İsra Süresi Meal Ve Tefsiri 71-83
يَوْمَ نَدْعُوا كُلَّ اُنَاسٍ بِاِمَامِهِمْۚ فَمَنْ اُو۫تِيَ كِتَابَهُ بِيَم۪ينِه۪ فَاُو۬لٰٓئِكَ يَقْرَؤُ۫نَ كِتَابَهُمْ وَلَا يُظْلَمُونَ فَت۪يلًا ﴿٧١﴾
71: Kıyâmet gününde her insan topluluğunu önderleriyle birlikte çağıracağız. Kimin amel defteri sağından verilirse, işte o kutlu insanlar sevine sevine defterlerini okurlar ve onlara hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar bile haksızlık yapılmaz.
وَمَنْ كَانَ ف۪ي هٰذِه۪ٓ اَعْمٰى فَهُوَ فِي الْاٰخِرَةِ اَعْمٰى وَاَضَلُّ سَب۪يلًا ﴿٧٢﴾
72: Dünyada dinî gerçeklere karşı kör olan âhirette de kördür; hatta oradaki şaşkınlığı daha da fazla olacaktır.
TEFSİR:
71. âyette geçen اَلْإمَامُ (imâm) kelimesi, doğrulukta veya sapıklıkta öne geçirilip arkasına düşülen, kendisine uyulan kimse demektir. Meselâ bir peygambere, bir kitaba, bir dine, bir mezhebe veya herhangi bir başkana, yahut bir kumandana “imâm” denilebilir. Şu halde o gün, her insan topluluğu Rahmânî veya şeytanî önderlerine nispet edilerek, mesela: “Ey İbrâhim ümmeti, ey Mûsâ ümmeti, ey İsa ümmeti ve ey Muhammed ümmeti” diye veya “Ey Firavun halkı, ey Nemrud halkı” diye yahut da dinlerine, kitaplarına, mezheplerine nisbet ile “Ey falan ümmet, ey falan millet” diye çağrılacaklardır. Bu hususa menfi mânada bir misâl olarak âyet-i kerîmede: “Firavun, kıyâmet günü kavminin önüne düşecek ve hayvanların suya götürüldüğü gibi onları ateşe götürecektir. Gerçekten ne kötü bir yerdir, varılan o ateş!” (Hûd 11/98) buyrulur.
O gün amel defteri sağ elinden verilenler sevinecekler, defterlerinde yazılan güzellikleri çekinmeden okuyacaklardır. Amellerinin mükâfatlarını alacaklar ve en küçük bir haksızlığa uğramayacaklardır. Ancak dünya hayatında kalp gözü kör olup da doğru yolu görmeyen, gerçek bir hidâyet rehberine uymayan, kendisine lütfedilen o üstünlük ve şerefi koruyamayıp aksine bu nimetlere karşı nankörlük eden âhirette de kör, sağır ve dilsiz olarak ve yüzükoyun sürünerek haşr olunacak (bk. İsrâ 17/97; Tâha 20/120-124) ve kitabı solundan verilecektir. Dünyadayken kendini cennete götürecek yola girmediği; şeytanın yoluna uyup hak yoldan saptığı için, âhirette de daha perişan bir sapıklık ve şaşkınlık içinde kalacaktır.
İşte böyle kâfirler, kendi körlükleri ve şaşkınlıkları yetmezmiş gibi, başkalarını da cehâlet karanlıklarına sürüklemek isterler. Mesela, Peygamberimiz veya onun tebliğ vazifesinin vârislerinden biri, sahte tanrılarını öven bazı sözler sarfettiği takdirde müslüman olacaklarını söyleyerek güya anlaşma teklif ederler:
وَاِنْ كَادُوا لَيَفْتِنُونَكَ عَنِ الَّذ۪ٓي اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ لِتَفْتَرِيَ عَلَيْنَا غَيْرَهُۗ وَاِذًا لَاتَّخَذُوكَ خَل۪يلًا ﴿٧٣﴾
73: Rasûlüm! Müşrikler akıllarınca seni kandıracak, sana vahyettiğimizi bıraktırıp, onun yerine başka şeyleri bize isnat etmeni sağlayacaklardı. Ancak böyle yaptığın takdirde seni dost edineceklerdi.
وَلَوْلَٓا اَنْ ثَبَّتْنَاكَ لَقَدْ كِدْتَ تَرْكَنُ اِلَيْهِمْ شَيْـًٔا قَل۪يلًاۗ ﴿٧٤﴾
74: Eğer biz sana tam sebât vermemiş olsaydık, onlara çok küçük de olsa bir meyil gösterebilirdin.
اِذًا لَاَذَقْنَاكَ ضِعْفَ الْحَيٰوةِ وَضِعْفَ الْمَمَاتِ ثُمَّ لَا تَجِدُ لَكَ عَلَيْنَا نَص۪يرًا ﴿٧٥﴾
75: O takdirde biz de sana hem yaşarken hem de ölünce kat kat acılar tattırırdık. Sonra bize karşı sana yardım edecek kimseyi de bulamazdın.
TEFSİR:
Mekkeli müşrikler Resûlullah (s.a.s.)’i yaptığı İslâm tebliğinden vazgeçirmek ve davet ettiği tevhid akîdesinden döndürmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hatta zaman zaman İslâm ile şirk ve cahiliye âdetleri arasında bir uzlaşma yapması hususunda Efendimiz (s.a.s.)’e baskı uyguluyorlardı. Ancak dediklerini yaptığı takdirde onunla dost olabileceklerini söylüyorlardı. Bu hedefe ulaşmak için ona çeşitli tekliflerde bulunuyorlardı. Bu maksatla ona tuzaklar kurdular; mal, makam ve kadın teklif ederek onu baştan çıkarmaya çalıştılar. Tehdit ettiler, ona karşı iftiralar düzdüler, işkence yaptılar, müslümanlara karşı içtimâî ve iktisâdî boykot uyguladılar. Hülâsa Allah Resûlü (s.a.s.)’i dâvasından vazgeçirmek için girmedikleri yol, başvurmadıkları çare kalmadı.
Bazı rivayetlerin de işaretinden anlaşıldığına göre belki bu süreçte Resûl-i Ekrem (s.a.s.), müşrikleri İslâm’a ısındırmak ve müslümanlara emniyetli bir muhit temin etmek gibi güzel niyetlerle müşriklerin bir kısım tekliflerini müspet karşılamayı düşünmüştü. Bu teklifler, müşriklere ve putlarına karşı daha yumuşak bir üslûp kullanma, kendilerini dinleme, liderlerine meclislerde yer açma gibi Peygamberin onları memnun etmesini sağlayacak, gönüllerini kazanmaya ve neticede İslâm’ın yayılmasına faydalı olacak işlerdi. En azından bunlar, müslümanların herhangi bir zarar görmesine sebebiyet vermeyecekti. Ancak bu âyetler Peygamberimiz (s.a.s.)’i ve onun muazzez şahsında kıyâmete kadar tüm müslümanları bu nevi düşünce, hal ve davranışlar hususunda son derece dikkatli, gayretli ve uyanık olmaya davet etmekte; ancak Allah’ın yardımı sâyesinde bu hususta sebât edebileceklerini, değilse sebat edemeyip az da olsa gönüllerinin o tarafa meyledebileceğini bildirmekte; bu konuda en küçük bir gönül kaymasının bile ilâhî gazabı celbedeceğini, hem dünyada hem de âhirette büyük sıkıntılara sebep olacağını haber vermektedir.
Bu âyetlerin inişinden sonra Resûlullah (s.a.s.): “Allahım! Göz açıp kapayacak kadar bir süre bile beni nefsime bırakma” diye dua etmiştir. (Ebû Dâvûd, Edeb 101/5090)
Gerçekten de Allah Resûlü (s.a.s.), bütün zamanların en şiddetli kâfirleri ve en sinsi münafıklarına karşı dimdik durdu, insanları İslâm’a davette son derece bir sebat, sabır, cesaret ve şecaat sergiledi. Döneminin büyük güçlerinin, yahudilik ve hıristiyanlık gibi büyük dinlerin mensuplarının, kendi kavminin, Ebu Leheb gibi amcasının en sert muhalefetine rağmen en küçük bir tereddüt, korku ve endişe göstermedi. Tek başına bütün dünyaya meydan okudu. Neticede İslâm kemâle ererek zafere ulaştı ve tüm dünyaya yayıldı. Getirdiği dinin doğruluğuna imanı öylesine sağlam, vazifesine itimadı öylesine sarsılmazdı ki, zamanının şairlerinin, kahinlerinin, başka din mensuplarının dinî rehberlerinin düşünce ve inançlarından en küçük derecede olsun etkilenmedi. Bunlar onun kalbinde ve zihninde en ufak bir tesir yapmadı, en küçük bir şüpheye ve tereddüde yol açmadı. Tam tersine Allah’ın en şerefli Rasûlü, onların hepsini etkiledi; her milletten ve her dinden insanlar onun dinine koştu.
Bu âyetler aynı zamanda, inançsızların bütün plan ve tuzaklarının üstesinden gelebilmek için peygamberler dâhil herkesin, Allah’ın yardım ve desteğine mutlak mânada muhtaç olduğunu, aksi halde başarının imkânsızlığını da ifade etmektedir.
Peygamberimiz (s.a.s.)’dan dinî anlamda istedikleri tavizi koparamayan müşrikler bu kez onları yurtlarından söküp atabilmek için ellerinden gelen baskıyı devreye soktular:
وَاِنْ كَادُوا لَيَسْتَفِزُّونَكَ مِنَ الْاَرْضِ لِيُخْرِجُوكَ مِنْهَا وَاِذًا لَا يَلْبَثُونَ خِلَافَكَ اِلَّا قَل۪يلًا ﴿٧٦﴾
76: O kâfirler seni yurdundan çıkarmak için sürekli rahatsız edecek, sıkıştırıp duracaklar. Ama sen ayrıldıktan sonra kendileri de orada fazla kalamayacaklar.
سُنَّةَ مَنْ قَدْ اَرْسَلْنَا قَبْلَكَ مِنْ رُسُلِنَا وَلَا تَجِدُ لِسُنَّتِنَا تَحْو۪يلًا۟ ﴿٧٧﴾
77: Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize de uyguladığımız kanun budur. Bizim kanunumuzda hiçbir değişiklik bulamazsın.
TEFSİR:
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ile uzlaşma ümitleri tükenen müşrikler, bu kez onu ve müslümanları Mekke’den çıkarmak için harekete geçtiler. Mü’minlere akla hayâle gelmez işkenceler yaptılar. Allah Resûlü (s.a.s.), zor durumda kalan mü’minleri önce Habeşistan’a gönderdi. Bir grup sahabî oraya hicret etti. Mekke artık yaşanmaz hale gelince de müslümanlar bir bir Medine’ye hicret etmeye başladılar. Ancak Efendimiz (s.a.s.), o kadar büyük baskılar, şiddetler ve ölüm tehditlerine rağmen Mekke’yi terk etmedi. Tebliğini büyük bir sabır, sebat ve kararlılıkla devam ettirdi. Neticede hicret etmesine dair ilâhî talimat gelince, en yakın dostu Hz. Ebubekir ile birlikte Medine’ye hicret buyurdu.
Burada âyet-i kerîmenin işaret ettiği bir mûcize sözkonusudur. O da, Efendimiz’in hicretinden sonra müşriklerin Mekke’de putperest olarak çok az bir müddet kalabilecekleridir. Gerçekten de hicretten bir buçuk sene sonra Bedr’e gelen müşrikler büyük bir hezimete uğradılar. On sene geçmeden de Allah Resûlü Mekke’yi fethetti ve herkes müslüman oldu. Mekke’de bir tek müşrik bile kalmadı. İşte Allah Teâlâ’nın peygamberleri hakkında câri olan “onları mutlaka zafere eriştireceği ve kâfirleri helak edeceği” yönündeki değişmez kanunu (bk. Saffât 37/171-173; Mü’min 40/51), Peygamberimiz hakkında da böylece gerçekleşmiş oldu.
Mü’minlerin lehinde, kâfirlerin ise aleyhinde işleyen bu ilâhî yasaların yaşadığımız toplum üzerinde de tecelli etmesi için kulluğun en mühim alâmeti olan namazları vaktinde ve en güzel şekilde kılmak, böylece Âlemlerin Rabbi ile olan gönül bağını sürekli canlı tutmak zarureti vardır. Bu vesileyle buyruluyor ki:
اَقِمِ الصَّلٰوةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ اِلٰى غَسَقِ الَّيْلِ وَقُرْاٰنَ الْفَجْرِۜ اِنَّ قُرْاٰنَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُودًا ﴿٧٨﴾
78: Güneşin öğleyin batıya doğru kaydığı andan gece karanlığı bastırıncaya kadar belli vakitlerde namazı dosdoğru kıl; özellikle sabah namazını da kıl, çünkü sabah namazı şâhitlidir.
TEFSİR:
Bu âyet Miraç gecesi farz kılınan günde beş vakit namazın vakitlerine işaret eder. الدلوك (dülûk), güneşin zeval vaktinden batıya doğru kaymasından batmasına kadar olan vakti ifade eder. Dolayısıyla bu zaman diliminde Peygamberimiz tarafından bildirilen hususi vakitlerinde öğlen, ikindi ve akşam namazları kılınır. اَلْغَسَقُ (ğasak), gece karanlığının iyice basması demektir. Bu da yatsı namazının vaktine işarettir. “Fecr kırâeti”nin ise sabah namazı olduğu açıktır. Ehemmiyetine binâen özel olarak zikredilmiştir. Beş vakit namazda gizli veya açık Kur’an kırâeti farz olmakla birlikte, Resûlullah (s.a.s.)’in tatbikatında da görüldüğü üzere sabah namazında okunan Kur’an’ın uzunluk ve tesir itibariyle ayrı bir ehemmiyeti vardır. Bu sebeple Kur’an fecre izâfe edilmiştir. Sabah namazının diğer bir özelliği de şâhitli olmasıdır. Ona gece melekleri de gündüz melekleri de şâhit olur. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Cemaatle kılınan namaz yalnız başına kılınan namazdan yirmi beş derece daha faziletlidir. Gece ve gündüz melekleri sabah namazında bir araya gelirler.” (bk. Buhârî, Tefsir 17/10; Müslim, Mesâcid 246)
Yine Peygamberimiz (a.s.) şöyle buyurur:
“Bazı melekler geceleyin, bazısı da gündüz vakti sırayla gelip aranızda bulunurlar. Melekler sabah ve ikindi namazlarında bir araya gelirler. Geceleyin aranızda kalmış olanlar Allah’ın huzuruna çıkarlar. Kullarının durumunu çok iyi bilen Allah Teâlâ meleklere: «Kullarımı ne halde bıraktınız?» diye sorar. Melekler: «Yanlarına namaz kılarken varmıştık, onları yine namaz kılarken bıraktık» derler.” (Buhârî, Mevâkît 16; Müslim, Mesacid 210)
Sabah vakitlerinin bir özelliği de, o vakitte bütün kâinatın uyanmaya başlaması, insanın gözle görme imkân ve zevkinin artmasıdır. O vaktin “meşhûd” olmasının bir mânası da budur.
Allah’a kulluk açısından seher vakitlerini ihya edip teheccüd namazı kılmanın apayrı bir yeri ve önemi vardır. Bunu hatırlatmak üzere şöyle buyruluyor:
وَمِنَ الَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِه۪ نَافِلَةً لَكَۗ عَسٰٓى اَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا ﴿٧٩﴾
Karşılaştır 79: Gecenin bir kısmında uyanıp sana mahsus bir ibâdet olmak üzere teheccüd namazı kıl. Böyle yaptığın takdirde umulur ki Rabbin seni Makâm-ı Mahmûd’a eriştirir.
TEFSİR:
اَلتَّهَجُّدُ (teheccüd) sözlük olarak gece bir müddet uyuduktan sonra uyanmak mânasına gelir. Daha sonra gece kalkıp namaz kılmak mânasında kullanılmış ve bu da “teheccüd namazı” olarak meşhur olmuştur. Teheccüd namazı İslâm’ın ilk yıllarında hem Peygamberimiz (s.a.s.) hem de müslümanlara farz kılınmıştı. Duruma göre gecenin üçte ikisini, yarısını, üçte birini, ondan biraz daha az veya biraz daha fazlasını teheccüd, Kur’an kırâeti ve ibâdetle ihyâ ediyorlardı. (bk. Müzzemmil 73/1-4) Sonra Efendimiz (s.a.s.) için farz bir ibâdet olarak kaldı. Diğer müslümanlardan ise farziyeti kaldırılıp kuvvetli bir sünnet olarak devam etti. (bk. Müzzemmil 73/20) Allah Resûlü (s.a.s.) hazarda ve seferde ömrünün sonuna kadar teheccüd namazı kılmıştır. Çünkü Rabbi ona Makâm-ı Mahmûd’u va‘detmiş, onu bu makâma eriştirmesi için de teheccüd namazına, gece ibâdetine devam etmesini istemiştir. Bu sebeple Efendimiz, ümmetine de Allah’ın sevdiği kul olabilmeleri için teheccüd namazına devam etmelerini tavsiye buyurmuştur. Bu tavsiyelerden bazıları şöyledir:
“Aman, gece kalkmaya gayret edin! Çünkü o, sizden önceki sâlih kimselerin âdeti ve Allah’a yakınlık vesîlesidir. Bu ibâdet, günahlardan alıkor, hatalara kefâret olur ve bedenden dertleri giderir.” (Tirmizî, Deavât 101)
Abdullâh b. Selâm, Efendimiz’in mübârek ağızlarından ilk olarak; “Birbirinize selâm verin! Birbirinize ikrâmda bulunun! Akrabânızın haklarını gözetin! Gece herkes uyurken namaz kılın. Bunları yaparak selâmetle cennete girin” (Tirmizî, Kıyâmet 42) nasihatlerini işittiğini söylemektedir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, geceleri uyku ile geçiren gaflet ehlinin durumunu tasvir ve teheccüde gerçekten kalkmak isteyenlere de yol gösterme sadedinde şöyle buyurur:
“Biriniz uyuyunca şeytan ensesine üç düğüm atar. Her birinde düğüm yerine eliyle vurarak «Üzerine uzun bir gece olsun, yat, uyu!» der. İnsan uyanır ve Allah’ı zikrederse bir düğüm çözülür; abdest alacak olursa bir düğüm daha çözülür; namaz kılarsa bütün düğümler çözülür ve böylece canlı ve hoş bir durumda sabaha erer. Aksi halde içi kararmış ve uyuşuk bir hâlde sabahlar.” (Buhârî, Teheccüd 12)
Teheccüde devamla erişilmesi müjdelenen “Makâm-ı Mahmûd”, övülmüş, övgüye değer bir makâm demektir. Bundan maksat ise Efendimiz (s.a.s.)’ın kıyâmet günü şefaat yetkisine sahip olması veya kendisine “Hamd Sancağı”nın verilmesi yahut cennette ondan başka kimsenin erişemeyeceği ve ismine “Vesîle” de denen çok yüce bir makâma çıkmasıdır. Aslında Cenâb-ı Hak Peygamberimiz (s.a.s.)’i dünyada iken bile övülen bir makama yüceltmiştir. İsmini “çok övülmüş” mânasında “Ahmed”, “Mahmûd” ve “Muhammed” koydurmuştur. Efendimizi yerde insan ve cinlerin, gökte meleklerin övgüsüne nâil kılmıştır. Hiçbir peygambere nasip etmediği yüce sıfatları ona nasip etmiş, onu “Hatemü’l-Enbiyâ” kılmış, ismini kendi ismiyle birlikte anmış ve onun şanını yüceltmiştir. Âhirette de en büyük değeri ona verecek, ona günahkâr ümmetine şefaat hakkı verecek ve onu cennetlerin en zirvesine yerleştirecektir. En çok razı olduğu ve kendine en yakın kıldığı kul, Hz. Muhammed (s.a.s.) olacaktır.
Bahsedilen övgü dolu kulluk mertebelerine tırmanabilmenin önemli şartlarından biri de Allah Teâlâ’ya devamlı niyaz halinde olmak; bizzat Rabbimizin öğrettiği duaları yaparak yakınlığımızı artırmaya çalışmaktır. İşte o dualardan biri şöyledir:
وَقُلْ رَبِّ اَدْخِلْن۪ي مُدْخَلَ صِدْقٍ وَاَخْرِجْن۪ي مُخْرَجَ صِدْقٍ وَاجْعَلْ ل۪ي مِنْ لَدُنْكَ سُلْطَانًا نَص۪يرًا ﴿٨٠﴾
80: Şöyle dua et: “Rabbim! Benim gireceğim yere doğrulukla girmemi, çıkacağım yerden doğrulukla çıkmamı nasip eyle; yüce katından bana yardımcı bir güç, kuvvetli bir delil ver!”
TEFSİR:
Rabbimizin tâlim buyurduğu bu dua çok şumüllü bir duadır. Yapacağımız her iş için bu duayı okuyabiliriz. Duanın ihtiva ettiği mâna şöyle açıklanabilir: “Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla ve çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Herhangi bir işi yaparken veya herhangi bir yere giderken tam bir dürüstlükle, kabul ve râzı olunan bir şekilde o işi yapmayı ve o yere varmayı nasip eyle. Herhangi bir işi bitirirken veya bir yerden ayrılırken tam bir dürüstlükle, kabul ve râzı olunan bir şekilde o işi tamamlamayı ve o yerden çıkmayı müyesser kıl. Yine emrettiğin kulluk vazifelerinin girişinde, çıkışında, dinini tebliğ görevinin yerine getirilmesinde ve tamamlanmasında doğruluk ve dürüstlükle başarı ihsan eyle. Âhiretin girişi olan mezara koyduğunda dürüstlükle koy ve oradan çıkarıp yeniden dirilttiğinde de dürüstlükle dirilterek gönder! Bütün bu kulluk vazifelerimde ve İslâm’ı tebliğimde muvaffak olabilmem için tarafından bana, düşmanlarımı mağlup edecek kuvvetli bir yardımcı, kahredici bir delil, mağlup edici bir kudret tahsis et ki, onun saltanatı karşısında kâfirler mağlup ve perişan olsunlar. İman edenler de üstün gelip zafere erişsinler! Zaten bizim hakkın galip gelip batılın yok olacağına inancımız tamdır”:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
وَقُلْ جَٓاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُۜ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا ﴿٨١﴾
81: De ki: “Hak geldi, bâtıl yok olup gitti. Zâten bâtıl mâhiyeti gereği yok olup gitmeye mahkûmdur!”
TEFSİR:
Hak, Allah’ın râzı olduğu, çerçevesini Kur’an ve sünnetin belirlediği İslâm dinidir. Bunun dışındaki her şey bâtıldır. Her ne kadar bu âyetin indiği zamanda hakla bâtıl, imanla küfür arasındaki mücâdele doruk noktasında olsa da, arada sırada bâtılın varlığı ve göstermelik üstünlüğü gözükse de, netice de hak bütünüyle gâlip gelecek ve bâtıl bütünüyle yıkılıp gidecektir. Çünkü hakkın karşısında bâtılın mâhiyeti budur. Gerçekten bu âyetin verdiği müjde, on sene gibi kısa bir müddet sonra Resûlullah (s.a.s.)’in Mekke’ye bir fatih olarak girdiğinde ve Kâbe’ye girip üç yüz altmış putu kırarak aynı ilânı yaptığında gerçekleşmiştir. Nitekim İbn Mesûd (r.a.)’dan şu bilgi nakledilir:
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Mekke’ye girdiğinde Kâbe’nin etrafında üç yüz altmış put vardı. Efendimiz: “Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti” diyerek elindeki sopayla onların tek tek gözlerine dürterek hepsini yüzüstü devirdi. Nihâyet Kâbe’nin üzerinde Huzâalılar’a ait kurşundan yapılmış bir put kaldı. Allah Resûlü (s.a.s.): “Ey Ali onu aşağıya at” buyurdu. Hz. Ali de yukarıya tırmanarak onu aşağıya attı ve kırdı. (Buhârî, Tefsir 17/8; Müslim, Cihad 87)
Unutulmamalıdır ki Kur’ân-ı Kerîm’in biricik gayesi de, her türlü bâtıl düşünce, inanç ve eylemlerin kökünü kazıyarak hakkı hâkim kılmaktır:
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَۙ وَلَا يَز۪يدُ الظَّالِم۪ينَ اِلَّا خَسَارًا ﴿٨٢﴾
82: Biz Kur’an’ı mü’minlere şifa ve rahmet olarak indiriyoruz. O, zâlimlerin ise ancak ziyânını artırır.
TEFSİR:
Kur’ân-ı Kerîm, kendine iman edip gösterdiği yoldan gidenler için şifa ve rahmettir. Bir mânada dünya türlü türlü hastalık, belâ ve sıkıntılarla dolu bir hastaneye, Resûl-i Ekrem (s.a.s.) hâzik bir doktora, Kur’ân-ı Kerîm de şifa veren bir eczaneye benzetilir. Buna göre Kur’ân-ı Kerîm, fert ve toplum hayatımızı sarmış olan küfür, şirk, zulüm, haksızlık, câhillik, taklit, bağnazlık gibi her türlü ahlâkî, içtimâî ve ruhî hastalıklara şifa olacak önemli prensipler koymaktadır. Onun tavsiye buyurduğu ilaçları kullananlar hastalıktan kurtulacak, şifa bulacak ve Allah’ın rahmetine ereceklerdir.
Kur’ân-ı Kerîm mânevî hastalıklara şifa olduğu gibi, insanın bedenî hastalıklarına da şifadır. Resûlullah (s.a.s.) zamanında vuku bulan bir kısım olaylar onun bu özelliğini haber vermektedir.
Resûlullah (s.a.s.) buyurur:
“Size şu iki şifa kaynağını tavsiye ederim: Bal ve Kur’an.” (İbn Mâce, Tıb 7)
Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Kur’ân’ı öğren. Zira Kur’ân, içi misk doldurulup ağzı bağlanan bir kırbaya benzer. Kırbanın ağzını açarsan ondan güzel bir misk kokusu çıkar. Olduğu gibi bırakırsan koyduğun yerde durur ve kokusu çıkmaz. İşte Kur’ân da buna benzer. Okuyup amel ettiğinde ondan istifade edersin. Göğsünde saklı kalırsa ondan gerektiği şekilde istifade edememiş olursun.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VII, 161)
Hz. Âişe der ki:
“Resûlüllah (s.a.s.), vefâtı ile neticelenen hastalığında İhlâs, Felak ve Nâs sûrelerini okur ve kendisine üflerdi. (Râvinin bildirdiğine göre ellerine üfler, sonra da ellerini yüzüne sürerdi.) Hastalığı ağırlaşınca, onları ben okuyup ona üfler ve bereketleri dolayısıyla kendi elini vücuduna mesh ederdim.” (Buhâri, Tıb 32; Müslim, Selâm 51)
Sahâbeden Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.), bir sefer esnâsında uğradıkları bir Arap kabilesinin yılan tarafından ısırılmış reisine Fâtiha sûresini okumuş ve adam iyileşmiştir. (Buhârî, Tıb 33; Müslim, Selâm 66)
Kur’ân-ı Kerîm’in ruhî hastalıklarla birlikte bedenî hastalıklara da şifa oluşuyla ilgili Asr-ı saadetten itibaren günümüze kadar da tecrübe edilen pek çok mühim olaylar vuku bulmuştur. Bunlardan biri şöyledir:
Ebu’l-Kasım Kuşeyrî’nin çocuğu ağır bir hastalığa yakalanmış ve iyileşmesinden ümit kesilmişti. Bu durum Üstad’a ağır geldi. Bir gün rüyasında Hak Teâlâ’yı gördü ve çocuğun halini O’na arzetti. Hak Teâlâ şöyle buyurdu: “Kur’ân-ı Kerîm’de bulunan şifa âyetlerini bir araya getir, onları hastaya oku. Onları bir kabın içerisine yaz ve içine bir miktar su dök. Sonra onu hastaya içir.” Üstad söylenenleri yaptı ve çocuk hastalıktan kurtuldu. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 231)
Bahsedilen şifa âyetleri altı tanedir:
وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُؤْمِن۪ينَ
(Ve yeşfi sudûra kavmin mü’minîn)
“Mü’min toplulukların gönüllerine şifa versin, onları ferahlatsın!” (Tevbe 9/14)
وَشِفَاۤءٌ لِمَا فِى الصُّدُورِ
(Ve şifâun limâ fissudûr)
“Kur’an gönüllerdeki dertlere şifadır.” (Yûnus 10/57)
ف۪يهِ شِفَاۤءٌ لِلنَّاسِ
(Fîhi şifâun linnâs)
“Balda insanlara şifa vardır.” (Nahl 16/69)
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاۤءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَ
“Biz Kur’an’ı mü’minlere şifa ve rahmet olarak indiriyoruz.” (İsrâ 17/82)
وَ اِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْف۪ينِ
(Ve izâ meridtu fehuve yeşfîn)
“Hastalandığım zaman bana şifa veren Rabbim Allah’tır.” (Şuarâ 26/80)
قُلْ هُوَ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا هُدًى وَشِفَاۤءٌ
(Kul hüve lillezîne âmenû huden ve şifâun)
“De ki: «Kur’an, iman edenlere doğru yolu gösteren bir rehber ve eşsiz bir şifa kaynağıdır.»” (Fussılet 41/44)
Bu âyetler şifa niyetiyle okunur ve tesiri umulur. Ancak şifanın tahakkuk edebilmesi için asgari şu üç şeyin olmasına zarûrî ihtiyaç vardır:
› Allah’ın şifa vermeyi murâd etmesi.
› Duayı okuyanın ihlâsı.
› Kendisine dua okunan kişinin ihlâsı.
Diğer taraftan İslâm’a girmeyen, Kur’an ve sünnetin ihyâ edici tâlimatlarına kulak ve kalplerini kapatan zâlimler, Kur’an’ın rahmet ve şifa oluşundan faydalanamazlar. Bu şekilde zararlarını artırmaktan başka bir şey yapamazlar. Böylece sadece kendilerine haksızlık yapmış olurlar. Şu beyt onların hazin hallerine işaret eder:
وَاِذَٓا اَنْعَمْنَا عَلَى الْاِنْسَانِ اَعْرَضَ وَنَاٰ بِجَانِبِه۪ۚ وَاِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ كَانَ يَؤُ۫سًا ﴿٨٣﴾
83: İnsana bir nimet verdiğimiz zaman kibir ve çalım içinde Allah’ı anmaktan yan çizer, hiç umursamaz olur. Başına bir kötülük geldiğine ise derin bir ümitsizliğe düşer.
TEFSİR:
İşte böyle câhil ve zâlim kimselere Cenâb-ı Hak nimet ihsan ettiğinde, şükredecekleri yerde yüz çevirirler; kendilerine nimet vereni hatırlarından hiç çıkarmamaları lazım gelirken, O’nu zikirden küstahça yan çizerler. Başlarına bir musibet geldiğinde, kendilerine bir zarar, bir kötülük dokunduğunda büyük bir ümitsizlik içine düşerler. Bu, kalbine imanın neşvesi yerleşmeyen ham ruhların portresidir. Gerçek mü’minler böyle değildir. Onlar nimete şükreder, musibete sabreder ve her hallerinde Allah’a tevekkül ederek imanın bahşettiği huzuru doya doya tadarlar.
İki insan şahsiyetinin arasındaki bu farkın dayandığı sebep ve hikmeti bildirmek üzere:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri