İsra Süresi Meal Ve Tefsiri 31-52

#1 von Kurban , 29.11.2023 06:31

İsra Süresi Meal Ve Tefsiri 31-52
وَلَا تَقْتُلُٓوا اَوْلَادَكُمْ خَشْيَةَ اِمْلَاقٍۜ نَحْنُ نَرْزُقُهُمْ وَاِيَّاكُمْۜ اِنَّ قَتْلَهُمْ كَانَ خِطْـًٔا كَب۪يرًا ﴿٣١﴾
31: Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onların da sizin de rızkınızı elbette biz veriyoruz. Onları öldürmek gerçekten çok büyük bir günahtır.
TEFSİR:
Câhiliye döneminde Araplar, fakirlik korkusuyla erkek çocuklarını öldürür, kızlarını da diri diri toprağa gömerlerdi. Günümüzde de çeşitli sebeplerle çocuklar henüz dünyaya gözünü açmadan ana rahminde doğranıp öldürülmektedir. Kürtaj onlardan biridir. Allah Teâlâ, herkesin rızkını verenin kendisi olduğunu beyânla, fakirlik korkusuyla çocukların öldürülmesini yasaklamıştır. Bunun çok büyük bir günah olduğunu belirterek haram kılmıştır. Yeryüzündeki nimetleri, yiyecek ve içecekleri düzenleyen ve her çağda yaşayacak olanlara göre onları ikram eden insanlar değil, Allah Teâlâ’dır. Hatta tarihî gerçeklere bakıldığında, bir bölgenin nüfusu ile geçim kaynaklarının aynı nispette arttığını, hatta geçim kaynaklarının daha da fazla arttığını söylemek mümkündür. Bu sebeple insan Allah’ın işine karışmamalı, üzerine düşen vazifeleri yapmaya çalışmalıdır.
Öncelikli vazifemiz, Allah’ın yasakladığı haramlardan sakınmaktır. Bunların da başında fert, aile ve toplum hayatını yıkıp tarümar eden zina gelmektedir:
وَلَا تَقْرَبُوا الزِّنٰٓى اِنَّهُ كَانَ فَاحِشَةًۜ وَسَٓاءَ سَب۪يلًا ﴿٣٢﴾
Karşılaştır 32: Zinâya yaklaşmayın. Çünkü o, çirkinliği apaçık bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.
TEFSİR:
Âyette “zina etmeyin” değil de “zinaya yaklaşmayın” buyrulmasında dikkat çeken çok mühim incelikler vardır. Bu, zinayla birlikte zinaya götürme tehlikesi bulunan her türlü niyet, söz, fiil ve davranışları da yasaklamakta, bunlardan uzak durmayı istemektedir. Buna göre müslümanlar, fert ve toplum olarak, zinayı önleyici, ona sevkeden sebep ve vasıtaları ortadan kaldırıcı düzenlemeler yapmalı; zinanın işlenmeyeceği temiz bir çevre oluşturmak için gerekli terbiyevî ve hukukî çalışmaları gerçekleştirip bunları kararlı bir şekilde tatbik etmelidirler. Nitekim İslâm, toplumda zinayı engellemek için zina ve zina iftirası suçlarına bir kısım cezalar öngörmüş, örtünmeyle ilgili düzenlemeler yapmış, müstehcen neşriyatı ve fuhşu şiddetle yasaklamış, sarhoş edici içkilerin içilmesini de haram kılmıştır. Zinaya teşvik eden müzik, oyun, reklam ve resimleri de menetmiştir. Bununla birlikte evliliği kolaylaştırıcı, teşvik edici kaideler koymuş ve böylece zinayı tamamen kaldırmayı hedeflemiştir.İkinci yasak, haksız yere insan öldürmekti.

وَلَا تَقْتُلُوا النَّفْسَ الَّت۪ي حَرَّمَ اللّٰهُ اِلَّا بِالْحَقِّۜ وَمَنْ قُتِلَ مَظْلُومًا فَقَدْ جَعَلْنَا لِوَلِيِّه۪ سُلْطَانًا فَلَا يُسْرِفْ فِي الْقَتْلِۜ اِنَّهُ كَانَ مَنْصُورًا ﴿٣٣﴾
33. Haklı bir gerekçeye dayanmaksızın, öldürülmesini Allah’ın haram kıldığı cana kıymayın. Kim haksız yere öldürülürse, onun velisine hakkını arama yetkisi vermişizdir. Fakat o veli de, artık öldürmede ileri gidip Allah’ın belirlediği sınırı aşmasın. Çünkü kendisine verilen bu yetkiyle zâten gerekli yardım yapılmıştır.
TEFSİR:
Haksız yere cana kıymak yasaktır. Birisi haksız yere öldürüldüğünde, Allah Teâlâ, onun hakkını savunmak üzere velisine bir kısım yetkiler vermiştir. Bunlar; yetkili makamlardan kâtilin kısâsen öldürülmesini talep etme, diyet isteme veya affetmedir. Veli bunlardan birini tercih edebilir. Kısası tercih ettiğinde, velinin öldürmede aşırı gitmesi yasaklanmıştır. Yani öldürmede aşırı gitmemeli, o kişiye ölüm yanında işkence etme, azalarını kesme gibi zararlar vermemelidir. Veya katilden başkasına zarar vermemelidir. Çünkü cahiliye döneminde öldürülen kişinin yakınları sadece katilin öldürülmesiyle yetinmez, ya ondan daha şerefli birisini veya bir kişiye karşı iki veya daha fazla kişiyi öldürmedikçe adâletin gerçekleşmeyeceğine inanırlardı. Âyet bu haksızlığı yasaklamakta, Cenâb-ı Hakk’ın emir buyurduğu çerçeve içinde problemin çözümünü istemekte ve bunun dışına çıkılmamasını emretmektedir.
وَلَا تَقْرَبُوا مَالَ الْيَت۪يمِ اِلَّا بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُ حَتّٰى يَبْلُغَ اَشُدَّهُۖ وَاَوْفُوا بِالْعَهْدِۚ اِنَّ الْعَهْدَ كَانَ مَسْؤُ۫لًا ﴿٣٤﴾
34.Yetimin malına yaklaşmayın. Ancak bülûğ çağına erinceye kadar koruma ve geliştirme niyetiyle ona en güzel şekilde yaklaşabilirsiniz. Verdiğiniz sözü de yerine getirin; çünkü herkes verdiği sözden mutlaka sorguya çekilecektir.
TEFSİR:
Yetimlerin mallarına haksızlıkla yeme ve zarar verme niyetiyle yaklaşmak yasaktır. Ancak bülûğ çağına erip, kendi işlerini görebilecek olgunluk yaşına gelinceye kadar onların mallarını en güzel yolarla korumaya, işletmeyeve onu helal yollarla artırmak üzere çalışmalar yapmaya müsaade edilmiştir. Yetimlerin mallarını haksız olarak yemenin cezası cehennemdir. (bk. Nisâ 4/10) Bu sebeple müslümanlar bu hususta çok dikkatli olmalıdırlar. Ayrıca verilen sözler mutlaka tutulmalıdır. Çünkü Allah Teâlâ, bunların tutulup tutulmadığını hesap gününde soracaktır. “Ahdi yerine getirme” kaidesi, sadece fertler arasında gözetilmesi gereken ahlâkî bir emir değil, İslâm devletinin ve toplumunun iç ve dış ilişkilerinde tavrını belirleyen yol gösterici mühim bir prensiptir.İslâm toplum hayatında en önemli prensiplerden biri ölçü ve tartıya dikkat etmektir:
وَاَوْفُوا الْكَيْلَ اِذَا كِلْتُمْ وَزِنُوا بِالْقِسْطَاسِ الْمُسْتَق۪يمِۜ ذٰلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَأْو۪يلًا ﴿٣٥﴾
Karşılaştır 35: Ölçtüğünüz vakit tam ölçün, tarttığınız zaman da doğru teraziyle tartın. Bu, ticâretiniz için daha hayırlı ve sonuç itibariyle daha güzeldir.
TEFSİR:
Ölçüyü ve tartıyı tam yapmak, eksik veya fazla yapmamak, kul hukukuna riâyet bakımından çok mühim bir kaidedir. Fert ve toplum olarak müslümanların çarşı ve pazarda, her türlü ticâri ve iktisâdî münâsebetlerde bu kâideyi tatbik etme ve ettirme mesuliyetleri vardır. Çünkü insanlar arasında güven, huzur ve barışın sağlanması, toplumda refahın artması için buna zaruri ihtiyaç vardır. Meselenin uhrevî boyutu da çok önemlidir. Zira Allah Teâlâ, hak sahibinin rızâsı olmadıkça kul hakkını affetmemektedir.
Ölçü ve tartıya dikkat edenler, hem insanlar yanında sevgi ve saygı görürler, hem Cenâb-ı Hak nezdinde makbul bir kul olurlar. Aynı zamanda böyle davranmanın neticesi de çok güzeldir; dünyada hep fayda sağlar, âhirette de sevap elde etmeye vesile olur.
İnsanı kötülüklerden koruyup iyiliklere sevkedecek önemli husus göz, kulak ve kalp gibi azalarına sahip çıkması ve bunları yaratılış maksatları yönünde kullanmasıdır:
وَلَا تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِه۪ عِلْمٌۜ اِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤٰادَ كُلُّ اُو۬لٰٓئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُ۫لًا ﴿٣٦﴾
36.Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi yaptıklarından sorumludur.
TEFSİR:
Bu âyet-i kerîme insanın bilmediği bir konuda söz söylemesini, hüküm vermesini, bilgisizce davranmasını, bilmediği tanımadığı kimseler hakkında ileri-geri konuşmasını, daha hususi olarak yalancı şâhitlik yapmasını, iftira atmasını, hâsılı bilgi sa­hibi olmaksızın tahmine göre herhangi biri için maddî veya manevî zarara yol aça­cak şekilde konuşmasını ve hareket etmesini yasaklamaktadır. İnsan ancak şu üç vasıta sayesinde bilgi sahibi olabilir. Bunlar kulak, göz ve kalptir. Bunları yaratıldıkları gaye istikâmetinde en güzel şekilde kullanmak insanın en mühim sorumluluklarından biridir. Çünkü Allah Teâlâ, hesap günü insana bu azalarını nasıl kullandığını soracağı gibi, bu azalar da dünyada neler yaptıklarından sorguya çekileceklerdir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“O gün onların ağızlarını mühürleriz de, işlemiş oldukları günahları bize elleri söyler, ayakları da buna şâhitlik eder.” (Yâsîn 36/65)
“Nihâyet ateşin karşısına geldiklerinde kendi kulakları, gözleri ve derileri, vaktiyle işledikleri bütün kötülükleri söyleyip onların aleyhinde şâhitlik edecekler.” (Fussılet 41/20)
وَلَا تَمْشِ فِي الْاَرْضِ مَرَحًاۚ اِنَّكَ لَنْ تَخْرِقَ الْاَرْضَ وَلَنْ تَبْلُغَ الْجِبَالَ طُولًا ﴿٣٧﴾
37.Hem yeryüzünde büyüklük taslayarak yürüme. Çünkü kendini ne kadar büyük görürsen gör ne yeri yarabilir, ne de boyca dağlara erişebilirsin.
TEFSİR:
اَلْمَرَحُ (merah) kelimesi, böbürlenip sağa sola salınarak yürümek mânasına gelir. Dolayısıyla âyet, mütekebbirlerin salınarak yürüdüğü gibi böbürlenip yürümeyi, insanlara büyüklük taslayarak dolaşmayı yasaklamaktadır. Çünkü insan Allah Teâlâ karşısında aciz ve zayıf bir varlıktır. O, ne sert yürüyüşüyle ve ayaklarını sertçe basarak yeri yarabilir; ne de kasılarak yürüdüğü boyuyla dağların uzunluğuna erişebilir. Burada kibirlenen kişilere karşı alaycı bir üslup kullanılmış ve onların ne kadar ahmakça bir davranış içinde oldukları vurgulanmıştır. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” (Müslim, İman 147-149)
“Kim kendisini büyük görür ve böbürlenerek yürürse, kıyâmet günü Allah kendisine gazap etmiş halde O’nun huzuruna varır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 118)
Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.), bir zamanlar böbürlenerek yürüyen bir adamın başına gelenleri şöyle haber verir:
“Vaktiyle kendini beğenmiş bir adam güzel elbisesini giymiş, saçını taramış, çalım satarak yürüyordu. Allah Teâlâ onu yerin dibine geçiriverdi. O adam kıyâmete kadar debelenerek yerin dibini boylamaya devam edecektir.” (Buhârî, Libâs 5; Müslim, Libâs 49, 50)
gibi isimleri vardır. Mushaf tertîbine göre 17, nüzûl sırasına göre 50. sûredir.

كُلُّ ذٰلِكَ كَانَ سَيِّئُهُ عِنْدَ رَبِّكَ مَكْرُوهًا ﴿٣٨﴾
38: Yasaklanan bu tutum ve davranışların hepsi kötü olup, Rabbinin nazarında asla hoş görülmeyen şeylerdir.
ذٰلِكَ مِمَّٓا اَوْحٰٓى اِلَيْكَ رَبُّكَ مِنَ الْحِكْمَةِۜ وَلَا تَجْعَلْ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهًا اٰخَرَ فَتُلْقٰى ف۪ي جَهَنَّمَ مَلُومًا مَدْحُورًا ﴿٣٩﴾
39: İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdendir. Sakın Allah ile beraber başka bir ilâh edinme; yoksa kınanmış ve Allah’ın rahmetinden kovulmuş olarak cehenneme atılırsın!
TEFSİR:
Sûrenin başından ve husûsiyle 22. âyetteki “Allah ile beraber başka bir ilâh edinme!” emrinden başlayarak buraya kadar açık veya gizli zikredilen tâlimatların bir kısmı yapılması gereken emirler, bir kısmı ise kaçınılması gereken yasaklardır. İşte bunların yasaklanmış olanları birer kötülüktür ve bunların işlenmesi Allah katında hoş karşılanmamaktadır. Allah’ın razı olduğu bir kul olabilmek için emredilenleri yapmak, yasaklananlardan da sakınmak gerekir. Bu fasılda konunun başladığı 22. âyette de, “Allah ile beraber başka ilâh edinilmemesi” emredilmiş, konunun tamamlandığı 39. âyette de yine aynı emir tekrar edilerek “Allah ile beraber başka bir ilâh edinilmemesi” istenmiştir. Bu, işin başının da sonunun da tevhid akîdesi olduğunu tekit etmek içindir. Gerçek mânada tevhid akîdesine sahip olmayan kişinin amelleri boşa gider. Neticede kınanmış ve Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılır. Çünkü tevhid, her hikmetin başıdır ve özüdür.
Bu sebeple Allah Teâlâ’nın yüceliğine yaraşır sıfatlarla anılması ve O’na oğullar, kızlar yakıştırarak “hükmüne boyun eğilmeyecek kadar aciz bir tanrı” inancına kapı aralanmaması istenerek şöyle buyruluyor:
اَفَاَصْفٰيكُمْ رَبُّكُمْ بِالْبَن۪ينَ وَاتَّخَذَ مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ اِنَاثًاۜ اِنَّكُمْ لَتَقُولُونَ قَوْلًا عَظ۪يمًا۟ ﴿٤٠﴾
40:.Ey müşrikler! Demek Rabbiniz sizi erkek çocuklarla şereflendirdi, kendisi de meleklerden kızlar edindi öyle mi? Gerçekten siz çok büyük, vebâli çok ağır bir söz söylüyorsunuz.
TEFSİR:
Allah Teâlâ erkek olsun, kız olsun çocuk edinmekten pek yüce ve çok uzaktır. Müşrikler, meleklerin Allah’ın kızları olduklarını kabul ederler, daha şerefli olduğunu düşündükleri erkek çocukların ise kendilerine ait olduğunu söylerlerdi. Kur’ân-ı Kerîm, bu düşünceyi kökünden reddeder ve bunun vebâli gerçekten çok büyük bir söz olduğunu bildirir. Kur’an, çeşitli şekillerde onların bu ve buna benzer düşüncelerinin yanlışlığını, doğrusunun nasıl olması gerektiğini tekrar tekrar beyân eder. Böylece insanların düşünüp öğüt almalarını, gerçeği anlayıp hallerini düzeltmelerini hedefler. Fakat Kur’an’ın bu öğütleri, hidâyetten nasibi olmayanların ancak Hakk’a karşı olan nefretlerini ve hakikate sırt çevirip kaçışlarını artırır.
وَلَقَدْ صَرَّفْنَا ف۪ي هٰذَا الْقُرْاٰنِ لِيَذَّكَّرُواۜ وَمَا يَز۪يدُهُمْ اِلَّا نُفُورًا ﴿٤١﴾
41.Biz, insanlar düşünüp ders alsınlar diye bu çok şerefli Kur’an’da gerçekleri bütün yönleriyle ve farklı farklı açılardan anlatıp duruyoruz. Fakat bu, onların doğru yoldan daha çok nefret edip uzaklaşmalarına yol açmaktadır.
TEFSİR:
Allah Teâlâ erkek olsun, kız olsun çocuk edinmekten pek yüce ve çok uzaktır. Müşrikler, meleklerin Allah’ın kızları olduklarını kabul ederler, daha şerefli olduğunu düşündükleri erkek çocukların ise kendilerine ait olduğunu söylerlerdi. Kur’ân-ı Kerîm, bu düşünceyi kökünden reddeder ve bunun vebâli gerçekten çok büyük bir söz olduğunu bildirir. Kur’an, çeşitli şekillerde onların bu ve buna benzer düşüncelerinin yanlışlığını, doğrusunun nasıl olması gerektiğini tekrar tekrar beyân eder. Böylece insanların düşünüp öğüt almalarını, gerçeği anlayıp hallerini düzeltmelerini hedefler. Fakat Kur’an’ın bu öğütleri, hidâyetten nasibi olmayanların ancak Hakk’a karşı olan nefretlerini ve hakikate sırt çevirip kaçışlarını artırır.
قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُٓ اٰلِهَةٌ كَمَا يَقُولُونَ اِذًا لَابْتَغَوْا اِلٰى ذِي الْعَرْشِ سَب۪يلًا ﴿٤٢﴾
42.Rasûlüm! De ki: “Faraza, onların iddia ettikleri gibi Allah ile beraber başka ilâhlar olsaydı, bu takdirde o ilâhların hepsi, arşın sahibine ulaşmak için mutlaka bir yol ararlardı.”
سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَب۪يرًا ﴿٤٣﴾
43. Allah onların iddia ettiklerinden son derece uzak, çok çok yüce ve pek büyük bir yükseklikle yüksektir.
TEFSİR:
Allah tek ilâhtır. O’nunla beraber ikinci veya daha fazla ilâhların olması mümkün değildir. Eğer -farz-ı muhâl- O’nunla beraber başka ilâhlar olsaydı mecbûren şu ihtimaller devreye girerdi:
› Her biri o bütün mülkün ve saltanatın sahibi olan, kâinatta her şeyi kudret eliyle idâre eden Allah Teâlâ’ya gâlip gelme çaresini arardı. Çünkü gâlip gelmeden gerçek mânada ilâh olamazdı. Nitekim bu mânaya işaret etmek üzere: “Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisinin de dengesi ve düzeni kesinlikle bozulur giderdi. arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdığı her türlü çirkin vasıflardan uzaktır, yücedir!” (Enbiyâ 17/22) buyrulur.
› Her biri Allah Teâlâ’nın tek olan zâtından kuvvet ve kudret elde etmeksizin bir şey yapamayacaklarını bildiklerinden hepsi ona yaklaşmak için bir yol arardı. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “İlah diye taptıkları o varlıklar, “Ne yapsam da O’na yakın olabilsem!” diye Rablerine yaklaşmak için vesile ararlar. Allah’ın rahmetini umar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı, gerçekten sakınılması gereken korkunç bir azaptır.” (İsrâ 17/57) Bu şekilde ise hiçbiri gerçek mânada ilâh olamaz, Allah’ın tek ilâh olduğunu kabul etmek durumunda kalırdı.Dolayısıyla Allah Teâlâ, müşriklerin iddia ettikleri her türlü şirk unsurundan, şüphe ve şaibesinden gerçekten çok yüce, ve son derece ulu ve yüksektir.
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا ﴿٤٤﴾
44. Yedi gök, yer ve bunlar içinde bulunan herkes Allah’ı tesbih eder. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız. Şüphesiz ki O, ceza vermekte hiç acele etmeyen ve çok bağışlayandır.
TEFSİR:
Allah’ı tesbih, O’nun şânının, kudret ve azametinin yüceliğini, bütün noksan sıfatlardan uzak olduğunu dil ile söylemek veya hal diliyle anlatmaktır. Demek ki Allah’ı tesbih hem dille hem de halle olabilmektedir. Bu iki tür tesbih akıl ve irade sahibi olarak bildiğimiz melekler, cinler ve insanlar için geçerli olduğu gibi, bu âyetin delâletiyle, akılsız veya cansız olduklarını düşündüğümüz gökler, yer ve bunlarda bulunan diğer varlıklar içinde geçerlidir.
İnsanın diliyle tesbihi, Allah’ı her türlü noksanlıktan uzaklaştırarak zâtı, sıfatları ve fiilleriyle bütün kemâl sıfatlarına sahip olduğunu dile getirmesi, Allah’ı hep böyle tanıyıp böyle zikretmesidir. Haliyle tesbihi ise itikadı, ibâdeti, ahlâkı, muâmelâtı, hâsılı her türlü düşünce, söz, fiil ve davranışlarıyla Allah’ın birliğine, noksansız ve kusursuz olduğuna inandığını göstermesi, hükümlerine boyun eğmesi, amelinin imanına şâhitlik etmesi­dir.
Bu âyette haber verildiği üzere gökler, yerler, dağlar, taşlar, ağaçlar, kuşlar, hâsılı canlı cansız bütün varlıklar da hem dilleriyle hem de halleriyle Allah’ı tesbih ederler.
Dil ile tesbihlerine gelince, her şey kendi diliyle Hakk’ı tesbih eder fakat âyette belirtildiği gibi insanlar bunu anlayamazlar. Mahlukâtın hal diliyle tesbihlerini, tam olarak olmasa da, bir nebze anlamamız mümkündür. Âyetteki “fakat siz anlayamazsınız” (İsrâ 17/44) buyrulması, onların kendilerine mahsus dilleriyle Cenâb-ı Hakk’ı tıpkı insanların kendilerine mahsus dil ve lisanlarıyla tesbih ettikleri gibi tesbih ettiklerine delalet eder. Nitekim biz, insan olduğumuz halde, bilmediğimiz yabancı dillerde yapılan konuşmaları da, yazılan eserleri de anlayamıyoruz. Halbuki o insanlar her şeyleriyle bizim aynımızdır; konuşurken çıkardıkları sesler, yaptıkları jest ve mimikler de bizimkine çok benzemektedir. Hayvanların da dilleri, konuşmaları, bağrışmaları vardır. Onların çıkardıkları seslerden de bazı şeyleri anlamak mümkün olabilir. Fakat bitkilere ve cansızlara geldiğimizde onların dillerinden bir şey anlamamız iyice zorlaşmaktadır. Fakat kendilerine özgü dillerinin olduğunda ve o dillerle Yaratan’larını tesbih ettiklerinde şüphe yoktur. Nitekim bir kısım âyet-i kerîmeler, Peygamberimiz (s.a.s.) ve sahâbeden gelen bazı bilgiler, bilmediğimiz bu âleme işaretlerde bulunmakta, küçük de olsa bir pencere açmaktadır:
Cenâb-ı Hak, dağların ve kuşların Hz. Dâvûd’la birlikte tesbih etmeleri hakkında şöyle buyurur:
“Biz, dağları Dâvûd’un emrine verdik de, akşam sabah onunla birlikte Allah’ın sınırsız kudret ve yüceliğini tesbih ederlerdi. Etrafında toplanan kuşları da. Hepsi birden tesbih, dua ve yakarışlarla Allah’a yönelir, O’nun iradesine boyun eğerlerdi.” (Sād 38/18-19)
“Taşlardan öylesi de var ki, Allah korkusundan yuvarlanır, düşer.” (Bakara 2/74)
Abdullah b. Mesûd (r.a.) diyor ki: “Biz Allah Resûlü (s.a.s.)’in yanında o hale gelmiştik ki, boğazımızdan geçen lokmaların tesbihini işitirdik.” (Buhârî, Menâkıb 25; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 460)
Fahr-i Kâinat (s.a.s.)’in İslâm’ı tebliğ ettiği ilk yıllarda bir bedevi gelerek:
“– Senin Allah Resûlü olduğunun delîli nedir?” dedi. Resûl-i Ekrem (s.a.s.):
“– Hurma ağacından şu salkımı çağırayım. O benim Allah’ın elçisi olduğuma şehâdet edecektir!” dedi ve onu çağırdı. Salkım ağaçtan inmeye başlayıp Resûlullah (s.a.s.)’in yanına düştü:
“– Selam senin üzerine olsun ey Allah’ın Rasûlü” dedi. Sonra Efendimiz ona:
“– Haydi yerine dön!” diye emredince salkım, döndü ve eski yerine kaynadı. Bedevi bu manzara karşısında derhal müslüman oldu. (Tirmizî, Menakıb 6)
Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Mekke’de bir taş biliyorum. Ben peygamber olarak gönderilmeden önce o bana selam veriyordu. Şu anda dahi ben o taşı tanırım.” (Müslim, Fedâil 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 89)
Hazret-i Ali (r.a.) da şöyle anlatır:
“Peygamber Efendimiz’le birlikte Mekke’de idim. Beraberce Mekke’nin bâzı yerlerine gittik. Dağların ve ağaçların arasından geçiyorduk. Resûlullah (s.a.s.)’in karşılaştığı bütün dağlar ve ağaçlar: «es-Selâmü aleyke yâ Resûlallah!» diyordu” (Tirmizî, Menâkıb 6/3626)
Bu bilgiler, canlı cansız bütün varlıkların Allah’ı zikretmekte ve O’nu tesbih etmekte olduklarını açıkça ortaya koymaktadır.
Hal dilleriyle tesbihe gelince, mâhiyetini tam olarak idrak edemesek de bunda anlaşılmayacak bir durum yoktur. Kâinatta zerreden küreye ne kadar varlık varsa hepsinin Allah Teâlâ’nın koyduğu kevnî kanunlara tâbi olduğunda, boyun eğip itaat ettiğinde şüphe yoktur. Cansız saydığımız eşyada bile, kısıtlı duygularımızla hissedemediğimiz ve ölçülerini Allah’ın belirlediği bir hareketlilik vardır. Atomun çekirdeği etrafındaki elektronlar, akıllara durgunluk verecek bir hızla dönmektedir. Mesela hidrojen atomunun elektronunun, çekirdeği etrafında saniyede 2000 kilometre hızla döndüğü bilinmektedir. Yine astronomi âlimlerinin hesaplarına göre güneş de yörüngesinde, saatte 720.000 kilometrelik muazzam bir hızla hareket etmektedir. Şüphesiz ilmî keşifler ilerledikçe insanoğlunun kâinatın sırları hakkındaki bilgileri de gelişecektir. Nitekim genetikçilerin çözmeye çalış­tıkları genlerin şifresi de bir çeşit dildir. Ayrıca bu çalışmalar ilerledikçe kâinatın sırlarla dolu olduğu, bilinenlere göre bilinmeyenlerin ne kadar çok olduğu ortaya çıkacaktır. İşte kâinattaki bu ince ve hassas nizam Yaratıcısının varlığına ve birliğine şâhitlik eder; O’nun kuvvet, kudret, ilim ve hikmetini haber verir. Kâl diliyle, hâl diliyle hiç ara vermeden Yüce Allah’ı tesbih eder, zikreder. Bununla birlikte Allah Halîm’dir; kullarının gafletleri, anlayışsızlıkları, günah ve isyanları karşısında sabreder, onları cezalandırmakta acele etmez. Tevbe etmeleri için fırsat tanır. Gafûr’dur; günahlarından tevbe edip kendine yönelen kullarını bağışlar.Gerçeğin ölçüsü şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm’dir. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu o belirler. Ancak:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
وَاِذَا قَرَأْتَ الْقُرْاٰنَ جَعَلْنَا بَيْنَكَ وَبَيْنَ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ حِجَابًا مَسْتُورًاۙ ﴿٤٥﴾
وَجَعَلْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اَكِنَّةً اَنْ يَفْقَهُوهُ وَف۪ٓي اٰذَانِهِمْ وَقْرًاۜ وَاِذَا ذَكَرْتَ رَبَّكَ فِي الْقُرْاٰنِ وَحْدَهُ وَلَّوْا عَلٰٓى اَدْبَارِهِمْ نُفُورًا ﴿٤٦﴾
Karşılaştır 45: Sen Kur’an okuduğun zaman, seninle âhirete inanmayanlar arasına görünmez bir perde çekeriz.
Karşılaştır 46: Ayrıca kalplerinin üzerine Kur’an’ı anlamalarına mâni kılıflar geçirir, kulaklarına da bir tıkaç koyarız. Bu yüzden, sen Kur’an’da Rabbinin tek ilâh olduğunu yâdettiğin zaman onlar nefretle arkalarını dönüp giderler.
TEFSİR:
Kur’ân-ı Kerîm davetini âhirete iman kaidesi üzerine bina eder. Bu bakımdan ancak âhirete iman edenler Kur’an’a inanır, onun âyetlerine kulak verir ve davetine icâbet ederler. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“İşte bu Kur’an, kendinden önceki kitapları doğrulayan, şehirlerin anası olan Mekke halkını ve çevresinde bulunan herkesi uyarman için indirdiğimiz feyiz ve bereket kaynağı bir kitaptır. Âhirete inananlar ona da inanırlar ve onlar namazlarını vaktinde dosdoğru kılmaya devam ederler.” (En‘âm 6/92)
Âhirete iman etmeyenlere gelince, onların kalpleri, bu imansızlığın tabii bir neticesi olarak Kur’an’ın davetine karşı katılaşır, onların üzerinde tortular, perdeler, kılıflar oluşur; kulakları da dinî gerçeklere karşı sağırlaşır. Böyle kimseler, Kur’an’ın davetine hiçbir zaman değer vermezler, onu anlamazlar; sadece gözleriyle gördükleri, elleriyle tuttukları dünya zevklerinin peşinden koşarlar. Aslında bu onların kendi tercihleridir. Nitekim Fussılet sûresinde onların bu durumu kendi dillerinden şöyle haber verilir:
“Müşrikler şöyle diyorlar: “Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda ağırlık, seninle aramızda da perde vardır. Artık ne yapacaksan yap; biz de bildiğimizi yapacağız.»” (Fussılet 41/5)
Halbuki bu durum bir fazilet değil, âhirete iman etmedikleri için başlarına gelen büyük bir musibettir. Onlar putperest olduklarından Kur’an’ın getirmiş olduğu tevhid inancını reddederler; bu yönde bir telkin aldıklarında sırtlarını çevirir, nefretle döner giderler. Onların bu hali bir diğer âyet-i kerîmede şöyle bildirilir:
“Ne zaman Allah eşi ortağı olmayan bir tek ilâh olarak anılsa, âhirete inanmayanların kalplerindeki nefret ve daralma yüzlerine vurur. Fakat Allah’ın dışında taptıkları şeyler anıldığında ise hemen yüzleri güler, neşelenirler.” (Zümer 39/45)
Allah’ın zikrine karşı böylesine olumsuz bir tavır sergileyen müşriklerin, O’nun mesajını taşıyn Peygamber’e olumlu davranmaları elbette düşünülemez:
نَحْنُ اَعْلَمُ بِمَا يَسْتَمِعُونَ بِه۪ٓ اِذْ يَسْتَمِعُونَ اِلَيْكَ وَاِذْ هُمْ نَجْوٰٓى اِذْ يَقُولُ الظَّالِمُونَ اِنْ تَتَّبِعُونَ اِلَّا رَجُلًا مَسْحُورًا ﴿٤٧﴾
47. Seni dinlerken aslında biz onların neye kulak kesildiklerini; kendi aralarında fısıldaşırlarken de o zâlimlerin birbirlerine: “Eğer Muhammed’e uyarsanız siz, ancak düpedüz büyülenmiş bir adamın ardından gitmiş olacaksınız” dediklerini biz çok iyi biliyoruz.
اُنْظُرْ كَيْفَ ضَرَبُوا لَكَ الْاَمْثَالَ فَضَلُّوا فَلَا يَسْتَط۪يعُونَ سَب۪يلًا ﴿٤٨﴾
48. Rasûlüm! Baksana; senin için şâir, sihirbaz, kâhin diyerek ne tür benzetmeler yaptılar? İşte bu yüzden yoldan saptılar da bir daha doğru yolu bulmaya güç yetiremiyorlar.
TEFSİR:
Müşrikler, Resûlullah (s.a.s.)’in okuduğu Kur’an’ı ve yaptığı konuşmaları dinler, daha sonra buna karşı bir tuzak hazırlamak için bir araya gelirlerdi. Bazan bir kimsenin Kur’an’ın tesiri altında kaldığından şüpheye düşerler, birlikte oturup onu bu tesirden kurtarmaya çalışırlar ve: “Düpedüz büyülenmiş, kendisine sihir yapılmış, ne konuştuğunu bilmeyen bir adama sen nasıl inanabilir, ondan nasıl etkilenebilirsin?” derlerdi. Asr-ı saadette bunun pek çok misâli vardır. Onlardan âyetin iniş sebebi olarak da nakledilen biri şöyledir:
Rivayete göre bir defasında Resûlullah (s.a.s.), Hz. Ali’nin bir ye­mek hazırlamasını isteyerek, Kureyş eşrafını yemeğe davet etti. Davet sırasında onlara âyetler okuyarak kendilerini tevhid inancını kabul etmeye çağırdı. Bunu kabul ettikleri tak­dirde, zannettiklerinin aksine, itibar kaybetmek şöyle dursun, hem kendi çevrelerin­de öncekine göre daha çok hürmet göreceklerini hem de Arap olmayanlar nezdinde itibar kazanacaklarını beyân buyurdu. Fakat onlar bu daveti kabul etmemekle kal­madılar, üstelik Peygamberimiz (s.a.s.) konuşurken nezaket kaidelerini hiçe sayarak fısıltılı konuşmalarla onun büyülenmiş olduğunu ileri sürdüler. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XX, 178)
Bir diğer dikkat çekici hâdise de şudur:
Bir gece Ebû Süfyan, Ebû Cehil ve Ahnes b. Şerik, birbirlerinden habersiz olarak, Peygamberimiz (a.s.)’ın geceleyin evinde okuduğu Kur’ân-ı Kerîm’i dinlemek için gidip her biri bir yere gizlenir. Bunlar, geceyi Efendimiz’in Kur’ân okuyuşunu dinleyerek geçirirler. Ta ki sabaha karşı kimseye görünmeden gitmek isterlerken tesâdüfen birbirleriyle karşılaşırlar. Yaptıkları işin tuhaflığını fark edip birbirlerini ayıplayarak:
“– Bir daha böyle bir şey yapmayalım! Eğer bizi halktan ve kölelerden biri görmüş olsa, muhakkak kalbine şüphe düşer” deyip oradan ayrılırlar. Fakat ikinci ve üçüncü gece de aynı durum tekerrür eder. En son ayrılırken birbirlerine:
“– Bir daha dönmeyeceğimize yemîn etmedikçe buradan ayrılmayalım” derler ve anlaştıktan sonra dağılırlar. (İbn Hişâm, es-Sîre, I, 337-338)
Muallim Cûdî’nin şu beyti onların hâlini ne güzel ifade etmektedir:
Hidâyet senden olmazsa, dirâyet neylesin yâ Rab!
Arapça bilse de Ebu Cehl’e âyet neylesin yâ Rab!
Peygamberimiz (s.a.s.)’e bu kadar düşmanca tavır alan müşriklerin esas problemi, âhirete kesinlikle en küçük bir inançlarının olmamasıdır:

وَقَالُٓوا ءَاِذَا كُنَّا عِظَامًا وَرُفَاتًا ءَاِنَّا لَمَبْعُوثُونَ خَلْقًا جَد۪يدًا ﴿٤٩﴾
49. Bir de şöyle dediler: “Biz kupkuru bir kemik yığını ve ufalanmış bir avuç toprak hâline geldiğimiz zaman mı, yani biz o halde iken mi yeni bir yaratılışla tekrar diriltileceğiz? Bu, olacak şey değil!”
قُلْ كُونُوا حِجَارَةً اَوْ حَد۪يدًاۙ ﴿٥٠﴾
50.Onlara şunu söyle: “İster taş olun, ister demir.”
اَوْ خَلْقًا مِمَّا يَكْبُرُ ف۪ي صُدُورِكُمْۚ فَسَيَقُولُونَ مَنْ يُع۪يدُنَاۜ قُلِ الَّذ۪ي فَطَرَكُمْ اَوَّلَ مَرَّةٍۚ فَسَيُنْغِضُونَ اِلَيْكَ رُؤُ۫سَهُمْ وَيَقُولُونَ مَتٰى هُوَۜ قُلْ عَسٰٓى اَنْ يَكُونَ قَر۪يبًا ﴿٥١﴾
51: “İsterseniz diriltilmesini aklınızın almadığı başka bir madde olun, fark etmez, yine de diriltileceksiniz!” Bu sefer: “İyi de, bizi yeniden hayata döndürecek kimmiş?” diyecekler. Sen de: “Sizi ilk defa yoktan yaratan diriltecek!” de. O vakit seninle alay edip başlarını sallayarak “Ne zamanmış o kıyâmet” diye soracaklar. Sen de: “Belki de çok yakında” de.
يَوْمَ يَدْعُوكُمْ فَتَسْتَج۪يبُونَ بِحَمْدِه۪ وَتَظُنُّونَ اِنْ لَبِثْتُمْ اِلَّا قَل۪يلًا۟ ﴿٥٢﴾
52: Allah sizi huzuruna çağırdığı gün, O’na hamdederek hemen emrine uyacaksınız ve dünyada pek az bir süre kaldığınızı sanacaksınız.
TEFSİR:
Müşrikler yeniden dirilişi ve âhiret hayatını inkâr ediyorlardı. Bunun sebebi, yaptıkları kötülük ve haksızlıklarında ısrar etmeleriydi. Onlar kötülüklerden vazgeçme yerine, yaptıklarının hesabını verecekleri âhiret gününü inkârı tercih ediyorlardı. Akıllarınca öldükten sonra artık bir daha dirilmenin imkânsızlığını ispata çalışıyorlardı. Halbuki durum hiç düşündükleri gibi değildir. Öldükten sonra sadece toz, toprak ve çürümüş kemik yığını değil, taş olsalar, demir olsalar veya gökler ve dağlar gibi akıllarınca diriltilme imkân ve ihtimâli bulunmayan başka bir yaratık olsalar da Allah onları mutlaka diriltecektir. Diriltildikleri zaman da dünyada veya kabirde çok az bir süre kaldıklarını zannedeceklerdir. Nitekim başka âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Kıyâmet koptuğu gün, inkârcı suçlular, dünyada sadece çok kısa bir süre kaldıklarına yemin edecekler. İşte onlar, vaktiyle hayattayken de hep böyle aldanıyor, hep böyle yanlışlara sürüklenip duruyorlardı.” (Rûm 30/55)
“Onlar kıyâmeti gördükleri gün sanırlar ki, dünyada sadece ya bir akşam vakti kalmışlar, ya da bir kuşluk vakti.” (Nâziât 79/46)
Dolayısıyla şu fâni ömrü sâlih amellerle ve günahlardan kaçınarak kıyâmet gününe hazırlanma yolunda sarf etmek lâzımdır. Çünkü Allah ve Peygamber’in verdikleri haberler yakında kesinlikle gerçekleşecektir. Öldüğü zaman kişinin kıyameti kopmuş demektir. Çünkü bir kişi öldüğünde kıyâmetle karşı karşıya gelir. Artık cennetin, cehennemin ve meleklerin varlığını müşâhede eder ve hiçbir amel yapmaya imkânı kalmaz. Aynı zamanda her insan hangi halde öldü ise kıyâmet gününde o hâl üzere diriltilir. O halde kul şu üç devlete erişmenin niyeti ve gayreti içinde olmalıdır.
› Hayatta iken olan devlet, kişinin Allah’a itâat üzere yaşamasıdır.
› Ölüm sırasında olan devlet, kişinin “lâ ilâhe illallah” diyerek rûhunu teslim etmesidir.
› Kıyâmet gününde olan devlet ise kabirden kalkarken kendisine bir müjdecinin gelip onu cennetle müjdelemesidir.
Allah’a karşı gelen ve âhireti inkâr edenler bu üç devletten de mahrum kalacaklardır.

 
Kurban
Beiträge: 1.052
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010

zuletzt bearbeitet 29.11.2023 | Top

   

İsra Süresi Meal Ve Tefsiri 53-70
İsra Süresi Meal Ve Tefsiri 11-30

Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz