Nahl Süresi Meal Ve Tefsiri 90-111
وَاَوْفُوا بِعَهْدِ اللّٰهِ اِذَا عَاهَدْتُمْ وَلَا تَنْقُضُوا الْاَيْمَانَ بَعْدَ تَوْك۪يدِهَا وَقَدْ جَعَلْتُمُ اللّٰهَ عَلَيْكُمْ كَف۪يلًاۜ اِنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا تَفْعَلُونَ ﴿٩١﴾
91: Aranızda sözleştiğiniz zaman Allah adına verdiğiniz sözü tam olarak yerine getirin. İyi niyetinize Allah’ı şâhit gösterip iyice pekiştirerek yaptığınız yeminleri bozmaya kalkmayın. Unutmayın ki Allah, yaptığınız her şeyi bilmektedir.
وَلَا تَكُونُوا كَالَّت۪ي نَقَضَتْ غَزْلَهَا مِنْ بَعْدِ قُوَّةٍ اَنْكَاثًاۜ تَتَّخِذُونَ اَيْمَانَكُمْ دَخَلًا بَيْنَكُمْ اَنْ تَكُونَ اُمَّةٌ هِيَ اَرْبٰى مِنْ اُمَّةٍۜ اِنَّمَا يَبْلُوكُمُ اللّٰهُ بِه۪ۜ وَلَيُبَيِّنَنَّ لَكُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ مَا كُنْتُمْ ف۪يهِ تَخْتَلِفُونَ ﴿٩٢﴾
Karşılaştır 92: Bir topluluğun diğer bir topluluktan siyasî, iktisadî ve askerî yönden güçlü olmasına aldanıp da, ipliğini sağlamca büküp eğirdikten sonra çözen böylece bütün emeğini boşa çıkaran ahmak kadın gibi, ettiğiniz yeminleri bozup aranızda bir aldatma ve işi bozma sebebi kılmayın. Gerçek şu ki, bütün bunlarla Allah sizi imtihan etmektedir; hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeylerin doğrusunu da kıyâmet günü kesinlikle size açıklayacaktır.
TEFSİR:
İster Allah’a verilen kulluk sözü olsun, ister Resûlullah (s.a.s.)’a verilen ittibâ sözü olsun, isterse müslümanların kendi aralarında veya başkalarıyla yaptıkları anlaşmalar olsun, hepsi Allah adına verilmiş söz kabul edilir ve hepsinin de yerine getirilmesi istenir. Bu sözler ahlâkî ve hukukî bakımdan olduğu gibi, dinî bakımdan da bağlayıcı olup Allah katında mesuliyeti gerektirir. Bu bakımdan hangi sebep ve gerekçeyle olursa olsun bunları bozmak yasaklanmıştır.Resûlullah (s.a.s.) şu ikazda bulunur:
“Ahdini bozan herkesin, kıyâmet günü onun arka tarafında ahdine olan hâinliği miktarınca bir sancak dikilir ve «bu filanın ahdine hâinliğidir» denilir.” (Buhârî, Edeb 99; Müslim, Cihad 11-16)
Cenâb-ı Hak, verilen sözden caymanın ve yemini bozmanın ne kadar yanlış ve ahmakça bir iş olduğunu, iyice anlaşılması için, güzel bir misalle beyân eder:
Antlaşmayı bozan kişi; iradesi zayıf, dar görüşlü, ahmak ve bunamış bir kadına benzer. Bu kadın ipliğini eğirip katladıktan sonra tekrar söküp dağıtmakta, çözüp bozmaktadır. Bu benzetme bütün yönleriyle tahkîr, tezyîf, aşağılama ve horlama ile doludur. Yemini bozmayı ve sözünden vazgeçmeyi, ruhlara kötü bir şey olarak hissettirmekte ve gönüllerde onu son derece çirkin göstermektedir. Zaten burada gaye de budur. İzzet ve şeref sahibi hiçbir insan; bu zayıf iradeli, akli dengesi bozuk, hayatını yararsız boş şeylere harcayan bu kadın gibi olmak istemez.
Bu âyet-i kerîmeler Mekke’de Rasûllah (s.a.s.)’e bey’at eden bazı kimseler hakkında inmiştir. Onlar Kureyş’in kuvvet bakımından üstünlüğünü ve müslümanların zayıf düştüğünü görünce korku ve endişeye kapıldılar. Şeytan onları aldatarak Peygamberimiz (s.a.s.)’le yaptıkları ahitlerini bozdurmak istedi. Cenâb-ı Hak bu âyetle onları bu tehlikeye kaşı ikaz edip ayaklarını kaymaktan muhafaza buyurdu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIV, 215) Yine Arap kabileleri arasında doğruluk ve fazilete münâsip olmayan şöyle bir uygulama vardı. Bir kabile, bir başka kabileyle antlaştıktan sonra, bunlardan birisine siyasî, iktisâdî ve askerî yönden güçlü bir kabile gelip de onun ahdini bozmasını, karşı tarafı aldatmasını isteyecek olursa, o kabile de ilk antlaşma yaptığı kabileyle olan ahdini bozar, hainlik eder ve bu büyük kabilenin yanında yer alırdı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIV, 220)
Bu sebeple Cenâb-ı Hak, bir toplumun diğer bir toplumdan daha güçlü yahut malî bakımdan daha ileride olması sebebiyle, onlardan korkarak veya bir menfaat umarak ahitleri bozmayı; yine müşrik olan düşmanların dünyada sayıca çok olduğunu ve bolluk içinde olduklarını görüp, bundan dolayı yeminleri bozmayı yasaklamıştır. Esas gaye, müslümanların imanlarını pekiştirmek; kâfirlerin dünyevî güç ve imkânlarının çokluğuna aldanıp tekrar küfre dönmeyi düşünmelerine mâni olmaktır. Ama yine de herkesin doğru yol üzere bulunma şartı yoktur:
وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَجَعَلَكُمْ اُمَّةً وَاحِدَةً وَلٰكِنْ يُضِلُّ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۜ وَلَتُسْـَٔلُنَّ عَمَّا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٩٣﴾
93: Eğer Allah dileseydi sizi elbette aynı din üzere bir tek ümmet yapardı. Fakat O, dilediğinin doğru yoldan sapmasına fırsat verir, dilediğini de doğru yola erdirir. Unutmayın ki siz, bütün yaptıklarınızdan mutlaka sorguya çekileceksiniz.
TEFSİR:
Dünyada iman ve küfür, hidâyet ve dalâlet, hak ve bâtıl dâimâ bulunacak, bunlar arasındaki mücâdele de kıyamete kadar sürüp gidecektir. Cenâb-ı Hakk’ın muradı böyledir. Eğer O dileseydi bütün insanları hak veya bâtıl üzere toplanmış tek bir ümmet yapabilirdi. Ancak Yüce Allah, dünyada insanların anlaşmazlığa düştüğü şeylerin iç yüzünü âhirette ortaya serecek, haklıyla haksızı birbirinden ayıracak ve herkesi kendi yaptığı amellerden sorguya çekecektir.
O halde herkes ne yaptığına, yarın için neler hazırladığına bir baksın da, özellikle verdiği sözleri tutmaya ve olur olmaz bahanelerle onları bozmamaya dikkat etsin:
وَلَا تَتَّخِذُٓوا اَيْمَانَكُمْ دَخَلًا بَيْنَكُمْ فَتَزِلَّ قَدَمٌ بَعْدَ ثُبُوتِهَا وَتَذُوقُوا السُّٓوءَ بِمَا صَدَدْتُمْ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۚ وَلَكُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ ﴿٩٤﴾
94: Sakın yeminlerinizi aranızda aldatma ve işi bozma sebebi kılmayın. Aksi takdirde, sağlamca yere bastıktan sonra ayaklarınız kayar ve Allah’ın yolundan saptığınız, başkalarını da bu yoldan alıkoyduğunuz için dünyada bunun acı sonucunu tadarsınız, ayrıca âhirette de büyük bir azaba uğrarsınız.
TEFSİR:
Sözden caymanın, antlaşmaları ve yeminleri bozmanın, hatta bunları birer fitne ve fesat vesilesi haline getirmenin çok acı neticeleri vardır. Böyle bir davranış ayakların doğru yoldan kaymasına, Allah’ın gösterdiği yoldan sapmaya ve saptırmaya sebep olur. Artık kimsenin sözüne güven kalmaz, toplum içinde karşılıklı güven duygusu sarsılır. Bu yüzden insanlar birbirlerine düşerler; kavgalar, savaşlar toplumu yiyip bitirir. Maddî ve manevî pek çok vahim durumların meydana gelmesine zemin hazırlanmış olur. Görüldüğü üzere bu konuda Allah’ın emrine isyan, dünyada pek kötü neticelere maruz kalmaya, sıkıntı ve ceza çekmeye sebep olacağı gibi, âhirette de daha büyük bir azaba uğramaya yol açacaktır. Bu yüzden aynı konudaki ilâhî ikazlar şöyle devam ediyor:
وَلَا تَشْتَرُوا بِعَهْدِ اللّٰهِ ثَمَنًا قَل۪يلًاۜ اِنَّمَا عِنْدَ اللّٰهِ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ ﴿٩٥﴾
95: Öyleyse, Allah’a verdiğiniz sözü, karşılığında ne alsanız az düşecek bir bedele satmayın. Eğer bilirseniz, ancak Allah katında ahde vefâya verilecek mükâfat sizin için daha hayırlıdır.
مَا عِنْدَكُمْ يَنْفَدُ وَمَا عِنْدَ اللّٰهِ بَاقٍۜ وَلَنَجْزِيَنَّ الَّذ۪ينَ صَبَرُٓوا اَجْرَهُمْ بِاَحْسَنِ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٩٦﴾
96: Çünkü sizin elinizde bulunan nimetler tükenir, fakat Allah’ın yanında olanlar ebedî kalıcıdır. Şurası bir gerçek ki, sabredenleri, yaptıkları en güzel işleri esas alarak mükâfatlandıracağız.
مَنْ عَمِلَ صَالِحًا مِنْ ذَكَرٍ اَوْ اُنْثٰى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَنُحْيِيَنَّهُ حَيٰوةً طَيِّبَةًۚ وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ اَجْرَهُمْ بِاَحْسَنِ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٩٧﴾
97: Erkek olsun kadın olsun mü’min olarak kim sâlih amel işlerse ona dünyada elbette temiz ve güzel bir hayat yaşatırız. Âhirette de onları, yaptıkları en güzel işleri esas alarak mükâfatlandırırız.
TEFSİR:
Allah’a verilen söz hiçbir dünyevi bedel karşılığında satılmamalı, değiştirilmemelidir. Çünkü onun karşılığında elde edilecek dünyevi kazanç ne kadar büyük olursa olsun, Allah’a verilen sözün değeriyle karşılaştırıldığında hiçbir önemi kalmayacaktır. Bu açıdan bütün dünya ve içindekiler “az bir bedel” olarak değerlendirilebilir. Çünkü bunlar fânidir; kısa bir müddet sonra kesinlikle son bulacaktır. Bu, bilinen ve her gün tecrübe edilen bir durumdur. Allah’ın vereceği mükâfat ise bâkîdir, ebedîdir; bitip tükenmesi mümkün değildir.
Bununla birlikte Cenâb-ı Hak, kulluk sözünde duran, her türlü ahitlerini yerine getirmeye çalışan ve yaptığını Allah rızâsına uygun bir şekilde doğru ve güzel yapan kullarına dünyada bile pek hoş, huzurlu ve güzel bir hayat müjdelemektedir. Gerçekten de davranışlarında samimi, doğru, dürüst, şerefli, adil ve temiz olanlar bu dünyada çok daha güzel ve huzurlu bir hayat yaşarlar. Çünkü onlar, olgun şahsiyetleri ve ahlâkî hamîdeleriyle, bu meziyetlere sahip olmayanların göremediği saygı, şeref ve güven içinde yaşarlar. Kendilerince bir başarı elde etmek için kötü yollara teşebbüs edenlerin elde edemediği temiz ve şerefli bir başarı kazanırlar. Her şeyin ötesinde, kulübede yaşasalar bile, saraylarda ve köşklerde oturan günahkârların yaşamadığı bir vicdanî huzuru ve tatmini yaşarlar. Âhirette ise onları Allah Teâlâ, yaptıkları amellerin en güzellerini esas alarak mükâfatlandıracaktır. Bire on, bire yüz, bire yedi yüz ve daha fazlasını ikram edecektir. Nitekim Cenâb-ı Hak: “Rabbinin huzuruna çıkıp hesap vermekten korkan kimseye iki cennet vardır” (Rahmân 55/46) âyetiyle, bir mânada hem mü’minin dünyada tadacağı manevî cennet huzuruna hem de âhirette varacağı cennete işaret buyurmuştur.
Ancak, bütün bu gerçekleri haber veren Kur’an’a mükemmel bir imanla kulak vermeli, türlü desiselerle onun hakkında şüpheler oluşturmaya ve âyetlerinin mânasının doğru bir şekilde anlaşılmasını engellemeye çalışan şeytânî güçlerden de Allah’a sığınmalıdır:
فَاِذَا قَرَأْتَ الْقُرْاٰنَ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ ﴿٩٨﴾
Karşılaştır 98: Kur’an okuyacağın zaman kovulmuş şeytandan hemen Allah’a sığın!
اِنَّهُ لَيْسَ لَهُ سُلْطَانٌ عَلَى الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَلٰى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ ﴿٩٩﴾
Karşılaştır 99: Gerçekte onun iman edenler ve yalnızca Rablerine güvenip dayananlar üzerinde zorlayıcı bir gücü yoktur.
اِنَّمَا سُلْطَانُهُ عَلَى الَّذ۪ينَ يَتَوَلَّوْنَهُ وَالَّذ۪ينَ هُمْ بِه۪ مُشْرِكُونَ۟ ﴿١٠٠﴾
Karşılaştır 100: Şeytanın zorlayıcı gücü, ancak onu dost edinenlerin ve onu Allah’a ortak koşanlar üzerindedir.
TEFSİR:
Kur’ân-ı Kerîm’i selim bir kalp, temiz bir akılla ve pürüzsüz bir hissiyât içinde okuyabilmemiz, onun ince mânaları üzerinde tefekkür edebilmemiz ve onun hükümleriyle amel edebilmemiz için önce şeytandan Allah’a sığınmak lazımdır. Bu ise aslında kalple yapılacak bir iştir. Bu sebeple âlimlerin çoğu sözlü olarak “eûzü” çekmeyi vacip değil müstehap saymışlardır.
Çeşitli rivayetler arasında en meşhur istiâze sözü اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ demektir.
اَلشَّيْطَانُ (şeytan) kelimesi, daha önce de yeri geldikçe ifade edildiği gibi “uzaklaştı” mânasındaki شَطَنَ (şatane) fiilinden türemiştir. İmam Kuşeyrî (r.h.), bundan hareketle şöyle der:
“Kişiyi Rabbinden uzaklaştıran, kalben O’nunla beraber olmaktan alıkoyan her şey şeytandır. Bir kişinin nefsi kendisine musallat olup, onu velev itaat, ibâdet ve tefekkür gibi şeylerle de olsa Rabbinden meşgul ediyorsa bu onun şeytanıdır. Ona düşen nefsinin kötülüğünden ve bütün kötülerin şerrinden Allah’a sığınmaktır.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 172)
Aslında şeytanın insan üzerinde vesvese haricinde herhangi bir nüfûz ve hâkimiyeti yoktur. İnsanları zorla günaha itme ve onu yaptırma kudreti de yoktur. O, sadece fırsat buldukça vesvese verir ve kalbe kötü düşünceler aşılar. İman edenler ve yalnızca Rablerine güvenip dayananlar, Allah’a sığınarak şeytanın bu vesvese ve iğvâlarından kendilerini kurtarırlar. Şeytanın kendi üzerlerinde bir hâkimiyet kurmasına müsaade etmezler. Fakat Allah’ı bırakıp şeytanı dost edinenler, Allah’ın emirlerine vermedikleri kadar onun ayartmalarına kulak verenler, böyle değer verme ve itaat etme bakımından onu Allah’a ortak koşanlar üzerinde şeytanın elbette ki bir hâkimiyeti olacaktır. Nitekim bu husus Hicr sûresinde şöyle beyân edilmişti:
“İblîs şöyle dedi: «Rabbim! Madem beni azdırıp saptırdın, yemin olsun ki, ben de yeryüzünde günahları onlara çok cazip göstereceğim ve kesinlikle onların hepsini azdırıp yoldan çıkaracağım. Ancak içlerinde ihlâsa erdirilmiş kulların müstesnâ! Onları azdırmaya gücüm yetmez.» Allah şöyle buyurdu: «İşte bu ihlâs ve teslimiyet yolu, bana varan dosdoğru yoldur. Benim ihlâsa erdirilmiş o has kullarım ki, senin onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün yoktur. Senin nüfûzun ancak senin peşine takılan azgınlar üzerindedir.»” (Hicr 15/39-42)
İşte şeytan ve onun yoldaşı olmuş şeytanî güçler, daha önceki şeriatlerin yürürlükten kaldırılmasının ilâhî hikmete aykırı olacağını söyleyerek Kur’an hakkında kalplere şüphe tohumu ekmeye çalışıyorlar. Halbuki:
وَاِذَا بَدَّلْنَٓا اٰيَةً مَكَانَ اٰيَةٍۙ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا يُنَزِّلُ قَالُٓوا اِنَّمَٓا اَنْتَ مُفْتَرٍۜ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿١٠١﴾
101: Biz bir âyetin yerine onun hükmünü kaldıracak başka bir âyet getirdiğimiz zaman, ki Allah neyi indireceğini çok iyi bilmektedir, kâfirler: “Sen, başka değil, sadece Allah adına yalan uyduran bir iftirâcısın!” derler. Hayır! Onların çoğu işin gerçeğini bilmezler.
TEFSİR:
Nesh ve tebdîl, bir şeyi kaldırmakla birlikte bir başkasını onun yerine koymaktır. Cenâb-ı Hak bir kısım âyetleri indirir, mü’minler onunla bir müddet amel eder, sonra onu kaldırıp yerine başka bir âyet indirirdi. Nitekim Abdullah b. Abbas (r.a.)’den şu bilgi nakledilir: Resûlullah (s.a.s.)’e içinde şiddet olan bir âyet nâzil olduğunda insanlar onu alır ve Allah’ın dilediği bir süreye kadar onunla amel ederlerdi. Sonra o âyetle amel insanlara zor gelir ve Allah da bu hükmü nesh eder, yerine katından bir rahmet olarak amel edilmesi daha kolay ve daha hafif bir âyet indirirdi. Bu gibi durumlar karşısında Kureyş kâfirleri: “Muhammed ashâbıyla alay ediyor. Onlara bugün bir emir veriyor, yarın onu yasaklıyor ve daha kolay bir şey getiriyor. Bu ancak, onun kendinden ortaya attığı bir iftiradır” derlerdi. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XX, 93) Âyet-i kerîme bu tür durumlardan bahsetmektedir. (bk. Bakara 2/106)
Bu bakımdan işin gerçeğini açıklamak üzere:
قُلْ نَزَّلَهُ رُوحُ الْقُدُسِ مِنْ رَبِّكَ بِالْحَقِّ لِيُثَبِّتَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَهُدًى وَبُشْرٰى لِلْمُسْلِم۪ينَ ﴿١٠٢﴾
Karşılaştır 102: Rasûlüm! De ki: “O Kur’an’ı mü’minlerin imanını pekiştirmek, müslümanlara bir doğru yol rehberi ve bir müjdeci olmak üzere Rabbinden değişmez bir gerçek olarak Rûhu’l-Kudüs indirmektedir.”
TEFSİR:
Bu âyet-i kerîme müşriklerin yukarıdaki iddiasını reddedip bu vesileyle Kur’an’ın inişinin bir kısım hikmet ve maksatlarını haber verir. Buna göre Cibrîl (a.s.) vasıtasıyla peyderpey inen Kur’an’ın gayesi, getirdiği kesin delillerle inananların imanını kuvvetlendirmek, kalplerine sebât vermek, Allah’ın emirlerine teslim olanların doğru yolu bulmalarına rehberlik yapmak ve Kur’an yolunda yürüyenlere ebedî bir kurtuluş ve saadetin müjdesini vermektir. Buna göre onu hemen reddetmek veya ona cephe almak yerine, onun bu ulvî hedefleri üzerinde düşünmek şüphesiz ki daha faydalı olacaktır.Ömer Çelik
وَلَقَدْ نَعْلَمُ اَنَّهُمْ يَقُولُونَ اِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌۜ لِسَانُ الَّذ۪ي يُلْحِدُونَ اِلَيْهِ اَعْجَمِيٌّ وَهٰذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُب۪ينٌ ﴿١٠٣﴾
103: Senin hakkında kâfirlerin: “Ona Kur’an’ı kesinlikle bir insan öğretiyor” dediklerini elbette biliyoruz. Kaldı ki, Kur’an’ı sana öğrettiğini iddia ettikleri kişinin dili yabancıdır, Kur’an ise açık ve anlaşılır bir Arapçadır.
اِنَّ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِۙ لَا يَهْد۪يهِمُ اللّٰهُ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿١٠٤﴾
104: Allah’ın âyetlerine inanmayanları Allah doğru yola erdirmeyecektir. Üstelik onlara pek acı bir azap vardır.
اِنَّمَا يَفْتَرِي الْكَذِبَ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِۚ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَاذِبُونَ ﴿١٠٥﴾
105: Böyle bir yalanı ancak Allah’ın âyetlerine inanmayanlar uydurur. İşte asıl yalancılar da onlardır.
TEFSİR:
Rivayete göre Mekke’de Aynu’t-temr ahâlisinden işleri kılıç cilalamak olan Yesar ve Cebr adlı iki hıristiyan köle vardı. Kendi dilleriyle bir kitap okurlardı. Resûlullah (s.a.s.) onlara uğrar ve okuduklarını dinlerdi. Bu sebeple müşrikler: “Muhammed Kur’an’ı onlardan öğreniyor” dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu 103. âyeti indirip onları yalanladı. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 288) Gerçekten de bu olacak iş değildir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s.)’e Kur’an’ı öğrettiğini iddia ettikleri kişinin dili yabancı, Kur’an’ın dili ise, hem muhtevası hem nazmı itibariyle hiçbir beşerin benzerini ebediyen söyleyemeyeceği güzellikte apaçık Arapça bir dildir. Anadili Arapça olan ve Arapçayı çok iyi seviyede bilen birinin bile Kur’an gibi bir söz söyleme ve öğretme imkânı yokken, hele hele hiç Arapça bilmeyen birinin, Arapçanın en güzel örneği olan Kur’an gibi bir edebiyat şaheserini, insanlığın din ve dünyasını kurtaracak kıymette bir hikmet kaynağını dikte ettirdiğini söylemek düpedüz saçmalıktan başka bir şey değildir.
Bu tür iddialar ortaya atarak Allah’ın âyetlerine inanmayanları, Allah, bu durumlarını devam ettirdikleri sürece doğru yola erdirmeyecektir. Bu şekilde imansız öldükleri takdirde cehennemde acı bir azaba uğrayacaklardır. Peygamberimiz (s.a.s.) ve İslâm hakkında yalanları, önceden müşriklerin yaptığı gibi bundan böyle de, ancak Allah’ın âyetlerine inanmayan ve yalancıların ta kendileri olan kimseler ileri süreceklerdir.
Ancak, baskı ve işkence altında tutularak gönlünde taşıdığı doğru düşünce ve inancın aksini ifade etme, daha açık bir ifadeyle “yalan söyleme” zorunda kalan müslümanın hâli ne olacaktır:
مَنْ كَفَرَ بِاللّٰهِ مِنْ بَعْدِ ا۪يمَانِه۪ٓ اِلَّا مَنْ اُكْرِهَ وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالْا۪يمَانِ وَلٰكِنْ مَنْ شَرَحَ بِالْكُفْرِ صَدْرًا فَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ مِنَ اللّٰهِۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ ﴿١٠٦﴾
Karşılaştır 106: Kalbi imanla dopdolu ve doygun olduğu halde baskı altında kalarak inkâra zorlanıp da bunu ancak diliyle yapan hâriç, her kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr eder ve bile isteye gönlünü küfre açarsa, böylelerinin üzerine dünyada Allah tarafından bir hışım çökecek, âhirette de onların payına çok büyük bir azap düşecektir.
TEFSİR:
Âyetin şöyle bir iniş sebebi vardır: Rivayete göre müşrikler Ammâr’ı, babası Yâsir’i, annesi Sümeyye’yi, Suheyb’i, Bilâl’i, Habbab’ı ve Salim’i alıp onlara işkence etmeye başladılar. Sümeyye, iki deveye bağlandı ve ön tarafına bir harbe saplandı. Ona, “Sen erkekler sebebiyle İslâm’a girdin” denildi. Hem kendisi hem de kocası Yâsir fecî bir şekilde öldürüldü. İslâm tarihinde ilk şehit edilen kişiler bunlardır. Ammâr ise, zor ve baskı altında diliyle onların istediklerini söyledi. Sonra gelip bunu Resûlullah (s.a.s.)’e arzetti. Efendimiz: “Kalbini nasıl buluyorsun?” sorunca O, “İman ile dopdolu ve huzur bulmuş olarak” diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.): “Bir daha aynı şeyi yapmaya kalkışacak olurlarsa, sen de öyle yap” diye izin verdi. (Hâkim, el-Müstedrek, II, 357)
Dolayısıyla bu âyet, imanlarından vazgeçirilmek üzere dayanılmaz işkencelere ve acılara maruz bırakılan müminlerle alâkalıdır. Onlara, eğer hayatlarına karşılık küfrü kabul etmeye zorlanırlarsa, kalpleri iman bakımından sağlam olmak şartıyla sadece dilleriyle küfür sözlerini söylemelerinde bir sakınca olmadığı, böyle yaptıklarında affedilecekleri bildirilmektedir. Diğer taraftan eğer küfrü gönülden kabul ederlerse, hayatlarını kurtarsalar bile Allah’ın azabından kurtulamazlar. Fakat bu, kişinin hayatını kurtarmak için küfrü mutlaka söz ile kabul etmesi gerektiği mânasına gelmez. Bu sadece bir ruhsattır ve mümin için ideal bir durum değildir. Bu ruhsata göre eğer kişi küfrü kabul ettiğini söylerse, bundan hesaba çekilmez. Gerçekte bir mümin için ideal olan vücudu parça parça doğransa bile haktan başka bir şey söylememektir.
Resûlullah (s.a.s.) zamanında bazılarının bu ideale göre davrandığını, bazılarının ise kendilerine verilen izinden faydalandıklarını gösteren misaller vardır: Habbab b. Eret (r.a.) eriyen yağları ateşi söndürünceye dek kor üzerinde yatmaya zorlanmış, fakat imanında sebat göstermiştir. Bilal-i Habeşi (r.a.) de demirden bir zırh içinde kavurucu sıcağın ortasında bırakılmıştır. Daha sonra kızgın kum üzerinde sürüklenmiş, fakat yine de “Allah birdir” demeye devam etmiştir. Habib b. Zeyd b. Asım (r.a.) adındaki müminin ise yalancı peygamber Müseylime’nin emriyle uzuvları birer birer kesilmiştir. Her uzvu kesilişinde ona bu yalancıyı peygamber olarak kabul etmesi söylenmiş, fakat o son nefesini verinceye dek her seferinde onun peygamberliğini reddetmiştir. (bk. Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, V, 172) Ammar b. Yasir (r.a.) ise yukarıda zikredildiği üzere çektiği acılar karşısında canını kurtarabilmek için sadece diliyle onların istediklerini söylemiştir.
Bu gibilere bir sorgu ve ceza olmakla beraber kalplerini isteye isteye küfre açan kimselerin dünyada Allah’ın gadap ve hışmına, âhirette de büyük bir azaba uğrayacaklarında şüphe yoktur. Bunun sebebi şudur
ذٰلِكَ بِاَنَّهُمُ اسْتَحَبُّوا الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِۙ وَاَنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ ﴿١٠٧﴾
107: Onları böyle bir yola iten sebep, ancak dünya hayatına gönül verip onu âhirete tercih etmeleridir; Allah da, artık küfürde kökleşmiş o inkârcılar gürûhunu doğru yola erdirmez.
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ طَبَعَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْۚ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ ﴿١٠٨﴾
108: Böyleleri, küfürleri yüzünden kalplerini, kulaklarını ve gözlerini Allah’ın mühürleyip çalışmaz hâle getirdiği kimselerdir. Onlar gâfillerin ta kendileridir.
لَا جَرَمَ اَنَّهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ هُمُ الْخَاسِرُونَ ﴿١٠٩﴾
109: Şüphesiz âhirette en büyük zarara uğrayacak olanlar da onlardır.
TEFSİR:
Âyetlerin bildirdiği sebepleri daha açık söylemek gerekirse:
› Dünya hayatına gönül verip onu âhiret hayatına tercih etmeleri; âhireti unutup sadece dünya zevklerine dalmaları,
› Kâfirlikte devam etmeleri yüzünden bir türlü Allah’ın davetine kulak verip doğru yolu bulamamaları,
› Yine küfürde ve İslâm’a düşmanlıkta ısrar etmeleri sebebiyle, yaptıklarının tabii bir neticesi olarak Allah tarafından kalplerinin, kulaklarının ve gözlerinin mühürlenmesi,
› Gerçeği bir nebze dahi olsa sezmelerine imkân bulamayacak şekilde derin ve koyu bir gafletin içinde olmaları.
Bu sebeple onlar, dünyada ömür sermayelerini ebedî azaba sebep olacak davranışlara sarf ederek zayi ettikleri için âhirette de gerçekten zarara uğrayan kimseler olacaktır. Müflisler gibi elleri boş, gönülleri hasret ve nedâmetle dolu olarak cehennem ateşine yaslanacaklardır. Hem pişmanlık ateşiyle kalpleri ve ruhları, hem de cehennem ateşiyle bedenleri yanacaktır.
Bununla birlikte, İslâm’ı en güzel bir şekilde yaşayabilmek için hicret, cihad ve sabır gibi ilâhî buyruklara sarılan mü’minlere Yüce Allah’ın muamelesi elbette farklıdır:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
ثُمَّ اِنَّ رَبَّكَ لِلَّذ۪ينَ هَاجَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُٓواۙ اِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ۟ ﴿١١٠﴾
110: Sonra şu da kesin bir gerçek ki, elbette senin Rabbin, mihnet ve işkencelerle, zulüm ve baskılarla sınandıktan sonra hicret eden, ardından Allah yolunda cihâd eden, çalışıp didinen ve sabredenlerin yardımcısıdır. Doğrusu Rabbin, onların bütün bu güzel davranışlarına karşılık olarak gerçekten çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
يَوْمَ تَأْت۪ي كُلُّ نَفْسٍ تُجَادِلُ عَنْ نَفْسِهَا وَتُوَفّٰى كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ ﴿١١١﴾
111: Mahşer günü herkes gelip sadece kendisini kurtarmaya çalışacak, herkese dünyada iken yaptıklarının karşılığı eksiksiz ödenecek ve kimseye haksızlık yapılmayacaktır.
TEFSİR:
Müşrikler, Mekke’de müslümanları dinlerinden döndürmek için onlara akla hayâle gelmedik eziyetler yaptılar, işkence ettiler, dövdüler, sövdüler, hatta öldürdüler. Bu yapılanlar sadece müslümanların imanlarının kuvvetlenmesine ve dinlerine daha sıkı bağlanmalarına sebep oldu. Fakat şartlar iyice kötüleşip Mekke artık yaşanamaz hale gelince önce Habeşistan’a, ardında da Medine’ye hicret ettiler. Medine’ye hicretten sonra da din düşmanlarıyla Bedir, Uhud, Hendek, Huneyn, Tebük gibi büyük savaşlar yaptılar ve hep sabrettiler. Cenâb-ı Hak onlara ve kıyamete kadar da gerektiğinde hicret, cihad ve sabır bakımından onların izinden yürüyenlere mağfiret ve merhametini müjdelemektedir. Allah dünyada onlara zafer ve hoş bir hayat lütfedeceği gibi, herkesin bir bahane bulup kendini savunmaya kalkışacağı, ancak herkese sadece yaptığının karşılığının verileceği, kimseye en küçük bir haksızlığın yapılmayacağı çetin ve belâlı mahşer gününde de onlara mağfiret ve merhametiyle muamele edecektir. müslüman Allah yolundaki eziyet, meşakkat ve imtihanlara bunun için sabretmeli, böyle güzel bir neticeye ulaşabilmek, fânî imkânlarını ebedî nimet ve sermayeye dönüştürebilmek için var gücüyle çalışmalıdır.
Unutmamak gerekir ki, Allah’ın emirlerine itaat ve nimetlerine şükür, her türlü başarı, mutluluk ve kurtuluşun en mühim anahtarı iken, bunun aksine inkârcılık ve nimetlere nankörlük ise, sadece âhirette değil, dünyada bile büyük felâketlere uğramaya sebeptir: