Hıcr Süresi Meal Ve Tefsiri 1-15

#1 von Kurban , 14.12.2023 05:36

Hıcr Süresi Meal Ve Tefsiri 1-

Hakkında
Mekke döneminde inmiştir. 99 âyettir. Sûre, adını 80. âyette geçen “Hicr” kelimesinden almıştır. Hicr, Medine’nin kuzeyinde vaktiyle Semûd kavminin yaşadığı bir yerin adıdır. Sûre de başlıca Allah’ın birliği, peygamberlik, öldükten sonra dirilme ve hesap konuları; peygamberlerin, çeşitli zamanlarda azgınlara ve inkârcılara karşı verdikleri mücadeleler çerçevesinde ele alınmaktadır. Bu sûre de ayrıca ilâhî kitapların kendisiyle kemale erdiği Kur’an’ın, her türlü tahriften korunacağı hükmü de yer almaktadır.
Nuzül
Mushaftaki sıralamada on beşinci, iniş sırasına göre elli dördüncü sûredir. Yûsuf sûresinden sonra, En‘âm sûresinden önce Mekke döneminde, müşriklerin Hz. Peygamber’e ve müslümanlara yaptıkları baskıların şiddetlendiği yıllarda nâzil olmuştur (bk. âyet 94). İbn Âşûr’a göre (XIII, 6) bi‘setin (Hz. Peygamber’e vahyin gelmeye başlamasının) dördüncü yılının sonunda inmiştir. 87. âyetin Medine’de indiği yolundaki bilgi itimada şayan görülmemektedir.
Hicr Suresi neye iyi gelir?
Kâ'b'dan rivayet edilen, “Hicr sûresini okuyan kimseye muhacirlerin, ensarın ve Hz. Peygamber'le alay eden kişilerin sayısının on katı ecir verilir” meâlindeki hadisin mevzû olduğu kabul edilmektedir (İbnü'l-Cevzî, I, 239-241; Zerkeşî, I, 432; İbn Hacer, IV, 94).
Dua, istek ve dileklerin kabulü için okunması gereken bu ayet, Müslümanlar için çok faziletlidir. Ayrıca rızkı ve bereketi artırmak, büyük sevap kazanmak, herkes tarafından sevilip sayılmak için de Hicr suresinin okunması buyrulmuştur.
Hicr süresi ve okunmasında kazanacağımız faydaları;
1-Kim bu süreyi yazıp üzerinde üzerinde taşırsa hayır ve berekeri artar.
2-Ticarette kazancın artması için 3 defa okunur.
3-Hicr süresinin 9’ncu ayetini yazar ve 40 okuyup üzerinde taşırsa,yüce Allah’ın koruması altında olur.Allah onu her türlü kaza ve belalardan korur.
4-Bir kimse makam sahipları tarafından kabul görmek,herkes tarafından saygı ve sevgi görmek isterse hicr süresinin 16’ncı ayetini yazıp üzerinde taşırsa istediği olur.
Konusu
Sûrenin ilk konusu Kur’an, vahiy ve peygamberliktir. Daha sonra insanın beden ve ruh varlığının yaratılış süreci ile İblîs’in Allah’tan gelen secde buyruğuna uymaması anlatılır. İyilerin uhrevî mükâfatları, Allah’ın rahmetinin genişliği; Hz. İbrâhim ve Lût ile Eyke halkı ve Hicr halkıyla ilgili kısa bilgiler, Hz. Peygamber’e ve müminlere verilen müjdeler, inkârcılara yapılan uyarılar sûrenin belli başlı konularıdır.
Euzu besmele Arapça olarak "بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم"(Bismillahirrahmanirrahim)Rahman Ve Rahim Olan Allahın Adıyla...
الٓـرٰࣞ تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ وَقُرْاٰنٍ مُبٖينٍ ﴿١﴾
﴾1﴿ Elif-lâm-râ. Bunlar kitabın, apaçık Kur’an’ın âyetleridir.
Tefsir
Kur’an-ı Kerîm’in bazı sûrelerinin başında yer alan bu harflere “hurûf-ı mukattaa” adı verilir (İslâm bilginlerinin bu harflerle ilgili görüş ve yorumları hakkında bilgi için bk. Bakara 2/1).
“Kitap”tan da, “Kur’an”dan da maksat, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kitap, onun satırlarda yazılmasına, Kur’an ise onun sadırlarda ezberlenip dâimî olarak dillerde okunmasına işaret eder. Kur’ân-ı Kerîm’in mühim vasıflarında biri, mesajının açık olması, hak ile bâtılı ve bütün ilâhî gerçekleri en ince ayrıntısına kadar beyân etmesidir. Dolayısıyla onu, başka sözlerle kıyas etmeyip, lâzım gelen tâzim ve itinâyı göstererek okumak ve dinlemek gerekir. Zira ona inanmayanları çaresiz bir pişmanlık ve hazin bir son beklemektedir.Ömer Çelik
Âyetteki “bu” işaret zamiri sûrenin âyetlerini ve onların içerdiği bilgileri gösterir. Taberî’ye göre “kitap” –bugün Kitâb-ı Mukaddes diye anılan– Tevrat ve İncil gibi önceki kitaplardır; “Kur’an” ise Kur’an-ı Kerîm’in (o zaman henüz tamamlanmadığı için bütününü değil) inzal edilmiş olan kısmını ifade eder (XIV, 1). Zemahşerî hem “kitap” hem de “Kur’an” kelimesiyle konumuz olan sûrenin kastedildiğini belirtir (II, 309). Râzî’ye göre ise her iki kelimeden maksat Kur’an-ı Kerîm’dir; fakat ilki onun yazılı şeklini, ikincisi de okunuşunu ifade eder (XIX, 151). İbn Âşûr da bu görüşü tercih etmiştir (XIV, 8).
Âyetin sonundaki mübîn kelimesi genellikle “açık seçik, anlaşılan” veya kısaca “apaçık” şeklinde çevrilir. Taberî’ye göre kelime burada, “O Kur’an âyetleri, üzerinde düşünüp taşınanlara doğruluk ve hidayet yolunu açıklar” anlamına gelecek bir konumda kullanılmıştır. Bu anlama göre sûrenin başında dinleyici ve okuyucu, sıradan bir sözle değil, insanlığa doğruluk ve hidayet yolunu gösteren, ebedî kurtuluş için gerekli olan inanç ve amel hayatıyla ilgili bilgiler ve dersler veren ilâhî kelâmla karşı karşıya bulunduğu hususunda uyarılmakta; âyetleri bu şuurla, onlardan istifade edecek tarzda dikkatli ve edepli bir şekilde dinlemek veya okumak gerektiğine işaret edilmektedir.
Sonuç olarak sûrenin başında ilâhî vahyin önemine dikkat çekilmekte, onu dikkatle dinleyip aydınlatıcı içeriğinden yararlanarak doğru yolu bulmanın gerekliliği vurgulanmaktadır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 330

رُبَمَا يَوَدُّ الَّذٖينَ كَفَرُوا لَوْ كَانُوا مُسْلِمٖينَ ﴿٢﴾
﴾2﴿ Zaman olacak, inkâr edenler, “Keşke müslüman olsaydık!” diye hayıflanacaklar.
Tefsir
İnkârcıların ileride, İslâm ve müslümanlar karşısındaki tutumlarının haksız ve yanlış olduğunun farkına vardıklarında ve bu tutumun kendilerini götürdüğü kötü âkıbetle karşılaştıklarında hissedecekleri pişmanlık dile getirilmekte, ama bunun boşuna bir hayıflanma olacağına işaret edilmektedir. Bu suretle dolaylı olarak, muhataplara, “Şimdi Allah’ın âyetlerini dikkatle dinleyip onların ışığıyla inanç ve amel hayatınızı aydınlatmazsanız sizin başınıza gelecek olan budur!” denilmektedir.
Tefsirlerde inkârcıların bu pişmanlığı ne zaman ve hangi olay veya olaylar karşısında yaşayacakları konusuyla ilgili, “ölüm sırasında”, “kıyamet saatinde”, “âhirette müslümanların cehennem ateşinden kurtuldukları vakit” şeklinde üç değişik görüş ileri sürülmüştür. Ancak Râzî’nin Zeccâc’a isnat ettiği ve benimsediği “İnkârcı kişi, bir azap manzarasıyla karşılaştığında, müslümanın güzel bir durumunu gördüğünde hep kendisinin de müslüman olmadığına hayıflanacaktır” (XX, 154) şeklindeki yorum en isabetli olanıdır. Aslında, âyetin ilk muhatapları Hz. Peygamber’e karşı ilk direnişte bulunup inkâra sapan Mekke müşrikleri olduğuna göre onlar bu pişmanlık halini ilk defa daha Peygamber efendimiz Mekke’yi fethettiği, dolayısıyla müşriklerin müslümanlar karşısında bir daha ayağa kalkamayacak şekilde yıkılıp gittiklerini gördükleri zaman yaşamışlardır; kuşkusuz âhirette müslümanların nâil olacağı nimetleri gördüklerinde onlara daha çok yerinecekler, ettiklerine daha çok pişman olacaklardır. Kur’an-ı Kerîm’de inkârcıların âhirette hissedecekleri pişmanlığı anlatan ifadelerin birinde şöyle buyurulmaktadır: “İşte o gün gerçek egemenlik rahmânındır ve o gün inkârcılar için çok zor bir gün olacaktır. O gün, (dünyadayken) haktan sapmış kişi ellerini ısırarak şöyle diyecek: Keşke Peygamber’le birlikte aynı yolda olsaydım! Eyvah! Keşke falancayı kendime dost edinmeseydim!” (Furkan 25/26-29).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 330-331
Bu hususta Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kıyamet gününde cehennemlikler cehennemde toplanırlar. Kıble ehlinden Allah’ın dilediği bir kısmı da günahları sebebiyle onlarla beraber bulunur. Kâfirler, bunlara: «Siz müslüman değil miydiniz?» derler. Onlar da «Evet!» diye cevap verirler. «O halde gördünüz ya müslümanlığınızın hiç faydası yokmuş, işte siz de bizimle beraber ateşte yanıyorsunuz» diye onları kınarlar. Onlar: «Hayır öyle değil; bizim bir takım günahlarımız vardı. Yüce Allah, onunla mesul tuttu» derler. Bunun üzerine Yüce Allah o kâfirlere gazap buyuracak; rahmeti ve ihsanıyla da kıble ehlinden olanların kurtuluşlarını emredecek, onlar da cehennemden çıkacaklar. İşte o vakit kâfirler: «Ah, keşke biz de müslüman olsaydık» diyecekler.” (Hâkim, el-Müstedrek, II, 242; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, X, 379)
Bu bakımdan onlara İslâm’ı tebliğden geri kalmamak şartıyla kâfirlerin dünya hayatında yiyip içmelerine, hayvanlar gibi nefsânî arzularının, zevk ve eğlencenin peşine düşmelerine fazla aldırış etmeye değmez. Çünkü bunlar boş bir aldanıştır; sonu hüsrandır. Ölümle bunların bir hiç olduğunu fark edecek, gerçek hayatın âhiret hayatı olduğunu anlayacaklardır. “Âh! Keşke!” diyecekler, fakat iş işten geçmiş olacaktır.
“Emel”; dünyayı sevmek, ona dört elle sarılmak ve âhiretten yüz çevirmektir. Dünya işlerinin görülebilmesi için bunun belli bir miktarı normal görülse de, husûsiyle tûl-i emel, yani ardı arkası kesilmez dünyevî arzu ve istekler zararlı ve tehlikelidir. Böyle bir hastalık kalpte yerleştiği zaman onu bozar ve onun tedavisini güçleştirir. Bu sebeple Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Dört şey bedbahtlık alâmetidir: Göz damarlarının donup Allah korkusuyla yaş akıtmaması, kalbin katılaşması, ardı arkası kesilmeyen boş arzular ve dünya hırsı.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, X, 226)
Yaşayacağı günler hatta alacağı nefesler bile sayılı olan insan, bu tür kalbî hastalıklardan uzaklaşarak ömrünü imanla sona erdirmenin gayreti içinde olmalıdır:

ذَرْهُمْ يَأْكُلُوا وَيَتَمَتَّعُوا وَيُلْهِهِمُ الْاَمَلُ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ ﴿٣﴾
﴾3﴿ Bırak onları; yesinler, yararlansınlar, boş ümit oyalasın onları; yakında bilecekler!
Tefsir
“Bırak onları...” buyruğu, Hz. Peygamber’in artık inkârcıları uyarmaktan vazgeçmesini, tebliğ görevini terketmesini öngören bir emir olarak anlaşılmamalıdır. Bu ifade, nefsanî tutkularının kölesi olmak yüzünden büsbütün dalâlette bulunan inkârcıların, bu durumlarıyla muhatap almaya değer sayılmayacak kadar kendilerini değersiz hale getirdiklerini ima etmekte, bu yönüyle onlara karşı ağır bir kınama ve uyarı maksadı taşımaktadır.
“Boş ümit” diye çevirdiğimiz emel kelimesi, sözlükte “istemek, ummak” anlamına gelir. Özellikle ahlâk kitaplarında, gerçekleşmesi uzun zamana bağlı olan ve çok defa elde edilemeyen ümit ve arzular için kullanılır. Bazı dilciler uzun vadeli ümit ve beklentilere emel, orta vadeli olanlara recâ, kısa vadeli olanlara da tama‘ (tamah) denildiğini belirtirler (Feyyûmî, “eml” md.). Kehf sûresinin 46. âyetinde emel kelimesi mutlak anlamda “arzu edip ümit bağlama” mânasına gelecek şekilde geçmektedir. Ahlâk kitaplarında, emel kelimesinin hadislerdeki kullanımından yararlanılarak, insanın uzun vadeli dünyevî arzular taşımasına, zihnini yoğun bir şekilde bunlarla meşgul edip çabalarını bu yönde harcamasına tûl-i emel, istek ve arzularına sınır koyarak özellikle âhiret hayatı için yararlı olacak işlere önem vermesine de kasr-ı emel denilmiştir. “Yaşlı kişinin bütün güçleri zayıflasa da dünya sevgisi ve uzun emeller konusunda gönlü hep genç kalır” (Buhârî, “Rikak”, 5) anlamındaki hadis, bir yandan uzun emellere kapılmama yönünde bir uyarı anlamı taşırken, bir yandan da insanın içindeki emel eğiliminin bütünüyle yok edilemeyeceğini göstermektedir. Bu hadisi de dikkate alan bazı ahlâk âlimleri, hırs derecesindeki emeli yanlış ve zararlı bulmakla beraber, insana yaşama arzusu ve gelecek ümidi veren emel duygusunu yararlı, hatta dünya hayatının düzeni, birey ve toplumun refahı için gerekli görmüşlerdir (meselâ bk. İbn Hibbân el-Büstî, s. 129-132; Mâverdî, Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 146-147). Ancak konumuz olan âyette emel kelimesi bu olumlu anlamıyla değil “insanı oyalayan, âhireti unutturan dünyevî arzular”ı ifade etmek üzere kullanılmıştır.
Bu âyetten anlaşıldığına göre inkârcıları müslüman olmaktan alıkoyan ve ileride pişmanlık duyup müslümanlara imrenecekleri bir duruma düşmelerine sebep olan şey, onların akıllarını kullandıktan, düşünüp taşındıktan sonra bu dinin hak olmadığı kanaatine varmaları değildir; aksine, onların sağlıklı düşünmelerini, hakikati görmelerini ve hidayete ermelerini engelleyen şey, bedensel hazlara, arzu ve ihtiraslara kendilerini kaptırmaları; geçici, boş ve değersiz amaç, emel ve kuruntularla oyalanmalarıdır. Âyet, insanların kendi tercihleri istikametinde yaşamakta serbest olduklarını ve sonuçta eylemlerinin kendileri için ne getirip ne götüreceğini ileride görüp anlayacaklarını bildirerek hem insanın özgürlüğüne işaret etmekte hem de özgürlüğün aynı zamanda bir sorumluluk getirdiği, dolayısıyla doğru kullanılması gerektiği hususunda uyarıda bulunmaktadır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 331-332
وَمَٓا اَهْلَكْنَا مِنْ قَرْيَةٍ اِلَّا وَلَهَا كِتَابٌ مَعْلُومٌ ﴿٤﴾
﴾4﴿ Biz hiçbir toplumu, kendilerine gönderilmiş belli bir kitap olmadan helâk etmedik.
مَا تَسْبِقُ مِنْ اُمَّةٍ اَجَلَهَا وَمَا يَسْتَأْخِرُونَ ﴿٥﴾
﴾5﴿ Hiçbir ümmet kendi ecelini ne öne alabilir ne de erteleyebilir.
Tefsir
Özel olarak Hz. Peygamber dönemindeki Mekke müşrikleri, genel olarak benzer inançlar benimseyen, benzer tutum ve davranışlar sergileyen topluluklar için yeni bir uyarı anlamı taşıyan bu âyetlerde bireyler gibi bütün uygarlıkların, dinî, etnik vb. toplulukların da sonlu olduğu, her bir uygarlık ve topluluğun, Allah tarafından bilinen belirli bir ömrünün, bir sonunun bulunduğu, bunun ilâhî bir yasa olduğu hatırlatılarak toplumsal hayatı, bu gerçek ışığında tam bir dikkat ve sorumluluk bilinciyle düzenlemek ve sürdürmek gerektiği ima edilmektedir (bu konuda bilgi için bk. En‘âm 6/2).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 332-333

وَقَالُوا يَٓا اَيُّهَا الَّذٖي نُزِّلَ عَلَيْهِ الذِّ كْرُ اِنَّكَ لَمَجْنُونٌؕ ﴿٦﴾
﴾6﴿ Dediler ki: “Ey kendisine vahiy gelen adam! Sen kesinlikle cinlere kapılmış birisin!”
“Vahiy”diye çevirdiğimiz zikir kelimesi sözlükte “ezberleme, hatır­lama, anma, övme”gibi anlamlara gelir. Kur’an-ı Kerîm’de ise –bu sözlük anlamları yanında– özellikle “Allah’ın kullarına gönderdiği uyarı, öğüt, vahiy” vb. mânalarda geçtiği gibi daha önceki bazı kutsal kitaplar (Nahil 16/43; Enbiyâ 21/7, 105) ve –buradaki 6 ve 9. âyetlerde olduğu gibi– özellikle Kur’an için de kullanılmıştır. Nitekim hadislerde Kur’an’ın bir isminin de “zikir” olduğu bildirilir (meselâ bk. Tirmizî, “Sevâbü’l-Kur’ân”, 14).
Müşrikler Hz. Peygamber’e, “Ey kendisine vahiy gelen adam!” diye hitap ederken ona vahiy geldiğine inandıkları için böyle konuşmuyor, aksine onunla alay ediyorlardı.
Müfessirlerin görüşüne göre müşrikler Hz. Peygamber’i mecnun diye itham ederken bunu ya alay maksadıyla mecaz anlamında veya hakikat anlamında söylüyorlardı. Râzî’ye göre (XIX, 158) bu suçlamanın iki sebebi olabilir: ☼a) Vahyin gelişi sırasında Hz. Peygamber’de genellikle kendinden geçmişçesine olağan üstü bir hal görülürdü. Müşriklerin bu hali bir cin çarpması alâmeti saydıkları ve bu yüzden onu delilikle suçladıkları düşünülebilir. ☼b) Peygamber efendimizin Allah tarafından görevlendirilmiş gerçek bir elçi olmasını aklî yönden imkânsız buldukları için peygamberlik iddiasını deli saçması gibi görmüş ve bu yüzden onu delilikle suçlamış olabilirler.
Eskiden Arap putperestleri şairlerin cinlerle ilişkisi bulunduğuna, şiirin de böyle bir bağlantının sonucu olarak şairlerin cinlerden aldıkları ilhamın ürünü olduğuna inanırlardı. Bu yüzden, Hz. Muhammed’in çağdaşı olan müşrikler de bir tür şiir kabul ettikleri Kur’an’ı Allah’tan değil, cinlerden aldığını düşünüyorlardı (bk. Enbiyâ 21/5; Sâffât 37/36). Buna göre âyette müşrikler, Hz. Peygamber’i kastederek telaffuz ettikleri “mecnun” kelimesini sözlük anlamında değil, onun cinlerle ilişkisinin bulunduğu anlamında kullanmış olabilirler (Ateş, V, 54).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 333-334
لَوْ مَا تَأْت۪ينَا بِالْمَلٰٓئِكَةِ اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ ﴿٧﴾
7: “Eğer doğru söylüyorsan, bize melekleri getirip göstersene!”
مَا نُنَزِّلُ الْمَلٰٓئِكَةَ اِلَّا بِالْحَقِّ وَمَا كَانُٓوا اِذًا مُنْظَر۪ينَ ﴿٨﴾
8: Oysa biz melekleri ancak gerçek bir sebep ve hikmetle indiririz. Melekler indiğinde ise artık onlara hiç mühlet verilmez, hemen helâk edilirler.
اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ ﴿٩﴾
Karşılaştır 9: Şüphesiz ki bu Kur’an’ı biz indirdik; onu muhafaza edecek olan da elbette biziz.
TEFSİR:
Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’i hem inişi esnasında cin ve şeytanların karışıklık yapmalarından korumuş hem de onu kıyâmete kadar her türlü bozulma, değişme, artma ve eksilmeden koruyacağını müjdelemiştir. Bu ilâhî korumanın beşerî idrak sınırları içinde şu yollarla gerçekleştiği görülmektedir:
› Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’i bir kelâm mûcizesi kılmış, insanları onda bir artma ve eksiltme yapmaktan aciz bırakmıştır. Çünkü Kur’ân’a bir şey ilave edilecek veya ondan bir şey eksiltilecek olsa hemen Kur’ân nazmı değişir ve bütün aklı erenler onun Kur’ân’dan olmadığını hemen fark eder. Bunun için Kur’ân’ın mûcizelik vasfı, bir şehri kuşatan surlar ve kaleler gibi onu sürekli koruma altında tutar.
› Allah Teâlâ, kıyâmete kadar Kur’ân-ı Kerîm’i yazacak, okuyacak, ezberleyecek, koruyacak, okutacak ve halk arasında neşredecek bir topluluğu vazifelendirmek suretiyle, onu insanların bozup değiştirmesinden muhafaza edecektir.
› Cenâb-ı Hak kelâmını öyle ilâhî bir koruma altına almıştır ki, bir kimse Kur’ân’ın bir harfini veya bir noktasını değiştirecek olsa bütün âlem ona: “Bu yanlıştır, Allah’ın sözünü değiştirmektir” der. Hatta büyük ve heybetli bir adam Kur’an’ın bir harfinde veya harekesinde yanlışlıkla bir hata yapacak olsa çocuklar bile ona hemen, “Efendi yanıldın, doğrusu şöyledir!” derler.
Gerçekten de insanlık tarihine bakıldığında Kur’ân-ı Kerîm’e nasip olan bu korunmanın hiçbir kitaba nasip olmadığı görülür. Bugün dünyanın her tarafında en yaygın kitap olan Kur’an, bir harf farkı olmaksızın on beş asırdır okunup durmaktadır. Bunca matbaa, kaydetme, ulaşım ve iletişim imkânlarına rağmen yirminci asırda yaşamış meşhur şahısların eserlerinde bile farklılıkların bulunması, Kur’an’a nasip olan bu muhafaza işinin başlı başına bir mûcize olduğunu gösterir. Yine bunca dinsizlerin, yahudilerin ve hıristiyanların Kur’ân’ı değiştirmek ve bozmak üzere birçok arzuları, hırsları ve çalışmaları bulunduğu halde, bu kitabın her yönden tahriften korunmuş olarak kalması da en büyük mûcizelerdendir. Buna rağmen kâfirler, Kur’an’la da Peygamber’le de alaydan vazgeçmezler:Ömer Çelik Tefsiri
وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ ف۪ي شِيَعِ الْاَوَّل۪ينَ ﴿١٠﴾
10: Doğrusu biz, senden önce gelip geçen toplumlara da nice peygamberler gönderdik.
وَمَا يَأْتٖيهِمْ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا كَانُوا بِهٖ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ ﴿١١﴾
﴾11﴿ Onlara bir peygamber geldiğinde muhakkak onunla alay ederlerdi.
Tefsir
“Topluluklar” diye çevirdiğimiz şiya‘ kelimesi, kök anlamı “çoğalma, güçlenme, yayılma” şeklinde olan şîanın çoğuludur. Şîa terim olarak, “üyelerinin birbirlerinden güç ve moral aldıkları, belirli bir birlik ve bütünlük oluşturan topluluk, ümmet” veya “bir görüş ve anlayış üzerinde birleşenlerin oluşturduğu grup, fırka” anlamına gelir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “şya” md.; Zemahşerî, II, 311).
Âyette, putperestlerin inat ve inkârları yanında, onların “Ey kendisine vahiy gelen adam! Sen kesinlikle bir mecnunsun!” gibi küstahça söz ve davranışlarına muhatap olan ve bundan dolayı üzülen Hz. Peygamber’i teselli etmek üzere, bu tür davranışların yeni bir şey olmadığı, eski peygamberlerin de böyle davranışlarla karşılaştıkları, alay ve hakarete mâruz kaldıkları bildirilmektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 338
كَذٰلِكَ نَسْلُكُهُ فٖي قُلُوبِ الْمُجْرِمٖينَۙ ﴿١٢﴾
İşte onu (Kur’an’ı) inkârcıların kalplerine,böyle yerleştiririz.
لَا يُؤْمِنُونَ بِهٖ وَقَدْ خَلَتْ سُنَّةُ الْاَوَّلٖينَ ﴿١٣﴾
13. inanmadıkları halde,Nitekim daha öncekilere de bu ilâhî kanun uygulanmıştır
Tefsir
Suçluların yani inkârcıların kalplerine yerleştirilen şeyin ne olduğu sorusuna bağlı olarak 12. âyete tefsirlerde iki değişik mâna verilmiştir: ☼a) “İşte o ‘zikr’i yani ilâhî mesajı, Kur’an’ı suçluların kalplerine böyle yerleştiririz.” ☼b) “İşte inkârcılık, putperestlik ve peygamberlerle alay etme sapkınlığını suçluların kalplerine böyle yerleştiririz.”
Ancak sûrenin ilk âyetlerinin asıl konusu Kur’an olduğundan bu âyetlerdeki zamirlerden de Kur’an’ın anlaşılması daha isabetlidir. Nitekim müfessirler 13. âyete “...hâlâ Kur’an’a inanmamaktadırlar” şeklinde anlam vermişlerdir. Şu halde ilk şıktaki yorum daha isabetlidir. Bu yüzden biz de meâlinde bu görüşü tercih ettik.
Sonuç olarak yukarıdaki tercihlere göre bu iki âyette Allah Teâlâ şöyle buyurmuş olmaktadır: “Peygamber ve ilâhî mesaj karşısındaki inkârcı ve alaycı tavırlarıyla kendilerini suçlu duruma düşüren Arap müşriklerinin kalplerine Kur’an’ı işte böyle yerleştiririz; yani onu işitmelerini, bildikleri dilden konuştuğu için onu anlamalarını, özelliklerini kavramalarını sağlarız; ama yine de tasdike yanaşmazlar, iman etmezler. Halbuki öncekilerin sünneti yani eski kavimleri cezalandıran ilâhî yasa da uygulanmıştır; onlar, eski milletlerin inkârcılıkları, peygamberleriyle alay etmeleri yüzünden başlarına neler geldiğini de bilmektedirler. Ama bundan ibret ve ders almaları gerekirken yine de inkârlarında ısrar ederler.” Allah’ın, Kur’an’ı onu dinleyen putperestlerin kalplerine yerleştirmesi yani onu işitip bilgilenmelerini sağlaması, âhirette artık onların, “Biz Kur’an’ı duymadık, bilgi sahibi olmadık” gibi bir mazeret ileri sürmelerini de imkânsız hale getirmiştir (İbn Âşûr, XIV, 24-25).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 338-339
وَلَوْ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَابًا مِنَ السَّمَٓاءِ فَظَلُّوا ف۪يهِ يَعْرُجُونَۙ ﴿١٤﴾
14: Hatta üzerlerine gökten bir kapı açsak da oradan yukarılara çıksalar bile,
لَقَالُٓوا اِنَّمَا سُكِّرَتْ اَبْصَارُنَا بَلْ نَحْنُ قَوْمٌ مَسْحُورُونَ۟ ﴿١٥﴾
15: Hiç şüphesiz: “Gâliba gözümüz bağlandı; daha doğrusu biz büyülendik” derler.
Tefsir:
Burada kâfirlerin inanmamak için ileri sürdükleri mûcize talep etmek, meleklerin getirilmesini istemek gibi tüm mazeretler çürütülür. Zira onların derdi, peygamberliğin doğruluğuna delil bulmak değil, aksine inanmamak için sudan bahaneler uydurmaktır. Peygamberin doğruluğuna delil istediklerinde üzerlerine gökyüzünden bir kapı açılsa, oradan kuds ve melekiyet âlemine çıksalar ve gerçeği gözleriyle apaçık görseler, öyle bir inkârcı ve inatçı karaktere sahiptirler ki, gördükleri bu gerçeklerin gerçek değil de hayali şeyler olduğunu ve birileri tarafından yanıltıldıklarını iddia ederler. Ayette geçen فَظَلُّوا (fezallû) fiili, göğe yükselme işinin gündüz gerçekleştiğine delalet eder. Yani her şeyin açıkça görüldüğü ve görmede hiçbir tereddüdün olmadığı gündüzün çıksalar ve görseler yine inatlarından vazgeçmezler. Hiçbir şey görmediklerini söylerler, gördüklerini de inkâr ederler. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XIV, 26) Hatta, “daha doğrusu biz büyülendik herhalde, gördüklerimiz sihre uğramış birinin hayallerinden öte bir şey değil” derler.
Bu tablolar, gerçeği kabule engel olan kibri ve pervasız bir inadı canlandırıp, bunun olanca açıklığı ile ortaya çıkmasını sağlar. Böyle insanların inanması ve doğru yolu bulması çok zordur. Bunlarla tartışmanın da hiçbir faydası yoktur. Çünkü bunların inanmamaları, iman etmek için yeterli delil bulamamalarından değil, gerçek karşısında kibirli ve inatçı bir tutum sergilemelerinden ötürüdür. Dolayısıyla burada anlatılan kibirli, gerçeklere kapalı ve onları görmek istemeyen insanın temsilidir. Bu karakter yapısı, belli bir bölgeye ve belli bir zaman dilimine mahsus değildir.Aksine bu, fıtratı bozulan, basîreti kapanan, içindeki anlayı güçleri devre dışı kalan, çevresindeki muazzam ve muhteşem kâinatla ve onda sergilenen ilâhî kudret akışı ve azamet tecellileriyle alakasını koparmış her insanın misâlidir. Oysa insan, Allah’ın birliğini ve sonsuz kudretini göstermek üzere gözünün önüne dikilmiş olan şu muazzam delil ve işaretlere insafla bakıp bunları ibretle seyredecek olsa, hiç zaman kaybetmeden o ölümsüz gerçekle buluşacaktır:Ömer Çelik Tefsiri

 
Kurban
Beiträge: 1.052
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010

zuletzt bearbeitet 16.12.2023 | Top

   

Hicr Süresi Meal Ve Tefsiri 16-35
Nahl Süresi Meal Ve Tefsiri 112-128

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz