْطَانَ كَانَ لِلْاِنْسَانِ عَدُواًّ مُبٖيناً ﴿٥٣﴾
    ﴾53﴿ Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler; yoksa şeytan aralarına girer. Kuşkusuz şeytan insanların apaçık düşmanıdır.
    Tefsir
    Âyette dolaylı bir mukayese anlamı vardır. Şöyle ki: 46-51. âyetlerde müşriklerin kendileri gibi düşünmeyenlere karşı kibirli, kaba, alaycı ve suçlayıcı bir tavır takındıklarına işaret edilmişti. Burada ise müminlerin konuşmalarında bir güzellik ve incelik bulunması gerektiği belirtilmekte, müşriklerle ilişkilerinde ve konuşmalarında bile terbiye ve nezaket kurallarına riayet etmeleri öğütlenmektedir. Çünkü bu davranış biçimi insan olmanın bir gereğidir; ayrıca kötü söz ve davranış insanın aslî fıtratına aykırı olduğu için genellikle bu tür olumsuz söz ve davranışlar insanları tepki psikolojisine iter; böylece âyetteki ifadesiyle “Şeytan onların arasını bozar.” İslâm ahlâkında Câhiliye Arapları’nın kaba, küstah ve alaycı tavırlarına sefeh, müslümanların barışçı, nâzik ve ağır başlı tavırlarına da hilim denmektedir. İslâm öncesi dönemin adı olan Câhiliye ilk kategorideki karakter ve zihniyeti, İslâm kelimesi de ikincisini ifade etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber ve onun şahsında müminlere affedici olmayı, iyilik için çalışmayı ve “câhiller”e aldırmamayı öğütleyen A‘râf sûresinin 199. âyeti, kezâ müminlerin ağır başlı olduklarını, kendilerine sözle sataşan “câhiller”e “selâm” diyerek karşılık verdiklerini bildiren Furkan sûresinin 63. âyeti gibi örnekler bu iki karakterin ahlâkî özelliklerini ortaya koymaktadır. Kuşkusuz bunlar sadece belirli bir dönemin tipleri değildir. Tarihin çeşitli dönemlerinde olduğu gibi günümüzde de akıl, irfan ve hikmetten yoksun olduğu için “sefîh” diye anılan Câhiliye örneğindeki küstah, alaycı ve saldırgan tipler mevcuttur. Öte yandan çeşitli dönemlerde, özelikle de günümüzde “şeytanın aralarını bozduğu” ve bu yüzden birbiriyle çekişen, bölünüp parçalanan müslümanların bu duruma düşmelerinin bir sebebi de Kur’an’ın istediği güzel söz ve davranışlardan uzaklaşmalarıdır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 491-492

    رَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِكُمْؕ اِنْ يَشَأْ يَرْحَمْكُمْ اَوْ اِنْ يَشَأْ يُعَذِّبْكُمْؕ وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ وَكٖيلاً ﴿٥٤﴾
    ﴾54﴿ Sizi en iyi bilen rabbinizdir. Dilerse size merhamet eder, dilerse sizi cezalandırır. Biz seni onlardan sorumlu bir vekil olarak göndermedik.
    Tefsir
    Hiç kimse kendisini Allah’ın bildiği kadar bilemez. Âyette müminlere mi müşriklere mi hitap edildiği açık değildir. Müminlere hitap edildiğini söyleyen müfessirlere göre Allah’ın onlara merhamet etmesinden maksat, kendilerini düşmanlarından koruması, azap etmesinden maksat da düşmanlarını onlara musallat etmesidir. Her iki durumda da Allah’ın rahmet veya azap etmesinin sebepsiz olmadığı âyetin başındaki “Rabbiniz sizi en iyi bilendir” ifadesinden anlaşılıyor. Şu halde Allah her insanı, onun kendisini bildiğinden daha iyi bildiği ve tanıdığı için neyi hak ettiyse öyle muamele eder. Allah’ın bizi bildiği kadar biz kendimizi bilemediğimiz için bazan karşılaştığımız iyi veya kötü durumun bizden kaynaklanan sebebini de bilemeyiz. Böyle durumlarda Allah’tan gelene razı olmak gerekmektedir. Eğer Allah’tan hayır gelmişse onun devamı için daha çok gayret gösterip Cenâb-ı Hakk’ın bize yönelik sevgi ve hoşnutluğunun daha da güçlenmesine; eğer şer gelmişse bunun sebebi olan kusurlarımızı araştırarak halimizi düzeltmeye ve böylece şerre değil hayra lâyık olmaya çalışmamız gerekir. Bu suretle, uğradığımız bir şerden, zarardan kurtulmak için elimizden gelen maddî ve mânevî çarelere başvurmakla birlikte, asla Allah’a âsi olmamak lâzımdır.
    Âyet, başkaları hakkında yargıya varırken dikkatli olmak gerektiğine de işaret etmektedir. Herkesin hesabı sonunda Allah’a aittir; çünkü herkesi en iyi bilen O’dur. Âyetin sonundaki ifade, Peygamber’in dahi insanlar üzerinde bir “vekil”, yani insanların âkıbetleri hakkında nihaî karar veren bir otorite olmadığını; görevinin tebliğden, uygulama, aydınlatma ve uyarıdan ibaret bulunduğunu bildirmektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 492-493

    وَرَبُّكَ اَعْلَمُ بِمَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِؕ وَلَقَدْ فَضَّلْنَا بَعْضَ النَّبِيّٖنَ عَلٰى بَعْضٍ وَاٰتَيْنَا دَاوُ۫دَ زَبُوراً ﴿٥٥﴾
    ﴾55﴿ Göklerde ve yerde olanları en iyi bilen senin rabbindir. Doğrusu biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık; Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.
    Tefsir
    Allah, kullarını en iyi bilen olduğu gibi göklerde ve yerde bulunanları, yani evreni ve evrendekileri de en iyi bilendir; dolayısıyla evrende olup biten bütün olaylar O’nun bilgisiyle oluşmakta ve gerçekleşmektedir. Şu halde Allah’ın hükümlerinde, yapıp yarattıklarında bir eksiklik, yanlışlık, haksızlık aramak abestir. Allah, Hz. Muhammed’i son peygamber olarak seçtiğine göre, bu da O’nun yüce bilgisi ve hikmetiyle olmuştur ve bunda bir yanlışlık, haksızlık yoktur. Peygamberlerden her birinin kendilerine özgü üstünlükleri vardır. Nitekim Allah Teâlâ çeşitli âyetlerde Hz. İbrâhim’i kendisine dost (halîl) edindiğini, Hz. Mûsâ ile konuştuğunu, Hz. Îsâ’yı babasız yarattığını ve küçük yaşta kendisine mûcizeler lutfettiğini, Hz. Süleyman’a ihtişamlı bir hükümdarlık verdiğini, Hz. Muhammed’i âlemlere rahmet olarak gönderdiğini bildirmiştir. Hz. Dâvûd’a büyük bir saltanat verildiği halde âyetin sonunda bu saltanatın değil de, ona verilen kutsal kitabın bir üstünlük sebebi olarak zikredilmesi, ilimde ve dinde üstünlüğün mal-mülk üstünlüğünden daha değerli olduğuna işaret eder. Bir rivayete göre Kureyş Arapları aklî ve mantıkî tartışma usul ve âdâbını bilmedikleri (veya eski dinler hakkında bilgileri olmadığı) için Hz. Peygamber’le tartışmaya girmeden önce yahudilerden taktik alırlardı; yahudiler de onlara son peygamberin Hz. Mûsâ, son ilâhî kitabın da Tevrat olduğunu söylerlerdi. Âyette Dâvûd’a verilen Zebûr hatırlatılarak bizzat yahudi tarihinin bu iddiayı çürüttüğü ortaya konmaktadır (Râzî, XX, 230). Ancak Mekke’de böyle bir yahudi topluluğu bulunmadığına göre Araplar bu görüşmeleri ticarî amaçlı gezileri sırasında veya panayırlarda karşılaştıkları yahudilerle yapmış olabilirler.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 493

    قُلِ ادْعُوا الَّذٖينَ زَعَمْتُمْ مِنْ دُونِهٖ فَلَا يَمْلِكُونَ كَشْفَ الضُّرِّ عَنْكُمْ وَلَا تَحْوٖيلاً ﴿٥٦﴾
    ﴾56﴿ De ki: “Allah’ı bırakıp da tanrı olduğunu ileri sürdüklerinize yalvarın! Ama onlar sizin sıkıntınızı ne kaldırabilir ne de ferahlığa çevirebilirler.”

    اُو۬لٰٓئِكَ الَّذٖينَ يَدْعُونَ يَبْتَغُونَ اِلٰى رَبِّهِمُ الْوَسٖيلَةَ اَيُّهُمْ اَقْرَبُ وَيَرْجُونَ رَحْمَتَهُ وَيَخَافُونَ عَذَابَهُؕ اِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ كَانَ مَحْذُوراً ﴿٥٧﴾
    ﴾57﴿ Bu insanların yalvardıkları o varlıkların Allah’a en yakın olanları bile rablerine daha yakın olabilmek için vesile ararlar; O’nun rahmetini umar, azabından korkarlar. Rabbinin azabı gerçekten sakınılması gereken bir azaptır.
    Tefsir
    Zemahşerî, Râzî, Şevkânî gibi müfessirler burada Allah’tan başka tanrı edinilen varlıkların melekler olduğunu belirtirler. Müşrikler taptıkları putları ve heykelleri meleklerin sembolleri olarak kabul eder, onların şahsında meleklere taptıklarını söylerlerdi. İşte âyet bu bâtıl inancın ne kadar çürük olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü melekler de dahil olmak üzere Allah’tan başka hiçbir varlık, Allah’ın yardımı ve yaratması olmadan kendisini zarardan koruma imkânına dahi sahip değildir.
    57. âyetin baş kısmına değişik şekillerde mâna verilmekle birlikte, biz âyeti Zemahşerî’nin tercih ettiği açıklamayı dikkate alarak çevirmeye çalıştık. Zemahşerî’nin açıklaması şöyledir: “Onların tanrı diye taptığı (melekler gibi) varlıkların bizzat kendileri Allah’a vesile ararlar... Yani onların Allah’a en yakın olanları bile O’na daha da yakınlaşmak için yol aradığına göre en yakın olmayanları elbette arayacaktır” (II, 364). Sonuç olarak, melekler –tanrı olmak şöyle dursun– bütün yaratılmışlar gibi onlar da rahmete, yardım ve desteğe muhtaç olup Allah’a yakınlaşmak için çareler aramak durumundadırlar. Âyetteki “azap” kelimesini mutlaka bilinen mânasında anlamak gerekmez; kulun, başına gelmesini istemediği her şey onun için bir azaptır. Şu halde konu melekler olunca onların korktuğu azap da onların varlık yapılarıyla ilgili olumsuz bir durumdur.
    Bu iki âyetin, Hz. Îsâ’yı tanrılaştıran hıristiyanlar ve benzeri kitâbî din mensuplarıyla ilgili olduğu da ifade edilmektedir. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu sûrenin indiği Mekke’de kayda değer bir hıristiyan topluluğu bulunmadığı bilinmektedir. Bununla birlikte âyetlerin içeriği o tür bâtıl inançları da reddetmektedir.
    Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 495-496
    وَاِنْ مِنْ قَرْيَةٍ اِلَّا نَحْنُ مُهْلِكُوهَا قَبْلَ يَوْمِ الْقِيٰمَةِ اَوْ مُعَذِّبُوهَا عَذَاباً شَدٖيداًؕ كَانَ ذٰلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُوراً ﴿٥٨﴾
    ﴾58﴿ (Günaha batmış) ne kadar ülke varsa hepsini kıyamet gününden önce ya helâk etmiş veya onları çetin bir şekilde azaba uğratmış olacağız. Bu, kitapta yazılıdır.
    Tefsir
    Halkı zalim olmadığı takdirde hiçbir ülkenin helâk edilmeyeceğini bildiren âyet (Kasas 28/59) dikkate alındığında burada helâk edileceği veya şiddetli bir şekilde cezalandırılacağı bildirilen ülkeler halkı yoldan çıkmış olanlardır. Önceki âyetlerle ilişki kurup değerlendirildiğinde bu âyet öncelikle Allah’ın birliğini ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini tanımamakta direnen, müslümanlara karşı haksız, zalim ve baskıcı tutumlarını sürdüren putperest Araplar’a karşı bir uyarıdır; onlara, “Ya bu yanlış tutumda ısrar etmekten vazgeçersiniz ya da eskilerin başına gelmiş olanlar sizin de başınıza gelir” denilmektedir. Çünkü “Bu, kitapta yazılıdır” yani Allah’ın şaşmaz yasasıdır. İnkârcılık, ahlâk bozukluğu ve zulümle birlikte varlığını sürdürebilmiş hiçbir uygarlık yoktur. Kur’an bu gerçeğe geçmiş kavimlerden sık sık örnekler vermektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 496
    وَمَا مَنَعَنَٓا اَنْ نُرْسِلَ بِالْاٰيَاتِ اِلَّٓا اَنْ كَذَّبَ بِهَا الْاَوَّلُونَؕ وَاٰتَيْنَا ثَمُودَ النَّاقَةَ مُبْصِرَةً فَظَلَمُوا بِهَاؕ وَمَا نُرْسِلُ بِالْاٰيَاتِ اِلَّا تَخْوٖيفاً ﴿٥٩﴾
    ﴾59﴿ Bizi mûcizeler göndermekten alıkoyan şey, öncekilerin bunları yalanlamış olmasıdır. Nitekim Semûd kavmine, açık bir mûcize olmak üzere (olağanüstü özelliklere sahip) deveyi vermiştik, ama (inanmayıp) ona kötülük yaptılar. Oysa biz mûcizeleri yalnızca korkutup uyarmak için göndeririz.
    Tefsir
    “İşaret” diye çevirdiğimiz âyetten maksat mûcizedir. Tefsirlerde bildirildiğine göre Mekke putperestleri akıllarınca Hz. Peygamber’i zor durumda bırakmak için kendisinden Safâ tepesini altına çevirmesi, Mekke’nin dağlık çevresini bereketli bir ova haline getirmesi gibi mûcizeler göstermesini isterlerdi (bk. İsrâ 17/90-93). Âyette Allah, bu mûcizeleri gerçekleştirmeyişinin sebebini açıklamaktadır. Çünkü Allah’ın yasası uyarınca, bu mûcizeler gösterildiği halde yine de inkârda direnirlerse –ki zaten bu isteklerinde samimi değillerdi– o takdirde hak ettikleri ceza hemen verilecekti. Nitekim eski bir Arap toplumu olan Semûd kavminin istedikleri mûcize gerçekleştiği halde, bir mûcize olarak yaratılan ve kesinlikle zarar vermemeleri istenen deveyi boğazlamışlar, böylece Allah’ın buyruğunu tanımadıkları için cezalandırılmışlardır (bk. A‘râf 7/73-79; Hûd 11/61-68). Mûcizenin ikna etmeyi değil korkutmayı, heyecan ve ürperti vermeyi amaçladığı belirtilmektedir. Kur’an’ın amacı ise ikna etmektir. Nitekim burada belirtilen anlamıyla diğer mûcizelere benzemeyen, kendine özgü bir mûcize olan Kur’an akla, sağduyuya hitap etmektedir. Mûcize ise genellikle olağan üstü bir olay olup akıl ötesidir; bu sebeple de insanlarda korku ve heyecan uyandırır.
    Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 496-497
    وَاِذْ قُلْنَا لَكَ اِنَّ رَبَّكَ اَحَاطَ بِالنَّاسِؕ وَمَا جَعَلْنَا الرُّءْيَا الَّتٖٓي اَرَيْنَاكَ اِلَّا فِتْنَةً لِلنَّاسِ وَالشَّجَرَةَ الْمَلْعُونَةَ فِي الْقُرْاٰنِؕ وَنُخَوِّفُهُمْۙ فَمَا يَزٖيدُهُمْ اِلَّا طُغْيَاناً كَبٖيراًࣖ ﴿٦٠﴾
    ﴾60﴿ Hani sana, “Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır” demiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyayı ve Kur’an’da lânetlenmiş ağacı, sadece insanları sınamak için meydana getirdik. Biz onları korkutan uyarılarda bulunuruz, fakat bu onların taşkınlıklarını iyice arttırmaktan başka bir şey sağlamaz.
    Tefsir
    Allah’ın insanları “çepeçevre kuşatması”, hiçbir insanın Allah’ın kudreti dışına çıkamayacağı, O neye izin verirse insanların ancak onu başarabilecekleri anlamına gelir (Taberî, XV, 109) ve putperestlerin inkâr, inat ve baskılarına rağmen Hz. Peygamber ve müslümanlar karşısında son tahlilde başarısız olacaklarına işaret eder. Nitekim âyette Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’e, –putperestlerin zannettiklerinin aksine– kendisinin onlara karşı başarılı olacağını rüya yoluyla bildirdiği ifade edilmektedir. Onun bu rüyayı ne zaman gördüğü, rüyanın içeriği hakkında kayda değer üç farklı açıklama yapılmıştır: Bir açıklamaya göre Resûlullah Mekke’yi fethedeceğini rüyasında görmüş, nitekim hicretin 8. yılında (630) bu rüya gerçekleşmiştir. İkinci açıklamaya göre putperestlerin İslâm orduları karşısında yenilecekleri ve önderlerinin ölecekleri yerler Hz. Peygamber’e rüyasında gösterilmiş, bu rüya hicretin 2. yılında (624) Bedir zaferinde gerçekleşmiştir. Bu iki görüşü kabul edilebilir görmeyen âlimler buna gerekçe olarak sûrenin Mekke’de indiğini, oysa gerek Bedir Savaşı gerekse Mekke’nin fethinin Medine döneminde gerçekleştiğini hatırlatırlar. Çoğunluğun tercihi olan üçüncü yorumda ise âyetteki rüya, İsrâ gecesinde Hz. Peygamber’e gösterilenler şeklinde açıklanmıştır. İsrânın uyku halinde gerçekleştiğini kabul edenler buradaki “rüya”yı uykuda görme olarak açıklamışlarken İslâm âlimlerinin çoğunluğu, rüya kelimesinin kök anlamının “gözle görmek” olduğunu da dikkate alarak İsrâ’nın Resûlullah uyanıkken cereyan ettiğini savunmuşlardır.Fitne, “sınav, deneme” demektir; Kur’an’da daha çok müminin inan­cı­nı tehlikeye sokan, bu sebeple bir yönüyle onun imanındaki kararlılığını kanıtlamasına imkân veren, bu yönden bir imtihan vermesine yol açan sıkıntılı durumlar ve olaylar için kullanılır. Bu rüya olayının fitne olması, Resûlullah’ın İsrâ sırasında gördüklerini, yaşadıklarını anlatınca inancında henüz yeterince sebat ve kararlılık kazanmamış kişilerin olayı imkânsız görerek İslâm’dan dönmeleridir.
    Böylece Resûlullah’ın anlattıkları onlar için bir fitne (sınav) olmuş ve bu sınavı kaybetmişlerdir (bk. İbn Kesîr, V, 89-90; Kurtubî, X, 282). “Kur’an’da lânetlenmiş ağac”a gelince, bununla ilgili farklı rivayetler bulunmakla birlikte (bk. Taberî, XV, 113-115; Râzî, XX, 236-237), çoğunluğun yorumu bunun cehennemdeki “zakkum ağacı” olduğu yönündedir (bk. Duhân 44/43-44). Şevkânî’nin Zeccâc’dan aktardığına göre Araplar hoşlanmadıkları yemeklere genellikle “mekruh ve lânetli yemek!” derlerdi (III, 270). Aynı müfessir, âyette bu ağacın bir fitne olarak gösterilmesini de şöyle açıklar: Cehennemde böyle bir ağaç bulunacağı bildirilince Ebû Cehil gibi fırsatçı müşrikler, “Muhammed hem cehennemin taşı bile kavuracağını söylüyor hem de orada ağaç biteceğinden söz ediyor” diyerek Resûlullah’ı alaya almışlar, bunun üzerine söz konusu olan âyet inmiştir. Buna göre ağaçla ilgili olarak Kur’an’da verilen bilgi bir imtihandır; mümin bu bilgiye inanmakla imtihanı kazanmış, kâfir de inkâr etmekle imtihanı kaybetmiş olur.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 497-498

    وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْلٖيسَؕ قَالَ ءَاَسْجُدُ لِمَنْ خَلَقْتَ طٖيناًۚ ﴿٦١﴾
    ﴾61﴿ Hani, meleklere, “Âdem’e secde edin” demiştik. İblîs’in dışında hepsi secde ettiler. İblîs, “Ben, çamurdan yarattığın kimseye secde eder miyim!” dedi.

    قَالَ اَرَاَيْتَكَ هٰذَا الَّذٖي كَرَّمْتَ عَلَيَّؗ لَئِنْ اَخَّرْتَنِ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ لَاَحْتَنِكَنَّ ذُرِّيَّتَهُٓ اِلَّا قَلٖيلاً ﴿٦٢﴾
    ﴾61﴿ Hani, meleklere, “Âdem’e secde edin” demiştik. İblîs’in dışında hepsi secde ettiler. İblîs, “Ben, çamurdan yarattığın kimseye secde eder miyim!” dedi.

    قَالَ اذْهَبْ فَمَنْ تَبِعَكَ مِنْهُمْ فَاِنَّ جَهَنَّمَ جَزَٓاؤُ۬كُمْ جَزَٓاءً مَوْفُوراً ﴿٦٣﴾
    ﴾63﴿ Allah şöyle buyurdu: “Git! Onlardan kim sana uyarsa cezanız, eksiksiz bir ceza olarak cehennem olacaktır.
    Tefsir
    Meleklerin Âdem’e secde etmesi olayı Kur’an’da yedi defa tekrar edilerek, yaratılmışlar içinde insanın seçkinliğine dikkat çekilmesinin amaçlandığı anlaşılmaktadır. Şeytanın insanla üstünlük yarışına girmeye kalkışması, gururu uğruna Allah’a âsi olması, melekler gibi itaatkâr olmak yerine, Âdem’e saygı göstermemekte direnmesi, Allah’a saygısızlığın ve isyankârlığın şeytan kaynaklı olduğuna işaret etmektedir. Diğer yandan şeytanın kıskançlığı sebebiyle kıyamete kadar insanları kendi günahkârlık yoluna çekeceğine ant içmesi ve ona bu iznin verilmesi, dünya hayatının bir sınav ortamı olduğunu, insanın bilerek günah işlemesinin şeytanla ortak davranışta bulunması anlamı taşıdığını gösterir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 499

    وَاسْتَفْزِزْ مَنِ اسْتَطَعْتَ مِنْهُمْ بِصَوْتِكَ وَاَجْلِبْ عَلَيْهِمْ بِخَيْلِكَ وَرَجِلِكَ وَشَارِكْهُمْ فِي الْاَمْوَالِ وَالْاَوْلَادِ وَعِدْهُمْؕ وَمَا يَعِدُهُمُ الشَّيْطَانُ اِلَّا غُرُوراً ﴿٦٤﴾
    ﴾64﴿ Haydi, onlardan gücünün yettiklerini sesinle (telkinde bulunarak) çağrınla ayart! Süvarilerinle yayalarınla onlara karşı ordu topla; mallarına, evlâtlarına ortak ol, kendilerine vaadde bulun. Zaten şeytan insanlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez.”
    Tefsir
    Şeytan, insanlara vesvese vererek, gizli maksadını ve hedefini anlamayacakları bir dille onları günah işlemeye çağırarak yoldan saptırmak ister (bk. Zemahşerî, II, 367; Şevkânî, III, 273). Bir yoruma göre “süvariler ve yayalar”dan maksat, şeytanın her türlü hileleridir; diğer bir yoruma göre de Allah’a isyan yoluna koyulanlardır. Şeytanın, kendine uyanların mallarına ortak olması, insanlara gasp, hırsızlık, tefecilik gibi haksız işler yaptırmak suretiyle onlara haram servet kazandırmasıdır. Buna göre haram kazanan şeytanın öğüdüne uymuş, onunla ortaklık etmiş olduğu için bu ortaklık kazandığı mal için de söz konusudur. Diğer bir yoruma göre burada
    Câhiliye Arapları’nın hayvanlarının ve ziraat ürünlerinin bir kısmını cinlerin ve meleklerin sembolleri saydıkları putlarına ayırmaları, onların hizmetine harcamaları şeklindeki uygulamaları kastedilmiştir. Aslında putperestlik şeytanın teşvik ettiği bir inanç şekli olduğu için putperestler putlara adadıklarını da şeytanlara adamış ve böylece onu mallarına ortak yapmış sayılırlar (İbn Âşûr, XV, 154). Daha uygun görünen diğer bir yoruma göre burada insanların mânevî hayatlarına saldırıp tahrip etmeye çalışan şeytan, atlıları ve yayalarıyla bir yeri yağmalamaya gelen eşkıyaya benzetilmiştir (Mevdûdî, III, 123). Bu eşkıya, işgal ettiği yerin halkının zayıf karakterlilerini kendi tarafına çekip hükmü altına alır, onların mallarına ve evlâtlarına ortak olur.
    Müşrikler, mallarından ve ürünlerinden putlara pay ayırdıkları gibi çocuklarına da Abdüllât, Abdüluzzâ gibi putlara bağlı isimler verir, onları putperest olarak yetiştirirlerdi. Âyetin ifadesine göre bu, şeytanın mallarında ve çocuklarında onlara ortak olmasıydı. Daha genel olarak insanlar, mallarını haram yollarda harcamak, evlâtlarını da bâtıl inanç ve kötü ahlâk üzerinde yetiştirmekle bu konularda şeytanı kendilerine ortak yapmış olmaktadırlar.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 500
    اِنَّ عِبَادٖي لَيْسَ لَكَ عَلَيْهِمْ سُلْطَانٌؕ وَكَفٰى بِرَبِّكَ وَكٖيلاً ﴿٦٥﴾
    Meal
    ﴾65﴿ “Şurası muhakkak ki benim kullarım üzerinde senin hiçbir nüfuzun olmayacaktır.” Güvenip dayanmak için rabbin yeter.
    Tefsir
    Allah’a bağlılıklarından dolayı âyette “benim kullarım” şeklinde anılan kişiler, Allah’ın kendilerine verdiği akıl, irade gibi yüksek melekelerini gerektiği şekilde kullanarak hak yolunda sebat eden ve bu yolda Allah’ın da desteğini kazanan insanlar olup bunlar üzerinde şeytanın nüfuz kuramayacağı, dolayısıyla bu insanların şeytana karşı koyarken ondan daha güçlü olacakları belirtilmektedir. Böylece âyette hem insanın üstünlüğüne vurgu yapılmakta hem de ona ümit ve cesaret aşılanmaktadır.
    Âyetin son cümlesi Hz. Peygamber’e müşriklerin baskıcı tutumları karşısında tebliğ görevini yılgınlık göstermeden, Allah’a güvenerek sürdürmesini telkin etmekte, ona cesaret vermektedir. Kuşkusuz bu ifade, aynı zamanda Peygamber’in yolunu izleyen diğer müminlerin hak davalarını yaşatıp geliştirmelerinde de bir güven ve moral kaynağı taşır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 500-501
    رَبُّكُمُ الَّذٖي يُزْجٖي لَكُمُ الْفُلْكَ فِي الْبَحْرِ لِتَبْتَغُوا مِنْ فَضْلِهٖؕ اِنَّهُ كَانَ بِكُمْ رَحٖيماً ﴿٦٦﴾
    ﴾66﴿ Lütfuna nâil olasınız diye denizde gemileri sizin için yüzdüren rabbinizdir. Doğrusu O size çok merhametlidir.
    Tefsir
    Allah’tan başka tanrı veya tanrılar edinen insanlara gerçek lutuf sahibinin Allah olduğu hatırlatılarak buna bazı örnekler verilmektedir: Gemilerin sulara gömülmeden yüzüp gitmesi Allah’ın yasalarıyla olmaktadır ve bu sayede insanoğlu deniz ticareti yaparak, uzak ülkelerden mal taşıyarak Allah’ın nimetlerini ve rızkını elde etmektedir. Bu durum, âyetin sonunda Allah’ın kullarına bir rahmeti olarak açıklanmıştır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 5

    وَاِذَا مَسَّكُمُ الضُّرُّ فِي الْبَحْرِ ضَلَّ مَنْ تَدْعُونَ اِلَّٓا اِيَّاهُۚ فَلَمَّا نَجّٰيكُمْ اِلَى الْبَرِّ اَعْرَضْتُمْؕ وَكَانَ الْاِنْسَانُ كَفُوراً ﴿٦٧﴾
    ﴾67﴿ Denizde bir tehlikeyle yüzyüze geldiğinizde Allah’tan başka bütün yardıma çağırdıklarınız kaybolup gider. O sizi kurtarıp karaya çıkardığında ise yüz çevirirsiniz. İnsan oğlu çok nankördür!
    Tefsir
    İnsanlar denizde gemiyle seyahat ederken bir felâketle yüz yüze gelseler, kimilerinin tanrı bilip güvendikleri bütün uydurma güçler kaybolur gider ve orada Allah ile baş başa kalırlar, O’na yakarırlar; fakat esenliğe kavuşunca yine eski hallerine dönerler. Allah onların bu hallerini nankörlük olarak nitelemektedir. Bu ifade, bir kısım insanların günlük hayatlarında Allah’ı tamamen unuttuklarını, O’nu âdeta hayatlarından sildiklerini, Allah yokmuş gibi davrandıklarını; fakat çaresiz kaldıkları zaman da O’na sığındıklarını, normal şartlara dönünce, yine unuttuklarını bildirerek bunun Allah’a karşı bir nankörlük ve dolayısıyla dinden uzaklaşma olduğuna işaret etmektedir. Günümüz din felsefesi incelemelerinde, “Tanrı konusunda ilgisizlik” şeklinde tanımlanan bu tutum ateizmin bir türü olarak gösterilmekte ve buna “ilgisizlerin ateizmi” denilmektedir (bilgi için bk. Etienne Gilson, Ateizmin Çıkmazı, s. 23-30).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 503

    اَفَاَمِنْتُمْ اَنْ يَخْسِفَ بِكُمْ جَانِبَ الْبَرِّ اَوْ يُرْسِلَ عَلَيْكُمْ حَاصِباً ثُمَّ لَا تَجِدُوا لَكُمْ وَكٖيلاًۙ ﴿٦٨﴾
    ﴾68﴿ Peki O’nun sizi karada yerin dibine geçirmeyeceğinden yahut başınıza taş yağdırmayacağından emin misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız.

    اَمْ اَمِنْتُمْ اَنْ يُعٖيدَكُمْ فٖيهِ تَارَةً اُخْرٰى فَيُرْسِلَ عَلَيْكُمْ قَاصِفاً مِنَ الرّٖيحِ فَيُغْرِقَكُمْ بِمَا كَفَرْتُمْۙ ثُمَّ لَا تَجِدُوا لَكُمْ عَلَيْنَا بِهٖ تَبٖيعاً ﴿٦٩﴾
    ﴾69﴿ Yahut sizi bir defa daha denize döndürüp üzerinize bir kasırga göndererek -inkâr etmeniz sebebiyle- sizi boğmayacağından emin misiniz? O zaman bize karşı size arka çıkacak birini de bulamazsınız.
    Tefsir
    İnsanoğlu tabiatın türlü felâketleriyle karşı karşıya kalabilir ve kalmaktadır. Bu sebeple esenlik zamanlarında da sıkıntılı zamanlarda da Allah ile olmak gerekir. Güvenliğimiz ve bütünüyle hayatımız geçicidir; Allah’tan başka “vekilimiz”, güvenip dayanacağımız biri yoktur; sonunda varacağımız yer O’nun huzurudur. Bu sebeple samimi, dürüst ve gerçekten akıllı kula yaraşan odur ki hayattayken de, güven içindeyken de Allah ile olsun; şeytana aldanıp Allah’ın yolunu terketmesin. Çünkü “Şeytan insanlara sadece boş şeyleri vaad eder.”Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 503

    وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنٖٓي اٰدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلٰى كَثٖيرٍ مِمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضٖيلاًࣖ ﴿٧٠﴾
    ﴾70﴿ Andolsun biz Âdemoğluna şan, şeref ve nimetler verdik; onları karada ve denizde taşıdık, kendilerine güzel güzel rızıklar verdik ve onları yarattıklarımızın çoğundan üstün kıldık.
    Tefsir
    “Şan, şeref ve nimetler” diye çevirdiğimiz kerem kavramı, İslâmî literatürde hem Allah’ın insanlara şeref, soyluluk, üstünlük gibi mânevî meziyetler bahşetmesini hem de mal mülk vermesini ifade eder. Böylece âyet insanı dünyada Allah’ın lutfuna en çok mazhar olmuş, en seçkin, en değerli varlık olarak göstermektedir. Tefsirlerde insana seçkinlik kazandıran özellikler akıl, zekâ, temyiz, düşünme, yazma gibi melekelerden başlayarak çeşitli psikolojik ve fizyolojik özelliklere, estetik zevklere, ahlâkî yatkınlıklara, canlı ve cansız varlıklar üzerinde tasarruf yetkisine, ekonomik faaliyetlerde bulunma özelliğine, şehirler ve uygarlıklar kurma kabiliyetine kadar birçok meziyete sahip olmasıyla açıklanmaktadır.
    Eski tefsirlerde insan mı melek mi daha üstün diye bir tartışmaya girilmişse de (bk. Râzî, XXI, 16) İbn Âşûr’un belirttiği gibi (XV, 166) burada böyle bir mukayese söz konusu olmayıp insanın bazı varlıkları çeşitli şekillerde kendi hizmetinde kullanması, onlardan yararlanması kastedilmiştir.
    Fahreddin er-Râzî, dönemindeki felsefe ve psikoloji birikiminden de yararlanarak insanın asıl şerefini ve diğer yaratılmışlar karşısındaki üstünlüğünü, “eşyanın gerçeklerini aslına uygun olarak kavrama yeteneği olan akıl gücü”yle açıklar. Çünkü “Mârifetullahın aydınlığı akla doğar; akıl yeteneği, madde ve mâna (halk ve emir) âleminin sırlarına ulaşan, sahip olduğu bilgi sayesinde Allah’ın ruhlar ve cisimler âleminde yarattığı varlık türlerini kuşatan güçtür... Böyle olunca insan varlığı, bu âlemdeki bütün varlıkların en değerlisidir...” (XXI, 12).
    Burada özellikle insanın taşıma araçları kullanmasına dikkat çekilmiştir. İnsanın hayvanları bu maksatla değerlendirmesi yanında, ayrıca bunun için gemi vb. araçlar yapması anlamlıdır. Çünkü başka hiçbir varlıkta böyle özellikler yoktur. “Bütün bunlar, dünyamızda insanoğlunun, kendisine uyulup itaat edilen mutlak başkan ve yönetici, diğer varlıkların da onun buyruğu altındaki tâbileri olduğunu gösterir” (Râzî, XXI, 15).
    Kur’an genellikle insanların hemen her gün yaşadıkları ya da çevrelerinde sürüp gittiği için farkına varamadıkları, fakat aslında son derece anlamlı olayların ibret verici yönlerine dikkat çekerek burada tecelli eden ilâhî güç ve hikmetin açık seçik kanıtlarını görmelerini ister. İnsanların taşıma araçları kullanarak ticaret vb. konulardaki amaçlarını daha kolay ve verimli bir şekilde gerçekleştirmeleri Allah’ın bir lutfudur. Allah’ın “değerli kıldığı” insanoğlunun, bugün taşımacılıkta, uzayın derinliklerine kadar uzanan ulaşım ve iletişim araçları icat edip kullanmada geldiği nokta, Kur’an-ı Kerîm’in neden özellikle bu konuyu anılmaya ve ibret alınmaya değer gördüğünü de açıklamaktadır. Âyette bunun hemen ardından “kendilerine güzel güzel rızıklar verdik” buyurulmaktadır. Rızık, insanın yararlandığı her türlü imkânı kuşatan geniş kapsamlı bir kavramdır. “Güzel güzel rızıklar”dan maksat, hem helâl hem de hoşa giden rızıklardır. Burada insanın, ihtiyaç duyduğu şeylerin helâlini araması yanında sağlık yönünden daha kaliteli, daha temiz, estetik yönden daha güzel olmasına özen göstermesi gerektiğine de işaret vardır.
    Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 503-504

  • İsra Süresi Meal Ve Tefsiri 31-52Datum29.11.2023 06:31
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    İsra Süresi Meal Ve Tefsiri 31-52
    وَلَا تَقْتُلُٓوا اَوْلَادَكُمْ خَشْيَةَ اِمْلَاقٍۜ نَحْنُ نَرْزُقُهُمْ وَاِيَّاكُمْۜ اِنَّ قَتْلَهُمْ كَانَ خِطْـًٔا كَب۪يرًا ﴿٣١﴾
    31: Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onların da sizin de rızkınızı elbette biz veriyoruz. Onları öldürmek gerçekten çok büyük bir günahtır.
    TEFSİR:
    Câhiliye döneminde Araplar, fakirlik korkusuyla erkek çocuklarını öldürür, kızlarını da diri diri toprağa gömerlerdi. Günümüzde de çeşitli sebeplerle çocuklar henüz dünyaya gözünü açmadan ana rahminde doğranıp öldürülmektedir. Kürtaj onlardan biridir. Allah Teâlâ, herkesin rızkını verenin kendisi olduğunu beyânla, fakirlik korkusuyla çocukların öldürülmesini yasaklamıştır. Bunun çok büyük bir günah olduğunu belirterek haram kılmıştır. Yeryüzündeki nimetleri, yiyecek ve içecekleri düzenleyen ve her çağda yaşayacak olanlara göre onları ikram eden insanlar değil, Allah Teâlâ’dır. Hatta tarihî gerçeklere bakıldığında, bir bölgenin nüfusu ile geçim kaynaklarının aynı nispette arttığını, hatta geçim kaynaklarının daha da fazla arttığını söylemek mümkündür. Bu sebeple insan Allah’ın işine karışmamalı, üzerine düşen vazifeleri yapmaya çalışmalıdır.
    Öncelikli vazifemiz, Allah’ın yasakladığı haramlardan sakınmaktır. Bunların da başında fert, aile ve toplum hayatını yıkıp tarümar eden zina gelmektedir:
    وَلَا تَقْرَبُوا الزِّنٰٓى اِنَّهُ كَانَ فَاحِشَةًۜ وَسَٓاءَ سَب۪يلًا ﴿٣٢﴾
    Karşılaştır 32: Zinâya yaklaşmayın. Çünkü o, çirkinliği apaçık bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.
    TEFSİR:
    Âyette “zina etmeyin” değil de “zinaya yaklaşmayın” buyrulmasında dikkat çeken çok mühim incelikler vardır. Bu, zinayla birlikte zinaya götürme tehlikesi bulunan her türlü niyet, söz, fiil ve davranışları da yasaklamakta, bunlardan uzak durmayı istemektedir. Buna göre müslümanlar, fert ve toplum olarak, zinayı önleyici, ona sevkeden sebep ve vasıtaları ortadan kaldırıcı düzenlemeler yapmalı; zinanın işlenmeyeceği temiz bir çevre oluşturmak için gerekli terbiyevî ve hukukî çalışmaları gerçekleştirip bunları kararlı bir şekilde tatbik etmelidirler. Nitekim İslâm, toplumda zinayı engellemek için zina ve zina iftirası suçlarına bir kısım cezalar öngörmüş, örtünmeyle ilgili düzenlemeler yapmış, müstehcen neşriyatı ve fuhşu şiddetle yasaklamış, sarhoş edici içkilerin içilmesini de haram kılmıştır. Zinaya teşvik eden müzik, oyun, reklam ve resimleri de menetmiştir. Bununla birlikte evliliği kolaylaştırıcı, teşvik edici kaideler koymuş ve böylece zinayı tamamen kaldırmayı hedeflemiştir.İkinci yasak, haksız yere insan öldürmekti.

    وَلَا تَقْتُلُوا النَّفْسَ الَّت۪ي حَرَّمَ اللّٰهُ اِلَّا بِالْحَقِّۜ وَمَنْ قُتِلَ مَظْلُومًا فَقَدْ جَعَلْنَا لِوَلِيِّه۪ سُلْطَانًا فَلَا يُسْرِفْ فِي الْقَتْلِۜ اِنَّهُ كَانَ مَنْصُورًا ﴿٣٣﴾
    33. Haklı bir gerekçeye dayanmaksızın, öldürülmesini Allah’ın haram kıldığı cana kıymayın. Kim haksız yere öldürülürse, onun velisine hakkını arama yetkisi vermişizdir. Fakat o veli de, artık öldürmede ileri gidip Allah’ın belirlediği sınırı aşmasın. Çünkü kendisine verilen bu yetkiyle zâten gerekli yardım yapılmıştır.
    TEFSİR:
    Haksız yere cana kıymak yasaktır. Birisi haksız yere öldürüldüğünde, Allah Teâlâ, onun hakkını savunmak üzere velisine bir kısım yetkiler vermiştir. Bunlar; yetkili makamlardan kâtilin kısâsen öldürülmesini talep etme, diyet isteme veya affetmedir. Veli bunlardan birini tercih edebilir. Kısası tercih ettiğinde, velinin öldürmede aşırı gitmesi yasaklanmıştır. Yani öldürmede aşırı gitmemeli, o kişiye ölüm yanında işkence etme, azalarını kesme gibi zararlar vermemelidir. Veya katilden başkasına zarar vermemelidir. Çünkü cahiliye döneminde öldürülen kişinin yakınları sadece katilin öldürülmesiyle yetinmez, ya ondan daha şerefli birisini veya bir kişiye karşı iki veya daha fazla kişiyi öldürmedikçe adâletin gerçekleşmeyeceğine inanırlardı. Âyet bu haksızlığı yasaklamakta, Cenâb-ı Hakk’ın emir buyurduğu çerçeve içinde problemin çözümünü istemekte ve bunun dışına çıkılmamasını emretmektedir.
    وَلَا تَقْرَبُوا مَالَ الْيَت۪يمِ اِلَّا بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُ حَتّٰى يَبْلُغَ اَشُدَّهُۖ وَاَوْفُوا بِالْعَهْدِۚ اِنَّ الْعَهْدَ كَانَ مَسْؤُ۫لًا ﴿٣٤﴾
    34.Yetimin malına yaklaşmayın. Ancak bülûğ çağına erinceye kadar koruma ve geliştirme niyetiyle ona en güzel şekilde yaklaşabilirsiniz. Verdiğiniz sözü de yerine getirin; çünkü herkes verdiği sözden mutlaka sorguya çekilecektir.
    TEFSİR:
    Yetimlerin mallarına haksızlıkla yeme ve zarar verme niyetiyle yaklaşmak yasaktır. Ancak bülûğ çağına erip, kendi işlerini görebilecek olgunluk yaşına gelinceye kadar onların mallarını en güzel yolarla korumaya, işletmeyeve onu helal yollarla artırmak üzere çalışmalar yapmaya müsaade edilmiştir. Yetimlerin mallarını haksız olarak yemenin cezası cehennemdir. (bk. Nisâ 4/10) Bu sebeple müslümanlar bu hususta çok dikkatli olmalıdırlar. Ayrıca verilen sözler mutlaka tutulmalıdır. Çünkü Allah Teâlâ, bunların tutulup tutulmadığını hesap gününde soracaktır. “Ahdi yerine getirme” kaidesi, sadece fertler arasında gözetilmesi gereken ahlâkî bir emir değil, İslâm devletinin ve toplumunun iç ve dış ilişkilerinde tavrını belirleyen yol gösterici mühim bir prensiptir.İslâm toplum hayatında en önemli prensiplerden biri ölçü ve tartıya dikkat etmektir:
    وَاَوْفُوا الْكَيْلَ اِذَا كِلْتُمْ وَزِنُوا بِالْقِسْطَاسِ الْمُسْتَق۪يمِۜ ذٰلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَأْو۪يلًا ﴿٣٥﴾
    Karşılaştır 35: Ölçtüğünüz vakit tam ölçün, tarttığınız zaman da doğru teraziyle tartın. Bu, ticâretiniz için daha hayırlı ve sonuç itibariyle daha güzeldir.
    TEFSİR:
    Ölçüyü ve tartıyı tam yapmak, eksik veya fazla yapmamak, kul hukukuna riâyet bakımından çok mühim bir kaidedir. Fert ve toplum olarak müslümanların çarşı ve pazarda, her türlü ticâri ve iktisâdî münâsebetlerde bu kâideyi tatbik etme ve ettirme mesuliyetleri vardır. Çünkü insanlar arasında güven, huzur ve barışın sağlanması, toplumda refahın artması için buna zaruri ihtiyaç vardır. Meselenin uhrevî boyutu da çok önemlidir. Zira Allah Teâlâ, hak sahibinin rızâsı olmadıkça kul hakkını affetmemektedir.
    Ölçü ve tartıya dikkat edenler, hem insanlar yanında sevgi ve saygı görürler, hem Cenâb-ı Hak nezdinde makbul bir kul olurlar. Aynı zamanda böyle davranmanın neticesi de çok güzeldir; dünyada hep fayda sağlar, âhirette de sevap elde etmeye vesile olur.
    İnsanı kötülüklerden koruyup iyiliklere sevkedecek önemli husus göz, kulak ve kalp gibi azalarına sahip çıkması ve bunları yaratılış maksatları yönünde kullanmasıdır:
    وَلَا تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِه۪ عِلْمٌۜ اِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤٰادَ كُلُّ اُو۬لٰٓئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُ۫لًا ﴿٣٦﴾
    36.Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi yaptıklarından sorumludur.
    TEFSİR:
    Bu âyet-i kerîme insanın bilmediği bir konuda söz söylemesini, hüküm vermesini, bilgisizce davranmasını, bilmediği tanımadığı kimseler hakkında ileri-geri konuşmasını, daha hususi olarak yalancı şâhitlik yapmasını, iftira atmasını, hâsılı bilgi sa­hibi olmaksızın tahmine göre herhangi biri için maddî veya manevî zarara yol aça­cak şekilde konuşmasını ve hareket etmesini yasaklamaktadır. İnsan ancak şu üç vasıta sayesinde bilgi sahibi olabilir. Bunlar kulak, göz ve kalptir. Bunları yaratıldıkları gaye istikâmetinde en güzel şekilde kullanmak insanın en mühim sorumluluklarından biridir. Çünkü Allah Teâlâ, hesap günü insana bu azalarını nasıl kullandığını soracağı gibi, bu azalar da dünyada neler yaptıklarından sorguya çekileceklerdir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
    “O gün onların ağızlarını mühürleriz de, işlemiş oldukları günahları bize elleri söyler, ayakları da buna şâhitlik eder.” (Yâsîn 36/65)
    “Nihâyet ateşin karşısına geldiklerinde kendi kulakları, gözleri ve derileri, vaktiyle işledikleri bütün kötülükleri söyleyip onların aleyhinde şâhitlik edecekler.” (Fussılet 41/20)
    وَلَا تَمْشِ فِي الْاَرْضِ مَرَحًاۚ اِنَّكَ لَنْ تَخْرِقَ الْاَرْضَ وَلَنْ تَبْلُغَ الْجِبَالَ طُولًا ﴿٣٧﴾
    37.Hem yeryüzünde büyüklük taslayarak yürüme. Çünkü kendini ne kadar büyük görürsen gör ne yeri yarabilir, ne de boyca dağlara erişebilirsin.
    TEFSİR:
    اَلْمَرَحُ (merah) kelimesi, böbürlenip sağa sola salınarak yürümek mânasına gelir. Dolayısıyla âyet, mütekebbirlerin salınarak yürüdüğü gibi böbürlenip yürümeyi, insanlara büyüklük taslayarak dolaşmayı yasaklamaktadır. Çünkü insan Allah Teâlâ karşısında aciz ve zayıf bir varlıktır. O, ne sert yürüyüşüyle ve ayaklarını sertçe basarak yeri yarabilir; ne de kasılarak yürüdüğü boyuyla dağların uzunluğuna erişebilir. Burada kibirlenen kişilere karşı alaycı bir üslup kullanılmış ve onların ne kadar ahmakça bir davranış içinde oldukları vurgulanmıştır. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
    “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” (Müslim, İman 147-149)
    “Kim kendisini büyük görür ve böbürlenerek yürürse, kıyâmet günü Allah kendisine gazap etmiş halde O’nun huzuruna varır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 118)
    Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.), bir zamanlar böbürlenerek yürüyen bir adamın başına gelenleri şöyle haber verir:
    “Vaktiyle kendini beğenmiş bir adam güzel elbisesini giymiş, saçını taramış, çalım satarak yürüyordu. Allah Teâlâ onu yerin dibine geçiriverdi. O adam kıyâmete kadar debelenerek yerin dibini boylamaya devam edecektir.” (Buhârî, Libâs 5; Müslim, Libâs 49, 50)
    gibi isimleri vardır. Mushaf tertîbine göre 17, nüzûl sırasına göre 50. sûredir.

    كُلُّ ذٰلِكَ كَانَ سَيِّئُهُ عِنْدَ رَبِّكَ مَكْرُوهًا ﴿٣٨﴾
    38: Yasaklanan bu tutum ve davranışların hepsi kötü olup, Rabbinin nazarında asla hoş görülmeyen şeylerdir.
    ذٰلِكَ مِمَّٓا اَوْحٰٓى اِلَيْكَ رَبُّكَ مِنَ الْحِكْمَةِۜ وَلَا تَجْعَلْ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهًا اٰخَرَ فَتُلْقٰى ف۪ي جَهَنَّمَ مَلُومًا مَدْحُورًا ﴿٣٩﴾
    39: İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdendir. Sakın Allah ile beraber başka bir ilâh edinme; yoksa kınanmış ve Allah’ın rahmetinden kovulmuş olarak cehenneme atılırsın!
    TEFSİR:
    Sûrenin başından ve husûsiyle 22. âyetteki “Allah ile beraber başka bir ilâh edinme!” emrinden başlayarak buraya kadar açık veya gizli zikredilen tâlimatların bir kısmı yapılması gereken emirler, bir kısmı ise kaçınılması gereken yasaklardır. İşte bunların yasaklanmış olanları birer kötülüktür ve bunların işlenmesi Allah katında hoş karşılanmamaktadır. Allah’ın razı olduğu bir kul olabilmek için emredilenleri yapmak, yasaklananlardan da sakınmak gerekir. Bu fasılda konunun başladığı 22. âyette de, “Allah ile beraber başka ilâh edinilmemesi” emredilmiş, konunun tamamlandığı 39. âyette de yine aynı emir tekrar edilerek “Allah ile beraber başka bir ilâh edinilmemesi” istenmiştir. Bu, işin başının da sonunun da tevhid akîdesi olduğunu tekit etmek içindir. Gerçek mânada tevhid akîdesine sahip olmayan kişinin amelleri boşa gider. Neticede kınanmış ve Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılır. Çünkü tevhid, her hikmetin başıdır ve özüdür.
    Bu sebeple Allah Teâlâ’nın yüceliğine yaraşır sıfatlarla anılması ve O’na oğullar, kızlar yakıştırarak “hükmüne boyun eğilmeyecek kadar aciz bir tanrı” inancına kapı aralanmaması istenerek şöyle buyruluyor:
    اَفَاَصْفٰيكُمْ رَبُّكُمْ بِالْبَن۪ينَ وَاتَّخَذَ مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ اِنَاثًاۜ اِنَّكُمْ لَتَقُولُونَ قَوْلًا عَظ۪يمًا۟ ﴿٤٠﴾
    40:.Ey müşrikler! Demek Rabbiniz sizi erkek çocuklarla şereflendirdi, kendisi de meleklerden kızlar edindi öyle mi? Gerçekten siz çok büyük, vebâli çok ağır bir söz söylüyorsunuz.
    TEFSİR:
    Allah Teâlâ erkek olsun, kız olsun çocuk edinmekten pek yüce ve çok uzaktır. Müşrikler, meleklerin Allah’ın kızları olduklarını kabul ederler, daha şerefli olduğunu düşündükleri erkek çocukların ise kendilerine ait olduğunu söylerlerdi. Kur’ân-ı Kerîm, bu düşünceyi kökünden reddeder ve bunun vebâli gerçekten çok büyük bir söz olduğunu bildirir. Kur’an, çeşitli şekillerde onların bu ve buna benzer düşüncelerinin yanlışlığını, doğrusunun nasıl olması gerektiğini tekrar tekrar beyân eder. Böylece insanların düşünüp öğüt almalarını, gerçeği anlayıp hallerini düzeltmelerini hedefler. Fakat Kur’an’ın bu öğütleri, hidâyetten nasibi olmayanların ancak Hakk’a karşı olan nefretlerini ve hakikate sırt çevirip kaçışlarını artırır.
    وَلَقَدْ صَرَّفْنَا ف۪ي هٰذَا الْقُرْاٰنِ لِيَذَّكَّرُواۜ وَمَا يَز۪يدُهُمْ اِلَّا نُفُورًا ﴿٤١﴾
    41.Biz, insanlar düşünüp ders alsınlar diye bu çok şerefli Kur’an’da gerçekleri bütün yönleriyle ve farklı farklı açılardan anlatıp duruyoruz. Fakat bu, onların doğru yoldan daha çok nefret edip uzaklaşmalarına yol açmaktadır.
    TEFSİR:
    Allah Teâlâ erkek olsun, kız olsun çocuk edinmekten pek yüce ve çok uzaktır. Müşrikler, meleklerin Allah’ın kızları olduklarını kabul ederler, daha şerefli olduğunu düşündükleri erkek çocukların ise kendilerine ait olduğunu söylerlerdi. Kur’ân-ı Kerîm, bu düşünceyi kökünden reddeder ve bunun vebâli gerçekten çok büyük bir söz olduğunu bildirir. Kur’an, çeşitli şekillerde onların bu ve buna benzer düşüncelerinin yanlışlığını, doğrusunun nasıl olması gerektiğini tekrar tekrar beyân eder. Böylece insanların düşünüp öğüt almalarını, gerçeği anlayıp hallerini düzeltmelerini hedefler. Fakat Kur’an’ın bu öğütleri, hidâyetten nasibi olmayanların ancak Hakk’a karşı olan nefretlerini ve hakikate sırt çevirip kaçışlarını artırır.
    قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُٓ اٰلِهَةٌ كَمَا يَقُولُونَ اِذًا لَابْتَغَوْا اِلٰى ذِي الْعَرْشِ سَب۪يلًا ﴿٤٢﴾
    42.Rasûlüm! De ki: “Faraza, onların iddia ettikleri gibi Allah ile beraber başka ilâhlar olsaydı, bu takdirde o ilâhların hepsi, arşın sahibine ulaşmak için mutlaka bir yol ararlardı.”
    سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَب۪يرًا ﴿٤٣﴾
    43. Allah onların iddia ettiklerinden son derece uzak, çok çok yüce ve pek büyük bir yükseklikle yüksektir.
    TEFSİR:
    Allah tek ilâhtır. O’nunla beraber ikinci veya daha fazla ilâhların olması mümkün değildir. Eğer -farz-ı muhâl- O’nunla beraber başka ilâhlar olsaydı mecbûren şu ihtimaller devreye girerdi:
    › Her biri o bütün mülkün ve saltanatın sahibi olan, kâinatta her şeyi kudret eliyle idâre eden Allah Teâlâ’ya gâlip gelme çaresini arardı. Çünkü gâlip gelmeden gerçek mânada ilâh olamazdı. Nitekim bu mânaya işaret etmek üzere: “Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisinin de dengesi ve düzeni kesinlikle bozulur giderdi. arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdığı her türlü çirkin vasıflardan uzaktır, yücedir!” (Enbiyâ 17/22) buyrulur.
    › Her biri Allah Teâlâ’nın tek olan zâtından kuvvet ve kudret elde etmeksizin bir şey yapamayacaklarını bildiklerinden hepsi ona yaklaşmak için bir yol arardı. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “İlah diye taptıkları o varlıklar, “Ne yapsam da O’na yakın olabilsem!” diye Rablerine yaklaşmak için vesile ararlar. Allah’ın rahmetini umar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı, gerçekten sakınılması gereken korkunç bir azaptır.” (İsrâ 17/57) Bu şekilde ise hiçbiri gerçek mânada ilâh olamaz, Allah’ın tek ilâh olduğunu kabul etmek durumunda kalırdı.Dolayısıyla Allah Teâlâ, müşriklerin iddia ettikleri her türlü şirk unsurundan, şüphe ve şaibesinden gerçekten çok yüce, ve son derece ulu ve yüksektir.
    تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا ﴿٤٤﴾
    44. Yedi gök, yer ve bunlar içinde bulunan herkes Allah’ı tesbih eder. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız. Şüphesiz ki O, ceza vermekte hiç acele etmeyen ve çok bağışlayandır.
    TEFSİR:
    Allah’ı tesbih, O’nun şânının, kudret ve azametinin yüceliğini, bütün noksan sıfatlardan uzak olduğunu dil ile söylemek veya hal diliyle anlatmaktır. Demek ki Allah’ı tesbih hem dille hem de halle olabilmektedir. Bu iki tür tesbih akıl ve irade sahibi olarak bildiğimiz melekler, cinler ve insanlar için geçerli olduğu gibi, bu âyetin delâletiyle, akılsız veya cansız olduklarını düşündüğümüz gökler, yer ve bunlarda bulunan diğer varlıklar içinde geçerlidir.
    İnsanın diliyle tesbihi, Allah’ı her türlü noksanlıktan uzaklaştırarak zâtı, sıfatları ve fiilleriyle bütün kemâl sıfatlarına sahip olduğunu dile getirmesi, Allah’ı hep böyle tanıyıp böyle zikretmesidir. Haliyle tesbihi ise itikadı, ibâdeti, ahlâkı, muâmelâtı, hâsılı her türlü düşünce, söz, fiil ve davranışlarıyla Allah’ın birliğine, noksansız ve kusursuz olduğuna inandığını göstermesi, hükümlerine boyun eğmesi, amelinin imanına şâhitlik etmesi­dir.
    Bu âyette haber verildiği üzere gökler, yerler, dağlar, taşlar, ağaçlar, kuşlar, hâsılı canlı cansız bütün varlıklar da hem dilleriyle hem de halleriyle Allah’ı tesbih ederler.
    Dil ile tesbihlerine gelince, her şey kendi diliyle Hakk’ı tesbih eder fakat âyette belirtildiği gibi insanlar bunu anlayamazlar. Mahlukâtın hal diliyle tesbihlerini, tam olarak olmasa da, bir nebze anlamamız mümkündür. Âyetteki “fakat siz anlayamazsınız” (İsrâ 17/44) buyrulması, onların kendilerine mahsus dilleriyle Cenâb-ı Hakk’ı tıpkı insanların kendilerine mahsus dil ve lisanlarıyla tesbih ettikleri gibi tesbih ettiklerine delalet eder. Nitekim biz, insan olduğumuz halde, bilmediğimiz yabancı dillerde yapılan konuşmaları da, yazılan eserleri de anlayamıyoruz. Halbuki o insanlar her şeyleriyle bizim aynımızdır; konuşurken çıkardıkları sesler, yaptıkları jest ve mimikler de bizimkine çok benzemektedir. Hayvanların da dilleri, konuşmaları, bağrışmaları vardır. Onların çıkardıkları seslerden de bazı şeyleri anlamak mümkün olabilir. Fakat bitkilere ve cansızlara geldiğimizde onların dillerinden bir şey anlamamız iyice zorlaşmaktadır. Fakat kendilerine özgü dillerinin olduğunda ve o dillerle Yaratan’larını tesbih ettiklerinde şüphe yoktur. Nitekim bir kısım âyet-i kerîmeler, Peygamberimiz (s.a.s.) ve sahâbeden gelen bazı bilgiler, bilmediğimiz bu âleme işaretlerde bulunmakta, küçük de olsa bir pencere açmaktadır:
    Cenâb-ı Hak, dağların ve kuşların Hz. Dâvûd’la birlikte tesbih etmeleri hakkında şöyle buyurur:
    “Biz, dağları Dâvûd’un emrine verdik de, akşam sabah onunla birlikte Allah’ın sınırsız kudret ve yüceliğini tesbih ederlerdi. Etrafında toplanan kuşları da. Hepsi birden tesbih, dua ve yakarışlarla Allah’a yönelir, O’nun iradesine boyun eğerlerdi.” (Sād 38/18-19)
    “Taşlardan öylesi de var ki, Allah korkusundan yuvarlanır, düşer.” (Bakara 2/74)
    Abdullah b. Mesûd (r.a.) diyor ki: “Biz Allah Resûlü (s.a.s.)’in yanında o hale gelmiştik ki, boğazımızdan geçen lokmaların tesbihini işitirdik.” (Buhârî, Menâkıb 25; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 460)
    Fahr-i Kâinat (s.a.s.)’in İslâm’ı tebliğ ettiği ilk yıllarda bir bedevi gelerek:
    “– Senin Allah Resûlü olduğunun delîli nedir?” dedi. Resûl-i Ekrem (s.a.s.):
    “– Hurma ağacından şu salkımı çağırayım. O benim Allah’ın elçisi olduğuma şehâdet edecektir!” dedi ve onu çağırdı. Salkım ağaçtan inmeye başlayıp Resûlullah (s.a.s.)’in yanına düştü:
    “– Selam senin üzerine olsun ey Allah’ın Rasûlü” dedi. Sonra Efendimiz ona:
    “– Haydi yerine dön!” diye emredince salkım, döndü ve eski yerine kaynadı. Bedevi bu manzara karşısında derhal müslüman oldu. (Tirmizî, Menakıb 6)
    Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
    “Mekke’de bir taş biliyorum. Ben peygamber olarak gönderilmeden önce o bana selam veriyordu. Şu anda dahi ben o taşı tanırım.” (Müslim, Fedâil 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 89)
    Hazret-i Ali (r.a.) da şöyle anlatır:
    “Peygamber Efendimiz’le birlikte Mekke’de idim. Beraberce Mekke’nin bâzı yerlerine gittik. Dağların ve ağaçların arasından geçiyorduk. Resûlullah (s.a.s.)’in karşılaştığı bütün dağlar ve ağaçlar: «es-Selâmü aleyke yâ Resûlallah!» diyordu” (Tirmizî, Menâkıb 6/3626)
    Bu bilgiler, canlı cansız bütün varlıkların Allah’ı zikretmekte ve O’nu tesbih etmekte olduklarını açıkça ortaya koymaktadır.
    Hal dilleriyle tesbihe gelince, mâhiyetini tam olarak idrak edemesek de bunda anlaşılmayacak bir durum yoktur. Kâinatta zerreden küreye ne kadar varlık varsa hepsinin Allah Teâlâ’nın koyduğu kevnî kanunlara tâbi olduğunda, boyun eğip itaat ettiğinde şüphe yoktur. Cansız saydığımız eşyada bile, kısıtlı duygularımızla hissedemediğimiz ve ölçülerini Allah’ın belirlediği bir hareketlilik vardır. Atomun çekirdeği etrafındaki elektronlar, akıllara durgunluk verecek bir hızla dönmektedir. Mesela hidrojen atomunun elektronunun, çekirdeği etrafında saniyede 2000 kilometre hızla döndüğü bilinmektedir. Yine astronomi âlimlerinin hesaplarına göre güneş de yörüngesinde, saatte 720.000 kilometrelik muazzam bir hızla hareket etmektedir. Şüphesiz ilmî keşifler ilerledikçe insanoğlunun kâinatın sırları hakkındaki bilgileri de gelişecektir. Nitekim genetikçilerin çözmeye çalış­tıkları genlerin şifresi de bir çeşit dildir. Ayrıca bu çalışmalar ilerledikçe kâinatın sırlarla dolu olduğu, bilinenlere göre bilinmeyenlerin ne kadar çok olduğu ortaya çıkacaktır. İşte kâinattaki bu ince ve hassas nizam Yaratıcısının varlığına ve birliğine şâhitlik eder; O’nun kuvvet, kudret, ilim ve hikmetini haber verir. Kâl diliyle, hâl diliyle hiç ara vermeden Yüce Allah’ı tesbih eder, zikreder. Bununla birlikte Allah Halîm’dir; kullarının gafletleri, anlayışsızlıkları, günah ve isyanları karşısında sabreder, onları cezalandırmakta acele etmez. Tevbe etmeleri için fırsat tanır. Gafûr’dur; günahlarından tevbe edip kendine yönelen kullarını bağışlar.Gerçeğin ölçüsü şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm’dir. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu o belirler. Ancak:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
    وَاِذَا قَرَأْتَ الْقُرْاٰنَ جَعَلْنَا بَيْنَكَ وَبَيْنَ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ حِجَابًا مَسْتُورًاۙ ﴿٤٥﴾
    وَجَعَلْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اَكِنَّةً اَنْ يَفْقَهُوهُ وَف۪ٓي اٰذَانِهِمْ وَقْرًاۜ وَاِذَا ذَكَرْتَ رَبَّكَ فِي الْقُرْاٰنِ وَحْدَهُ وَلَّوْا عَلٰٓى اَدْبَارِهِمْ نُفُورًا ﴿٤٦﴾
    Karşılaştır 45: Sen Kur’an okuduğun zaman, seninle âhirete inanmayanlar arasına görünmez bir perde çekeriz.
    Karşılaştır 46: Ayrıca kalplerinin üzerine Kur’an’ı anlamalarına mâni kılıflar geçirir, kulaklarına da bir tıkaç koyarız. Bu yüzden, sen Kur’an’da Rabbinin tek ilâh olduğunu yâdettiğin zaman onlar nefretle arkalarını dönüp giderler.
    TEFSİR:
    Kur’ân-ı Kerîm davetini âhirete iman kaidesi üzerine bina eder. Bu bakımdan ancak âhirete iman edenler Kur’an’a inanır, onun âyetlerine kulak verir ve davetine icâbet ederler. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
    “İşte bu Kur’an, kendinden önceki kitapları doğrulayan, şehirlerin anası olan Mekke halkını ve çevresinde bulunan herkesi uyarman için indirdiğimiz feyiz ve bereket kaynağı bir kitaptır. Âhirete inananlar ona da inanırlar ve onlar namazlarını vaktinde dosdoğru kılmaya devam ederler.” (En‘âm 6/92)
    Âhirete iman etmeyenlere gelince, onların kalpleri, bu imansızlığın tabii bir neticesi olarak Kur’an’ın davetine karşı katılaşır, onların üzerinde tortular, perdeler, kılıflar oluşur; kulakları da dinî gerçeklere karşı sağırlaşır. Böyle kimseler, Kur’an’ın davetine hiçbir zaman değer vermezler, onu anlamazlar; sadece gözleriyle gördükleri, elleriyle tuttukları dünya zevklerinin peşinden koşarlar. Aslında bu onların kendi tercihleridir. Nitekim Fussılet sûresinde onların bu durumu kendi dillerinden şöyle haber verilir:
    “Müşrikler şöyle diyorlar: “Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda ağırlık, seninle aramızda da perde vardır. Artık ne yapacaksan yap; biz de bildiğimizi yapacağız.»” (Fussılet 41/5)
    Halbuki bu durum bir fazilet değil, âhirete iman etmedikleri için başlarına gelen büyük bir musibettir. Onlar putperest olduklarından Kur’an’ın getirmiş olduğu tevhid inancını reddederler; bu yönde bir telkin aldıklarında sırtlarını çevirir, nefretle döner giderler. Onların bu hali bir diğer âyet-i kerîmede şöyle bildirilir:
    “Ne zaman Allah eşi ortağı olmayan bir tek ilâh olarak anılsa, âhirete inanmayanların kalplerindeki nefret ve daralma yüzlerine vurur. Fakat Allah’ın dışında taptıkları şeyler anıldığında ise hemen yüzleri güler, neşelenirler.” (Zümer 39/45)
    Allah’ın zikrine karşı böylesine olumsuz bir tavır sergileyen müşriklerin, O’nun mesajını taşıyn Peygamber’e olumlu davranmaları elbette düşünülemez:
    نَحْنُ اَعْلَمُ بِمَا يَسْتَمِعُونَ بِه۪ٓ اِذْ يَسْتَمِعُونَ اِلَيْكَ وَاِذْ هُمْ نَجْوٰٓى اِذْ يَقُولُ الظَّالِمُونَ اِنْ تَتَّبِعُونَ اِلَّا رَجُلًا مَسْحُورًا ﴿٤٧﴾
    47. Seni dinlerken aslında biz onların neye kulak kesildiklerini; kendi aralarında fısıldaşırlarken de o zâlimlerin birbirlerine: “Eğer Muhammed’e uyarsanız siz, ancak düpedüz büyülenmiş bir adamın ardından gitmiş olacaksınız” dediklerini biz çok iyi biliyoruz.
    اُنْظُرْ كَيْفَ ضَرَبُوا لَكَ الْاَمْثَالَ فَضَلُّوا فَلَا يَسْتَط۪يعُونَ سَب۪يلًا ﴿٤٨﴾
    48. Rasûlüm! Baksana; senin için şâir, sihirbaz, kâhin diyerek ne tür benzetmeler yaptılar? İşte bu yüzden yoldan saptılar da bir daha doğru yolu bulmaya güç yetiremiyorlar.
    TEFSİR:
    Müşrikler, Resûlullah (s.a.s.)’in okuduğu Kur’an’ı ve yaptığı konuşmaları dinler, daha sonra buna karşı bir tuzak hazırlamak için bir araya gelirlerdi. Bazan bir kimsenin Kur’an’ın tesiri altında kaldığından şüpheye düşerler, birlikte oturup onu bu tesirden kurtarmaya çalışırlar ve: “Düpedüz büyülenmiş, kendisine sihir yapılmış, ne konuştuğunu bilmeyen bir adama sen nasıl inanabilir, ondan nasıl etkilenebilirsin?” derlerdi. Asr-ı saadette bunun pek çok misâli vardır. Onlardan âyetin iniş sebebi olarak da nakledilen biri şöyledir:
    Rivayete göre bir defasında Resûlullah (s.a.s.), Hz. Ali’nin bir ye­mek hazırlamasını isteyerek, Kureyş eşrafını yemeğe davet etti. Davet sırasında onlara âyetler okuyarak kendilerini tevhid inancını kabul etmeye çağırdı. Bunu kabul ettikleri tak­dirde, zannettiklerinin aksine, itibar kaybetmek şöyle dursun, hem kendi çevrelerin­de öncekine göre daha çok hürmet göreceklerini hem de Arap olmayanlar nezdinde itibar kazanacaklarını beyân buyurdu. Fakat onlar bu daveti kabul etmemekle kal­madılar, üstelik Peygamberimiz (s.a.s.) konuşurken nezaket kaidelerini hiçe sayarak fısıltılı konuşmalarla onun büyülenmiş olduğunu ileri sürdüler. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XX, 178)
    Bir diğer dikkat çekici hâdise de şudur:
    Bir gece Ebû Süfyan, Ebû Cehil ve Ahnes b. Şerik, birbirlerinden habersiz olarak, Peygamberimiz (a.s.)’ın geceleyin evinde okuduğu Kur’ân-ı Kerîm’i dinlemek için gidip her biri bir yere gizlenir. Bunlar, geceyi Efendimiz’in Kur’ân okuyuşunu dinleyerek geçirirler. Ta ki sabaha karşı kimseye görünmeden gitmek isterlerken tesâdüfen birbirleriyle karşılaşırlar. Yaptıkları işin tuhaflığını fark edip birbirlerini ayıplayarak:
    “– Bir daha böyle bir şey yapmayalım! Eğer bizi halktan ve kölelerden biri görmüş olsa, muhakkak kalbine şüphe düşer” deyip oradan ayrılırlar. Fakat ikinci ve üçüncü gece de aynı durum tekerrür eder. En son ayrılırken birbirlerine:
    “– Bir daha dönmeyeceğimize yemîn etmedikçe buradan ayrılmayalım” derler ve anlaştıktan sonra dağılırlar. (İbn Hişâm, es-Sîre, I, 337-338)
    Muallim Cûdî’nin şu beyti onların hâlini ne güzel ifade etmektedir:
    Hidâyet senden olmazsa, dirâyet neylesin yâ Rab!
    Arapça bilse de Ebu Cehl’e âyet neylesin yâ Rab!
    Peygamberimiz (s.a.s.)’e bu kadar düşmanca tavır alan müşriklerin esas problemi, âhirete kesinlikle en küçük bir inançlarının olmamasıdır:

    وَقَالُٓوا ءَاِذَا كُنَّا عِظَامًا وَرُفَاتًا ءَاِنَّا لَمَبْعُوثُونَ خَلْقًا جَد۪يدًا ﴿٤٩﴾
    49. Bir de şöyle dediler: “Biz kupkuru bir kemik yığını ve ufalanmış bir avuç toprak hâline geldiğimiz zaman mı, yani biz o halde iken mi yeni bir yaratılışla tekrar diriltileceğiz? Bu, olacak şey değil!”
    قُلْ كُونُوا حِجَارَةً اَوْ حَد۪يدًاۙ ﴿٥٠﴾
    50.Onlara şunu söyle: “İster taş olun, ister demir.”
    اَوْ خَلْقًا مِمَّا يَكْبُرُ ف۪ي صُدُورِكُمْۚ فَسَيَقُولُونَ مَنْ يُع۪يدُنَاۜ قُلِ الَّذ۪ي فَطَرَكُمْ اَوَّلَ مَرَّةٍۚ فَسَيُنْغِضُونَ اِلَيْكَ رُؤُ۫سَهُمْ وَيَقُولُونَ مَتٰى هُوَۜ قُلْ عَسٰٓى اَنْ يَكُونَ قَر۪يبًا ﴿٥١﴾
    51: “İsterseniz diriltilmesini aklınızın almadığı başka bir madde olun, fark etmez, yine de diriltileceksiniz!” Bu sefer: “İyi de, bizi yeniden hayata döndürecek kimmiş?” diyecekler. Sen de: “Sizi ilk defa yoktan yaratan diriltecek!” de. O vakit seninle alay edip başlarını sallayarak “Ne zamanmış o kıyâmet” diye soracaklar. Sen de: “Belki de çok yakında” de.
    يَوْمَ يَدْعُوكُمْ فَتَسْتَج۪يبُونَ بِحَمْدِه۪ وَتَظُنُّونَ اِنْ لَبِثْتُمْ اِلَّا قَل۪يلًا۟ ﴿٥٢﴾
    52: Allah sizi huzuruna çağırdığı gün, O’na hamdederek hemen emrine uyacaksınız ve dünyada pek az bir süre kaldığınızı sanacaksınız.
    TEFSİR:
    Müşrikler yeniden dirilişi ve âhiret hayatını inkâr ediyorlardı. Bunun sebebi, yaptıkları kötülük ve haksızlıklarında ısrar etmeleriydi. Onlar kötülüklerden vazgeçme yerine, yaptıklarının hesabını verecekleri âhiret gününü inkârı tercih ediyorlardı. Akıllarınca öldükten sonra artık bir daha dirilmenin imkânsızlığını ispata çalışıyorlardı. Halbuki durum hiç düşündükleri gibi değildir. Öldükten sonra sadece toz, toprak ve çürümüş kemik yığını değil, taş olsalar, demir olsalar veya gökler ve dağlar gibi akıllarınca diriltilme imkân ve ihtimâli bulunmayan başka bir yaratık olsalar da Allah onları mutlaka diriltecektir. Diriltildikleri zaman da dünyada veya kabirde çok az bir süre kaldıklarını zannedeceklerdir. Nitekim başka âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
    “Kıyâmet koptuğu gün, inkârcı suçlular, dünyada sadece çok kısa bir süre kaldıklarına yemin edecekler. İşte onlar, vaktiyle hayattayken de hep böyle aldanıyor, hep böyle yanlışlara sürüklenip duruyorlardı.” (Rûm 30/55)
    “Onlar kıyâmeti gördükleri gün sanırlar ki, dünyada sadece ya bir akşam vakti kalmışlar, ya da bir kuşluk vakti.” (Nâziât 79/46)
    Dolayısıyla şu fâni ömrü sâlih amellerle ve günahlardan kaçınarak kıyâmet gününe hazırlanma yolunda sarf etmek lâzımdır. Çünkü Allah ve Peygamber’in verdikleri haberler yakında kesinlikle gerçekleşecektir. Öldüğü zaman kişinin kıyameti kopmuş demektir. Çünkü bir kişi öldüğünde kıyâmetle karşı karşıya gelir. Artık cennetin, cehennemin ve meleklerin varlığını müşâhede eder ve hiçbir amel yapmaya imkânı kalmaz. Aynı zamanda her insan hangi halde öldü ise kıyâmet gününde o hâl üzere diriltilir. O halde kul şu üç devlete erişmenin niyeti ve gayreti içinde olmalıdır.
    › Hayatta iken olan devlet, kişinin Allah’a itâat üzere yaşamasıdır.
    › Ölüm sırasında olan devlet, kişinin “lâ ilâhe illallah” diyerek rûhunu teslim etmesidir.
    › Kıyâmet gününde olan devlet ise kabirden kalkarken kendisine bir müjdecinin gelip onu cennetle müjdelemesidir.
    Allah’a karşı gelen ve âhireti inkâr edenler bu üç devletten de mahrum kalacaklardır.

  • İsra Süresi Meal Ve Tefsiri 11-30Datum28.11.2023 04:43
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    İsra Süresi Meal Ve Tefsiri 11-30

    وَيَدْعُ الْاِنْسَانُ بِالشَّرِّ دُعَٓاءَهُ بِالْخَيْرِؕ وَكَانَ الْاِنْسَانُ عَجُولاً ﴿١١﴾
    ﴾11﴿ İnsan, şerri de hayrı istediği gibi ister. İnsan pek acelecidir!
    Tefsir
    Hangi insanlar kendilerine kötülük yapmayı ve zarar vermeyi isterler? Tefsirlerde bu soruya çeşitli şekillerde cevap verilmiştir. Müşriklerden bazıları inkâr ve inatlarını, “Allahım! Eğer bu kitap, senin katından gelmiş bir hakikatse gökten üzerimize taş yağdır!” (Enfâl 8/32) gibi sözlerle dışa vururlardı. Muhtemelen âyette bunlar kastedilmiştir. İnsanlar arasında ciddi bir sıkıntıyla karşılaştıklarında sabır ve metanetle bu sıkıntıyı atlatmaya, mâkul ve meşrû yollarla bu sıkıntıdan kurtulmaya çalışmak yerine, “Allah canımı alsa da bu dertten kurtulsam!” şeklindeki sözlerle kendilerine beddua edenler de bulunur. Ayrıca bazan insanlar bilgisizlikleri sebebiyle kendi iyiliklerine zannederek aslında yine kendileri için kötü olan şeyleri isterler. Çünkü insanın iyi olduğunu zannettiği şey gerçekte kötü, kötü olduğunu zannettiği de iyi olabilir; bu hususta en doğrusunu Allah bilir (bk. Bakara 2/216).
    Âyetin, insanı çok aceleci olarak değerlendiren ifadesi, insanın tabiatındaki bir zaafa işaret etmektedir. Gerçekten insanın, özellikle ilk defa karşılaştığı durumlarda neyin iyi neyin kötü, neyin faydalı neyin zararlı olduğu konusunda isabetli hüküm vermesi her zaman mümkün olmayabilir. Bunun için insanın aklını, bilgisini, tecrübesini kullanarak veya inandığı, güvendiği kaynaklara başvurarak en doğru tercihi yapması gerekir. Fakat zihinsel ve ruhsal yönden yeterince gelişmemiş olanlar bir sabır ve olgunluk isteyen bu süreçten geçmeye tahammül edemedikleri için genellikle nefsânî isteklerinin tesiriyle aceleci davranır ve umumiyetle de yanlış hüküm verir, yanlış tercihte bulunurlar. İşte âyet-i kerîme bu zaaf konusunda uyarıda bulunmakta; dolaylı olarak muhatabını, 9. âyette “en doğru olan”a götürdüğü bildirilen Kur’an’ın davetine ve ölçülerine göre karar verip hareket etmeye çağırmaktadır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 465-466
    وَجَعَلْنَا الَّيْلَ وَالنَّهَارَ اٰيَتَيْنِ فَمَحَوْنَٓا اٰيَةَ الَّيْلِ وَجَعَلْـنَٓا اٰيَةَ النَّهَارِ مُبْصِرَةً لِتَبْتَغُوا فَضْلاً مِنْ رَبِّكُمْ وَلِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنٖينَ وَالْحِسَابَؕ وَكُلَّ شَيْءٍ فَصَّلْنَاهُ تَفْصٖيلاً ﴿١٢﴾
    ﴾12﴿ Biz geceyi ve gündüzü birer nişan olarak yarattık. Nitekim rabbinizin nimetlerini arayasınız, ayrıca yılların sayısını ve hesabını bilesiniz diye gecenin nişanını siler, aydınlatıcı olarak gündüzün nişanını getiririz. İşte biz her şeyi açık açık anlattık.
    Tefsir
    Yukarıda söz konusu edilen vahiy kitabı Kur’an’ın insanlığı kurtarıcı rehberliğinden sonra, burada da muhatabın dikkati kâinat kitabından bir kesite, gece ile gündüzün akışına çevrilmekte; bunun insanlık için taşıdığı değere dikkat çekilmektedir. Gece ve gündüz için “nişan”diye çevirdiğimiz âyet deyiminin kullanılması ilgi çekicidir. Kur’an nasıl âyetlerden oluşuyorsa gece ve gündüz de “iki âyet”tir; Allah’ın varlığı ve birliğini, kudretini, ihsanını gösteren iki işarettir, delildir. “Gecenin nişanını sileriz” ifadesi değişik şekillerde açıklanmıştır. Bir yoruma göre gecenin delili (âyet) karanlık, gündüzün delili aydınlıktır. Buna göre maksat, sabaha doğru giderek gecenin karanlığının silinmesi yani dünyanın aydınlanmasıdır. İkinci bir yoruma göre gecenin delili ay ışığıdır. Ayın ışığının hilâlden başlayıp dolunay olduktan sonra gün geçtikçe azalması ve nihayet gece gökyüzünün karanlığa gömülmesi “gecenin delilinin silinmesi”dir.
    “Gecenin nişanını sileriz” ifadesinden ayın ışığını güneşten aldığı veya ayın bir zamanlar ışıklı bir yıldız iken daha sonra ışığının silindiği, söndüğü şeklinde anlamlar da çıkarılmaktadır (bk. Ateş, V, 203-204). Ancak, bilimsel araştırmalar çerçevesinde yapılacak yorumların isabet derecesi bir yana, Kur’an için önemli olan, 9. âyette de buyurulduğu gibi insanlığa Allah’ın lutuflarını anlatarak onları en doğru yola, yani İslâm’ın itikadî ve amelî ilkelerini benimseyip yaşamaya yöneltmektir. Buna kısaca hidayet denir. Kur’an’ın bu hidayet verici misyonunu ikinci plana atıp onda bilimsel bilgi arayışına girerek meraklı zihinleri tatmine yönelmek Kur’an’ın istediği şey değildir. Ayrıca âyette öncelikle bundan on dört asır öncesinin insanına hitap edildiğini göz önüne alırsak burada onların anlayabileceği şeylerden söz edildiğini kabul etmemiz gerekir. Buna göre en gerçekçi ve mâkul olan yorum şudur: Gecenin âyeti (nişan) karanlık, gündüzün âyeti de aydınlıktır. Herkesin bilip gördüğü bu iki doğa olayından, insanlığın ve topyekün canlıların sayısız yarar sağladıkları bir düzen çıkaran ise evreni yaratan ve yöneten Allah’tır. Bu yararlardan insanla ilgili olan ikisine âyette işaret edilmiştir. Bunların ilki, gündüz vakti Allah’ın nimetlerini aramak, yani çalışıp rızık temin etmek, ikincisi de gece ve gündüz sayesinde günleri, ayları, yılları sayma yani takvim yapma imkânını elde etmektir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 467-468
    وَكُلَّ اِنْسَانٍ اَلْزَمْنَاهُ طَٓائِرَهُ فٖي عُنُقِهٖؕ وَنُخْرِجُ لَهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ كِتَاباً يَلْقٰيهُ مَنْشُوراً ﴿١٣﴾
    ﴾13﴿ Her insanın sorumluluğunu omuzuna yükledik. Kıyamet gününde insana, açılmış vaziyette önüne konulacak olan bir kitap çıkaracağız.
    اِقْرَأْ كِتَابَكَؕ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسٖيباًؕ ﴿١٤﴾
    ﴾14﴿ “Oku şimdi kitabını! Bugün kendini yargılamak üzere kendi nefsin yeter!”
    Tefsir
    “Sorumluluk” diye çevirdiğimiz 13. âyetteki tâir kelimesi sözlükte “kuş” demek olup burada mecaz olarak sorumluluk anlamında kullanılmıştır. İslâm’dan önce Araplar, bir işi yapmanın hayırlı olup olmayacağını anlamak için bir kuşu salıverirlerdi. Kuşun sağ tarafa doğru uçması hayra, sol tarafa doğru uçması şerre işaret sayılırdı. Bu sebeple tâir kelimesi “şans, uğur, talih” anlamında da kullanılmaya başlandı. Buradan hareketle tefsirlerde tâir kelimesine “kader” mânası verildiği gibi, “hayır ve şer, mutluluk ve mutsuzluk, amel, rızık, yükümlülük” gibi değişik açıklamalar da getirilmiştir (bk. Kurtubî, X, 233-234). Bize göre bunlar içinde tercihe en uygun olanı “amel ve yükümlülük” anlamıdır; bunu “sorumluluk” diye ifade etmek daha uygun düşmektedir. Âyetin devamında gelen “kitap” yani amel defteri kavramı da bunu desteklemektedir. Buna göre herkes kendinden sorumludur; her insan yaptığı ile kendini bağlamış, sorumluluk altına girmiştir, sonucunu da önüne amel defteri konularak görecektir.
    Bundan önceki âyetlerde İsrâiloğulları’nın tutumlarına, ardından da Kur’an’ın işlevine atıfta bulunuldu; İslâmî literatürde tevhid, nübüvvet ve âhiret şeklinde özetlenen dinî hakikatler üzerinde durularak inanıp iyi işler yapanların büyük ecir alacakları, inanmayanları da “elem verici bir azap” beklediği; Allah’ın, bildirilmesi gerekli her konuyu ayrıntılarıyla açıkladığı ifade edildi. Bütün bunlardan sonra 13. âyette artık insanlar için mazeret kalmadığı belirtilmek üzere, mahşer meydanında toplanan herkesin sorumluluğunun kendi omuzunda olacağı; 14. âyette de her insana, “Oku şimdi kitabını! Bugün kendini yargılamak üzere kendi nefsin yeter!” denileceği bildirilmektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 469

    مَنِ اهْتَدٰى فَاِنَّمَا يَهْتَدٖي لِنَفْسِهٖۚ وَمَنْ ضَلَّ فَاِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَاؕ وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰىؕ وَمَا كُنَّا مُعَذِّبٖينَ حَتّٰى نَبْعَثَ رَسُولاً ﴿١٥﴾
    ﴾15﴿ Kim doğru yolu seçerse kendi iyiliği için seçmiştir, kim de saparsa kendi zararına sapmış olur. Hiç kimse başkasının günah yükünü üstüne almaz. Biz bir resul göndermedikçe azap da etmeyiz.
    Tefsir
    Yüce Allah’ın hem adaletine hem de lutufkârlığına şehâdet eden en açık örneklerden biri olan ve bir bakıma 13. âyeti açıklayan bu âyette çok kısa ama aynı zamanda açık olarak Allah’ın birbiriyle bağlantılı üç temel yasası yer almaktadır. 1. Herkesin yaptığı kendisinindir; doğruyu seçen kendi iyiliğine seçmiş, doğru yoldan sapan da kendi aleyhine sapmış olur. 2. Hiçbir mâsum kişi başkasının günahını, sorumluluğunu üzerine almaz, Allah buna izin vermez, ilâhî yasada ilke olarak sorumluluk şahsîdir. Buna göre toplu işlenen suçlarda herkesin sorumluluğu ve cezası kendisinin katkısı oranındadır. Şu halde hiç kimse kendi günahının, suçunun cezasını başkasının çekmesini ummamalıdır. Ayrıca haram olan bir şeyi başkası yapıyor diye kendisi de yapmamalıdır; çünkü herkesin günahı kendisinedir (Râzî, XX, 171). 3. Allah insanları iyiyi kötüden ayırmalarına yarayacak yeteneklerle donatmıştır; ancak yine de –merhametinin sonucu olarak– bir peygamber göndermedikçe azap etmeyecektir.
    Bu hususta şu üç nokta önemlidir: a) Peygamberin gönderilmesinden maksat, onun getirdiği dinî davet hakkında insanların yeteri kadar bilgi sahibi olmalarına elverişli bir ortamın sağlanmasıdır. b) Âyetin bu kısmı, bilinmesi, anlaşılması ve inanılıp uygulanması ancak bir peygamberin açıklamasına bağlı olan, insanın beşerî aklı ve bilgisiyle aydınlanamayacağı salt dinî konularla ilgilidir. c) Kanunsuz suç ve ceza olmaz. Âyetin, on dört asır önce suçun ve cezanın kanunîlik ilkesini bu kadar açık ve kesin bir şekilde ifade etmesi ilgi çekicidir (peygamberler gelmediği dönemlerde yaşayan veya bulundukları yer ve durum itibariyle peygamberlerin tebliğlerini alamamış, bunlarla yeteri kadar ilgi kuramamış bulunan insanların sorumlulukları ve uhrevî kurtuluşları konusunda bilgi için bk. Bakara 2/62; Nisâ 4/48, 165).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 470
    وَاِذَٓا اَرَدْنَٓا اَنْ نُهْلِكَ قَرْيَةً اَمَرْنَا مُتْرَفٖيهَا فَفَسَقُوا فٖيهَا فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ فَدَمَّرْنَاهَا تَدْمٖيراً ﴿١٦﴾
    ﴾16﴿ Bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde oranın şımarmış yöneticilerine (iyiye yönlendirici) emirler veririz; onlar ise orada günah işlemeye devam ederler, sonuçta o ülke helâke müstahak olur, biz de oranın altını üstüne getiririz..
    Tefsir
    “Şımarık yöneticiler”e emredilenin ne olduğu hususunda müfessirler farklı açıklamalar yapmışlardır. Zemahşerî’nin açıklaması sosyolojik bir yasaya işaret eder. Buradaki “emir”den maksat, Allah’ın söz konusu insanlara her türlü imkânları bol bol vermesidir; bu da onları şımarıklığa ve azgınlığa sevkeder (II, 354-355). Böylece o ülke yoldan çıkmış olur. Bununla birlikte müfessirlerin çoğu emredilenin iyilik ve itaat cinsinden davranışlar olduğu kanaatindedirler. Râzî şöyle der: Günah, emredilenin zıddını yapmaktır; bir hareketin günah olması, emredilmiş olmasıyla çatışır. Şu halde burada günah olmayan bir şey emredilmiş olmaktadır. Sonuç olarak Allah şımarık yöneticilere iyi işleri, yani iman ve itaati emreder; fakat onlar ısrarla emre aykırı hareket edip günah işlerler (XX, 174-175).
    Âyetin bu bölümüne şöyle bir mâna da verilmiştir: Halkının günahlara boğulması yüzünden bir toplumu helâk etmek istediğimizde, günahlar ortaya çıkınca hemen alelacele cezalandırmayız, bilâkis şımarık yöneticilerine bu günahlardan vazgeçmelerini emrederiz... (Râzî, XX, 176).
    “Emirler veririz” diye tercüme edilen emernâ kelimesini “emmernâ” şeklinde okuyanlara göre (bk. Şevkânî, III, 242) âyetin mânası şöyle olmaktadır: “Bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde oranın şımarıklarını ve azgınlarını iş başına getiririz; onlar ise orada günah işlerler, sonuçta o ülke helâke müstahak olur, biz de oranın altını üstüne getiririz.” Bu meâle göre Allah’ın şımarıkları iş başına getirmesi, ilgili toplumun serbest iradesiyle kötülüğe sapmış olmasının tabii ve kaçınılmaz bir sonucunu ifade etmektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 470-471
    وَكَمْ اَهْلَكْنَا مِنَ الْقُرُونِ مِنْ بَعْدِ نُوحٍؕ وَكَفٰى بِرَبِّكَ بِذُنُوبِ عِبَادِهٖ خَبٖيراً بَصٖيراً ﴿١٧﴾
    ﴾17﴿ Nûh’tan sonraki nesillerden nicelerini helâk ettik. Kullarının günahlarını bilip görmede rabbin yeterlidir.
    Tefsir
    Önceki âyette belirtilen ilâhî yasanın tarihî kanıtını dile getiren bu âyette, azgınlaşıp günahlara boğulan kişilerin ve toplulukların durumunu Allah’ın çok iyi bildiği haber verilmektedir. Nitekim Kur’an’da çeşitli vesilelerle, kendilerine gönderilen peygamberlerin uyarı ve irşadlarına aldırış etmeden inkâr ve isyanlarında ısrar eden eski liderler ve kavimler hakkında uyarı maksadıyla bilgi verilmiştir. Aslında Allah Teâlâ, bizlere de uyarıda bulunmakta, yaptıklarımızı bilip gören Allah’ı daima hatırda tutarak O’nun rızâsına uygun bir kişisel ve toplumsal yaşayış sergilememizi istemektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 471
    مَنْ كَانَ يُرٖيدُ الْعَاجِلَةَ عَجَّلْنَا لَهُ فٖيهَا مَا نَشَٓاءُ لِمَنْ نُرٖيدُ ثُمَّ جَعَلْنَا لَهُ جَهَنَّمَۚ يَصْلٰيهَا مَذْمُوماً مَدْحُوراً ﴿١٨﴾
    ﴾18﴿ Kim bu geçici dünyayı isterse burada istediğimiz kimseye dilediğimiz şeyleri veririz; sonra da onu cehenneme göndeririz; oraya kınanmış ve kovulmuş olarak girer.
    وَمَنْ اَرَادَ الْاٰخِرَةَ وَسَعٰى لَهَا سَعْيَهَا وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَاُو۬لٰٓئِكَ كَانَ سَعْيُهُمْ مَشْكُوراً ﴿١٩﴾
    ﴾19﴿ Kim de âhireti ister ve bir mümin olarak âhiret için ona yaraşır bir çabayla çalışırsa işte böylelerinin çabaları karşılık görecektir.
    كُلاًّ نُمِدُّ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ وَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ مِنْ عَطَٓاءِ رَبِّكَؕ وَمَا كَانَ عَطَٓاءُ رَبِّكَ مَحْظُوراً ﴿٢٠﴾
    ﴾20﴿ Hepsine, bunlara da ötekilere de rabbinin ihsanından kesintisiz veririz. Rabbinin ihsanı sınırlı değildir.
    Tefsir
    Râzî’nin kaydettiği bir yoruma göre 18. âyet 13. âyetin, “Her insa­nın sorumluluğunu omuzuna yükledik” meâlindeki kısmının açıklaması mahiyetindedir. 13. âyete göre her insanın sorumluluğu kendisine aittir. O halde kim seçimini yalnız dünya çıkarları için kullanır da mal-mülk, mevki-makam elde etmek için çalışırsa bilmelidir ki bir imtihan alanı olan bu dünyada Allah herkese her istediğini değil, fakat kendi istediği kimselere uygun gördüğü şeyleri verir. Ama böyleleri Allah’ın rızâsını değil, kendi dünyevî tutkularını esas aldıkları için artık yergiyi de hak etmiş olacak ve Allah’ın rahmetinden mahrum kalarak cehenneme atılacaklardır (Râzî, XX, 178).
    Âyet, bazı dünyevî değerleri elde etmenin gerçek anlamda bir ayrıcalık ve üstünlük olarak algılanmaması gerektiği hususunda anlamlı bir uyarı olarak değerlendirilmelidir. Çünkü Allah’ın bizden beklediği “âhireti istemek”tir. Âhireti istemenin ne anlama geldiği sorusu da önem taşımaktadır. Bu iki âyette “dünya işi yapan, âhiret işi yapan” denmeyip “dünyayı isteyen, âhireti isteyen” denmesi söz konusu sorunun cevabını bulmada büyük önem taşımaktadır. Çünkü burada yapılan iş değil, o işle neyin hedeflendiğinin altı çizilmekte, yani niyetlere dikkat çekilmektedir. Zira insan dünya işi yaparken âhiret iyiliğini hedefleyebileceği gibi âhiret işi yaparken (ibadet ederken) dünya çıkarlarını da hedefleyebilir. Böylece eylemlerin Allah katındaki değerini tayin eden birinci unsur niyetlerimizdir. Bu sebeple Hz. Peygamber, “Ameller niyetlere göredir” buyurmuştur (Buhârî, “Bed’ü’l-vahy”, 1). Bir insan, işlerini, hatta ibadetlerini âhireti esas alarak değil de dünya menfaatini kendisine hedef seçerek yaparsa bu kişi dünyayı istemiş olur; fakat ibadet ve itaatleri yanında dünya işi yaparken de bunu Allah’ın hükümlerine uyarak, âhirette Allah’a hesap vereceğini düşünerek, sevabını Allah’tan umarak o işi dürüstlükle yaparsa bu kişi âhireti istemiş olur. Herkes kendi niyetine göre karşılık bulur. 19. âyette hayırlı bir eylemin üç şartına dikkat çekilmektedir: ☼a) Âhiret sevabı istenmeli, ☼b) Sadece istemekle kalmayıp âhireti kazandıracak işler yapılmalı, ☼c) Bütün bunlar inanarak yapılmalı (Zemahşerî, II, 356). Âyette inanmanın şart olarak yer alması, diğerlerinin anlamlı hale gelmesi ve sonuç vermesinin inanmaya bağlı olduğunu göstermektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 472-473

    اُنْظُرْ كَيْفَ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍؕ وَلَلْاٰخِرَةُ اَكْبَرُ دَرَجَاتٍ وَاَكْبَرُ تَفْضٖيلاً ﴿٢١﴾
    ﴾21﴿ Baksana, biz insanların kimini kiminden nasıl farklı kılmışızdır. Elbette âhiretteki dereceler ve farklılıklar daha büyük olacaktır.
    Tefsir
    Genel anlamda çeşitlilik güzeldir; insan hayatı da böyledir. Allah Teâlâ, –başka hikmetler yanında– insanlar arasında değişik yönlerden farklılıklar, çeşitlilikler olmasını da dilemiştir. Kimi yaşlı kimi genç, kimi sağlıklı kimi hasta, kimi zengin kimi yoksul, kimi inançlı kimi inançsız, kimi erdemli kimi erdemsiz, kimi akıllı kimi ahmak... Âyet, âhirette farklılıkların daha da fazla olacağını bildirmekle beraber hangi bakımlardan olacağı hakkında ayrıntı vermemektedir. Âhiret akılla kavranamayacağı için bu hususta âyetlerin ve sahih hadislerin bildirdiklerinin ötesinde görüş belirtmek yerine buralarda bildirilenlere iman etmekle yetinmek en uygun yoldur.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 473
    لَا تَجْعَلْ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهاً اٰخَرَ فَتَقْعُدَ مَذْمُوماً مَخْذُولاًࣖ ﴿٢٢﴾
    ﴾22﴿ Allah’tan başka tanrı tanıma; sonra kınanmış ve yalnızlığa terkedilmiş olarak kalırsın.
    Tefsir
    Buradan itibaren 40. âyete kadar süren kısımda yer yer Hz. Pey­gamber muhatap alınsa da onun şahsında bütün insanlığa hitap edilerek ilâhî dinlerde ortak olan başlıca dinî ve ahlâkî ödevler sıralanmaktadır. Birinci ödev Allah’ın birliğini tanımak, bir olan Allah’a inanmaktır. Bu inançtan sapmak insan için en büyük kayıp, en büyük yergi ve ceza sebebidir. Çünkü münkir ve müşrik (inkârcı ve putperest), Allah tarafından kınanmış, O’nun rızâsından ve buna bağlı olarak âhiretteki lutuflarından mahrum kaldığı gibi gazabına ve azabına da müstahak olmuştur.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 477

    وَقَضٰى رَبُّكَ اَلَّا تَعْبُدُٓوا اِلَّٓا اِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَاناًؕ اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَٓا اَوْ كِلَاهُمَا فَلَا تَقُلْ لَهُمَٓا اُفٍّ وَلَا تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلاً كَرٖيماً ﴿٢٣﴾
    ﴾23﴿ Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi ve anne babanıza iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlanırsa onlara öf bile deme! Onları azarlama! İkisine de gönül alıcı güzel sözler söyle
    وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُلْ رَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانٖي صَغٖيراًؕ ﴿٢٤﴾
    ﴾24﴿ Onlara merhametle ve alçak gönüllülükle kol kanat ger. “Rabbim! Onlar nasıl küçüklükte beni şefkatle eğitip yetiştirdilerse şimdi sen de onlara merhamet göster” diyerek dua et.
    Tefsir
    İkinci ödev ana babaya iyi davranmaktır. Âyette birinci ödeve bağlı olarak Allah’ın yalnız kendisine ibadet edilmesini buyurduğu belirtildikten hemen sonra, ana babaya iyilik etmeyi de buyurduğu belirtilmek suretiyle Allah’a kullukla ana babaya iyilik yan yana anılmış, böylece bu ödevin önemi vurgulanmıştır. Nitekim diğer bazı âyet ve hadislerde de Allah’a kulluk ile ana babaya iyilik etme yan yana zikredilmektedir. Bu hadislerin birinde Hz. Peygamber, en önemli amelleri “vaktinde kılınan namaz, anne babaya iyilik ve Allah yolunda cihad” şeklinde sıralamış (Buhârî, “Edeb”, 1; Müslim, “Îmân”, 137); diğer bir hadiste ise büyük günahların en büyüklerini “Allah’a ortak koşmak, ana babaya âsi olmak ve yalan şahitliği yapmak” diye ifade etmiştir (Buhârî, “Edeb, 6; Müslim, “Îmân”, 143, 144). Râzî (III, 165-166), âyet ve hadislerde Allah’a itaatle ana babaya iyilik vecîbelerinin yan yana zikredilmesinin sebeplerini özetle şöyle sıralar: a) İnsanın maddî ve mânevî gelişmesi için en değerli katkı, Allah’ın nimetlerinden sonra ana babanın fedakârlıklarıdır;
    b) Çocuğun varlık alanına çıkmasının asıl ve gerçek sebebi Allah, zâhirî ve hukukî sebebi ise ana babadır; c) Allah nimetlerini karşılıksız verdiği gibi ana baba da çocuklarının ihtiyaçlarını tamamen karşılık beklemeden yerine getirirler; d) Allah, kuluna günahkâr olsa bile nimet verdiği gibi ana baba da âsi bile olsa evlâtlarına desteklerini sürdürürler; e) Allah, kullarının iyiliklerinden memnun olup karşılığını fazlasıyla verdiği gibi ana baba da çocuklarının imkânlarını daha çok geliştirmelerine yardım eder, bundan mutlu olurlar (bu konuda daha fazla bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, “Ana Baba”, DİA, III, 103-105).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 477-478
    رَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِمَا فٖي نُفُوسِكُمْؕ اِنْ تَكُونُوا صَالِحٖينَ فَاِنَّهُ كَانَ لِلْاَوَّابٖينَ غَفُوراً ﴿٢٥﴾
    ﴾25﴿ Kalplerinizdekini en iyi bilen rabbinizdir. Eğer iyi olursanız bilesiniz ki Allah kendisine yönelenleri bağışlayıcıdır.
    Tefsir
    Kuşkusuz ibadet ve ana babaya saygı her şeyden önce bir kalp ve gö­nül işidir. İbadet ve itaat, insanın içindeki inanç, istek, sevgi ve bağlılıktan kaynaklanırsa bir değer taşır. Âyette “Rabbiniz kalplerinizdekini en iyi bilendir” ifadesiyle bu hususa işaret edilmiştir. Öyleyse insan öncelikle ruhen “sâlih” olmalı, yani ruhunda güzel duygular, niyetler geliştirmeli, iç dünyasını düzeltmelidir. O zaman Allah bu şekilde iç dünyasındaki yanlışları silip atanlara af ve mağfiretiyle muamele edecektir (Şevkânî, III, 249).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 478

    وَاٰتِ ذَا الْقُرْبٰى حَقَّهُ وَالْمِسْكٖينَ وَابْنَ السَّبٖيلِ وَلَا تُبَذِّرْ تَبْذٖيراً ﴿٢٦﴾
    ﴾26﴿ Akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma!
    اِنَّ الْمُبَذِّرٖينَ كَانُٓوا اِخْوَانَ الشَّيَاطٖينِؕ وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِرَبِّهٖ كَفُوراً ﴿٢٧﴾
    ﴾27﴿ Çünkü savurganlar şeytanların dostlarıdır. Şeytan da rabbine karşı çok nankördür.
    Tefsir
    Üçüncü ödev akrabaya ve muhtaçlara iyilik etmek, hayır yapmaktır. Bu hususta önceliği olanlar akrabalar olduğu için 26. âyette onlar başa alınmıştır. Bu âyetteki “... hakkını ver” ifadesi, hem nafaka borcunu ve zekât ibadetini hem de bunun ötesinde nâfile cinsinden hayırları kapsamaktadır. Burada yoksulların da zikredilmesi, yardımın özellikle malî olanının söz konusu edildiğini gösterir.
    “Savurganlar şeytanların dostlarıdır” ifadesi, “Kötü iş yapmak bakımından onlarla şeytanlar arasında bir benzerlik gerçekleşir” şeklinde açıklanmıştır (Râzî, XX, 193). Râzî’ye göre âyet metninde şeytanın niteliği olarak geçen “kefûr”dan maksat, şeytanın varlığını isyana adaması, yer yüzünde bozgunculuk yapıp insanları yoldan saptırmasıdır. Bunun gibi Allah’ın kendisine mal ve mevki nasip ettiği kimse bunu Allah rızâsına aykırı yollarda kullanırsa o da şeytanın niteliği olan kefûr sıfatıyla nitelendirilir (XX, 194).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 478

    وَاِمَّا تُعْرِضَنَّ عَنْهُمُ ابْتِغَٓاءَ رَحْمَةٍ مِنْ رَبِّكَ تَرْجُوهَا فَقُلْ لَهُمْ قَوْلاً مَيْسُوراً ﴿٢٨﴾
    ﴾28﴿ Eğer sen kendin dahi rabbinden umduğun bir lutfu beklemek durumunda (ihtiyaç içinde) olduğun için onlara ilgi gösteremiyorsan, hiç değilse kendilerine rahatlatıcı bir söz söyle!
    Tefsir
    Hz. Peygamber, yoksul müslümanların geçimiyle bizzat ilgilenir, imkânları nisbetinde onların bakımını sağlar, kendisinde yoksa diğer müslümanları buna teşvik ederdi. Âyette Hz. Peygamber’in, bizzat kendisi de maddî sıkıntı içinde bulunduğu ve bu hususta Allah’ın rahmetini, lutuf ve ihsanını beklediği için ihtiyaç içinde olduğunu açıklayanlara yardım edemeyecekse nasıl davranması gerektiği bildirilmektedir. Buna göre insan, yardım isteyen birine olumlu cevap verme imkânına sahip değilse ümit verici, yatıştırıcı, güzel sözler söylemeli; onu kırmamaya, gönlünü incitmemeye çalışmalı, tatlı dille mazeretini ifade etmelidir (Şevkânî, III, 250-251).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 479

    وَلَا تَجْعَلْ يَدَكَ مَغْلُولَةً اِلٰى عُنُقِكَ وَلَا تَبْسُطْهَا كُلَّ الْبَسْطِ فَتَقْعُدَ مَلُوماً مَحْسُوراً ﴿٢٩﴾
    ﴾29﴿ Eli sıkı olma, ölçüsüzce eli açık da olma; sonra kınanacak, kendi kendine hayıflanacak duruma düşersin!
    Tefsir
    Dördüncü ödev hem cimrilikten hem israftan sakınmaktır. Cimrilik de savurganlık da aşırılıktır, bu sebeple haramdır. İkisinin ortası cömertliktir. Ahlâk kitaplarında savurganlık ifrat, cimrilik tefrit olarak nitelenir. İfrat, aklın ve dinin uygun gördüğü ölçünün ilerisinde veya uygun bulmadığı yollarda harcamayı; tefrit de gerekli yerlere gerektiği ölçüde harcamaktan kaçınmayı ifade eder. İsraf da cimrilik de erdemsizlikler arasında sayılır. İkisinin ortası (itidal, vasat) ise cömertliktir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 479

    اِنَّ رَبَّكَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَقْدِرُؕ اِنَّهُ كَانَ بِعِبَادِهٖ خَبٖيراً بَصٖيراًࣖ ﴿٣٠﴾
    ﴾30﴿ Rabbin rızkı dilediğine bol bol verir de kısar da. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, onları görmektedir.
    Tefsir
    Allah rabdir, dolayısıyla elimizdeki şeylerin asıl sahibidir ve bunları O vermiştir. “Mülk O’nun elindedir” (Yâsîn 36/83; Mülk 67/1); kiminin rızkını bollaştırır, kimininkini de kısar. Âyetin son cümlesi, bunun hikmetsiz ve anlamsız olmadığına işaret etmektedir. Allah her kulunun durumunu görür, bilir. Genellikle herkes zengin olmak ister, fakirlikten korkar. Fakat Allah, hikmeti uyarınca kimine az kimine çok verir. Ama ne çok vermesi mutlak anlamda hayır, ne de az vermesi mutlak anlamda şerdir. Zenginlik yüzünden maddî veya mânevî birçok şeyini, hatta inancını, sevdiklerini veya hayatını kaybedenler olduğu gibi fakirlik sebebiyle birçok kayıptan kurtulanlar, mânevî kazançlara kavuşanlar da vardır. Zenginlik kimini kurtarır, kimini de mahveder. Bununla birlikte varlık yokluğa yeğlenir. Onun için âyetlerde “Allah’tan fakirlik isteyin” anlamına gelebilecek hiçbir ifadeye yer verilmemiş; “Mal, rızık, servet isteyin” denilmiş; fakat bunun da hakkının verilmesi gerektiği bildirilmiştir (meselâ bk. Nisâ 4/32; Ankebût 29/17; Rûm 30/46; Cum‘a 62/10). Hz. Peygamber’in de fakirlik konusunda insanları uyardığını ve fakirlikten Allah’a sığındığını bildiren hadisler vardır (bk. Müsned, II, 305, 325, 354, 540; VI, 57, 207; Nesâî, “İstiâze”, 14, 16).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 479-480

  • İsra Süresi Meal Ve Tefsiri 1-10Datum27.11.2023 06:37
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    İsra Süresi Meal Ve Tefsiri 1-10
    Hakkında
    26,32,33 ve 57. âyetler ile 73-80. âyetler Medine döneminde, diğerleri Mekke döneminde inmiştir. 111 âyettir. Sûre, adını ilk âyetin konusu olan “İsrâ” olayından almıştır. “Geceleyin yürütmek” anlamına gelen “İsrâ”, Mîrac yolculuğunda, Hz. Peygamberin bir gece, Mekke’den Kudüs’e götürülmesini ifade eder. Sûrenin diğer bir adı da “Benî İsrâil Sûresi”dir.Yani İsrâiloğulları’nın iki defa sürgün edilmelerinden bahsetmesi sebebiyle de بَن۪يۤ اِسْرَاۤء۪يلَ (Benî İsrâîl) gibi isimleri vardır.
    Nuzül
    Mushaftaki sıralamada on yedinci, iniş sırasına göre ellinci sûredir. Kasas sûresinden sonra, Yûnus sûresinden önce Mekke döneminde inmiştir. 26, 32-33, 60, 73-74, 80, 107-111. âyetlerle diğer bazılarının Medine’de indiği yolunda değişik rivayetler varsa da, büyük ihtimalle tamamı Mekke’de nâzil olmuştur. İbn Âşûr, bu rivayetlerin, söz konusu âyetlerin içerdiği hükümlerin Medine dönemindekilerin muhtevasını hatırlatmasından ileri gelmiş olabileceğini, fakat bunun sağlam bir gerekçe olmadığını ifade eder (XV, 6).
    Konusu
    İsrâ olayı, İsrâiloğulları’nın kötülükleri sebebiyle uğradıkları iki büyük işgal ve yıkım, önemli bir kısmı Kur’an-ı Kerîm’den önceki ilâhî kitaplarda da bulunan temel dinî ve ahlâkî buyruklar, yeniden dirilmenin mümkün olduğu ve âhiret sorumluluğu, Allah’ın kuşatıcı ilmi, ilk insanın yaratılışı, İblîs’in isyanı, insanın seçkin bir varlık oluşu, ibadet ve namaz, Kur’an’ın önemi, müşriklerin inatçılığı, müminlerin itaatkârlığı sûrenin başlıca konularıdır.
    Fazileti
    İbn Hanbel, Tirmizî ve Nesâî gibi muhaddislerin aktardığı bir rivayete göre Hz. Âişe Peygamber efendimizin, genellikle geceleri Benî İsrâil (İsrâ) ve Zümer sûrelerini okuduğunu bildirmiştir (Şevkânî, III, 233).
    بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم (Bismillahirrahmanirahim(Rahman Ve Rahim Olan Allahın Adıyla..


    سُبْحَانَ الَّـذٖٓي اَسْرٰى بِعَبْدِهٖ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَا الَّذٖي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَاؕ اِنَّهُ هُوَ السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ ﴿١﴾
    ﴾1﴿ Bir gece, kendisine bazı âyetlerimizi gösterelim diye kulunu Mescid-i Harâm’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah eksikliklerden münezzehtir. O, gerçekten her şeyi işitmekte ve görmektedir.
    Tefsir
    Hz. Peygamber’in Mekke’deki Mescid-i Harâm’dan Kudüs’teki Mes­cid-i Aksâ’ya götürülmesi şeklinde gerçekleşen olağan üstü olay İslâmî kaynaklarda, metindeki ilgili fiilin masdarı olan ve “geceleyin yürüme, gece yolculuğu” anlamına gelen isrâ kelimesiyle anılır. Bu yolculuğun, hadislerde anlatılan “göklere yükseltilme” safhasının da dahil olduğu tamamı ise “yükselme, yukarı tırmanma” anlamındaki urûc kökünden türetilmiş olan ve “yükselme vasıtası, aleti” mânasına gelen mi‘râc kelimesiyle ifade edilir.“Miraç” ise Allah Resûlü (s.a.s.)’in Mescid-i Aksa’dan Cebrâil (a.s.) tarafından alınarak mânevî bir binekle göklere çıkarılması, yedi kat semâyı geçerek yanında “Cennetü’l-Me’vâ”nın bulunduğu Sidre-i Müntehâ’ya ulaşması, Rabbinin huzuruna varması ve orada Allah’ın büyük işaret ve delillerini görmesi hâdisesidir. (bk. Necm 53/ 6-18)[1]

    Hz. Muhammed’in peygamber olmasıyla birlikte putperestlerin müslümanlar üzerinde kurduğu baskılar, muhtemelen risâletin 6. yılından itibaren Peygamber ailesiyle az sayıdaki müslümanlara karşı ekonomik ve sosyal bir boykota dönüştü. Üç yıl süren ve büyük acılara sebep olan bu boykotun ardından Resûlullah, kısa aralıklarla eşi Hz. Hatice ile amcası ve hâmisi Ebû Tâlib’i kaybetti. Dolayısıyla bu yıla hüzün yılı denildi. Bu acılı olayların ardından Allah Teâlâ, bir bakıma resulünü, sabır ve tahammülü dolayısıyla hem teselli etmek hem de ödüllendirmek istedi ve bunun için genellikle mi‘rac diye anılan büyük mûcizevî olayı gerçekleştirdi.

    İsrâ sûresinin 1. âyeti ile Necm sûresinin ilk âyetleri mi‘rac olayına işaret etmektedir. Aynı konuda hadis mecmualarında da kırk beş kadar sahâbî vasıtasıyla bizzat Hz. Peygamber’den bilgiler nakledilmiştir. Ancak özellikle bu hadislerdeki ayrıntılı mâlûmat değişik yorumlara yol açacak nitelikte olduğu için, mi‘racın tarihi ve nasıl cereyan ettiği hakkında farklı bilgiler verilmiştir. Yaygın kabule göre mi‘rac, peygamberliğin 12 veya 13. yılında (Muhammed Hamîdullah’a göre bi‘setin 9. yılında; bk. İslâm Peygamberi, I, 92) vuku bulmuştur. Konuyla ilgili çok sayıda hadis bulunmakta olup özellikle Buhârî’nin el-Câmiu’s-sahîh’inde (“Salât”, 1; “Bed’ü’l-halk”, 6; “Tevhîd”, 37) yer alan hadislere göre bir gece Hz. Peygamber Kâbe’nin avlusunda (diğer bazı rivayetlerde amcasının kızı Ümmühânî’nin evinde) “uyku ile uyanıklık arasında bir durumdayken” Cebrâil yanına geldi, göğsünü açarak kalbini zemzemle yıkadı, sonra Burak denilen bir binek üzerinde onu Kudüs’e götürdü. Resûlullah’ı burada önceki bazı peygamberler karşıladılar ve onu kendilerine imam yaparak arkasında topluca namaz kıldılar (Başka bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber önce Mekke’den göklere yükseltildi, dönüşte de Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya götürüldü. Bu bilgiye göre âyette Resûlullah’ın bu mânevî yolculuğa Mekke’den başlayıp semalara yükseldikten sonra Mescid-i Aksa’ya geldiği, oradan da Mekke’ye döndüğü özetlenmiştir). Daha sonra semaya yükseltilen Resûlullah, semanın birinci katında Hz. Âdem, ikinci katında Hz. Îsâ ve Hz. Yahyâ, üçüncü katında Hz. Yûsuf, dördüncü katında Hz. İdrîs, beşinci katında Hz. Hârûn, altıncı katında Hz. Mûsâ, yedinci katında ise Hz. İbrâhim ile görüştü. Kur’an’da “sidretü’l-müntehâ” (hudut ağacı) denilen ve bir görüşe göre (bk. Şevkânî, V, 124) yaratılmışlarca bilinebilen alanın son sınırını işaretlediği kabul edilen hudut noktasının ötesine, Cebrâil’in geçme imkânı olmadığı için Hz. Peygamber refref denilen bir araçla tek başına yükselmesini sürdürdü. Bu sırada kendisine evrenin sırları, varlığın kaderiyle hükümlerin tesbiti için görevlendirilmiş olan meleklerin çalışmaları gösterildi. Nihayet bir yoruma göre (bk. Şevkânî, V, 123) bir beşerin insan olma özelliğini koruyarak Allah’a yaklaşabileceği son noktaya kadar yaklaştı (Necm sûresinde “yay” örneği ile anlatılan yaklaşma, ağırlıklı yoruma göre Cebrâil ile Hz. Peygamber arasında olmuştur; bk. en-Necm 53/8-9).

    Peygamber’in rabbine selâm ve ihtiramını arzettiği, Allah’ın da ona selâmla hitap ettiği ve inananlara esenliklerin dile getirildiği “Tahiyyat” duasındaki diyalogun mi‘rac olayı sırasında gerçekleştiği kabul edilir. Mekândan münezzeh olan Allah Teâlâ ile Kur’an’ın “âlemlere rahmet” olarak gönderildiğini bildirdiği Hz. Muhammed arasında, insan idrakinin kavramaktan âciz olduğu bir şekilde gerçekleşen bu buluşma sırasında Resûlullah’a, içlerinden günahkâr olanlar –eğer affedilmezlerse– bir süre cehennemde cezalandırıldıktan sonra bütün ümmetinin cennete kabul buyurulacağı müjdelendi; ayrıca kendisine bir hediye olarak Bakara sûresinin “Âmene’r-resûlü...” diye başlayan son iki âyeti verildi; İslâm’ın temel ibadetlerinden beş vakit namaz emredildi. Bazı rivayetlere göre mi‘racdan dönüş sırasında kendisine cennet ve cehennem ile buralarda bulunacak insanların durumları gösterildi. Nihayet Hz. Peygamber Mekke’den ayrıldığı noktaya getirildi.Söz konusu hadislerin baş kısmında yer alan ve mi‘racın Hz. Peygam­ber “uyku ile uyanıklık arasında” bir durumdayken başladığını, uyan­dığında kendisini Mescid-i Harâm’da bulduğunu belirten ifadeler dolayısıyla (Buhârî’deki rivayetlerin birinin sonunda [“Tevhîd”, 37; Taberî, XV, 5] “Peygamber uyandı ki Mescid-i Harâm’dadır” denilmektedir) bu olayın bedenle gerçekleşen bir yolculuk mu olduğu, yoksa bunun bir tür rüyada vuku bulan ruhanî bir durum mu olduğu hususunda erken dönemden itibaren tartışmalar yapılmıştır (meselâ bk. Taberî, XV, 5; İbn Kesîr, V, 40-41). Biri uykuda diğeri uyanıkken olmak üzere iki mi‘racdan bahsedildiği de olmuştur. Müfessirlerin çoğunluğu mi‘racı Hz. Peygamber’in hem bedeniyle hem de ruhuyla uyanıkken yaşadığı bir olay olarak kabul etmişlerdir. Miracın uykudayken veya uyanık iken ruhen vuku bulduğunu söyleyenler olmuştur. Doğru olsa bile bu iddia miraç mûcizesinin değerini ve önemini azaltmaz. Çünkü genel bir ilke olarak vahiy yollarından birinin de rüya olduğu kabul edilir. Nitekim bu sûrenin 60. âyetinde mi‘rac olayı kastedilerek “sana gösterdiğimiz rüya ...” şeklinde bir ifade yer almaktadır. Buradaki rüya kelimesinin uyanıkken görme anlamına gelebileceği gibi bundan uykuda görülen rüyanın kastedilmiş olabileceği de belirtilmektedir (meselâ bk. Taberî, XV, 110; İbn Âşûr, XV, 146). Ayrıca Hz. İbrâhim de oğlu İsmâil’i kurban etme emrini rüyasında almıştı (Sâffât 37/102).Ancak, mi‘rac Hz. Peygamber’in tamamen mûcizevî bir tecrübesi olduğundan onu illâ da aklın kalıpları içinde açıklamanın gerekli olmadığı muhakkaktır.
    İbn Abbas (r.a.)’dan gelen rivayete göre Resûl-i Ekrem (s.a.s.):“Ben, yüce Rabbimi gördüm!” buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 285; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, I, 78) Müfessirler bunu, “Peygamberimiz, kalb gözüyle Allah’ı gördü” şeklinde izah ederler. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXVII, 63) Bir başka rivayette Peygamber Efendimiz’in, “Rabbini gördün mü?” sorusuna “Bir nûr gördüm!” diye cevap verdiği nakledilir. (Müslim, Îman 292)
    Taberî’ye göre Allah, kulunun ruhunu değil, mutlak bir ifadeyle kulunu geceleyin götürdüğünü ifade buyurduğuna göre, “Peygamber sadece ruhuyla mi‘raca çıkmıştır” diyerek âyetin anlamını sınırlamaya hakkımız yoktur (XV, 26).
    Buhârî’nin naklettiği rivayetlerde Hz. Peygamber’in önce göklere çıkarıldığı, sonra Kudüs’e getirildiği bildirilirken, önce Kudüs’e getirildiğini ifade eden rivayetler de vardır (bk. Taberî, XV, 3-5). Konumuz olan âyette isrâ anlatılırken açıkça “Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya” ifadesinin kullanılmış olması, Resûlullah’ın semaya yükselmesinden önce Mescid-i Aksâ’ya uğradığı görüşünü teyit etmektedir. Öte yandan Muhammed Hamîdullah, âyette geçen “en uzak mescid” anlamına gelen Mescid-i Aksâ’nın Kudüs’teki mescid olamayacağını, bunun “semavî bir mescid” olması gerektiğini savunan görüşü tercih eder. Çünkü Kur’an-ı Kerîm’de Filistin’den “en yakın yer” diye söz edilmektedir (Rûm 30/3). Şu halde “en uzak mescid” (el-Mescidü’l-aksâ) Kudüs’te olmamalıdır. Öte yandan Kudüs’te eski mâbed (Süleyman Mâbedi) İslâmiyet’ten çok önce ortadan kaldırılmış, şimdiki Mescid-i Aksâ ise henüz yapılmamıştı (a.g.e., I, 107-108). Bununla birlikte müfessirlerin tamamına yakını bunun Kudüs’teki Süleyman Mâbedi olduğunda müttefiktirler. Bu görüşe katılan İbn Âşûr, âyette Hz. Muhammed’in ümmeti tarafından eski mâbedin yeniden inşa edileceğine bir işaret bulunduğu kanaatindedir (XV, 8, 18). Nitekim müslümanlar hicrî 66-73 yılları arasında bugünkü Mescid-i Aksâ’yı inşa etmişlerdir.
    Âyette Mescid-i Aksâ’nın çevresinin mübarek kılındığı bildirilmektedir. Çünkü burada Hz. Muhammed’den Hz. Îsâ’ya kadar pek çok peygamber gelmiş geçmiş; çoğu burada vefat etmiş ve buraya defnedilmiştir. Nihayet Peygamber efendimizin mûcizevî bir şekilde buraya getirilmesi ve daha sonra bir süre buranın müslümanlar tarafından kıble kabul edilmesi de Mescid-i Aksâ’nın çevresinin mübarek bir mekân oluşunun başka bir ifadesidir.(Kaynaklarda Mescid-i Aksâ Kudüs’ün ismi olarak geçer. Hadisdeki kapılar şehrin kapılarıdır, 7 kapısı vardır. Ayrıca bk. Wensinck, Mescid-i Aksâ, İA, VIII, 118-119).

    وَاٰتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَجَعَلْنَاهُ هُدًى لِبَنٖٓي اِسْرَٓائٖلَ اَلَّا تَتَّخِذُوا مِنْ دُونٖي وَكٖيلاًؕ ﴿٢﴾
    ﴾2﴿ Mûsâ’ya kitabı verdik ve “Benden başkasına güvenip dayanmayın” diyerek o kitabı İsrâiloğulları’na bir hidayet rehberi kıldık.
    ذُرِّيَّةَ مَنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍؕ اِنَّهُ كَانَ عَبْداً شَكُوراً ﴿٣﴾
    ﴾3﴿ Ey Nûh ile birlikte taşıdıklarımızın soyundan gelenler! Bilesiniz ki Nûh çok şükreden bir kul idi.
    Tefsir
    “Kitap”tan maksat Tevrat’tır. Tevrat’ın hidayet rehberi olması, onun sayesinde İsrâiloğulları’nın cehalet ve inkârcılıktan bilginin aydınlığına ve gerçek dine kavuşmalarıdır. 2. âyetin metnindeki vekîl kelimesi, “kendisine dayanılıp güvenilen, işlerin kendisine bırakıldığı kimse” demektir. Bu şekilde Allah’a güvenip bağlanmaya da tevekkül denir.
    Sûrenin ilk âyetinde İsrâ ile Hz. Muhammed’in onurlandırıldığı bildirildikten sonra burada kendisine Tevrat indirilmek suretiyle Hz. Mûsâ’nın da şereflendirildiği belirtilmektedir. Bu vesileyle insanlığın en eski atalarından ve ulu peygamberlerden olan Hz. Nûh da “çok şükreden bir kul” olarak takdirle yâdedilmektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 462-463

    وَقَضَيْنَٓا اِلٰى بَنٖٓي اِسْرَٓائٖلَ فِي الْكِتَابِ لَتُفْسِدُنَّ فِي الْاَرْضِ مَرَّتَيْنِ وَلَتَعْـلُنَّ عُـلُواًّ كَبٖيراً ﴿٤﴾
    ﴾4﴿ Biz kitapta İsrâiloğulları’na şöyle bildirmiştik: “Yeryüzünde mutlaka iki defa fesat çıkaracak, çok böbürleneceksiniz.”
    Tefsir
    Bu âyetteki kitap genellikle Tevrat diye açıklanırken bunu levh-i mahfûz olarak anlayanlar da vardır. Bu anlayışa göre âyet şu anlama gelir: Sizin iki defa bozgunculuk çıkaracağınız levh-i mahfûzda yazılıdır, yani ilmimizde mevcuttur, bunu yapacağınız bizce mâlûmdu. Nitekim ikisini de yaptınız.
    Yukarıda Hz. Mûsâ’ya kitabın gönderilmesi ve onun İsrâiloğulları’na rehber kılınması ilâhî bir lutuf olarak zikredilmişti. Hz. Mûsâ, Mısır’da yüzlerce yıl aşağılayıcı bir muameleye mâruz kalan İsrâiloğulları’nı Firavun’un hegemonyasından kurtarıp özgürlüklerine kavuşturmuş, ana yurtlarına götürmüş, onlara Tevrat’ı tebliğ etmişti. Fakat gerek Kur’an’da gerekse Kitâb-ı Mukaddes’te bildirildiği üzere onlar sık sık Allah’a olan ahidlerini bozup günaha sapmışlar, bu yüzden de ilâhî cezaya mâruz kalmışlardı (bu konuda ayrıntılı bilgi ve Kitâb-ı Mukaddes’teki açıklamalar için bk. Bakara 2/74, 100-101).
    Âyetteki “fesad”dan maksat, İsrâiloğulları’nın genel olarak Allah’ın Tevrat’ta koyduğu hükümleri çiğnemeleridir. Tefsirlerde iki fesaddan biri peygamber Eş’iya’yı (İşaya) öldürmeleri veya Ermiya’yı (Yeremya) hapsetmeleri; ikincisi ise Hz. Yahyâ’yı öldürmeleri, Roma yöneticileriyle iş birliği yaparak Hz. Îsâ’yı öldürmeye kalkışmaları şeklinde açıklanmaktadır (Şevkânî, III, 327).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 463

    فَاِذَا جَٓاءَ وَعْدُ اُو۫لٰيهُمَا بَعَثْنَا عَلَيْكُمْ عِبَاداً لَنَٓا اُو۬لٖي بَأْسٍ شَدٖيدٍ فَجَاسُوا خِلَالَ الدِّيَارِؕ وَكَانَ وَعْداً مَفْعُولاً ﴿٥﴾
    ﴾5﴿ Bu iki fesattan ilkinin zamanı gelince üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik. Bunlar, evlerin arasında dolaşıp köşe bucak her tarafı aradılar. Bu, yerine getirilmiş bir vaad idi.
    ثُمَّ رَدَدْنَا لَكُمُ الْكَرَّةَ عَلَيْهِمْ وَاَمْدَدْنَاكُمْ بِاَمْوَالٍ وَبَنٖينَ وَجَعَلْنَاكُمْ اَكْثَرَ نَفٖيراً ﴿٦﴾
    ﴾6﴿ Bir zaman sonra onlara karşı size tekrar üstünlük verdik, servet ve oğullarla gücünüzü arttırdık; adamlarınızın sayısını daha da çoğalttık.

    اِنْ اَحْسَنْتُمْ اَحْسَنْتُمْ لِاَنْفُسِكُمْ وَاِنْ اَسَأْتُمْ فَلَهَاؕ فَاِذَا جَٓاءَ وَعْدُ الْاٰخِرَةِ لِيَسُٓؤُ۫ا وُجُوهَكُمْ وَلِيَدْخُلُوا الْمَسْجِدَ كَمَا دَخَلُوهُ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَلِيُتَبِّرُوا مَا عَلَوْا تَتْبٖيراً ﴿٧﴾
    ﴾7﴿ Eğer iyilik ederseniz kendiniz için iyilik etmiş olursunuz; kötülük ederseniz yine kendinize edersiniz. Nihayet ikinci cezalandırma vakti gelince, düşmanlarınız onurunuzu çiğnesinler, daha önce girdikleri gibi yine mescide girsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi yakıp yıksınlar istedik.
    Tefsir
    Hz. Mûsâ’nın ölümünden sonra İsrâiloğulları’nın Filistin’deki çeşitli putperest toplulukların tesirinde kalarak bir yandan tevhide dayalı inançlarını bozarken bir yandan da Tevrat’ın ilkelerinden sapıp kötülüklere bulaşıyorlardı (bk. Hâkimler, 2/11-13). Azgınlıklarını peygamberlerini öldürmeye kadar götürmeleri neticesinde “ilk vaad” gerçekleşmiştir. Tefsirlerde bu ilk vaad hakkında, Bâbil esaretinin de dahil olduğu farklı olaylardan söz edilmiştir (bk. Şevkânî, III, 237). Tarihî bilgilere göre ise bu ilk vaad, milâttan önce VI. yüzyılda Bâbilliler’in Kudüs’ü işgal etmeleri ve Süleyman Mâbedi’ni (Birinci Mâbed) yıkmalarıyla başlayan sürgün ve esaret sürecini ifade etmektedir. 6. âyette, zamanın Pers Kralı Kyros’un milâttan önce 539’da Bâbil’i ele geçirdikten sonra İsrâiloğulları’nın ülkelerine dönmelerine izin vermesiyle başlayan ve milattan önce 63 yılına kadar süren millî birliğin yeniden kurulması, İkinci Mâbed’in inşası, Kudüs’ün imarı, dinî ve kültürel hayatın yeniden canlanması gibi olumlu gelişmelerin yaşandığı döneme işaret edildiği anlaşılmaktadır.
    7. âyette ise bu parlak dönemin ardından girilen yeni bir dinî, kültürel, siyasî kriz ve yıkım dönemine atıfta bulunulduğu görülmektedir. Bu dönemde önce yahudiler arasında çeşitli fikrî ve siyasî ihtilâflar ve iç karışıklıklar başlamış; ardından iktidar mücadelesi veren bir yahudi grubunun iş birliği yaptığı Romalılar Kudüs’ü ele geçirerek şehri tahrip etmiş, yahudilerin bağımsızlığına son vermişler (m.ö. 63); bu arada on binlerce yahudi öldürülmüş ve nihayet 70 yılında İkinci Mâbed de Romalılar tarafından yıkılmıştır (konuyla ilgili tarihî bilgiler için bk. Moshe Sevilla-Sharon, s. 29-76). Tefsirlerde yahudilerin ikinci bozgunculuklarıyla ilgili olarak zikrettikleri Hz. Yahyâ’yı öldürmeleri olayı da bu dönemde vuku bulmuştur. Bundan sonra 1948’e kadar Filistin’de yahudi hâkimiyeti kurulamamıştır.
    Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 463-46
    عَسٰى رَبُّكُمْ اَنْ يَرْحَمَكُمْۚ وَاِنْ عُدْتُمْ عُدْنَاۘ وَجَعَلْنَا جَهَنَّمَ لِلْكَافِرٖينَ حَصٖيراً ﴿٨﴾
    ﴾8﴿ Umulur ki rabbiniz size acır. Ama eğer yine fesatçılığa dönerseniz biz de cezayı tekrarlarız. Biz cehennemi kâfirler için ebedî bir ceza yeri yaptık.
    Tefsir
    Bundan önceki âyetlerde İslâm öncesi yahudilerinden söz edilmişti. Burada ise Hicaz’daki yahudilerin uyarıldığı anlaşılmakta; eğer tekrar bozgunculuk yaparlarsa Allah’ın da onları tekrar cezalandıracağı bildirilmekte, en son ceza yerinin ise cehennem olacağı hatırlatılmakta; kendilerinden, Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ’nın ilâhî hakikatlere davetlerini tekrar eden Hz. Muhammed’e kulak vermeleri, eski hatalarını tekrarlamayıp onu tasdik etmeleri istenmektedir. Fakat Medine’deki yahudiler bu çağrıya olumsuz cevap vermişler; hatta Hz. Peygamber’le yaptıkları anlaşma hükümlerine rağmen Mekkeli putperestlerle müslümanlara karşı iş birliği yapmışlardır. Allah da onları müslüman Araplar’ın eliyle cezalandırmıştır (Râzî, XX, 160; Şevkânî, III, 138).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 464

    اِنَّ هٰذَا الْقُرْاٰنَ يَهْدٖي لِلَّتٖي هِيَ اَقْوَمُ وَيُبَشِّرُ الْمُؤْمِنٖينَ الَّذٖينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ اَجْراً كَبٖيراًۙ ﴿٩﴾
    ﴾9﴿ Kuşkusuz bu Kur’an en doğru olana iletir; dünya ve âhiret için yararlı işler yapan müminlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.
    وَاَنَّ الَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ اَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَاباً اَلٖيماًࣖ ﴿١٠﴾
    ﴾10﴿ Âhirete inanmayanlara gelince, onlar için de ağır bir azap hazırladık.
    Tefsir
    Kur’an’ın asıl işlevi, insanlık için bir rehber olması, “en doğru olan”a götürmesidir. “En doğru olan”la ilgili açıklamalar genellikle şu noktada toplanmaktadır: En doğru olan, öncelikle İslâm dini, yani onun temel öğretisi olan doğru itikad, güzel ameldir. Bu ikisini gerçekleştiren de Allah tarafından ödüllendirileceği için Kur’an aynı zamanda bu büyük ecri kazanmaya vesiledir. Öte yandan Kur’an âhirete inanmayanlara Allah’ın ağır bir azap hazırladığını da haber vermektedir ki, insanların doğruyu bulması için Kur’an’ın dikkat çektiği hususlardan biri de budur. Çünkü peşin fikirli olmadan hakikate karşı zihnini ve gönlünü açık tutanlar Kur’an’ın bu uyarıları sayesinde âhiret azabından korunmak gerektiğinin şuurunda olarak günahlardan uzaklaşma ve arınma çabası gösterirler.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 465

Inhalte des Mitglieds Kurban
Beiträge: 1054
Ort: Konrad Adenauer 80 42651 Solingen
Geschlecht: männlich
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz