İsra Süresi Meal Ve Tefsiri 84-111

#1 von Kurban , 02.12.2023 05:38

İsra Süresi Meal Ve Tefsiri 84-111

قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلٰى شَاكِلَتِه۪ۜ فَرَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ اَهْدٰى سَب۪يلًا۟ ﴿٨٤﴾
Karşılaştır 84: De ki: “Herkes fıtrat ve mizacına göre amel eder. Fakat kimin daha doğru bir yolda olduğunu en iyi Rabbiniz bilir.”
TEFSİR:
اَلشَّاكِلَةُ (şâkile), “tabiat, fıtrat, âdet, din, ahlâk, seciye, karakter, niyet, mizaç” gibi mânalara gelen şumüllü bir kelimedir. Âyetin üslûbu dikkate alındığında bu mânaların hepsinin bir önemi ve yeri vardır. Buna göre herkes kendi aslına, fıtrat ve mizacına, seciye ve karakterine, alışageldiği din ve ahlâkına, gönlünde yer eden duygu ve düşüncelerine uygun düşeni yapar. Bu ilâhî beyân, kâfirler, zâlimler ve âsiler için bir kınama, mü’minler için bir övgüdür. Aynı zamanda bu gerçek, şahsiyet ve karakterin belirginleşip şekillendiği küçük yaşlardan itibaren insan terbiyesinin ne kadar mühim bir iş olduğunu ortaya koyar. Çünkü insan o yaşlarda şekillenen yapısına göre hayat tarzını belirlemektedir. Netice itibariyle mü’mini ve kâfiri, bunlardan hangisinin en doğru yolda olduğunu, hangisinin dininin daha güzel olduğunu ve sonuçta her birinin ne ile karşılaşacağını en iyi bilen Allah Teâlâ’dır. Herkes kendi duygu, anlayış ve kavrayışına göre bir yol tutar, fakat bunun Allah’ın rızâsına uygun olup olmadığına bakmak gerekir. Eğer tuttuğu yol Allah’ın kitabı ve Resûlullah (s.a.s.)’in sünnetine uygun ise bu yol doğru bir yoldur. Değilse yanlış ve bâtıl bir yoldur.
Allah Teâlâ, doğru olan yolu Kur’an vasıtasıyla insanlara bildirmiştir. Peki Kur’an’ı Peygamberimiz (s.a.s.)’e getiren kimdir? Ruhun bununla alakası nedir:

leri vardır. Mushaf tertîbine göre 17, nüzûl sırasına göre 50. sûredir.

وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الرُّوحِۜ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّ۪ي وَمَٓا اُو۫ت۪يتُمْ مِنَ الْعِلْمِ اِلَّا قَل۪يلًا ﴿٨٥﴾
85: Rasûlüm! Sana rûhun ne olduğunu soruyorlar. De ki: “Rûh Rabbimin bir emrinden, sadece O’nun bileceği işlerdendir. Bu hususta size pek sınırlı bilgi edinme imkânı verilmiştir.
TEFSİR:
Kur’ân-ı Kerîm’de rûh, “Cebrâil (a.s.)” (bk. Nahl 16/102), “vahiy-Kur’an” (Nahl 16/2; Mü’min 40/15) ve “insana üflenen can” (bk. Hicr 15/29) mânalarında kullanılır. Bu üçünden hangisiyle ilgili olursa olsun, elektrik gibi bir kısım etkilerini görsek de, ruhun ne olduğunu tam olarak anlamamız mümkün değildir. Çünkü bizzat hem onu hem bizi yaratan Allah Teâlâ, bize bu konuda oldukça az bir bilginin verildiğini söylemektedir. Ancak bu âyetin öncesine ve sonrasına bakıldığında burada sorulan “ruh”tan maksadın Kur’an ve onu getiren Cebrâil (a.s.)’la ilgili olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Nitekim bu konuya ışık tutan diğer bir âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“İşte biz böylece sana emrimizle ölü kalplere hayat bahşeden bu Kur’an’ı vahyettik. Yoksa daha önce sen kitap nedir, iman nedir, bilmezdin.” (Şûra 42/52)
“Allah, melekleri kendi tarafından bir vahiyle kullarından dilediğine indirir ve peygamberlerine insanları şöyle uyarmalarını emreder: <Benden başka ilâh yoktur; bana karşı gelmekten sakının!»” (Nahl 16/2)
Buna göre müşrikler Peygamberimiz (s.a.s.)’e, Kur’an’ı nereden aldığını sormuşlar, o da kendine vahiy getiren “ruh”un, Rabbinin emriyle geldiğini, Kur’an’ı getirdiğini, fakat bunun mâhiyetinin tam olarak anlaşılmasının da imkân dışı olduğunu söylemekle emrolunmuştur. Nitekim gelen âyetler de Kur’an’ın bu esrarengiz mahiyetini izaha devam etmektedir:
وَلَئِنْ شِئْنَا لَنَذْهَبَنَّ بِالَّذ۪ٓي اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ ثُمَّ لَا تَجِدُ لَكَ بِه۪ عَلَيْنَا وَك۪يلًاۙ ﴿٨٦﴾
86: Eğer istesek elbette sana vahyettiğimiz Kur’an’ı hafızalardan ve yazıldığı sayfalardan tamâmen silip yok ederiz; sonra bize karşı onu yeniden elde etmene yardımcı olacak bir destekçi bulamazsın.
اِلَّا رَحْمَةً مِنْ رَبِّكَۜ اِنَّ فَضْلَهُ كَانَ عَلَيْكَ كَب۪يرًا ﴿٨٧﴾
87: Ancak Rabbinin merhameti sebebiyle böyle yapmadık. Doğrusu O’nun senin üzerindeki lutf u keremi çok büyüktür.
TEFSİR:
Önceki âyetten anlaşıldığı üzere Kur’an, müşriklerin iddia ettikleri gibi Peygamber (s.a.s.)’in kendinden söylediği beşerî bir söz değil, ona Allah’tan gelen ilâhî bir kelâmdır. Peygamber sadece gelen vahyi alan ve onu hiçbir değişikliğe uğratmaksızın aldığı şekilde tebliğ eden bir memurdur. Dolayısıyla Allah dilerse vahyi göndermez; gönderdiklerini de hafızalardan, sadırlardan, satırlardan siler, kaldırır; Peygamber de bu durum karşısında hiçbir şey yapamaz; yok olan o âyetleri geri getirebilmek için kendine bir yardımcı bile bulamaz. Nihâyetinde o, Allah’a kullukla vazifeli, bütün güç ve kuvvetini Allah’tan alan diğer insanlar gibi bir insandır. Ancak Allah Teâlâ rahmeti ve lütfunun bir eseri olarak ona Kur’an’ı göndermekte ve onu Rasûlü’nün kalbine yerleştirmektedir. Bu bakımdan âyetlerin mesajı, Peygamberimiz (s.a.s.)’den ziyade, Kur’an’ı Allah kelamı olarak kabul etmeyen, onu kendisinin uydurduğunu veya bir başka insan tarafından ona öğretildiğini iddia eden münkirleredir. Bu sebeple bir sonraki âyette, Kur’an’ın mûcize bir ilâhî kelâm olduğunu savunmak üzere bütün insanlar ve cinlere meydan okunmaktadır:
قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ الْاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰٓى اَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لَا يَأْتُونَ بِمِثْلِه۪ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَه۪يرًا ﴿٨٨﴾
88: De ki: “Bütün insanlar ve cinler şu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler ve bu hususta güçlerini birleştirip birbirlerine yardımcı da olsalar, imkânı yok, asla onun bir benzerini getiremezler.
TEFSİR:
Kur’ân-ı Kerîm büyük bir mûcizedir. O; üslûbu, belâgati, fesâhati, ifade güzelliği, muhtevâsının zenginliği ve kusursuzluğu sebebiyle Allah’tan başkasının söyleyemeyeceği derecede mükemmel ve benzeri getirilemez bir kitaptır. Benzerini getirmeleri için bütün insanlara ve cinlere meydan okuduğu, hatta bu hususta güçlerini birleştirip birbirlerine yardım etmelerini de teşvik ettiği halde on beş asırdır bu meydan okuma cevapsız kalmış; o kadar düşmanları olmasına rağmen hiç kimse böyle bir eser ortaya koyamamıştır. Hatta Kur’an bu meydan okumayı on sûreye (bk. Hûd 11/13), son olarak kısa da olsa bir sûreye (bk. Bakara 2/23) kadar indirdiği halde yine çağrısı cevapsız kalmıştır. Neticede Kur’an şu kesin ve tehditkâr beyânıyla meseleye son noktayı koymuştur:
“Buna rağmen yapamazsanız, ki asla yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlarla taşlar olan ve sizin gibi kâfirler için hazırlanmış bulunan cehennem ateşinden kendinizi koruyun.” (Bakara 2/24)
Kur’an, âyetlerin açıkça haber verdiği gibi çağlar üstü bir mûcize olmakla birlikte, gözleri gönülleri iyice kararmış inkârcı nankör tipler ona inanmamakta ısrar edecek, sanki Kur’an yetmiyormuş gibi başka mûcizeler isteyeceklerdir:
iki defa sürgün edilmelerinden bahsetmesi sebebiyle de بَن۪يۤ اِسْرَاۤء۪يلَ (Benî İsrâîl) gibi isimleri vardır. Mushaf tertîbine göre 17, nüzûl sırasına göre 50. sûredir.

وَلَقَدْ صَرَّفْنَا لِلنَّاسِ ف۪ي هٰذَا الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍۘ فَاَبٰٓى اَكْثَرُ النَّاسِ اِلَّا كُفُورًا ﴿٨٩﴾
89: Yemin olsun ki biz bu Kur’an’da her konuyu çeşitli üslup ve misallerle tekrar tekrar açıkladık. Ne var ki, insanların çoğu yine de inkârda ayak dirediler.
وَقَالُوا لَنْ نُؤْمِنَ لَكَ حَتّٰى تَفْجُرَ لَنَا مِنَ الْاَرْضِ يَنْبُوعًاۙ ﴿٩٠﴾
90: Kâfirler şöyle dediler: “Bize şu kupkuru yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla iman etmeyiz.”
اَوْ تَكُونَ لَكَ جَنَّةٌ مِنْ نَخ۪يلٍ وَعِنَبٍ فَتُفَجِّرَ الْاَنْهَارَ خِلَالَهَا تَفْج۪يرًاۙ ﴿٩١﴾
91: “Veya inanmamız için senin hurma bahçelerin ve üzüm bağların olmalı, bunlar arasından gürül gürül ırmaklar akıtmalısın.”
اَوْ تُسْقِطَ السَّمَٓاءَ كَمَا زَعَمْتَ عَلَيْنَا كِسَفًا اَوْ تَأْتِيَ بِاللّٰهِ وَالْمَلٰٓئِكَةِ قَب۪يلًاۙ ﴿٩٢﴾
92: “Yahut iddia ettiğin gibi göğü üzerimize parça parça düşürmelisin. Ya da Allah ve meleklerini karşımıza getirmelisin, onlar da senin doğruluğuna şâhitlik etmelidir.”
اَوْ يَكُونَ لَكَ بَيْتٌ مِنْ زُخْرُفٍ اَوْ تَرْقٰى فِي السَّمَٓاءِۜ وَلَنْ نُؤْمِنَ لِرُقِيِّكَ حَتّٰى تُنَزِّلَ عَلَيْنَا كِتَابًا نَقْرَؤُ۬هُۜ قُلْ سُبْحَانَ رَبّ۪ي هَلْ كُنْتُ اِلَّا بَشَرًا رَسُولًا ﴿﴿٩٣﴾
93: “Yahut da altundan yapılmış bir evin olmalı veya göğe çıkmalısın; fakat bize okuyabileceğimiz bir kitap getirmedikçe senin göğe çıktığına da inanmayız haa!” Rasûlüm! De ki: “Ey bütün noksan sıfatlardan pak ve uzak olan Rabbim! Bunlar ne biçim sözler! Ben nihâyet peygamber olarak gönderilmiş bir insandan başka neyim ki?”
Tefsir
Müşrikler, âyetlerde beyân edilen bu ve buna benzer mûcizeleri her vesileyle Peygamberimiz (a.s.)’dan talep ediyorlar; fakat bu isteklerini hep inkâr ve alay tarzında dile getiriyorlardı. Yoksa Resûlullah (s.a.s.)’e iman etmek gibi bir niyetleri yoktu. Bu sebeple onların bu nevi taleplerine Cenâb-ı Hak şöyle cevap veriyordu:

“İnkârcılar: «Muhammed’e Rabbinden bir kısım mûcizeler verilse ya!» diyorlar. De ki: «Mûcizeleri yaratmak ve indirmek ancak Allah’ın irade ve kudretine bağlıdır. Ben ise, gerçeği apaçık tebliğ eden bir uyarıcıyım.» Hem, kendilerine okunan bu kitabı sana indiriyor olmamız onlara mûcize olarak yeterli değil mi? Hiç şüphesiz bunda iman eden bir toplum için elbette bir rahmet ve öğüt vardır.” (Ankebût 29/50-51)
Diğer taraftan Kur’an’ı tebliğ eden Hz. Muhammed (s.a.s.), elçi olarak gönderilmiş bir insandır. Onun, bunun dışında bir iddiası olmamıştır. Hiçbir zaman ilâh olduğunu, güçlü olduğunu, yerleri ve gökleri yönettiğini iddia etmemiştir. İlk günden itibaren Allah’tan vahiy getiren bir insan olduğunu söylemiştir. Allah Teâlâ ona şöyle demesini emretmiştir: “Size «Allah’ın hazîneleri yanımda» demiyorum, gaybı da bilmiyorum. Yine size «ben bir meleğim» de demiyorum. Ben ancak bana vahyedilene tâbi oluyorum. De ki: «Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz?»” (En‘âm 6/50) Dolayısıyla onun dâvasında doğruluğunu öğrenmek isteyenler, onun tebliğ ettiği dine bakmalıdırlar. Onun ne kadar haklı ve tutarlı olduğunu sorgulamalı, bu konuda iknâ olurlarsa hemen iman etmelidirler. İkinci olarak peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkmış kişinin bir insan olarak davranışlarına, ahlâkına, davet ettiği şeyle hal ve davranışlarının uyumluluğuna bakmalı ve ona göre karar vermelidirler. Bütün bunlara rağmen ondan yeri yarmasını veya göğü parça parça üzerlerine düşürmesini istemeleri tamamen saçmalıktan başka bir şey değildir. Peygamberlikle böyle şeylerin hiçbir alakası yoktur. Fakat bu gerçeğin farkında olmayan inatçı kâfirler, peygamberin insan olmasına itiraz edip, bunu imansızlıklarına bir gerekçe olarak ileri sürmüşlerdir:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
وَمَا مَنَعَ النَّاسَ اَنْ يُؤْمِنُٓوا اِذْ جَٓاءَهُمُ الْهُدٰٓى اِلَّٓا اَنْ قَالُٓوا اَبَعَثَ اللّٰهُ بَشَرًا رَسُولًا ﴿٩٤﴾
94: Kendilerine doğru yolu gösteren rehber geldiğinde insanları ona imandan alıkoyan tek sebep, “Allah başkasını bulamadı da bir insanı mı peygamber gönderdi?” demeleri olmuştu
قُلْ لَوْ كَانَ فِي الْاَرْضِ مَلٰٓئِكَةٌ يَمْشُونَ مُطْمَئِنّ۪ينَ لَنَزَّلْنَا عَلَيْهِمْ مِنَ السَّمَٓاءِ مَلَكًا رَسُولًا ﴿٩٥﴾
95: Onlara şöyle de: “Eğer yeryüzünde yerleşen, gezip dolaşanlar meleklerden ibaret olsaydı, elbette biz de onlara elçi olarak gökten bir melek gönderirdik.”
قُلْ كَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يدًا بَيْن۪ي وَبَيْنَكُمْۜ اِنَّهُ كَانَ بِعِبَادِه۪ خَب۪يرًا بَص۪يرًا ﴿٩٦﴾
96: De ki: “Benimle sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. Şüphesiz O, kullarının durumunu çok iyi bilir ve her şeyi görür.”
TEFSİR:
Müşrikler, kendileri gibi bir insan olan, yiyen, içen, evlenen, sokaklarda dolaşan birinin peygamber olmasını kabullenemiyorlardı. Kendileri gibi bir insana itaat etmek onlara zül geliyordu. Dolayısıyla bunun beşer üstü bir varlık, meselâ en azından bir melek olmasını bekliyorlardı. Halbuki Allah’ın kanunu, kendileriyle iletişime geçip mesajlarını tebliğ edebilmeleri ve onlara her hususta örnek olabilmeleri için insanlara insan bir peygamber, meleklere melek bir peygamber göndermektir. Eğer yeryüzünde insanların yerinde yaşayanlar, gezip dolaşanlar melekler olsaydı, bu kanunun bir gereği olarak onlara melek bir peygamber gelirdi. Peygamberin gönderilmesindeki hikmetin gerçekleşmesi için bu şarttır. Bunun dışında onlara söylenebilecek başka bir söze hacet yoktur. Zaten Allah, hem peygamberinin hem de ona düşmanlık edenlerin durumuna şâhittir; onların her halini hakkiyle bilmektedir ve yapıp ettikleri her şeyi çok iyi görmektedir. Her birine buna göre dünyada ve âhirette bir netice takdir buyuracaktır:
وَمَنْ يَهْدِ اللّٰهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِۚ وَمَنْ يُضْلِلْ فَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِه۪ۜ وَنَحْشُرُهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ عَلٰى وُجُوهِهِمْ عُمْيًا وَبُكْمًا وَصُمًّاۜ مَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۜ كُلَّمَا خَبَتْ زِدْنَاهُمْ سَع۪يرًا ﴿٩٧﴾
97: Allah kimi doğru yola iletirse, doğru yolda olan işte odur. Kimi de yoldan saptırırsa artık bunları Allah’tan başka koruyacak kimseler bulamazsın. Kıyâmet günü onları kör, dilsiz, sağır olarak yüzüstü haşrederiz. Sonunda varacakları yer cehennemdir. Onun ateşi dindikçe, onlar için her defasında çılgın alevi yeniden körükleriz.
ذٰلِكَ جَزَٓاؤُ۬هُمْ بِاَنَّهُمْ كَفَرُوا بِاٰيَاتِنَا وَقَالُٓوا ءَاِذَا كُنَّا عِظَامًا وَرُفَاتًا ءَاِنَّا لَمَبْعُوثُونَ خَلْقًا جَد۪يدًا ﴿٩٨﴾
98: Onların cezası işte budur. Çünkü onlar, âyetlerimizi inkâr ettiler ve: “Biz kupkuru bir kemik yığını ve ufalanmış bir avuç toprak hâline geldiğimiz zaman mı, yani biz o halde iken mi yeni bir yaratılışla tekrar diriltileceğiz? Bu, olacak şey değil!” dediler.
TEFSİR:
Sorumluluk tamâmen kulun tercihine aittir. Doğru yolu tercih edeni Allah doğru yola eriştirir. Sapıklığı tercih edeni ise sapkınlık ve şaşkınlık içinde bırakır. Bu tür kimseler, inat ve ısrarla sapıklıkta devam etmeleri yüzünden bir türlü doğru yolu bulamazlar. Eğer bir kimse hakka yüz çevirip bâtıla bağlanırsa, artık dünyada onu bâtıldan çevirip hakka döndürebilecek hiçbir güç yoktur. Çünkü bu şekilde sapıklığı tercih edenlere Allah, onları haktan uzaklaştırıp bâtılı daha çok sevmelerini sağlayan sebepler var edecek, onlar da bu sebeplerin peşinden koşa koşa ömürlerini tüketeceklerdir. Derin bir gaflet içinde yakalandıkları ölümle birlikte Allah’ın huzuruna çıkacaklar, Allah da, hem dünyada ilâhî hakikatler karşısında kör, dilsiz ve sağır davranmaları; hem de ayakları üzere yürüyecekleri yerde din dışı bir hayatla âdeta yüzüstü sürünmeleri sebebiyle kıyamet günü onları kör, dilsiz, sağır ve yüzükoyun haşredecektir. Sonuçta cehenneme atacak; onun ateşi dindikçe, hafifledikçe, yakıcılığı azaldıkça onların daha çok acı duymaları için çılgın alevlerini yeniden körükleyip kızıştıracaktır. Böyle bir cezaya maruz kalmalarının sebebi ise, Kur’an’ın tekrar tekrar vurguladığı gibi, onların Allah’ın âyetlerini yalanlamaları; âhireti, öldükten sonra dirilişi, hesabı, cennet ve cehennemi inkâr etmeleridir. Halbuki göklerle yerin yaratılışına ve bunlarda cereyan eden ilâhî kudret akışlarına bakacak olsalar, Allah’ın ölüleri yeniden diriltmeye güç yetirebileceğini anlamakta zorlanmazlar:

اَوَلَمْ يَرَوْا اَنَّ اللّٰهَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ قَادِرٌ عَلٰٓى اَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُمْ وَجَعَلَ لَهُمْ اَجَلًا لَا رَيْبَ ف۪يهِۜ فَاَبَى الظَّالِمُونَ اِلَّا كُفُورًا ﴿٩٩﴾
99: Peki onlar, gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, kıyâmet gününde kendilerini aynı şekilde yeniden yaratabilecek güce sahip olduğunu ve onlar için geleceğinde şüphe olmayan bir ecel belirlediğini görmüyorlar mı? Ama zâlimler, yine de inkârlarında diretmektedirler.
TEFSİR:
Gökler ve yer gibi muazzam, büyük ve muhteşem varlıkları yaratan Allah şüphesiz ki insanları öldükten sonra yeniden diriltmeye kadirdir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Göklerin ve yerin yaratılması elbette insanların yaratılmasından daha büyük bir iştir; fakat insanların çoğu bunu bilmez.” (Mü’min 40/57)
“Ey haşri inkâr edenler! Sizi yeniden yaratmak mı daha zor, yoksa göğü yaratmak mı? İşte bakın! Onu Allah nasıl da binâ etti. Tavanını yükseltti ve onu mükemmel bir sistem halinde nizama koydu. Gecesini kararttı, gündüzünü aydınlık yaptı. Bundan sonra da yeri döşeyip yaydı.” (Nâzi’ât 79/27-30)
“Sizin yaratılmanız da, tekrar diriltilmeniz de tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. Gerçekten Allah, her şeyi hakkiyle işiten, her şeyi hakkiyle görendir.” (Lokmân 31/28)
İster büyük ister küçük olsun, bize göre ister zor ister kolay olsun bunları yaratmada Allah Teâlâ için bir zorluk yoktur. Sadece “Ol!” buyurması yeterlidir. O, herkes için kesin bir ecel tâyin etmiştir. Dolayısıyla eceli gelen herkes ölecektir. Yine O, yeniden diriliş için de muayyen bir vakit belirlemiştir. O vakit gelince de herkesi yeniden diriltilecektir. Hiçbir güç buna engel olamayacaktır. Fakat zulme gömülmüş kirli ruhların ve katran gibi paslara bürünmüş hastalıklı kalplerin bu gerçeği sezmeleri mümkün olmadığından, böyle perişan halde olan zâlimler, inat merkepler gibi, inkârda ayak diretip durmaktadırlar. Bu, İslâmî bir terbiye ve tezkiye görmemiş, imanın kalpleri yoğurucu rahmetinden mahrum kalmış ham ruhlu insanın son derece cimri, pinti, nankör ve inkarcı yapısından kaynaklanmaktadır:
قُلْ لَوْ اَنْتُمْ تَمْلِكُونَ خَزَٓائِنَ رَحْمَةِ رَبّ۪ٓي اِذًا لَاَمْسَكْتُمْ خَشْيَةَ الْاِنْفَاقِۜ وَكَانَ الْاِنْسَانُ قَتُورًا۟ ﴿١٠٠﴾
100: De ki: “Eğer Rabbimin bütün rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, yine de harcamakla tükenir korkusuyla cimrilik ederdiniz. Gerçekten insan çok cimridir.”
TEFSİR:
İnsan fıtratı itibariyle çok cimridir; malı çok sever, onu biriktirir, yığar ve bitecek korkusuyla onu harcamak istemez. Kalbini malına dayar ve onun kendisini ebedî kılacağını zanneder. (bk. Hümeze 104/2-3) Hatta Allah’ın bütün rahmet ve nimet hazineleri eline geçse, yine de tükenir korkusuyla onu harcamak istemez. Aslında bu, iman ve ahlâk terbiyesinden mahrum kalmış, aşırı bencillik ve cimriliğe esir olmuş ham insanın ruh halini ortaya koymaktadır. Âyet, bir taraftan Peygamberimiz (s.a.s.)’den mûcize olarak bağlar, bahçeler, pınarlar, nehirler, altın ve gümüşler isteyen müşriklerin cömertlik bakımından perişan hâllerini beyân ederken, bir taraftan da bütün insanlara bulundukları seviyeye göre nefislerinde yer eden cimrilik belâsını hatırlatarak, onu aşmaları gerektiği hususunda teşvikte bulunmaktadır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Muhâcirlerden önce Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş bulunan Ensâr’ın da bu ganimet mallarında hakları vardır. Onlar beldelerine göç eden muhacirleri kendi canları gibi severler ve onlara fazladan verilen ganimetlerden ötürü gönüllerinde en küçük bir kıskançlık ve burukluk duymazlar. Hatta onlar ihtiyaç içinde kıvransalar bile, daha muhtaç durumda olan mümin kardeşlerini kendilerine tercih ederler. Şunu bilin ki, kim nefsinin cimriliğinden ve mala düşkünlüğünden kendini kurtarırsa, dünyada da âhirette de kurtuluşa erecek olanlar, işte bunlardır.” (Haşr 59/9)
Şimdi de, Peygamberimiz (s.a.s.)’den ısrarla mûcize isteyen kâfirlere, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği dokuz ayrı dehşetli mûcizeye rağmen inanmayan Firavun’un durumu örnek verilmektedir:
وَلَقَدْ اٰتَيْنَا مُوسٰى تِسْعَ اٰيَاتٍ بَيِّنَاتٍ فَسْـَٔلْ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ اِذْ جَٓاءَهُمْ فَقَالَ لَهُ فِرْعَوْنُ اِنّ۪ي لَاَظُنُّكَ يَا مُوسٰى مَسْحُورًا ﴿١٠١﴾
قَالَ لَقَدْ عَلِمْتَ مَٓا اَنْزَلَ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِلَّا رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ بَصَٓائِرَۚ وَاِنّ۪ي لَاَظُنُّكَ يَا فِرْعَوْنُ مَثْبُورًا ﴿١٠٢﴾
Karşılaştır 101: Biz Mûsâ’ya apaçık dokuz mûcize vermiştik. İşte İsrâil­oğulları’na sor: Mûsâ onlara geldiğinde, Firavun: “Ey Mûsâ, ben senin kesinlikle büyülenmiş biri olduğunu zannediyorum” demişti.
Karşılaştır 102: Mûsâ ise şöyle cevap vermişti: “Sen de çok iyi biliyorsun ki bu mûcizeleri, gözlere ve gönüllere gerçekleri gösterecek birer delil olarak indiren, göklerin ve yerin Rabbinden başkası değildir. Ey Firavun, ben de senin kesinlikle mahvolup gitmiş biri olduğunu görüyorum.”
TEFSİR:
Burada zikredilen dokuz mûcize A‘râf sûresi 133. ayette daha açık bir şekilde haber verilmişti. Bu mûcizeler şunlardır:
› Büyük bir yılana dönüşen asa,
› Mûsâ’nın güneş gibi parlayan ve beyaz olan sağ eli
› Sihirbazların tümünün sihirlerinin bozulması
› Kıtlık, Tufan, Çekirge, Buğday güvesi, Kurbağa, Kan âfeti.Peki, bütün bu mucizeleri gören Firavun ve beraberindekilerin sonu ne oldu:
فَاَرَادَ اَنْ يَسْتَفِزَّهُمْ مِنَ الْاَرْضِ فَاَغْرَقْنَاهُ وَمَنْ مَعَهُ جَم۪يعًاۙ ﴿١٠٣﴾
103: Sonunda Firavun İsrâiloğulları’nı ülkeden sürüp çıkarmak istedi. Biz de onu ve beraberindeki bütün ordusunu denizde boğduk.
وَقُلْنَا مِنْ بَعْدِه۪ لِبَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ اسْكُنُوا الْاَرْضَ فَاِذَا جَٓاءَ وَعْدُ الْاٰخِرَةِ جِئْنَا بِكُمْ لَف۪يفًاۜ ﴿١٠٤﴾
104: Bunun ardından İsrâiloğulları’na şöyle buyurduk: “Firavun ve ordusunun helâkinden sonra o topraklara siz yerleşin. Zâten âhiret vakti gelince hepinizi toplayıp bir araya getireceğiz.”
TEFSİR:
Hz. Mûsâ’ya iman etmeyen, ona düşman olan, hatta İsrâiloğulları’nı Mısır’dan çıkarmaya azmeden Firavun bu dâvasında başarılı olamadığı ve ordusuyla birlikte boğulup gittiği gibi, Resûlullah (s.a.s.)’e iman etmeyen, ona düşman olan, onu ve beraberindekileri Mekke’yi terke zorlayan Mekke’li müşrikler de aynı hazin âkıbete uğrayacak ve helak olacaklardır. Burada, bu âyetlerin inişinden pek yakın zaman sonra gerçekleşen Bedir savaşına ve seneler sonra gerçekleşecek olan Mekke’nin fethine bir işaret sezilmektedir. Dolayısıyla bu âyetler, Peygamberimiz (s.a.s.)’i zaferle müjdelerken, müşrikleri de böyle kötü bir âkıbetle uyarmaktadır. Esasen, gerçeğin ta kendisi olan Kur’an’ın indiriliş ve Peygamberimiz (s.a.s.)’in gönderiliş gayesi de insanları durumlarına göre müjdelemek ya da korkutmaktır:
وَبِالْحَقِّ اَنْزَلْنَاهُ وَبِالْحَقِّ نَزَلَۜ وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا مُبَشِّرًا وَنَذ۪يرًاۢ ﴿١٠٥﴾
105: Biz Kur’an’ı kendisine en küçük bir şüphe karışmayacak bir yolla indirdik ve o da gerçekleri bildirmek üzere indi. Rasûlüm! Seni de ancak bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.
وَقُرْاٰنًا فَرَقْنَاهُ لِتَقْرَاَهُ۫ عَلَى النَّاسِ عَلٰى مُكْثٍ وَنَزَّلْنَاهُ تَنْز۪يلًا ﴿١٠٦﴾
105: Biz Kur’an’ı kendisine en küçük bir şüphe karışmayacak bir yolla indirdik ve o da gerçekleri bildirmek üzere indi. Rasûlüm! Seni de ancak bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.
106: Biz Kur’an’ı insanların zihinlerine ve kalplerine sindire sindire okuyasın diye kısımlara ayırdık ve onu parça parça indirdik.
TEFSİR:
Kur’ân-ı Kerîm’in Allah kelâmı olduğunda şüphe yoktur. Geldiği yol en doğru ve en emniyetli bir yoldur. Onu getiren Rûhu’l-Emîn, en güvenilir Rûh Cibrîl (a.s.)’dır. Kur’an’ı getirdiği kişi Muhammedü’l-Emîn (s.a.s.), en güvenilir insandır. Getirdiği bilgilerin doğruluğunda da asla şüphe yoktur. Ondaki bilgiler ebedî olarak doğru kalacak, hiçbir şey onun doğruluğunu değiştiremeyecektir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Kur’ân’a ne önünden ne de arkasından, hiçbir yönden bir noksanlık, bir yanlışlık aslâ sızamaz. O, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan, her türlü övgüye lâyık olan Allah tarafından indirilmiştir.” (Fussılet 41/42) Kur’an, hakkı hâkim kılmak için gelmiştir. Haber verdiği her şey, haber verdiği şekilde gerçekleşecektir. Peygamber (s.a.s.)’in vazifesi ise insanları Kur’an’la müjdelemek ve yine onları Kur’an’la uyarmaktır.
Kur’ân-ı Kerîm, dağları darmadağın edecek, yeryüzünü bölüp parçalara ayıracak, ölüleri diriltecek ağırlıkta ağır bir söz, muazzam bir ilâhî kelâmdır. (bk. Haşr 59/21; Ra‘d 13/31; Müzzemmil 73/6) Eğer Allah Teâlâ onu bir defada indirseydi, ne gökler, ne yerler, ne dağlar, ne de hiçbir beşer onu taşımaya tahammül gösterebilirdi; ağırlığıyla hepsini parçalayıp darmadağın, un ufak ederdi. Bu sebeple ilâhî rahmetinin bir tecellisi olarak Rabbimiz onu Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’in mübârek kalbine, her defasında o temiz kalbin alıp tahammül edebileceği miktarda ve gelişen İslâmî hayatın ihtiyâcına göre yirmi üç yıl boyunca parça parça, bölüm bölüm indirmiştir. Efendimiz (s.a.s.) de kendine vahyedilen bu âyetleri, emredildiği üzere dura dura, sindire sindire, ağır ağır insanlara okumuş, mânasını öğretmiş ve her türlü ahkâmını onlara sırasıyla tatbik ettirmiştir. Peygamberimiz (s.a.s.)’den sonra da İslâm toplumlarında bu usul tatbik edilegelmiştir. Bundan böyle de Kur’ân-ı Kerîm’in tâlim ve terbiyesi aynı usulle devam ettirilecektir. Ancak Resûlullah (s.a.s.) döneminden bu güne kadarki süreçte görüldüğü üzere bu günden sonra da Kur’an’a inananlar olacağı gibi inanmayanlar da olacaktır. Şu kadar var ki inananların elde edecekleri maddî-manevî kazanç elbetteki muhteşem olacaktır:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
قُلْ اٰمِنُوا بِه۪ٓ اَوْ لَا تُؤْمِنُواۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَ مِنْ قَبْلِه۪ٓ اِذَا يُتْلٰى عَلَيْهِمْ يَخِرُّونَ لِلْاَذْقَانِ سُجَّدًاۙ ﴿١٠٧﴾
108: Ve şöyle derler: “Rabbimiz, şüphesiz sen her türlü noksanlıktan pak ve yücesin. Eğer Rabbimiz bir şey va‘detmişse, o mutlaka gerçekleşir.”
وَيَقُولُونَ سُبْحَانَ رَبِّنَٓا اِنْ كَانَ وَعْدُ رَبِّنَا لَمَفْعُولًا ﴿١٠٨﴾
108: Ve şöyle derler: “Rabbimiz, şüphesiz sen her türlü noksanlıktan pak ve yücesin. Eğer Rabbimiz bir şey va‘detmişse, o mutlaka gerçekleşir.”
وَيَخِرُّونَ لِلْاَذْقَانِ يَبْكُونَ وَيَز۪يدُهُمْ خُشُوعًا ۩ ﴿١٠٩﴾
109: Yine ağlayarak yüzüstü secdeye kapanırlar; kendilerine ne zaman Kur’an okunsa, bu onların Allah’a olan saygılarını artırır.
TEFSİR:
Burada Kur’ân-ı Kerîm’e nasıl bir imanla inanılması, onun nasıl bir kalbî hissiyat içinde tilâvet edilmesi, ne keyfiyette bir huşû ve ihtirâm duyguları içinde dinlenilmesi hususunda mü’min olan, önceden vahiy ve din hakkında malumatları bulunan Arap veya Ehl-i kitap âlimlerinden bir misâl verilmektedir. Bunlar Kur’an’a olan imanları, ilâhî kelâm karşısındaki saygı ve haşyetleri sebebiyle kendilerine Kur’an okunduğu zaman derhal yüzüstü secdelere kapanıyorlardı. Allah’ı tenzih ediyor, O’nu tesbih ediyor, va‘dettiği her şeyin gerçek olduğunu ikrar ediyor ve bunların haber verildiği şekilde mutlaka gerçekleşeceğine yakînen inanıyorlardı. Tekrar çeneleri üzerine secdeye kapanıyor, ağlıyor, ağlıyor, Kur’an’ı dinlemeye devam ettikçe huşû ve haşyetleri daha da artıyordu.
قُلِ ادْعُوا اللّٰهَ اَوِ ادْعُوا الرَّحْمٰنَۜ اَيًّا مَا تَدْعُوا فَلَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰىۚ وَلَا تَجْهَرْ بِصَلَاتِكَ وَلَا تُخَافِتْ بِهَا وَابْتَغِ بَيْنَ ذٰلِكَ سَب۪يلًا ﴿١١٠﴾
110: De ki: “İster Allah diyerek, isterse Rahmân diyerek yalvarın. Hangisiyle yalvarırsanız olur; çünkü en güzel isimler O’nundur.” Sen de namazında, niyâzında sesini fazla yükseltme, büsbütün de kısma, ikisi arasında orta bir yol tut.
TEFSİR:
Yüce Rabbimizin Allah, Rahmân, Rahîm, Melik, Kuddûs, Gaffâr, Settâr gibi Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şeriflerde zikredilen pek çok güzel ismi vardır. Burada bunlardan iki tanesi olan “Allah” ve “Rahmân” isimleri zikredilmekte, diğerlerine “En güzel isimler ona mahsustur” beyânıyla işaret edilmektedir. Mü’min olarak bu isimlerden hangisiyle Cenâb-ı Hakk’a yalvarsak, O’na dua ve ibâdet etsek, O’ndan bir talepte bulunsak caizdir. İslâmî açıdan bir sakınca yoktur. Mühim olan kişinin kalbî durumu ve kastettiği mânadır. Allah Teâlâ bunları işitir ve icâbet buyurur. Yeter ki kullar, O’nun râzı olduğu şekilde kulluk yapsınlar, yalvarıp yakarsınlar.
Âyetin beyân buyurduğu ikinci edep, namazda Kur’an okurken veya dua ederken sesimizin ne ölçüde olması gerektiğidir. Ses bir taraftan çok yüksek olmamalı; yani bağırma, gösteriş ve saygısızlık lekelerinden arındırılmış olmalıdır. Diğer taraftan büsbütün de gizli olmamalıdır. Yani insan kendi işitemeyecek kadar da gizli okumamalıdır. Bu ikisi arasında orta bir yol tutmak lazımdır.
Rivayete göre Resûlullah (s.a.s.), Mekke döneminin ilk yıllarında ashâbı ile namaz kıldığında yüksek sesle Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Müşrikler bunu işitince Kur’ân-ı Kerîm’e, onu indirene ve onu okuyana uygun olmayan sözler söylerlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah, Efendimiz (s.a.s.)’e okurken, müşriklerin işitmemesi için sesini biraz kısmasını; fakat ashâbı duymayacak kadar da kısmamasını, bu ikisi arasında bir yol tutmasını emir buyurdu. (Buhârî, Tefsir 17/14; Müslim, Salât 145) Bu hâdise müslümanların, İslâmî hassâsiyeti en üst seviyede muhafaza ederek, bulundukları şartlara göre nasıl hareket etmeleri lazım geldiği hususuna da güzel bir misal teşkil eder.
وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَر۪يكٌ فِي الْمُلْكِ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ وَلِيٌّ مِنَ الذُّلِّ وَكَبِّرْهُ تَكْب۪يرًا ﴿١١١﴾
Karşılaştır 111: “Çocuk edinmeyen, mülk ve hâkimiyetinde hiçbir ortağı bulunmayan, âciz olmadığı için bir yardımcıya da ihtiyaç duymayan Allah’a hamdolsun” de ve tekbir getirerek O’nun büyüklüğünü ilan et!
TEFSİR:
Cenâb-ı Hak, çocuk edinmekten çok yücedir. Buna göre Allah’ın çocuk edindiğini söyleyenler O’na iftira atmış olurlar. O’nun mülkünde ve hâkimiyetinde hiçbir ortağı yoktur. Dolayısıyla Allah’ın iki veya daha fazla olduğunu söyleyenler yalancıdırlar. O’nun âcizlikten ötürü, zilletten kurtulup izzete kavuşmak için bir dosta bir yardımcıya da asla ihtiyacı yoktur. O, her türlü zilletten pak ve uzak olup, kâmil mânasıyla izzet ve kuvvet sahibidir. Nitekim âyet-i kerîmede: “Kim izzet ve şeref istiyorsa bilsin ki izzet ve şeref bütünüyle Allah’a aittir” (Fâtır 35/10) buyrulur. İşte bütün mâna ve muhtevâsıyla hamd böyle kemâl sıfatlarına sahip Yüce Allah’a mahsustur. Dolayısıyla kulun en ulvî vazifesi Allah’ı zâtıyla, sıfatlarıyla, isim ve fiilleriyle yüceltmektir.Kaynak: Ömer Çelik Tefsir
Son âyetin metnindeki veled kelimesi sözlükte “erkek evlât” anlamına gelmekle birlikte, âyette hıristiyanların Hz. Îsâ’yı Allah’ın oğlu olarak telakki eden inançları; kezâ putperest Araplar’ın, erkek çocuklarını kendilerine, kız çocuklarını Allah’a nisbet etmeleri, melekleri Allah’ın kızları saymaları şeklindeki bâtıl inanç ve telakkilerine (bk. Nahl 16/57) işaret edilmiş olmalıdır. Bunu göz önüne alarak meâlde bu kelimeye “çocuk” anlamı vermeyi uygun bulduk. Âyette ayrıca Allah’ın hüküm ve hâkimiyetinde ortağı bulunmadığı, O’nun için âcizlikten, dolayısıyla kendisine yardım edecek bir destekçiye asla ihtiyacı olmadığı hatırlatılarak, müslümanların dilek ve ihtiyaçlarını yalnız O’na arzetmeleri, hayatlarını buna göre düzenlemeleri, bu inancın verdiği onurla gayretlerini üretken kılmaları gerektiğine işaret edilmektedir. Tekbir buyruğu da müslümanların Allah’ı bu inançla yüceltmeleri anlamına gelmekte; böylece sûre, İslâm’ın ulûhiyyet ve tevhid inancının âdeta özeti olan veciz bir dua örneğiyle son bulmaktadır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 529-531
Rivayete göre Allah Resûlü (s.a.s.), Abdülmuttalip çocuklarından konuşmaya başlayan her erkek çocuğa İsrâ sûresinin bu son âyetini belletirdi. (Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, V, 353)

 
Kurban
Beiträge: 1.026
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010

zuletzt bearbeitet 03.12.2023 | Top

   

Nahl Süresi Meal Ve Tefsiri 1-23
İsra Süresi Meal Ve Tefsiri 71-83

Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz