Thema von Kurban im Forum Makale/Artikel/Anregun...
ESRARI HURUF (Harflerin Esrarı...)
Kur'ân-ı Azimüşşânın birçok süre ve âyetlerinde müşahede olunan harf ve işaretler, meselâ; "ELİF, LAM, MİM, TA-HA, YA-SIN..." gibi rumuzâiın hepsi birer sırr-ı İlâhi olup hakikati ifâde buyurmaktadır.
Bunlardan ancak belli mertebelerde ehlullaha hitap eden aşikârdır. Zâten ALLAH Kelâmının tercüme edilmesinde ki zorluklar de bu sırda mündemiçtir...
Buler , devrinin "İnsan-ı Kâmiline" ile yazılmış şifreler hakkındaki kanaatimize işaret etti. mahiyetindedir. Anahtarını bilmeyen için şifre çözülmedi, bu esâra vakıf bulunmayanların da onu anlamaları mümkün değildir.
Nitekim:
«Elkehf Verrakıym fi Şerhi Bismillâhirrahmanirrâhiym» de «Nokta»'dan Başlangıçta Abdülkerim Ciyli Hz.'nin yaptığı da budur.
Yunus Emre'nin: «Zahir ile ey fakih Kur'ân'ı arzularsın»
mısrâının anlamı da budur. Esasen Âlemlere rahmet Cenâb-ı Peygamber (sav) bir hadis-i şerifinde bu gizliliklere temas buyurarak şöyle demişlerdir:
— «Cenâb-ı Hakk Azze ve Celle Hz. Kitâb-ı Mübininde tek bir süre, âyet ve hatâ harf irat buyurmamıştır ki onda zahiri mânanın yanında bir de batını mânası olmamış bulunsun.»
Esrâr-ı hurüfu en derin mânası ile dile getiren Şeyh-i Ekber Muhyiddin ibn'ül Arabi Hz. bakın ne diyor:
— «Bizde tekvin yâni âlemlerin yaratılması basinin bir tarz-ı tevili vardır ki bâzı âyet-i kerimenin, «Ol» fermanı ile derhal vukua geldiğini haber verdiği gibi tüm yaratılmışlar ke-limât-ı İlâhiyyeden ibarettir. Binâenaleyh ekvanda ne var ise onun hakikat-ı asliyesi İlm-i İlâhide birer harf mesabesindedir. Sonra nefes-i Rahmâni imtidadı ile bu harfler vücüt ve şuhüt kisvesine girmiş ve birbirleriyle birleşip şu ekvân ve eflâki husule getirmişlerdir.»
وَدَّتْ طَٓائِفَةٌ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يُضِلُّونَكُمْۜ وَمَا يُضِلُّونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ Meal 69.Ehl-i kitaptan bir grup, sizi doğru yoldan saptırmak isterler. Halbuki onlar sadece kendilerini saptırırlar da bunun farkına bile varamazlar. Tefsir:Medine’deki yahudi kabileleri olan Nadîr, Kurayza ve Kaynukâ oğulları, Muâz b. Cebel, Huzeyfe b. Yemân ve Ammâr b. Yâsir gibi bir kısım sahabîleri kendi dinlerine çağırmışlar, bir rivayete göre de onları, “kendi dininizi bırakıp Muhammed’in dinine uydunuz” diye kınamışlardı. İşte âyet-i kerîme, bu tür hâdiseler üzerine inmiştir. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 111) Onlar, “Hz. Muhammed, kendisinin peygamber olduğunu iddia ettiği halde, Hz. Mûsâ ve Hz. İsa’nın da peygamber olduğunu kabul ediyor” ve “Hz. Mûsâ, Tevrat’ta şeriatinin sona ermeyeceğini haber veriyor” gibi sözleriyle müslümanların kalplerine şüphe atıp, onları haktan saptırmaya çalışıyorlardı. Halbuki farkında olmadan kendilerini saptırıyorlardı. Çünkü onlar, böyle bir faaliyetten hayırlı bir netice elde edemeyecekleri gibi, üstelik kıyamet günü hem kendi günahlarını hem de saptırdıkları kimselerin günahlarını yükleneceklerdir. (bk. Nahl 16/25; Ankebût 29/13) Burada dikkat çeken bir husus, mü’minleri Allah yolundan saptırmak isteyen kimselerin, Ehl-i kitabın hepsi değil, onlardan bir grup olmasıdır. Bir kısım âyet-i kerîmelerde, Ehl-i kitap içinde “aşırılığa kaçmayan, insaflı ve mutedil bir zümre” bulunduğu (bk. Mâide 5/66) ve “geceleri secdelere kapanarak Allah’ın âyetlerini okuyan kişiler” var olduğu (Âl-i İmrân 3/113) haber verilir. Bu sebepledir ki Ehl-i kitaba insaflı olmaları yönünde şu ilâhî telkinler yapılır: يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَاَنْتُمْ تَشْهَدُونَ ﴿٧٠﴾ Meal 70: Ey Ehl-i kitap! Gerçeği görüp durduğunuz halde ne diye Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz? يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَلْبِسُونَ الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ۟ ﴿٧١﴾ Meal 71: Ey Ehl-i kitap! Bile bile niçin hakkı bâtılla karıştırıyor ve gerçeği gizliyorsunuz? TEFSİR: Ehl-i kitabın bilip göre göre inkâr ettiği “Allah’ın âyetleri”, Tevrât ve İncil’deki Peygamberimiz (s.a.s.) ile alakalı müjdeler; İslâm’ın gerçek din olduğunu gösteren ifadeler; en büyük mûcize olan Kur’ân-ı Kerîm ve Allah Resûlü (s.a.s.)’in elinde ortaya çıkan diğer mûcizelerdir. Ehl-i kitap bütün bunların doğru olduğunu bildikleri ve kendi aralarında buna şâhitlik yaptıkları halde, menfaatlerine ters düştüğü için inkâr etmekte idiler. Bu âyetleri sadece kendileri inkâr etmekle kalmıyor, bir taraftan da başkalarını yanıltacak, şaşırtacak ve aldatacak faaliyetler içine giriyorlardı. Bunların başında da bile bile hakkı bâtılla karıştırmak suretiyle gerçeğin bütün açıklığıyla anlaşılmasını engellemek ve yine bile bile hakkı gizlemek gelmekteydi. Bu bağlamda onlar, Tevrat’ı tahrif ediyorlar, ilâhî kelamla kendi uydurduklarını birbirine karıştırıyorlardı. Yine Tevrat’ta yer alan Peygamberimiz’le ilgili açık ve kapalı âyetleri birbirine karıştırıp insanları aldatmak istiyorlardı. Bunun dışında daha özel mânada tezgahladıkları saptırma planları da vardı. Onlardan bir kısmını haber vermek üzere şöyle buyruluyor: وَقَالَتْ طَٓائِفَةٌ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ اٰمِنُوا بِالَّذ۪ٓي اُنْزِلَ عَلَى الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَجْهَ النَّهَارِ وَاكْفُرُٓوا اٰخِرَهُ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَۚ ﴿٧٢﴾ Meal 72: Ehl-i kitaptan bir kısmı kendi aralarında şöyle konuştular: “Mü’minlere indirilen Kur’an’a günün başında inanmış gibi görünüverin; günün sonunda ise onu inkâr edin. Belki böylece dinlerinden şüpheye düşüp önceki inançlarına geri dönerler.” وَلَا تُؤْمِنُٓوا اِلَّا لِمَنْ تَبِعَ د۪ينَكُمْۜ قُلْ اِنَّ الْهُدٰى هُدَى اللّٰهِۙ اَنْ يُؤْتٰٓى اَحَدٌ مِثْلَ مَٓا اُو۫ت۪يتُمْ اَوْ يُحَٓاجُّوكُمْ عِنْدَ رَبِّكُمْۜ قُلْ اِنَّ الْفَضْلَ بِيَدِ اللّٰهِۚ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌۚ ﴿٧٣﴾ Meal 73: Yine birbirlerine: “Siz siz olun, dininize uyanlardan başkasına sakın ha güvenmeyin” derler. Rasûlüm! De ki: “Uyulması gereken en doğru yol, Allah’ın gösterdiği yoldur. Birine size verilenin bir benzeri verilecek veya onlar Rabbinizin huzurunda sizinle münâkaşa edip aleyhinize delil getirecekler diye mi böyle söylüyorsunuz?” De ki: “Şüphesiz lutuf ve ihsân Allah’ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah’ın lutfu pek geniştir ve O her şeyi hakkıyla bilir.” يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظ۪يمِ ﴿٧٤﴾ Meal 74: Allah rahmetini kullarından kimi dilerse ona ihsân eder. Allah çok büyük lutuf ve ihsân sahibidir. Tefsir:Rivayete göre yahudilerden 12 kişilik bir hahamlar grubu birbirlerine: “Günün başında Muhammed’in dinine girin; «Muhammed’in gerçek peygamber olduğuna, doğruluğuna şehâdet ederim» deyin; günün sonuna ulaşınca da inkâr edin ve: «Biz âlimlerimize, hahamlarımıza dönüp sorduk, onlar da bize Muhammed’in bir yalancı olduğunu, sizin din adına herhangi bir şey üzere bulunmadığınızı söylediler. Biz de önceki dinimize döndük. O bize sizin dininizden daha hoş göründü» deyin. Belki onlar da: «Bunlar günün başında bizimle beraberdiler, şimdi bunlara ne oldu?» diyerek dinlerinde şüpheye düşerler” dediler. Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeyle Peygamberine onların bu durumunu haber verdi. (Taberî, III, 423) Ehl-i kitabı bu tarzda bir davranışa sevkeden sebep, sırf kendilerine verilen kitap ve ilim üstünlüğünün bir benzerinin başka birisine yani Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ve Araplara da verilmiş olmasıdır. Buna duydukları şiddetli hasetleri yüzünden böyle şeyler söylüyor ve birtakım tuzaklar hazırlıyorlardı. İkinci olarak da peygamberlik ve kitap verilen o insanların, kıyâmet günü Allah’ın huzurunda inkârlarına karşı delil getirip, bununla kendilerini susturmalarından korkuyorlardı. Zira peygamberlerin kıyamet günü Allah’ın huzurunda muhaliflerine karşı delil getirecekleri dini bir hakikattir. Onların bu hasetleri ve korkuları, Allah’ın hükmünü asla değiştirecek değildir. Sonsuz lutuf, ihsan ve ikramın yegâne sahibi olan Cenâb-ı Hak, peygamberliği, kitap, ilim ve hikmeti kullarından istediğine vermekte hürdür. Kimsenin buna engel olması veya müdâhalede bulunması mümkün değildir. Allah’ın lütfu geniştir, kudret ve kuvveti sonsuzdur. O, her şeyi en iyi bilendir; ilmi sınırsızdır. Bu sebeple O, dilediği kulunu istediği şekilde üstün kılabilir; rahmetini ona tahsis edebilir. Ehl-i kitabın hepsi bir değildir; içlerinden son derece güvenilir olanlar bulunduğu gibi, en küçük dünyalığa tama eden güvensizler de mevcuttur. Şöyle ki: وَمِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ مَنْ اِنْ تَأْمَنْهُ بِقِنْطَارٍ يُؤَدِّه۪ٓ اِلَيْكَۚ وَمِنْهُمْ مَنْ اِنْ تَأْمَنْهُ بِد۪ينَارٍ لَا يُؤَدِّه۪ٓ اِلَيْكَ اِلَّا مَا دُمْتَ عَلَيْهِ قَٓائِمًاۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ قَالُوا لَيْسَ عَلَيْنَا فِي الْاُمِّيّ۪نَ سَب۪يلٌۚ وَيَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ وَهُمْ يَعْلَمُونَ ﴿٧٥﴾ Meal 75: Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, kendisine yüklerle mal ve altın emânet etsen onu sana eksiksiz geri verir. İçlerinden öylesi de vardır ki kendisine bir dinar para emânet etsen, tepesinde dikilip durmadıkça onu asla geri vermez. Bunun sebebi: “Bizim gibi bir kitaba sahip olmayan ümmîlere yaptığımız haksızlık yüzünden bize bir günah yoktur” demeleridir. Halbuki onlar, Allah hakkında bile bile yalan söylemektedirler. Tefsir: Rivayete göre Kureyş’ten bir adam, yahudi âlimlerinden Abdullah b. Selâm’a bin iki yüz okka altını emanet bırakmıştı. Döndüğünde Abdullah onu tam olarak kendisine teslim etti. Bir diğer Kureyşli de yine yahudilerden Finhâs b. Azûrâ’ya bir dinar emanet bıraktı da o bu emanete hıyanette bulundu. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 90) Âyette geçen اَلْقِنْطَارُ (kıntâr) malın çokluğunu, اَلدّ۪ينَارُ (dînâr) ise azlığını ifade eder. Doğruyla yanlışı, hakla bâtılı birbirinden ayırmak üzere gelen ve bu vesileyle “Furkân” ismini taşıyan Kur’an, Ehl-i kitabın hepsini aynı kefeye koyup mahkum etmemekte, onların da iyilerini kötülerinden ayırmaktadır. Kur’an’ın övdüğü kimseler, önceden Tevrat’ın hükümleriyle amel ettiği gibi, Peygamberimiz geldikten sonra ona inanan müslüman Ehl-i kitaptır. Kur’an bunları yer yer övmekte ve kendilerine iki kat mükâfat verileceğini müjdelemektedir. (bk. Hadîd 57/28) Âyet-i kerîmenin ifade burduğu gibi özellikle yahudiler, kendi dinlerinde olmayanların öldürülmesinin ve hangi yolla olursa olsun mallarının alınmasının helâl olduğunu söylüyorlardı. Yine onlar kendi dışındaki insanların onların köleleri olduğunu, dolayısıyla kölelerinin mallarını yemelerinden ötürü kimsenin bir hesap sorma yetkisinin bulunmadığını düşünüyorlardı. Bunun da Tevrat’ta yazılı bir hüküm olduğunu iddia ediyorlardı. Halbuki Allah Teâlâ, hiçbir kimseye, hiçbir din veya ırk mensubuna başkalarının haklarını haksız yollarla yeme müsaadesi vermemiştir. Dolayısıyla bu hususta kendilerinin imtiyaz sahibi olduğunu iddia edenler, açıkça yalan söylemiş ve Allah’a iftira etmiş olurlar. Bunların bahsedilen olumsuz tutum ve davranışlarına karşılık: بَلٰى مَنْ اَوْفٰى بِعَهْدِه۪ وَاتَّقٰى فَاِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَّق۪ينَ ﴿٧٦﴾ Meal 76: Hayır! Kim sözünde durur, günah ve haksızlıktan sakınırsa, şüphesiz ki Allah takvâ sahiplerini sever. TEFSİR:Bu âyet, ister Allah’a verilen isterse kulların birbirlerine verdiği sözler olsun, ahde vefânın ve verilen sözün gereğini yerine getirmenin, ayrıca ahde vefasızlık ve emânete riâyetsizlik gibi günahların yanı sıra bütün günahlardan sakınmanın Allah’ın muhabbetini celbedecek fevkalade hayırlı amellerden olduğunu beyân eder. Bu hususlardaki ihmalkârlık ise nifak hastalığına yakalanmaya, böylece ilâhî rızâ ve muhabbetin elden gitmesine sebep olacaktır. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Dört özellik vardır ki, kim bu özelliklere sahip ise katıksız bir münafıktır. Bu özelliklerin hepsine değil de bir tanesine sahip olan kişi ise onu bırakıncaya kadar münafıklık alâmeti taşıyor demektir: «Kendisine bir şey emânet edildiğinde emânete hiyânet eder, konuşunca yalan söyler, söz verdiği zaman yerine getirmez ve ahde vefayı terk eder. Biriyle hasım olunca da günaha girer, yani haktan ayrılır.»” (Buhârî, İman 24; Müslim, İman 106) Böylesine küfür ve nifak özellikleri taşıyanlara can yakıcı bir azap uyarısı gelmektedir: اِنَّ الَّذ۪ينَ يَشْتَرُونَ بِعَهْدِ اللّٰهِ وَاَيْمَانِهِمْ ثَمَنًا قَل۪يلًا اُو۬لٰٓئِكَ لَا خَلَاقَ لَهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ وَلَا يُكَلِّمُهُمُ اللّٰهُ وَلَا يَنْظُرُ اِلَيْهِمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَلَا يُزَكّ۪يهِمْۖ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿٧٧﴾ Meal 77: Allah’a verdikleri sözleri ve ettikleri yeminleri önemsiz bir dünya menfaatine satanlar var ya, işte onların âhirette hiçbir nasipleri yoktur. Allah kıyâmet günü onlarla konuşmayacak, onlara merhamet nazarıyla bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır. TEFSİR: Âyet-i kerîmenin iniş sebebiyle ilgili birkaç rivayet olmakla birlikte onlarda iki tanesi şöyledir: 1. Abdullah b. Ömer (r.a.)’den rivayete göre Allah Resûlü (s.a.s.): “Her kim bir müslüman kardeşinin malını gaspedip kendine geçirmek üzere yalan yere yemin ederse Allah’ın gazabına uğramış olarak O’na kavuşur” buyurdu. İbn Ömer bu hadis-i şerifi naklederken içeri Eş’as b. Kays girdi ve İbn Ömer’i kastederek: “Ebu Abdurrahman size ne rivayet etti?” diye sordu. Oradakiler de “Şöyle şöyle rivayet etti” dediler. Eş’as: “Ebu Abdurrahman doğru söylemiştir. Çünkü bu benim hakkımda nâzil oldu: Yemen’deki bir arazi yüzünden bir adamla aramda anlaşmazlık vardı. Onu alıp Peygamber (s.a.s.)’e götürdüm ve aramızda hükmetmesini istedim. Allah Resûlü (s.a.s.): «Bu arazinin sana ait olduğuna dair elinde delil var mı?» diye sordu. Ben: «Hayır, yok» dedim. «O zaman diğer adamın yemini gerekir» buyurdular. Ben: «O kişi yemin eder ve malımı elimden alır» dedim. Bunun üzerine Efendimiz yukarıda geçtiği gibi buyurdular ve hemen akabinde de bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Müslim, İman 220) 2. Bu âyet, yahudi âlimleri hakkında inmiştir. Onlar, Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğiyle ilgili olarak kendilerinden almış olduğu sözü gizlemişler, Tevrat’ta olmayan şeyleri oraya yazmışlar ve menfaatlerini elden kaçırmamak için de onun Allah katından olduğuna yemin etmişlerdi. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 92) İniş sebebi hangi hâdise olursa olsun âyet-i kerîme, Allah adına verilen sözü tutmamanın ve yine Allah adına yaptığı yeminin arkasına sığınarak yani bir nevi Allah’ı kendine kalkan yaparak küçük veya büyük dünyevî menfaatler elde etmeye çalışmanın çok büyük bir günah olduğunu haber vermektedir. Bu öyle büyük bir günahtır ki, âhirette buna verilecek cezalar peş peşe beş madde olarak sıralanmıştır: Bu günahı işleyenler cennetin sonsuz nimetlerinden tamamen mahrum kalacaklar ve onlara orada en küçük bir pay bile verilmeyecektir. Allah onlarla konuşmayacak; onlara son derece gazap edecektir. Onlara rahmet, lutuf ve ihsan nazarıyla bakmayacak; onlara hiçbir değer vermeyecektir. Onları, günahlarını bağışlamak sûretiyle kirlerinden arındırıp temize çıkarmayacak, aksine onlara azap edecektir. Kendi temiz dostlarını övdüğü gibi onları asla övmeyecektir. Bütün bunlara ilâveten onlar için cehennemde pek acıklı, can yakıcı bir azap olacaktır. Hem maddeten hem mânen takdir edilen bu cezalar, kalbinde âhirete zerre kadar imanı olan herkesi bu ve benzeri günahlardan sakınmaya ve Allah’ın sevdiği bir kul olmak için ciddiyetle çalışmaya sevkedecek büyük bir tesire sahiptir. Ehl-i kitap içinde, kutsal kitapla alakalı olarak ağızlarını eğen, bile bile yalan söyleyen ve insanları haktan ayırıp bâtıla saptırarak kula kul etmek isteyenlerin varlığı da şöyle haber verilmektedir: وَاِنَّ مِنْهُمْ لَفَر۪يقًا يَلْوُ۫نَ اَلْسِنَتَهُمْ بِالْكِتَابِ لِتَحْسَبُوهُ مِنَ الْكِتَابِ وَمَا هُوَ مِنَ الْكِتَابِۚ وَيَقُولُونَ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ وَمَا هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۚ وَيَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ وَهُمْ يَعْلَمُونَ ﴿٧٨﴾ Meal 78: Ehl-i kitaptan bir kısmı; aslında kitapta olmadığı halde, sizin kitapta öyle olduğunu sanmanız için kitabı okurken dillerini eğip büker; başka mânaya gelecek şekilde kelimelerin vurgu ve okunuşunu değiştirirler. Sonra bu yaptıklarını, asla Allah katından olmadığı halde: “Bunlar, elbette Allah katındandır” diye takdim ederler. Hayır onlar, Allah hakkında bile bile yalan söylemektedirler. TEFSİR: Rivayete göre bu âyet-i kerîme hem yahudiler, hem de hıristiyanlar hakkında nâzil olmuştur. Çünkü onlar Tevrat ve İncil’i tahrif etmiş ve bu kitaplarda bulunmayan bir kısım şeyleri oraya ilave etmişlerdir. Fakat bunun, özellikle Tevrat’ta, müslümanlar karşısında aleyhlerine delil olabilecek yerleri değiştirip tahrif eden bir kısım yahudiler hakkında nâzil olduğu da söylenmiştir. (Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, III, 205-206) Böyle olmakla birlikte, ilâhî kitapların muhtevasıyla alakalı bu şekilde yanlış bir tutum ve davranış içine giren herkes âyetin şumûlüne dâhildir. Görüldüğü üzere bir kısım Ehl-i kitap, insanları yanıltmak ve gerçeği öğrenmelerine mâni olabilmek için, tahrif kastıyla dillerini eğip bükerek kendi kitaplarında bulunan gerçekleri değiştirmekte ve bile bile Allah hakkında yalan söylemekte idiler. Bunu da iki türlü yapıyorlardı. Birincisi; bizzat Kitap’taki ifadeleri değiştiriyorlardı. İkincisi ise, Kitaptaki bilgileri, şahsi arzu ve temâyüllerine göre tefsir ediyorlardı. Her ikisi de tahriftir ve gerçeklerin bozularak yanlış anlaşılmasına sebeptir. Bu âyet, kötü niyetli kimselerin, dinin esasını teşkil eden Allah’ın kelâmını ve hadis-i şerifleri keyfî olarak yorumlayıp “Bunlar Allah katındandır” diyebilecekleri hususunda müslümanları da ikaz etmektedir. Nitekim tarih boyu bunun misalleri çok görülmüş ve halen de görülmektedir. Böyle bir işe cür’et etmek, Allah hakkında düpedüz yalan ve iftira uydurmaktan başka bir şey değildir. Halbuki peygamberlerin ve onların varisi konumundaki âlimlerin yapması gereken şudur: مَا كَانَ لِبَشَرٍ اَنْ يُؤْتِيَهُ اللّٰهُ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَ ثُمَّ يَقُولَ لِلنَّاسِ كُونُوا عِبَادًا ل۪ي مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلٰكِنْ كُونُوا رَبَّانِيّ۪نَ بِمَا كُنْتُمْ تُعَلِّمُونَ الْكِتَابَ وَبِمَا كُنْتُمْ تَدْرُسُونَۙ ﴿٧٩﴾ Meal 79: Kendisine Allah’ın kitap, hüküm ve peygamberlik verdiği hiçbir kimse, kalkıp da insanlara: “Allah’ı bırakın da bana kul olun” diyemez, dememiştir. Onun ancak: “Öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz kitap sayesinde kendini Allah yoluna adamış samimi dindarlar olun” demesi uygundur. وَلَا يَأْمُرَكُمْ اَنْ تَتَّخِذُوا الْمَلٰٓئِكَةَ وَالنَّبِيّ۪نَ اَرْبَابًاۜ اَيَأْمُرُكُمْ بِالْكُفْرِ بَعْدَ اِذْ اَنْتُمْ مُسْلِمُونَ۟ ﴿٨٠﴾ Meal 80: O size, “Melekleri ve peygamberleri rab edinin” diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, hiç o size kalkıp da kâfir olmayı emreder mi? TEFSİR: Bir rivayete göre bu âyetler, Necran hıristiyanları Medine-i Münevvere’de bulundukları sırada cereyan eden münakaşalardan biri üzerine inmiştir: Yahudi hahamları ve Necran hey’eti Resûlullah (s.a.s.)’in huzurunda bir araya geldiler. Allah Resûlü onları İslâm’a davet ettiğinde Kurayza oğullarından Ebu Râfi’: “Ey Muhammed, hıristiyanların Meryem oğlu İsa’ya ibâdet ettikleri gibi bizim de sana ibâdet etmemizi mi istiyorsun?” dedi. Necranlılardan biri de aynı sözü tekrar etti. Allah Resûlü (s.a.s.): “Allah’ın dışında bir başkasına ibâdet etmemizden ya da Allah’ın dışında bir başkasına ibâdeti emretmemizden Allah bizi korusun. Allah beni bunun için göndermedi, bana bunu da emretmedi” buyurdu. Bunun üzerine bu iki âyet-i kerîme nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 441) Gerçekte hiçbir peygamber, insanlara Allah’ın dışında ne kendilerine ne de herhangi bir şeye kul olmalarını emretmemiştir. Melekleri ve peygamberleri rab edinmelerini de asla istememiştir. Böyle bir şeyi yapmaları da söz konusu değildir. Çünkü peygamberlerin istisnâsız hepsi, insanları yalnızca Allah’a kulluğa davet için gönderilmişler ve “Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur” mesajını tekrarlamışlardır. (bk. Mü’minûn 18/23-32) Buna göre yahudi ve hıristiyanların Hz. Üzeyr ve Hz. İsa’yı rab edinmelerinin ve yine hıristiyanların melek olan Ruhu’l-Kudüs’ü teslisin bir rüknü saymalarının dinî bir mesnedi bulunmamaktadır. Âyette geçen اَلرَّبَّانِيُّ (rabbânî) kelimesi Rabbe mensûp mânasındadır. İlim ve ameli tam, ilmiyle amel eden, Allah’ın dînine sımsıkı sarılan kişi demektir. Nitekim dilimizde kendini Allah’ı tanımaya ve O’na itâate adamış kişiye bu mânada “Allah adamı” denilmektedir. Buna erişmenin yolu da Allah’ın kitabını okumak, okutmak ve mânalarını inceleyip anlayarak gereğini yerine getirmektir. Elde edilen ilmin fayda sağlamasıdır. Zira Allah Resûlü (s.a.s.): “Fayda vermeyen ilimden ve ürpermeyen kalpten Allah’a sığınırım” buyurmuştur. (Müslim, Zikir 73) Hz. Ali (r.a.) şöyle der: “İki tip insan beni çok endişelendirir. Bunlar, hayasız âlim ile câhil âbiddir. Çünkü birincisi hayâsız davranışlarıyla insanları ilimden soğuturken, câhil âbid, zâhidâne yaşayışıyla insanları bilgisizliğe teşvik etmiş olur.” “Rabbânî” kelimesinin “ilim erbâbı” ve “mürebbiler, eğitimciler” mânası da vardır. Bûhârî, İbn Abbas (r.a.)’dan bu kelimenin tefsiriyle ilgili olarak; “âlim ve fakîh rabbânîler olun!” açıklamasını naklettikten sonra şu ifadelere yer verir: “Rabbânî âlim, insanlara büyük ilimlerden önce küçük ilimleri öğreten kimsedir.” (Buhârî, İlim 10) İlmin küçüğünden maksat, meseleleri açık ve kolay; büyüğünden maksat da meseleleri ince ve zor anlaşılanıdır. Dolayısıyla burada bütün insanlar bir taraftan “Allah’a gönülden kulluğa” davet edilirken, diğer taraftan da özellikle ilim emânetini üstlenen ve toplumlara önderlik yapacak olan kişilere, doğruları olduğu gibi öğretme ve kurtuluş yolunu gösterme hususundaki mesuliyetleri hatırlatılmaktadır. Peygamberlerin esas vazîfesi de budur. Bu sebeple gelen âyette onlardan bu minvâl üzere alınan sağlam bir sözden bahsedilmektedir:
اَلْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَلَا تَكُنْ مِنَ الْمُمْتَرٖينَ ﴿٦٠﴾ Meal:﴾60﴿ Gerçek, rabbinden gelendir. Öyle ise kuşkulananlardan olma. فَمَنْ حَٓاجَّكَ فٖيهِ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ فَقُلْ تَعَالَوْا نَدْعُ اَبْنَٓاءَنَا وَاَبْنَٓاءَكُمْ وَنِسَٓاءَنَا وَنِسَٓاءَكُمْ وَاَنْفُسَنَا وَاَنْفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَلْ لَعْنَتَ اللّٰهِ عَلَى الْكَاذِبٖينَ ﴿٦١﴾ Meal ﴾61﴿ Sana gelen bu bilgiden sonra her kim bu konuda seninle tartışmaya kalkışırsa, de ki: “Gelin, çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da Allah’ın lâneti yalancıların üzerine olsun diye dua edelim.” Tefsir:Resûlullah’tan, Hz. Îsâ hakkında anılan hakikatleri kabul etmemekte direnmeleri halinde karşı tarafı (Necran heyetindekileri) lânetleşmeye çağırması istendiğinden, bu âyet “mübâhele âyeti” diye anılır. Sûrenin başında “nüzûlü” kısmında açıklandığı üzere Necran heyetindekiler Hz. Îsâ ile ilgili inançlarının tutarsız olduğu ortaya konmasına rağmen demagoji yoluyla haklılık iddia etmeye devam edince, yüce Allah resulünden onları lânetleşmeye çağırmasını istedi. Onlar bir peygamberle lânetleşmeye girmenin ağır sonuçları olacağını bildikleri ve Hz. Muhammed’in de Allah’ın elçisi olduğuna kanaat getirdikleri için bu yola girmeye yanaşmadılar, kendi çevrelerindeki itibarlarını ve bu yoldan sahip oldukları menfaatleri yitirmemek için de İslâmiyet’i kabul etmekten kaçındılar (Müsned, I, 414; Buhârî, “Megāzî”, 72-73). Siyer, hadis ve tefsir kaynaklarında Resûlullah’ın bu lânetleşme çağrısının ciddiyetini ortaya koymak üzere yanında kızı Hz. Fâtıma’yı, damadı Hz. Ali’yi ve torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’i ve bazı müslümanları da hazır bulundurduğu kaydedilir. Bir kısım Şiîler buradan yola çıkarak âyet-i kerîmedeki “kendimiz” tamlamasının Hz. Ali’yi ifade için yer aldığını, bazıları da “kadınlarımız” kelimesiyle Hz. Fâtıma’nın kastedildiğini iddia edip birtakım zorlanmış yorumlar ortaya koymuşlardır (bk. Râzî, VIII, 80-81; Reşîd Rızâ, III, 322; Mevlânâ Şiblî, Asr-ı saâdet, II, 621-624). Tefsirlerde âyet-i kerîmedeki “nisâ” (kadınlar) ve “ebnâ” (oğullar, çocuklar) kelimeleri değişik şekillerde açıklandığı gibi, kimin kimi çağıracağı hususunda da farklı ihtimallere işaret edilmiştir. Öte yandan siyer, hadis ve tefsir kaynaklarındaki bilgiler Necran heyetinde bulunanların kimlikleri (kadınların ve çocukların bulunup bulunmadığı) hususunda kesin sonuçlara ulaşma imkânı vermemektedir. Mübâheleye davet vâki olmakla beraber karşılıklı lânetleşme gerçekleşmediği için Resûlullah’ın yanında hazır bulunanlarla ilgili bilgiler ancak bu işe hazırlık aşaması için ışık tutabilir. Dolayısıyla tarihî bilgiler âyet-i kerîmede yer alan kelimelerin kapsamlarını belirlemede yeterli delil teşkil edebilecek düzeyde değildir. Bununla birlikte, mevcut tarihî bilgiler, dil ve mantık kuralları, âyetin bağlamı ve Kur’an-ı Kerîm’in fikrî bütünlüğü dikkate alınarak burada mübâhele ile şunun kastedildiği söylenebilir: Lânetleşmeye giren tarafların –kendileri de dahil olmak üzere– en yakın aile fertlerini ve kalben en çok yakınlık duydukları kişileri (Zemahşerî, I, 193) bilfiil hazır bulundurarak veya onları da anarak, gerçek dışı iddiada bulunan taraftakilerin topluca Allah’ın lânetine uğramalarını ve bu sebeple başlarına gelecek musibetleri peşinen kabullenmeleri. Burada önemli olan “mübâhele” kelimesinin, ancak kendisinin hak üzere olduğuna emin olan kişinin girebileceği bir meydan okumayı ifade etmesi (İbn Âşûr, III, 266) ve böyle bir çağrıya muhatap olan kişinin Peygamberler’le mübâheleye girmenin çok ağır sonuçları beraberinde getireceği inancına sahip olmasıdır. Nitekim Necran heyetindekiler bu anlamı ve bu sonuçları bildikleri, Hz. Muhammed’in de son peygamber olduğunu anladıkları için bu çağrıya olumlu karşılık vermekten kaçınmışlardır (İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, II, 232-233). Kâşânî peygamberle mübâhelenin önemli etkilere sahip oluşunu, peygamberlerin ruhlarının Rûhulkudüs’le desteklenmiş olmasıyla izah etmiş ve bu çerçevede karşı taraf üzerindeki psikolojik etkilerine dikkat çekmiştir (Kāsımî, IV, 859, 860). İbn Kayyim de olayı aktardıktan sonra bundan çıkartılabilecek fıkhî sonuçlar üzerinde durmuştur (Zâdü’l-meâd, III, 629-638, 638-646) M. Reşîd Rızâ bu âyette kadınların özel olarak zikredilmiş olmasından hareketle Kur’an-ı Kerîm’in toplumsal etkinliklerde kadınların da yer alması gerektiğine hükmettiğini belirtir ve İslâm dünyasında kadının durumunun İslâm’ın ana kaynaklarındaki anlayışla bağdaşmayan bir manzara arzettiğine değinir (bk. Reşîd Rızâ, IV, 323-324). Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 589-591 اِنَّ هٰذَا لَهُوَ الْقَصَصُ الْحَقُّۚ وَمَا مِنْ اِلٰهٍ اِلَّا اللّٰهُؕ وَاِنَّ اللّٰهَ لَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ ﴿٦٢﴾ Meal﴾62﴿ İşte bunlar gerçek haberlerdir. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Muhakkak ki Allah, evet O, mutlak güç ve hikmet sahibidir. فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّ اللّٰهَ عَلٖيمٌ بِالْمُفْسِدٖينَࣖ ﴿٦٣﴾ Meal ﴾63﴿ Eğer yine yüz çevirirlerse, kuşkusuz Allah bozguncuları çok iyi bilmektedir. قُلْ يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا اِلٰى كَلِمَةٍ سَوَٓاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ اَلَّا نَعْبُدَ اِلَّا اللّٰهَ وَلَا نُشْرِكَ بِهٖ شَيْـٔاً وَلَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضاً اَرْبَاباً مِنْ دُونِ اللّٰهِؕ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُولُوا اشْهَدُوا بِاَنَّا مُسْلِمُونَ ﴿٦٤﴾ Meal ﴾64﴿ De ki: “Ey Ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin: Yalnız Allah’a tapalım, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da içimizden bazıları diğer bazılarını rab edinmesin.” Eğer yine yüz çevirirlerse, “Şahit olun ki biz Müslümanlarız” deyin. Tefsir:Yukarıdaki âyetlerde Hıristiyanlık’taki yanlış yönelişlerin odak noktasını oluşturan “Hz. Îsâ’nın konumu” hakkında aydınlatıcı açıklamalar yapılıp bu konudaki tartışmalara 62. âyette belirtilen “mübâhele”ye davet ile son verildikten sonra burada asıl amaca geçilmektedir. Âyetten anlaşıldığına göre daha önce geçen açıklamalar, taraflar arasında çekişmenin derinleştirilmesi ve kuru bir münazara yapılması gibi bir amaç taşımamakta, aksine diyalog engellerini kaldırıp yahut azaltıp ortak bir alanda buluşmayı hedeflemektedir. Âyet-i kerîmede geçen “ehlü’l-kitap” tamlaması ile: a) Necran hıristiyanlarının, b) Medine yahudilerinin, c) hem yahudi hem hıristiyanların birlikte kastedildiğine dair görüşler vardır. Âyetin nüzûl sebebine göre tercih belirten müfessirler bulunmakla beraber, Hz. Peygamber’in Bizans İmparatoru Heraklius’a yolladığı ve bu âyete de yer verdiği İslâm’a davet mektubundaki üslûptan (bk. Şevkânî, I, 443; Muhammed Hamîdullah, s. 109, vesika nr. 26), bu âyette aslî şekliyle tevhid inancına dayalı din mensuplarına genel bir çağrının bulunduğu anlaşılmaktadır (Ehl-i kitap tabiri hakkında bk. Bakara 2/105). Taraflar arasında mevcut ortak noktaların belirginleştirilmesinden hareketle kurulacak diyalogun sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesi için, karşılıklı saygı esasına riayet edilmesi, sübjektif üslûp ve tavırlardan kaçınılması gerekir. İşte âyet-i kerîme bu konuda müminler için çok güzel bir örnek ortaya koymakta, muhatapları Allah’ın kitabına ehil sayan gönül alıcı ve nazik bir hitapla söze başlanarak onlara değer verilmesi gerektiğine işaret etmektedir (Râzî, VIII, 85-86). Kur’an-ı Kerîm’in başka bir âyetinde de Ehl-i kitap’la yapılacak tartışmada ve onların yanlış tutumlarına karşı verilecek mücadelede –kural olarak– en güzel yolun izlenmesi istenmiş (Ankebût 29/46), yine bazı âyetlerde onların içinde Kur’an’ın tasvip ettiği imana sahip insanlar bulunduğuna dikkat çekilmiştir (Âl-i İmrân 3/110, 113, 199). Öte yandan Rûm sûresinde hıristiyanların ateşperestlere karşı zafer kazanacakları haber verildikten sonra müslümanların bundan sevinç duyacakları ifadesi kullanılmıştır (Rûm 30/3-4). Âyetin sonunda, müteakip âyetlerde ve Kur’an-ı Kerîm’in başka sûrelerindeki birçok âyette Ehl-i kitabı mahkûm eden ifadeler bulunmakla beraber bunların sübjektif bir tavrı yansıtmadığı, bilâkis fikirlerin billûrlaştırılmasına ve muhatabın kendi kendini sorgulamasını sağlamaya yönelik olduğu görülmektedir. Bu sûrenin 119. âyetindeki sert ifade ise, müslümanların bütün iyi niyetlerine ve onların hayrını arzulamalarına rağmen insaf ölçülerini tamamen bir yana bırakıp onlara karşı için için kin besleyen Ehl-i kitap’la ilgilidir.
“Müşterek olan bir söz” diye tercüme ettiğimiz “kelimetin sevâin” tamlaması tefsirlerde, “âdilâne, dosdoğru, orta yolun ifadesi olan bir söz, adalet ve insaf ölçülerine uygun bir söz” şeklinde açıklanmaktadır. Âyetin bu tamlamaya bağlı olarak yer alan “sizinle bizim aramızda” anlamındaki “beynenâ ve beyneküm” kısmı âyetin devamında bu sözün ne olduğuna dair yapılan açıklama dikkate alındığında, burada müslümanlar ile aslî hüviyeti itibariyle tek Tanrı inancının savunucusu olan din mensupları arasındaki ortak ilkelerin özünün kastedildiği açıkça anlaşılır. Âyette bu ilkelerin en temel noktası “yalnız Allah’a kulluk etme” şeklinde belirtilmiştir. Fakat bu ilkenin zedelenmeden varlığını koruyabilmesi iki ön şarta bağlı sayılmıştır: a) Hiçbir şeyi Allah’a ortak saymamak, b) Allah’ın dışında hiçbir merci, kişi veya gücü rab kabul etmemek. Böylece bir taraftan Ehl-i kitap, peygamberlerin tebliğ faaliyetinin ortak çizgisine çağrılmakta, bir taraftan da onların anılan iki şarta riayet etmemeleri sebebiyle tevhid inancının safiyetini ihlâl ettikleri hatırlatılmış olmaktadır. Elmalılı Muhammed Hamdi âyetteki çağrının dayandırıldığı düşünceyi şöyle açıklar: Burada muhtelif vicdanların, milletlerin, dinlerin, kitapların temel bir vicdanda, bir hak sözde nasıl birleştirilebilecekleri, İslâm’ın insanlık âlemine ne kadar geniş, açık ve tutarlı bir hidayet yolu, özgürlük kanunu öğrettiği ve artık bunun Araplar’a veya başka belirli bir millete özgü olmadığı tam anlamıyla gösterilmiştir. “Yalnız Allah’a tapalım, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da içimizden bazıları diğer bazılarını rab edinmesin” sözünde toplanan vicdan birliğinden daha geniş, daha hâkim hiçbir vicdan bulmak mümkün değildir ki onun arkasına düşülsün. Din alanındaki ilerleme ve gelişmeler, vicdanların birbirinden ayrı düşen özelliklerinde değil, bütüncüllüğünde ve genişliğindedir. Bütün özgürlük ve eşitlik çağrılarının temeli şu “bir sözde, bir vicdanda toplanır: Allah’ı bırakıp da içimizden bazıları diğer bazılarını rab edinmesin.” İşte özgürlük ve eşitlik meselesinin çözümünü sağlayacak yegâne anahtar budur: Birbirimizi rab, mevlâ, hâkim-i mutlak tanımayalım, bütün davranışlarımızı bir hakkın buyruğuyla ve Allah’ın hoşnutluğuyla ölçelim. Allah’ı bırakıp da O’nun hükümranlığı altındaki varlıklara hakka aykırı bir bağlılık mîsâkımız olmasın, hepimiz Allah’a kul olalım ve kendimizi ancak O’nun hükmü altında bilelim, birbirimize de ancak bu açıdan tâbi ve bağlı olalım, birbirimizin hakkına tecavüz etmeyelim, başkalarına ancak Allah’ın buyruğuna itaat kastıyla itaat edelim (II, 1131-1132).
Âyette hem “ulûhiyyet birliği” hem de “rubûbiyyet birliği”, yani tanrı ve rab olarak tek bir varlığa inanıp bağlanmanın kaçınılmazlığı üzerinde durulmaktadır ki bunlardan birincisi Allah’a fizik ötesi âlemle ilgili yegâne gücün kendisine ait olduğu inancıyla tapmayı, ikincisi de hayata sadece Allah’ın iradesini hâkim kılmayı, yalnız O’nun istediği biçimde kulluk etmeyi ifade eder. Gerek Yahudilik gerekse Hıristiyanlık “tapılacak, ibadet edilecek, kulluk edilecek” varlığın yüce Allah olduğunu kabul noktasında İslâm inancıyla kesiştiği halde, zamanla bu dinlerin mesuplarınca benimsenen bazı inanç ve davranışlar, Tanrı’nın tek olduğu ve Allah’tan başka hiçbir varlığın rab sayılamayacağı telakkisini, dolayısıyla “yalnız Allah’a kulluk etme” ilkesini temelden sarsmış bulunuyordu. Birçok âyette belirtildiği üzere bütün peygamberlerin ısrarla Allah’a ortak koşulmaması uyarısında bulunmalarına rağmen, yahudiler Üzeyir’i, hıristiyanlar da Îsâ aleyhisselâmı Allah’ın oğlu olarak nitelendirmişler (bk. Tevbe 9/30), hıristiyanlar Allah “üçün üçüncüsüdür” demişler (bk. Mâide 5/73), yahudiler Tanrı’yı millîleştirerek Allah’ın sadece bir kavmin, hatta sadece insanların değil bütün evrenin yaratıcısı ve Tanrısı olduğu hakikatini perdelemeye çalışmışlar ve âdeta bütün insanların aynı mâbuda kulluk etmelerine rızâ göstermemişlerdir. Oysa tahrif edilmiş şekliyle bile bugün mevcut Tevrat ve İnciller’deki ifadeler Tanrı’nın “bir” olduğunu ve Hz. Îsâ’nın İsrâiloğulları’na “gönderildiği”ni belirtmektedir: “Dinle, ey İsrâil: Allahımız rab bir olan rabdir; ve Allah’ın rabbi bütün yüreğinle ve bütün canınla ve bütün kuvvetinle seveceksin” (Tesniye, 6/4-5). “Ve Allah bütün bu sözleri söyleyip dedi: (…) Karşımda başka ilâhların olmayacaktır” (Çıkış, 20/1-3). “…Hep emirlerin birincisi hangisidir, diye ona sordu. Îsâ cevap verdi: Birincisi, ‘Dinle, ey İsrâil; Allahımız rab bir olan rabdir. Ve Rab Allah’ını bütün yüreğinle, bütün canınla, bütün fikrinle ve bütün kuvvetinle seveceksin’” (Markos, 12/29-30). “Fakat Îsâ cevap verdi: Ben İsrâil evinin kaybolmuş koyunlarından başkasına gönderilmedim” (Matta, 15/24). Yine evrendeki bütün varlıkların sahibi ve onları terbiye eden, onlara dilediği kıvamı veren yüce Allah olduğuna göre (Fâtiha 1/3), O’na kullukta yine O’nun iradesine yürekten teslimiyet gerektiği halde hıristiyanlar Hz. Îsâ’yı, yahudiler ve hıristiyanlar din adamlarına (ahbâr ve ruhbân) Tanrı benzeri bir otorite tanıyarak yalnız Allah’a kul olma çizgisinin dışına çıkmışlardı (bk. Tevbe 9/31). Nitekim Tevbe sûresindeki bu âyetin lafzını esas alan Adî b. Hâtim ile Hz. Peygamber arasında geçen şu konuşma, burada yer alan “Allah’ı bırakıp da içimizden bazıları diğer bazılarını rab edinmesin” ifadesinin anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır: – “Yâ Resûlallah! Biz onlara kulluk etmiyorduk ki!” – “Peki, onlar size istediklerini helâl istediklerini haram kılıyorlar ve siz de onlara uyuyor değil miydiniz?” – “Evet.” – “İşte burada söylenen de odur” (Zemahşerî, I, 194; Âlûsî, III, 308-309). Bu yaklaşımın dünya hayatının düzenlenmesinde pek acı meyveler vermesi karşısında Batı dünyasının yakın zamanlarda aldığı önlemler ve birçok düşünce akımınca bu konuda ciddi tepkilerin ortaya konulmuş olması Kur’an’ın bu konudaki çağrısına uyma açısından olumlu bir gelişme sayılabilirse de, bu tedbirlerin dinin egemenlik ve sömürü aracı olarak kullanılmasını engelleme hedefiyle sınırlı kaldığı inkâr edilemez. Nitekim hâlâ bu iki dinin mensuplarınca din adamları, mürşid, yol gösteren, uyaran kişiler olmanın ötesinde tanrıya nasıl kulluk edileceğine karar verebilen ve hıristiyanlarca tanrı adına affedebilen merciler olarak görülmekte, yine hıristiyanlar tarafından Hz. Îsâ koruyan, gözeten insan üstü bir varlık olarak telakki edilmektedir. Dolayısıyla inanç esasları bakımından Ehl-i kitabın bu çağrı üzerinde dikkatle durması ihtiyacının devam ettiği kuşkusuzdur. Öte yandan yukarıda işaret edilen tepkilerin “din”e ve “inanma”ya karşı bir tavır haline dönüşen biçimlerini de kaş yaparken göz çıkarmaya varan ayrı bir olumsuz sonuç olarak hatırlamak gerekir. Kurtubî bu âyeti yorumlarken İslâm’da dinî hükümlerin çıkarılmasında kişisel eğilimlerin ve keyfî takdirlerin hâkim kılınmasına müsaade edilmediği anlamı üzerinde durur. Bu cümleden olmak üzere âyette, şer‘î delile dayandırılmayan “istihsan”ın geçersiz olduğuna delâlet bulunduğunu, yine şer‘î dayanağını göstermeden imamın sözünün bağlayıcılığını iddia eden Râfizîler’in bu yaklaşımının reddedildiğini belirtir (Kurtubî, IV, 106-107). Tabii ki burada geçerli bir dayanaktan yoksun keyfî istidlâllere yöneltilmiş bir eleştiri söz konusudur. Hakkında daha güçlü özel bir delil bulunması sebebiyle mûtat çözümü terketme; yarar ilkesi, hakkaniyet kuralı, dürüstlük kuralı gibi ilke ve kurallara dayanarak bir olayın benzerlerinde uygulanan hükümden vazgeçme anlamındaki istihsan delili –isimlendirme ihtilâfları bir yana– içerik olarak hemen bütün İslâm âlimlerince kabul edilmiş ve uygulanmıştır (bilgi için bk. Ali Bardakoğlu, “İstihsan”, DİA, XXIII, 339-347). Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 592-597 يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تُحَٓاجُّونَ فٖٓي اِبْرٰهٖيمَ وَمَٓا اُنْزِلَتِ التَّوْرٰيةُ وَالْاِنْجٖيلُ اِلَّا مِنْ بَعْدِهٖؕ اَفَلَا تَعْقِلُونَ ﴿٦٥﴾ Meal﴾65﴿ Ey Ehl-i kitap! İbrâhim hakkında niçin tartışırsınız? Oysa Tevrat da İncil de kesinlikle ondan sonra indirildi. Hiç düşünmüyor musunuz? هَٓا اَنْتُمْ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ حَاجَجْتُمْ فٖيمَا لَكُمْ بِهٖ عِلْمٌ فَلِمَ تُحَٓاجُّونَ فٖيمَا لَيْسَ لَكُمْ بِهٖ عِلْمٌؕ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ ﴿٦٦﴾ Meal﴾66﴿ İşte siz böylesiniz; hadi hakkında bilginiz olan konuda tartıştınız, fakat hiç bilgi sahibi olmadığınız bir konuda niçin tartışıyorsunuz! Oysa Allah bilir, siz bilmezsiniz. مَا كَانَ اِبْرٰهٖيمُ يَهُودِياًّ وَلَا نَصْرَانِياًّ وَلٰكِنْ كَانَ حَنٖيفاً مُسْلِماًؕ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكٖينَ ﴿٦٧﴾ Meal:﴾67﴿ İbrâhim ne yahudi ne hıristiyan idi; bilâkis o, tek Allah’a inanıp boyun eğmiş birisiydi, müşriklerden de değildi. اِنَّ اَوْلَى النَّاسِ بِاِبْرٰهٖيمَ لَلَّذٖينَ اتَّبَعُوهُ وَهٰذَا النَّبِيُّ وَالَّذٖينَ اٰمَنُواؕ وَاللّٰهُ وَلِيُّ الْمُؤْمِنٖينَ ﴿٦٨﴾ Meal:﴾68﴿ Doğrusu insanların İbrâhim’e en yakın olanı, ona tâbi olanlar, şu Peygamber (Hz. Muhammed) ve iman edenlerdir. Allah da müminlerin dostudur. Tefsir:Burada, 64. âyetteki çağrıyı destekleyen bir konuya geçilmektedir. 64. âyette Ehl-i kitap “tanrı” telakkisiyle ilgili ortak ilkeden hareketle diyaloga çağrıldıktan sonra, burada üç büyük ilâhî dinin mensuplarınca saygıyla anılan ve kendisine yüce bir mevki tanınan büyük bir peygamberin, yani Hz. İbrâhim’in durumuna açıklık getirilmekte, böylece bu dinlerin mensuplarının “peygamberlik” kurumu etrafındaki telakkilerde de buluşmalarının sağlanması hedeflenmektedir (Hz. İbrâhim hakkında bilgi için bk. Bakara 2/124). Sûrenin nüzûl sebebi açıklanırken değinilen hıristiyan Necran heyeti Medine’ye geldiğinde, yahudi hahamları da ilâhiyat meselelerinin konuşulduğu toplantılara katılmışlar ve hıristiyanlarla yahudiler Resûlullah’ın huzurunda tartışmışlardı. Yahudiler Hz. İbrâhim’in yahudi olduğunu, hıristiyanlar ise onun hıristiyan olduğunu iddia ediyorlardı (İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, II, 197, 201, 202). Özellikle hıristiyanlar, Mekke müşriklerinin kendilerini İbrâhim’in dininin vârisleri ve onun inşa ettiği Kâbe’nin hizmetçileri olarak gördüklerini dikkate alarak Araplar arasında Hıristiyanlığı yayabilmek için “İşte bu da İbrâhim’in dini!” diye propaganda yapıyorlar ve bu sebeple bazı Arap kabileleri arasında Hıristiyanlık yayılıyordu. Ehl-i kitabı böyle bir iddia ile ortaya çıkmada cesaretlendiren mantıkî istidlâl muhtemelen şuydu: İbrâhim’in dinine ilâveler yapılması onun dininden çıkma anlamına gelmezse, biz de bu çerçeve dışında sayılmayız; onun dininden çıkma anlamına geldiği takdirde ise müslümanlar da onun dinine tâbi addedilemezler. Fakat onlar kendilerini de Hz. İbrâhim’e nisbet etmeye kalkarlarken iki büyük hata yapıyorlardı: Biri Hz. İbrâhim’in “yahudi” veya “hıristiyan” olduğunu söyleyebilecek kadar ileri gitmeleri, diğeri kendi kutsal kitaplarını dahi göz önüne almadan kendi dinleriyle ilgili bir iddia ileri sürmeleri. Zira müslümanların Hz. İbrâhim’e mensubiyet iddialarıyla yahudilerin ve hıristiyanların bu konudaki iddiaları arasında köklü bir fark vardı: Kur’an-ı Kerîm’de Hz. İbrâhim’in öğretilerine (Hanîflik) açık bir gönderme yapılmış ve Hz. Muhammed’in de onun dini üzere olduğu belirtilmiş olmasına karşılık, Tevrat ve İncil’de bu yönde bir atıf yer almıyordu (Râzî, VIII, 87-88; İbn Âşûr, III, 271-274). Bu âyetlerde şu hususlara dikkat çekilerek bir taraftan “münazara” esaslarıyla ilgili uyarılarda bulunulmakta, bir taraftan da karşı tarafı bağlayan açıklamalar yapmak suretiyle diyalogun sürdürülebileceği bir zemin oluşturulmaktadır: a) Hz. İbrâhim’in Yahudilik veya Hıristiyanlığa nisbet edilerek tartışmanın içine çekilmesi tarihî gerçeklerle bağdaşmaz; çünkü Tevrat’ın da İncil’in de ondan sonra indirildiği ortadadır (Âlûsî, burada tarih bilgisinin önemine de bir gönderme bulunduğu kanaatindedir, bk. III, 310-311; “Tevrat” ve “İncil” hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/3). b) Kişinin, görüş ve yorumlarında yanlışlıklar bulunsa bile, sahip olduğu bilgiler etrafında tartışmaya girmesi kabul edilebilir; fakat hakkında bilgisi olmadığı konularda iddia ortaya atması onaylanamaz. Şu halde Ehl-i kitabın ellerinde mevcut Tevrat ve İnciller’de yer alan bilgilerden hareketle bazı ilâhiyat konularında ileri sürdükleri görüşler enine boyuna ele alınıp tahlil edilebilir ve karşı görüş bu yolla ortaya konabilir (nitekim yukarıdaki âyetlerde bu yol tutulmuştur). Fakat onların Hz. İbrâhim hakkındaki Kitâb-ı Mukaddes metinlerine ve tarihî verilere dayanmayan iddialarını çürütmek için, bunların dayanaktan yoksun ve sübjektif bir yaklaşım olduğunu hatırlatmak yeterlidir (Kurtubî, bu âyetten, bilgisiz kişiyle tartışmaya girmekten sakınmak gerektiği hükmünü çıkarır, bk. IV, 108). c) Ehl-i kitabın bu konudaki iddiaları sağlam bir bilgiye dayalı olmadığına göre, vahyin sağladığı bilgiye kulak verilmelidir: Hz. İbrâhim ne yahudi ne hıristiyan ne de müşrik idi; o tevhid inancına yürekten bağlı biriydi. Onun inancıyla ilgili bir niteleme yapılacaksa, söylenecek şey onun “hanîf” ve “müslüman” olduğudur (“hanîf” hakkında bilgi için bk. Bakara 2/135). Eğer yahudiler ve hıristiyanlar kendileriyle Hz. İbrâhim arasında bir bağ kurmak isterlerse bunun yegâne yolu, kendi peygamberlerinin de tevhid inancına çağrıda bulunduğu gerçeğini itiraf etmeleri ve Hz. İbrâhim’i, dolayısıyla Hz. Muhammed’i kendilerine tâbi kılma gayreti içine girme yerine, bütün ilâhî dinlerin geniş anlamıyla “İslâm” dairesi içinde buluştuğunu görmeleridir. d) Eğer İbrâhim’e yakınlık tesbiti yapılacaksa, kuşkusuz ona en yakın olanlar onun getirdiği mesaja uyanlarla Hz. Muhammed ve müminlerdir. Çünkü ona yakınlığın ölçütü onun öğretilerine canı gönülden bağlanmış olmaktır. Ona uyanların yanı sıra Hz. Muhammed ve onun ümmeti tevhid inancına sımsıkı sarılarak bu bağlılığı ispat etmişlerdir. Bütün evrenin yaratıcısı olan Allah’ı millî bir tanrı şeklinde takdim etme gayreti içine giren yahudilerle Hz. Îsâ’yı O’nun oğlu sayarak Allah’a ortak koşan hıristiyanlar ise Hz. İbrâhim’in öğretilerinden çok uzaklaşmış bulunmaktadır. Öte yandan, Hz. İbrâhim tarafından inşa edilen Kâbe’yi tavaf etmenin İslâm’ın şartlarından biri olan haccın önemli bir unsuru olmasına karşılık, Yahudilik’te ve Hıristiyanlık’ta –bu anlamda– “hac farîzası”nın bulunmayışı da, yahudiler ve hıristiyanlara nazaran Hz. Muhammed ve ona uyanların Hz. İbrâhim’in tebliğ ettiği dinî esaslara daha yakın olduklarının açık bir göstergesi sayılır (İbn Âşûr, III, 274). Kur’an-ı Kerîm’de “Hac” ismini taşıyan bir sûre ve haccın hükümlerini açıklayan, makam-ı İbrâhim’den söz eden başka âyetler (özellikle Bakara 2/125, 196) bulunmakla beraber, bu amaçla bina edilen ilk evin Mekke’de (Kâbe) olduğunu, orada İbrâhim makamı bulunduğunu ve İslâm’da haccın farziyetini bildiren âyetlerin bu sûrede yer almış olması (bk. Âl-i İmrân 3/96-97) bu yorumu destekleyici niteliktedir. e) Allah’a yakınlık ancak O’nun varlığına ve birliğine yürekten inanmakla ve yalnız O’na kulluk etmekle sağlanabilir; zira Allah “müminler”in dostudur. 68. âyette yahudilerin ve hıristiyanların iddialarının çürütülmesiyle ilgili ifadeleri müşrik Araplar’ın istismar edip kendilerine pay çıkarmalarına imkân bırakılmamış ve Hz. İbrâhim hakkında ayrıca “müşriklerden de değildi” buyurulmuştur (krş. Bakara 2/135).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 597-600
Sebebi Nüzul Müfessirlerin çoğunluğuna göre, sûrenin önemli bir bölümünün geliş sebebi, Necran hıristiyanları adına Medine’ye gelen heyetle Hz. Peygamber arasında geçen Allah inancı konusundaki tartışmalardır. Bu vesileyle nâzil olan âyetlerin sayısı ve sûrenin iniş zamanı hakkında farklı görüşler vardır. Necran heyetiyle ilgili rivayetten sonra bunlara yer verilecektir. Coğrafî kaynaklar Yemen’de, Kûfe civarında ve Havran’da Necran adını taşıyan birden fazla yerleşim biriminin bulunduğunu kaydeder. Burada söz konusu olan kişiler, Yemen Necranı’ndan heyet halinde gelen hıristiyanlardır. Hıristiyanlık aslî şekliyle Arap yarımadasının önce bu kasabasında yayılmış ve başlangıçta Yemen hükümdarlarının sert tepkileriyle karşılaşmıştır. Daha sonra burası Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olmuştur.
Nitekim tarih kaynakları burada inşa edilen ve Kâbe-i Muazzama’ya karşılık olmak üzere “Kâbe-i Necrân” adıyla anılan görkemli kilisede çok sayıda piskoposun görev yaptığını belirtmektedirler. Aralarında bu kiliseye mensup din adamlarının da bulunduğu altmış kişilik bir Necran heyeti (aşağıda açıklanacağı üzere hicretin 9. yılında veya daha önceki bir tarihte) Medine’ye bir ziyarette bulunmuştu. Bu heyet içinde on dört kişi temsilci konumundaydı. Bunlardan üçü heyetin en yetkilileri idi: Başkan Abdülmesîh (el-Âkıb), başkan yardımcısı Eyhem (es-Seyyid) ve piskopos Ebû Hârise b. Alkame. Bir gün ikindi namazını müteakip süslü ve ihtişamlı elbiseler içinde mescide gelip Hz. Peygamber’in huzuruna çıkan bu heyet mensupları, kendi ibadet vakitleri geldiğinde doğuya doğru dönüp hıristiyan usulüne göre âyin yapmak istediler. Resûlullah onlara müsaade etti. Heyet birkaç gün Medine’de kaldı ve müslümanlar tarafından ağırlandı. Bu süre içinde heyetin ileri gelenleriyle Hz. Peygamber arasında Allah inancı ve Hz. Îsâ’nın durumuna dair önemli tartışmalar cereyan etti. Heyet mensupları arasında tam bir inanç birliği olmadığı gibi, sorulan sorulara verdikleri cevaplar da tutarlı değildi. Hz. Îsâ için bazan “Allah” bazan “Allah’ın oğlu” bazan da “üçün üçüncüsü” diyorlardı. Hz. Peygamber onların iddialarını çürüttükten sonra, kendilerini bağlayacak sorular yöneltti. Sonunda sükût etmek zorunda kaldılar.
Bunun üzerine Resûlullah onları İslâm’a davet etti. Bu teklife karşı direnme yollarını denediler: –
“Ey Muhammed! Sen Îsâ’nın, Allah’ın kelimesi ve O’ndan bir ruh olduğunu söylemiyor musun?” dediler. Resûlullah:– “Evet” deyince: – “İşte bu bize yeter” dediler. Allah Teâlâ resulüne onları “mübâhele”ye (açık biçimde lânetleşme) davet etmesini vahyetti (bu konuda ayrıntılı açıklamaya 61. âyetin tefsirinde yer verilecektir). Resûl-i Ekrem bu çağrıyı yapınca bir gün süre istediler. Bu konuda ne yönde bir karar alabileceklerini kendi aralarında müzakere ederlerken içlerinden biri şöyle dedi: “Îsâ efendimizle ilgili çekişmeyi çözüme bağlayışından anlaşılmış oldu ki Muhammed gerçekten Allah’ın gönderdiği bir peygamberdir. Bilirsiniz ki bir toplum peygamberle lânetleşmeye kalkışırsa Allah, büyüğüyle küçüğüyle onları mahveder. Dinimizde kalmaya kararlıysanız, bu zatla lânetleşmeye girmeyiniz ve iyilikle ayrılınız.” Sonunda Hz. Peygamber’e gelip şöyle dediler: “Ey Ebü’l-Kasım! Seninle lânetleşmeye girmemeye, seni dininle baş başa bırakıp kendi dinimiz üzere kalmaya karar verdik. Fakat biz senden hoşnuduz ve sana güveniyoruz. Ashabından uygun birini aramızdaki malî ihtilâfları çözmek üzere bize gönder."Resûlullah bu talep üzerine Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı bu iş için görevlendirdi. Rivayete göre Hz. Ömer, hiçbir zaman yöneticilikten hoşlanmadığı halde, Hz. Peygamber’in söz konusu görev için karar verdiği gün, hayatında ilk defa içinde bu arzuyu duyduğunu ve kendisinin tayin edileceğini umduğunu ifade etmiştir (bk. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, II, 222 vd.; İbn Atıyye, I, 396-397; Râzî, VII, 154-155; Elmalılı, II, 1011-1015; Necran’la ilgili bilgi için bk. A. Moberg, “Necrân”, İA, IX, 165-167). Necran heyetiyle yapılan tartışmalar vesilesiyle nâzil olan bölümün1-61, 1-82 ve 1-84. âyetler olduğu yönünde görüşler vardır (bk. Şevkânî, I, 345; İbn Âşûr, III, 143-144; Elmalılı, II, 1011). Necran heyetinin Medine’ye hicretin 9. yılında gelmiş olduğu yönündeki yaygın bilgiye mukabil, İbn Hişâm’ın bu heyet hakkındaki bilgileri tarih vermeksizin aktarması, Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu hususunda âlimler arasında görüş birliğinin bulunması ve sûrenin içerik ve üslûbu bazı müellifleri bu sûresinin ne zaman nâzil olduğu konusunda farklı değerlendirmeler yapmaya sevketmiştir. İbn Âşûr’un bu konudaki açıklamalarını şöyle özetlemek mümkündür (III, 143-144, 146): Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu ve bazı âyetlerinde Uhud Savaşı’ndan söz edildiği hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Enfâl sûresinden önce veya sonra indiği konusu ise ihtilâflıdır. Fakat Âl-i İmrân sûresinin, Bedir Savaşı sırasında indiği ittifakla kabul edilen Enfâl sûresinden de önce nâzil olduğuna dair rivayetin kabulü halinde, bu sûrede Uhud Savaşı’ndan söz edildiğini ve Bedir’de müslümanların kazandığı zaferin hatırlatıldığını söylemek mümkün olmayacaktır. Daha önce açıklandığı üzere aynı süre içinde birden fazla sûrenin inmesi mümkündür ve tefsir kitaplarında yer alan “Bu sûre filân sûreden sonra inmiştir” şeklindeki ifadeler, “Bu iki sûreden ilki tamamlanıp sonra diğeri inmeye başladı” anlamında değil, “Birincinin nüzûlü diğerinin nüzûlünden önce başlamıştır” anlamındadır. Necran heyetiyle ilgili bölümün iniş zamanının da bu ölçüye göre değerlendirilmesi uygun olur. Şu var ki, bu bölümün hicretin 9. yılında inmiş olduğuna dair ifadelerin, bu yılın “senetü’l-vüfûd” (elçiler yılı) olarak tanınmasından kaynaklandığı ve Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu dikkate alınınca, Necran heyetinin sözü edilen elçiler yılından önce (muhtemelen hicretin 3. yılında) gelmiş olduğu söylenebilir. Derveze, Necran heyetinin, müslümanların Bedir Savaşı’nda Kureyş müşriklerine karşı zafer kazandıkları haberini yerinde tahkik etmek için–Uhud Savaşı öncesinde– Medine’ye gelmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Aynı müfessir, Ebû Süfyân’ın –Mekke’nin fethinden sonraki bir zamanda– Hz. Peygamber’in Necran hıristiyanları için yazılı bir belge düzenlediğine tanıklığı ile ilgili haberin doğru olması halinde ise hicretin 9. yılında başka bir Necran heyetinin daha gelmiş olmasını muhtemel görür (VIII, 70-71). Abdülhamîd Mahmûd Tahmâz ise bunu zorlanmış bir yaklaşım olarak değerlendirir ve bir sûrenin âyetlerindeki sıralamanın daima nüzûl sebebi ve sırasına göre olmadığı noktasından hareketle burada Necran heyeti hakkında hicretin 9. yılında inen baş kısmın Uhud Savaşı hakkındaki orta kısımdan sonra inmiş olduğunu düşünmeye bir engelin bulunmadığını savunur (et-Tevrât ve’l-İncîl ve’l-Kur’ân fî sûreti Âli İmrân, s. 9-10). Âl-i İmrân sûresinin baştan 120. âyetine kadar olan bölümün hicretin ilk yıllarında nâzil olduğunu gösteren bir içeriğe sahip bulunduğuna işaretle, sûrenin ilk seksen küsur âyetinin Bedir Savaşı’ndan bile önce nâzil olduğu, muhtemelen Hz. Peygamber’in daha önce inen Âl-i İmrân âyetlerini Necran heyetine okuduğu için bunu duyan bazı kişilerin bu âyetlerin o zaman (hicretin 9. yılı) indiğini zannettikleri de ileri sürülmüştür. Fakat bu görüşün sahibi olan Süleyman Ateş’in konuya ilişkin açıklamaları kendi içinde tutarlı görünmemektedir. Zira Ateş “hicrî 5. yıldan sonra Medine’de yahudi kalmadığı” noktasından hareketle “bu sûrede yahudilerin yerinin bulunmadığı” tarzında ve kendisinin başka ifadeleriyle bağdaşmayan kesin bir kanaat de ortaya koymaktadır (krş. II, 6, 33, 60, 61, 65, 69, 70, 71, 84, 85; II, 48, 61, 62; II, 29-30; II, 63). Öte yandan bazı âyetlerin içeriği ile tarihî bilgiler arasında uyum arama çabasıyla, meselâ 64. âyetin bir Hudeybiye Antlaşması’ndan önce, bir de Mekke fethinden sonra olmak üzere iki defa inmiş olmasına ihtimal veren müfessirler de vardır (bk. İbn Kesîr, II, 46). Kanaatimize göre Âl-i İmrân sûresinde “Ehl-i kitap” olumlu ve olumsuz yönleriyle geniş bir biçimde ele alınmış, inanç esasları bakımından hıristiyanlara ağırlık verilmekle beraber birçok yerde yahudilere de atıfta bulunulmuştur. Özellikle Hz. İbrâhim hakkındaki tartışmaya gönderme yapan âyetler (65-68) bunun açık bir kanıtıdır. Hatta 64. âyetin tefsirinde açıklanacağı üzere Ehl-i kitaba yapılan diyalog çağrısını, aslî şekliyle tevhid inancına dayalı din mensuplarına yapılmış genel bir davet biçiminde anlamak mümkündür. Şevkânî’nin de belirttiği üzere, bu sûrede geçen Ehl-i kitap ifadelerinin sadece hıristiyanlar hakkında olduğuna dair bazı ilk dönem bilginlerinden nakledilen rivayeti mutlak biçimde doğru saymak mümkün değildir (I, 391); bu rivayeti, Bakara sûresiyle karşılaştırıldığında burada hıristiyanlara ağırlık verilmiştir şeklinde anlamak daha uygun olur. Âyetlerin sıralaması konusunda yukarıda işaret edilen bilgiler dikkate alındığında, daima nüzûl sırasına ilişkin rivayetlerden hareketle zaman tesbiti yapmanın isabetli olmayacağı açıktır. Âyetlerin anlaşılmasında tarihî bilgiler ve nüzûl bilgileri önemli bir yardımcı role sahip olmakla beraber, yorumu bu bilgiler içine hapsetmeksizin ve öncelikle Kur’an’ın içerdiği mesajlar üzerinde dikkatle durulduğu takdirde yorumun ufkunu genişletme ve sağlıklı sonuçlara ulaşma ihtimali artar. Tabii ki, bu yorumların da kesinlik taşıyan verilerle çatışmamasına özen gösterilmesi gerekir. Buna göre, sûrede geçen ifadelerin de kimlere uygun düştüğü noktasının esas alınması, kesinlik kazanmamış rivayet veya ihtimaller dolayısıyla yoruma kesin bir üslûp katılmaması uygun olur. Sonuç olarak sûrenin nüzûlü hakkında şu söylenebilir: Bakara ve Enfâl sûrelerinin ardından hicretin 3. yılında Uhud Savaşı’ndan sonra nâzil olmaya başlayan sûrenin tamamlanması muhtemelen hicretin 9. yılına kadar sürmüştür (Emin Işık, “Âl-i İmrân Sûresi”, DİA, II, 307). قَالَتْ رَبِّ اَنّٰى يَكُونُ ل۪ي وَلَدٌ وَلَمْ يَمْسَسْن۪ي بَشَرٌۜ قَالَ كَذٰلِكِ اللّٰهُ يَخْلُقُ مَا يَشَٓاءُۜ اِذَا قَضٰٓى اَمْرًا فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ﴿٤٧﴾ Meal 47: Meryem: “Rabbim! Bana bir erkek eli değmemişken benim nasıl çocuğum olabilir?” dedi. Rabbi de: “İşte Allah, dilediğini böyle yaratır. O, bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece «Ol!» der, o da hemen oluverir” buyurdu. TEFSİR:Hz. Meryem, evli olmadığı, normal şartlar altında kendisine bir erkek eli değmediği ve kendisinin iffetinden hiçbir şüphesi bulunmadığı halde bir çocuğunun olacağına taaccüp etmiş ve şaşkınlığını gizleyememiştir. Hayretler içinde doğrudan doğruya Rabbine yönelip tazarrû ve niyâz halinde işin hikmet ve sırrını öğrenmek istemiştir. Cenâb-ı Hak da, onun bu hayretini yatıştıracak ve işin hikmetini çözmesini sağlayacak bir beyânda bulunmuştur: “İşte Allah, dilediğini böyle yaratır. O, bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece «Ol!» der, o da hemen oluverir”. (Âl-i İmrân 3/47) İşte İsa’da Allah Teâlâ’nın böylece “Ol!” demesiyle oluveren istisnaî bir şahsiyettir: وَيُعَلِّمُهُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَالتَّوْرٰيةَ وَالْاِنْج۪يلَۚ ﴿٤٨﴾ Karşılaştır 48: Allah İsa’ya okuyup yazmayı, hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretecek. وَرَسُولًا اِلٰى بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ اَنّ۪ي قَدْ جِئْتُكُمْ بِاٰيَةٍ مِنْ رَبِّكُمْۙ اَنّ۪ٓي اَخْلُقُ لَكُمْ مِنَ الطّ۪ينِ كَهَيْـَٔةِ الطَّيْرِ فَاَنْفُخُ ف۪يهِ فَيَكُونُ طَيْرًا بِاِذْنِ اللّٰهِۚ وَاُبْرِئُ الْاَكْمَهَ وَالْاَبْرَصَ وَاُحْيِ الْمَوْتٰى بِاِذْنِ اللّٰهِۚ وَاُنَبِّئُكُمْ بِمَا تَأْكُلُونَ وَمَا تَدَّخِرُونَۙ ف۪ي بُيُوتِكُمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَۚ ﴿٤٩﴾ Karşılaştır 49: Allah onu İsrâiloğulları’na peygamber olarak gönderecek, o da onlara şöyle diyecek: “Şüphesiz ben size Rabbinizden büyük bir mûcize getirdim: Size çamurdan kuş sûretinde bir şey yapıp ona üfleyeceğim, o da Allah’ın izniyle gerçek kuş olacak. Allah’ın izniyle anadan doğma körleri ve alaca hastalarını iyileştireceğim. Y”ine Allah’ın izniyle ölüleri dirilteceğim. Evlerinizde ne yiyip, neleri biriktirdiğizi size bir bir haber vereceğim. Eğer inanmak isterseniz bunda sizin için kesin bir delil vardır." وَمُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيَّ مِنَ التَّوْرٰيةِ وَلِاُحِلَّ لَكُمْ بَعْضَ الَّذ۪ي حُرِّمَ عَلَيْكُمْ وَجِئْتُكُمْ بِاٰيَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِ ﴿٥٠﴾ Meal 50: “Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için gönderildim. Size Rabbiniz’den açık bir mûcize getirdim. O halde Allah’a karşı gelmekten sakının bana itaat edin.” اِنَّ اللّٰهَ رَبّ۪ي وَرَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُۜ هٰذَا صِرَاطٌ مُسْتَق۪يمٌ ﴿٥١﴾ Meal 51: “Şüphesiz Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse artık O’na kulluk edin. İşte en doğru yol budur.” فَلَمَّٓا اَحَسَّ عٖيسٰى مِنْهُمُ الْكُفْرَ قَالَ مَنْ اَنْصَارٖٓي اِلَى اللّٰهِؕ قَالَ الْحَوَارِيُّونَ نَحْنُ اَنْصَارُ اللّٰهِۚ اٰمَنَّا بِاللّٰهِۚ وَاشْهَدْ بِاَنَّا مُسْلِمُونَ ﴿٥٢﴾ Meal﴾52﴿ Îsâ onlardaki inkârcılığı sezince, “Allah’a giden yolda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?” diye sordu. Havâriler cevap verdiler: “Biz Allah için yardımcılarız; Allah’a inandık, şahit ol ki bizler Müslümanlarız.” رَبَّنَٓا اٰمَنَّا بِمَٓا اَنْزَلْتَ وَاتَّبَعْنَا الرَّسُولَ فَاكْتُبْنَا مَعَ الشَّاهِدٖينَ ﴿٥٣﴾ Meal ﴾53﴿ “Rabbimiz! İndirdiğine inandık ve peygambere tâbi olduk; artık bizi şahitlerle beraber yaz.” Tefsir:Hz. Meryem’e verilen annelik müjdesinden ve dünyaya getireceği çocuğun özelliklerinden 45-51. âyetlerde söz edilmiş, Hz. Îsâ’nın doğumu konusuna da Meryem sûresinde (19/16-36) genişçe yer verilmiştir. Onun hayatı ve tebliğ faaliyetiyle ilgili ayrıntılar ise Kur’an-ı Kerîm’de yer almaz. Yukarıdaki âyetlerde değinilen mûcizelerin meydana gelişi hakkında da Kur’an’da olay tasvirleri bulunmamaktadır. Bunun sebebi şöyle açıklanabilir: Peygamber olarak algılanma hususunda Hz. Îsâ diğer peygamberlerden farklı bir konumdadır. Zira diğerlerinde, peygamberin Allah’ın elçisi olduğunu kabul eden muhatap, onun Allah’tan vahiy aldığına, kutsal bir görev ifa ettiğine fakat aynı zamanda bir beşer olduğuna inanır. Hz. Îsâ’nın böyle kutsal bir göreve sahip olduğunu kabul edenlerin çoğu ise bu noktada durmayıp ona –hâşâ– Tanrı’nın oğlu nazarıyla bakmışlardır. Öyle görünüyor ki, bu sebeple Kur’an-ı Kerîm konunun teolojik yönüne yani Hz. Îsâ’yı bu şekilde algılamanın yanlışlığına ağırlık vermeyi tercih etmiştir. Hz. Îsâ ilâhî mesajı tebliğ edince İsrâiloğulları’ndan genel bir kabul görmek şöyle dursun, onların inkârcılıkta kararlı olduklarını hatta kendisini öldürmeyi planladıklarını anlamıştı. Kendisine bu davada canı gönülden kimlerin destek olacağını belirlemek üzere “Allah’a giden yolda bana yardımcı olacaklar kimlerdir” diye sordu. Böylece Hz. Îsâ tebliğ faaliyetini örgütlü bir biçimde yürütebilmek için çekirdek bir kadro belirleme yoluna gidiyordu. Onun has adamları olup bildirdiklerine yürekten inanmış bulunan havâriler “Allah’ın yardımcıları biziz” cevabını verdiler. Bu cevapla “Allah’ın dinine sahip çıkmada ve onu yaymada olanca çabayı sarfetme”nin kastedildiği açıktır. Bununla birlikte, Hz. Îsâ’nın çağrısına olumlu karşılık veren ilk müminlerin, ona yüklenen görevle tanrılık vasfı arasında asla bir bağ kurmadıklarını açık bir biçimde belirtmek üzere, âyet-i kerîmenin devamında onların “Allah’a inandık; şahit ol ki bizler müslümanlarız (bu davaya gönülden teslim olduk)” şeklindeki sözlerine yer verilmiştir. Havârilerin bu tutumu ve Allah’ın dinini yücelerde tutup onu yaymak için dayanışma içinde olma anlamına gelen “Allah’ın/Allah yolunun yardımcıları olma” iradesini açığa vurma, Kur’an-ı Kerîm’in başka bir âyetinde Hz. Muhammed’in ümmetinden olan müminler için de örnek bir davranış olarak gösterilmiştir (bk. Saf 61/14). Resûl-i Ekrem’in de “Her peygamberin havârisi vardır, benim havârim de Zübeyr’dir” buyurduğu nakledilir (Buhârî, “Cihâd”, 40-41, 135; Müslim, “Fezâilü’s-sahâbe”, 48). Hatta Arapça’da hıristiyanlara “Nasrânî” (çoğulu nasârâ) denilmesinin sebebiyle ilgili yorumlardan birine göre, bu âyet-i kerîmede Hz. Îsâ’ya Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için yürekten yardımcı olan müminler hakkında “ensar” kelimesi kullanıldığından bu ad verilmiştir. “Şahit ol ki…” cümlesini Hz. Îsâ’ya hitaben bir teyit sözü veya yüce Allah’a niyazda bulunma ifadesi olarak anlamak mümkündür. Taberî bu ifadede Necran heyetindekilere, “İşte Hz. Îsâ’ya iman eden ilk hıristiyanların sözleri ve tutumları böyleydi, sizinkiler gibi değildi!” anlamını içeren bir reddiye bulunduğunu belirtir (Taberî, III, 288). Aynı cümledeki “müslimûn” kelimesi, bütün ilâhî dinleri “İslâm” olarak kabul eden görüşüne göre “müslümanlarız” şeklinde anlaşılabileceği (bk. Âl-i İmrân 3/19) gibi, sözlük anlamı esas alınarak “(bu davaya yürekten) teslim olanlardanız” diye de tercüme edilebilir. “Peygambere tâbi olduk” cümlesindeki “er-resûl” (peygamber) genellikle Hz. Îsâ şeklinde anlaşılmıştır. Elmalılı Muhammed Hamdi Hz. Yahyâ’nın İncil’de geçen bir sözüyle bu âyetler arasında bağ kurarak buradaki er-resûl kelimesinin Hz. Muhammed’i de kapsadığını veya ona da işaret ettiğini belirtir (II, 1109-1110). “Bizi şahitlerle beraber yaz” cümlesi “senin birliğine tanıklık edenlerle”, “ümmetlerine şehadet eden peygamberlerle”, “Muhammed ümmetiyle” gibi mânalarla açıklanmıştır (Zemahşerî, I, 191). Arapça’da havâri “beyaz, beyazlık, seçilmiş, kusursuz, hâlis, kendisini bir davaya adamış, candan dost ve yardımcı” gibi anlamlara gelir. Bu kelimenin Habeşçe’den ve Nabatî dilinden geçtiği de ileri sürülmüştür. Terim olarak özellikle Hz. Îsâ tarafından seçilmiş, tebliğ ve irşad görevinde ona yardımcı olan on iki kişilik grubu ifade eder. Bazı tefsir kitaplarında Hz. Îsâ’ya destek olan yakın arkadaşlarına niçin havâri denildiğini yukarıda belirtilen anlamlardan biriyle bağlantı kurarak açıklayan olaylar anlatılır ve bunların kimler olduğuna dair bilgiler verilir. Batı dillerinde havâri karşılığında kullanılan “apostle” ve “”apôtre” kelimeleri Grekçe’de “dışarıya gönderilen, bir görevi ifa etmek üzere yollanan kişi” anlamındaki “apostolos”tan gelmektedir. Hz. Îsâ’nın kendisini izleyen pek çok kişiden yalnızca on ikisine havâri (elçi, apostolos) adının verilmesi (Luka, 6/13) bu terimin özel bir kadroyu temsil ettiği anlamına gelir. Havâriler Hz. Îsâ adına konuşurlar (Markos, 9/38-41). Kilise bu düşünceden yararlanarak Havâri Petrus vasıtasıyla kendisini doğrudan Hz. Îsâ’ya bağlamıştır. Bir başka anlatımla, Katolik kilisesinin başında kendini Petrus’un ve dolayısıyla Îsâ Mesîh’in vekili olarak gören yanılmaz papa bulunmaktadır (Matta, 16/18-19; Luka, 22/31-32; Yuhanna, 20/21-23). Bu on iki havâri Matta’ya (10/2) göre şunlardır: Petrus (Simun), Andreas, Yâkub (Zebedi’nin oğlu), Yuhanna (Yâkub’un kardeşi), Filip, Bartolomeus, Tomas, Matta (vergi mültezimi), Yâkub (Alfeus’un oğlu), Taddeus, Gayyur Simun ve Hz. Îsâ’yı ele veren Yahuda İskariyot. Fakat Yahuda İskariyot’un Hz. Îsâ’yı ele vermesiyle birlikte, “on ikiler” arasına Yahuda yerine Mattias seçilir (Resûllerin İşleri, 1/15-26). On iki havârinin dışında Pavlus kendisini havâri ilân etmiş ve yahudi menşeli olmayan hıristiyanlar onu, Mûsevî-hıristiyan geleneği ise Barnaba’yı havâri saymıştır. Havâriler kiliseye “ruh”un bir hediyesidir (Korintoslular’a Birinci Mektup, 12/11-13; Efesliler’e, 4/10-13). Hakiki havâri mûcizeler gösterir ve olağan üstü işler yapar (Korintoslular’a İkinci Mektup, 12/11-13; krş. Resûllerin İşleri, 8/14-19; Markos, 3/15). Havâriler kilisenin temelinin bir parçası olarak görülürler (Efesoslular’a İkinci Mektup, 2/20-22). İnciller’de de görüldüğü üzere on ikilik gruplar yahudi düşüncesinde önemli bir rol oynamıştır. Bu düşüncenin kökeni İsrâil’in on iki kabilesine kadar uzanır. Bununla birlikte, Hıristiyanlık’taki bu kadrolaşma, milâdî dönemlerde varlıkları sona eren “Ölüdeniz cemaati”ndeki on iki kişilik yönetici kadroya benzer. Erken Hıristiyanlık herhalde bu mirası “Ölüdeniz cemaati”nden devralmıştır (havâri konusunda bilgi için bk. Râzî, VIII, 62-64; İbn Âşûr, III, 255-256; Osman Cilâcı, “Havâri”, DİA, XVI, 513; Kürşat Demirci, “Havâri”, İFAV Ans., II, 196-197). Kur’an-ı Kerîm’de Hz. Îsâ’nın havârilerinin sayısı belirtilmemiştir. İnciller’de havârilere dair verilen bilgiler Kur’an-ı Kerîm’deki bilgilerle çelişmektedir. İbn Hazm İnciller’de bu konuda yer alan ifadeleri esas alarak hıristiyanlarca havâri diye anılan bu kimselerin, havâri olmak şöyle dursun mümin bile olmadıklarını, aksine yalancı olduklarını, çünkü Hz. Îsâ’ya tanrılık yakıştırdıklarını belirtir (el-Fasl, II, 26, 38-39; ayrıca bk. Osman Cilâcı, DİA, “Havâri”, XVI, 516). وَمَكَرُوا وَمَكَرَ اللّٰهُؕ وَاللّٰهُ خَيْرُ الْمَاكِرٖينَࣖ ﴿٥٤﴾ Meal ﴾54﴿: (Yahudiler) tuzak kurdular, Allah da onların tuzaklarını bozdu. Evet, Allah en iyi tuzak bozucudur. Tefsir:“Hz. Îsâ’nın dünya hayatının son bulması ve nezd-i ilâhîye yükseltilmesi konusu, onun öldürüldüğü ve çarmıha gerildiği iddiaları ile yakından ilgili olduğundan Nisâ sûresinin 155-158. âyetlerinin tefsirinde ele alınacaktır. Zikirden maksadın Kur’an-ı Kerîm olduğu kanaatini taşıyan müfessirler bunun sıfatı olarak geçen “el-hakîm” kelimesini, hâkim (hükümlerin ana kaynağı), hikmetlerle dolu, hakîmâne bir üslûba sahip ve muhkem (eksiği gediği olmayan) gibi mânalarla açıklamışlardır. Başka bir izaha göre burada Kur’an-ı Kerîm, sahibinin sıfatı ile nitelendirilmiştir (Zemahşerî, I, 192; Râzî, VIII, 74; Şevkânî, I, 384). Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 584-585Tuzak” diye çevirdiğimiz mekr kelimesi sözlükte “bozgunculuk için gizli gizli çaba harcamak, plan yapmak, tuzak kurmak, tedbir almak, bir işi dört başı mâmur yapmak” gibi anlamlara gelir. “Tuzak kurdular” cümlesiyle, Hz. Îsâ’yı öldürmek isteyenlerin hazırladıkları planlara işaret edildiği genellikle kabul edilir. Râzî burada Allah’ın dinini gizleme ve yok etme amacıyla kurulan tuzakların kastedilmiş olabileceğini de belirtir (Râzî, VIII, 66). Din düşmanlarının kurdukları tuzakların karşılıksız kalmayacağını vurgulamak üzere ve “mekera” fiilinin hainleri nereden geldiğini anlayamayacakları biçimde cezalandırma mânasını da içermesine binaen yüce Allah’ın onların planlarını boşa çıkaran tedbirleri için de bu fiil kullanılmıştır. Bu tür karşılık vermeye Arap edebiyatında “müşâkele” denir. Başka bir âyette (A‘râf 7/99), kurulan bu tuzağa karşılık olmaksızın da mekr kelimesi yüce Allah’a izâfe edilmiş ve O’nun azabına karşı güven duygusu içinde olmanın ne kadar yanlış olduğu belirtilmiştir. Bununla birlikte bazı bilginler bunu da “takdîrî müşâkele” olarak adlandırmışlardır. Mekr kelimesi, Kur’an’da kötü sıfatıyla birlikte de kullanıldığından (Fâtır 35/43) ve sözlükte “tedbir alma ve bir işi sağlam yapma” anlamları da taşıdığından “Allah en iyi tuzak bozucudur” diye çevirdiğimiz cümle şöyle de açıklanır: Cenâb-ı Allah’ın mekri kullarınkine benzemez; hayra ve adalete yöneliktir, mahiyetine tam olarak nüfuz edilemez, önüne geçilemez. Öte yandan İslâm inançlarıyla ilgili eserlerde, Allah Teâlâ’nın inkârcı ve günahkâr kişilere, kendi kendilerini aldatan ve girdikleri hüsran bataklığında daha çok batmalarına yol açan nimet ve imkânlar vermesi anlamına gelen “istidrâc” kavramıyla mekr arasında –ikisinin de görünüşte cazip fakat gerçekte kötü sonuçlar içermesi açısından– benzerlik kurulur (İbn Âşûr, III, 256-257; Reşîd Rızâ, III, 315-316).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 583 اِذْ قَالَ اللّٰهُ يَا عٖيسٰٓى اِنّٖي مُتَوَفّٖيكَ وَرَافِعُكَ اِلَيَّ وَمُطَهِّرُكَ مِنَ الَّذٖينَ كَفَرُوا وَجَاعِلُ الَّذٖينَ اتَّبَعُوكَ فَوْقَ الَّذٖينَ كَفَرُٓوا اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِۚ ثُمَّ اِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَاَحْكُمُ بَيْنَكُمْ فٖيمَا كُنْتُمْ فٖيهِ تَخْتَلِفُونَ ﴿٥٥﴾ Meal:﴾55﴿ Allah buyurmuştu ki: “Ey Îsâ! Ben seni vefat ettireceğim, seni katıma yükselteceğim, seni o inkârcılardan arındıracağım ve sana tâbi olanları kıyamet gününe kadar inkâr edenlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte, ayrılığa düşüp durduğunuz hususlarda aranızda hükmü o zaman ben vereceğim.” Tefsir:58. âyette geçen “netlû” fiilinin masdarı olan tilâvet “okuma ve anlatma” mânalarına gelir. “İşte bunlar” mânasını taşıyan “zâlike” kelimesiyle daha önceki âyetlerde bildirilen haberlere işaret edildiği genellikle kabul edilir. Elmalılı ise bunun 55. âyette değinilen ihtilâf konusuna dair hükme işaret ettiği anlayışından hareketle âyete “İşte o hüküm, biz onu sana… okuyoruz” şeklinde mâna vermiştir (II, 1117). “Deliller”den (âyât) maksat Kur’an âyetleri olabileceği gibi Hz. Muhammed’in peygamberlik iddiasını destekleyen deliller de olabilir. Zira Hz. Peygamber’in okuma-yazma bilmediği ve yetiştiği ortamın koşulları dikkate alındığında, bu haberleri bu biçim ve içerikte verebilmesinin ancak ilâhî vahiy almasıyla izah edilebileceği anlaşılır. Bir başka anlatımla, bu gayb haberlerini verebilmesi onun peygamberliğini ortaya koyan mûcizelerdendir. “Hikmet dolu sözler” diye çevirdiğimiz “ez-zikrü’l-hakîm” tamlamasında geçen zikir kelimesi sözlükte “öğüt verme, anma, hatırlama, hatırlatma” gibi anlamlara gelir. Burada bu kelimeyle Kur’an-ı Kerîm’in kastedildiği görüşü hâkimdir ve bu görüş Kur’an’ı “zikr-i hakîm” olarak niteleyen bir hadisle (bk. Tirmizî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 14) ve İbn Abbas’tan gelen bir rivayetle desteklenmiştir (İbn Atıyye, I, 446). Diğer bir görüşe göre burada zikirden maksat bütün ilâhî kitapların kaynağı olan levh-i mahfûzdur (Râzî, VIII, 74) فَاَمَّا الَّذٖينَ كَفَرُوا فَاُعَذِّبُهُمْ عَذَاباً شَدٖيداً فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِؗ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِرٖينَ ﴿٥٦﴾ Meal:﴾56﴿ “İnkâr edenleri dünyada da âhirette de şiddetli bir azaba çarptıracağım; onların hiç yardımcıları da olmayacak.” وَاَمَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَيُوَفّٖيهِمْ اُجُورَهُمْؕ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِمٖينَ ﴿٥٧﴾ Meal:﴾57﴿ İman edip dünya ve âhirete faydalı işler yapanlara gelince, Allah onlara mükâfatlarını eksiksiz verecektir. Allah zalimleri sevmez. ذٰلِكَ نَتْلُوهُ عَلَيْكَ مِنَ الْاٰيَاتِ وَالذِّكْرِ الْحَكٖيمِ ﴿٥٨﴾ Meal :﴾58﴿ İşte bu sana okuduğumuz apaçık delillerdir, hikmet dolu sözlerdir. اِنَّ مَثَلَ عٖيسٰى عِنْدَ اللّٰهِ كَمَثَلِ اٰدَمَؕ خَلَقَهُ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ قَالَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ﴿٥٩﴾ Meal :﴾59﴿ Allah nezdinde Îsâ’nın durumu Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan var etti; sonra ona “ol” dedi ve oluverdi. Tefsir:Hz. Îsâ’nın babasız olarak dünyaya gelmesi, Hıristiyanlığın teolojik esaslarını etkileyen ve mensupları arasında asırlar boyu şiddetli tartışmalara yol açan bir olay olma özelliğini korumuştur. Sûrenin nüzûl sebebi açıklanırken belirtildiği üzere, Necran heyetiyle Hz. Peygamber arasında hıristiyanların inanç esasları konusunda bir tartışma cereyan etmiş, bu tartışma sırasında heyettekilerden kimi Hz. Îsâ’dan “Tanrı’nın oğlu” kimi de “üçün üçüncüsü” şeklinde söz etmişlerdi. İşte bu heyete okunan ve hıristiyanların inançlarındaki yanlışlıkları ortaya koyup bu konulardaki gerçekleri haber veren yukarıdaki âyet-i kerîmelerden sonra burada, Hz. Îsâ’nın bir insan olduğuna ve ilâhî iradenin bu yönde olduğu bilindikten sonra onun babasız dünyaya gelmesinin yadırganacak bir husus olmaktan çıkması gerektiğine, Hz. Âdem örneğine değinilerek dikkat çekilmektedir. İslâm âlimleri bu âyeti açıklarken, mümin kişi için Hz. Îsâ’nın bu şekilde dünyaya gelmiş olduğunu kabullenmede bir sorun bulunmadığını belirtip başlıca iki hususa işaret ederler: a) Bu, “mümkinât”tandır; yani meydana gelmesi aklen imkânsız denebilecek bir husus değildir. Yüce Allah da bütün mümkinâta kadirdir. Peygamber’in haber verdiği bir hususta müminin tereddüdü olmaz. b) Âyet-i kerîmede işaret edildiği üzere Hz. Âdem’in anasız ve babasız meydana gelmesi kabul edildiğinde, Hz. Îsâ’nın da babasız dünyaya gelmesi kolaylıkla kabul edilir (Râzî, VIII, 48). Âdem’in ana-baba olmadan yaratılmış bulunduğu, hıristiyanlar da dahil insanlığın büyük çoğunluğunca kabul edilen bir gerçektir. Âyetin başında ve sonunda Allah’ın bir şeyin olmasını murat etmesi halinde hemen meydana geliverdiği ve O’nun kudretini engelleyecek hiçbir güç bulunmadığı noktasında iki olay arasındaki benzerliğe değinilmiş, âyetin ortasında ayrıca Hz. Âdem’in topraktan yaratıldığı belirtilmiştir. Bunun yanı sıra bazı müfessirler âyeti yorumlarken, Hz. Îsâ’nın babasız dünyaya gelmesi olayını felsefî yönden ve pozitif bilim açısından da izah etmeye çalışmışlardır (bk. Râzî, VIII, 48-49; Reşîd Rızâ, III, 308-310; Elmalılı, II, 1121-1128). Ancak açıklamaların bir kısmı, bu konularda pozitif bilim terimleriyle söz söyleyenlerin arttığı bir ortamda zihinlerde meydana gelen tereddütleri giderme ve inkârcıların fikirlerindeki çelişkileri ortaya koyan imkân dahilindeki tasavvurları gösterme (meselâ bk. Elmalılı, II, 1126, 1128) veya bilimin ışığında bu ilâhî mûcizeyi evrenin düzenindeki kanunlara yaklaştırarak açıklamaya çalışma (meselâ bk. Reşîd Rızâ, III, 109) amacı taşımaktadır. Fakat kanaatimizce Hz. Îsâ’nın babasız dünyaya gelmiş olmasını izah için bu tür delillere başvurmaya ihtiyaç yoktur. Çünkü bu âyet-i kerîme Hz. Îsâ’nın yaratılışının diğer insanların yaratılış biçiminden farklı olduğuna, Hz. Âdem’i anasız-babasız (topraktan) yaratmaya kadir olan yüce Allah’ın bir başkasını babasız yaratmaya evleviyetle kadir olduğuna, bunun için de sadece “ol” buyruğunun yeterli bulunduğuna dikkat çekerek, başka bir izah aramaya gerek olmadığını ortaya koymuş olmaktadır. Öte yandan söz konusu açıklamaların bir kısmını Meryem sûresinin 17-21. âyetleri ile bağdaştırmak mümkün değildir. Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Meryem sûresinin 21. âyetinde belirtildiği üzere ilâhî irade Hz. Îsâ’nın insanlık için bir delil, bir mûcize (âyet) kılınmasını ve babasız olarak dünyaya gelmesini murat etmiştir. Bunun nasıl gerçekleşebileceğini hayret ve –çevresinden gelecek ithamlar sebebiyle– endişe içinde soran ilk kişi de Hz. Meryem olmuştur. Bu soruya verilen cevapta ise, bunun Allah için çok kolay olduğu (Meryem 19/21), yüce Allah’ın dilediğini yarattığı (Âl-i İmrân 3/47) ve bir sonucun meydana gelmesi için “ol” buyurmasının yeterli olduğu belirtilmiş (Âl-i İmrân 3/47, 59) başka açıklama yapılmamıştır. Bu konuda bilgi veren Âl-i İmrân sûresindeki âyetler kümesinin sonunda (60. âyet), “Gerçek rabbinden gelendir, öyleyse kuşkulananlardan olma” buyurularak Resûlullah’ın şahsında bütün müminlerden yüce Allah’tan gelen bilgiye mutlak teslimiyet içinde inanmaları istenmiş, Meryem sûresindeki âyetler kümesinin sonunda da (19/34-35) bu konuda şüpheci davrananlar kınanmış, ayrıca Allah’ın çocuk edinebileceği fikri şiddetle reddedilerek O’nun hükmettiği sonucun sadece “ol” buyruğuna bağlı olduğu tekrar hatırlatılmıştır. Bu âyet ile 7. âyet arasında bağ kurarak, Hz. Îsâ’nın yaratılışı konusunu yorumlayan Elmalılı’nın bu açıklamalarını şöyle özetlemek mümkündür: Sûrenin başında akıl sahiplerine ve ilimde derinleşmiş kişilere anlatıldığı üzere hak olan vâkıalar ve onları ifade eden âyetler muhkemât ve müteşâbihat şeklinde iki kısma ayrılır. Muhkemât hem duyu organlarıyla hem aklen hiçbir tereddüt duyulmaksızın alınırlar ve onlar kendi kendilerini izah ederler. Müteşâbihat da şüpheye düşmeksizin alınırlar, fakat bunlar kendi kendilerini izah edemezler. Sadece kendilerine uygun muhkem bir misale veya bir kanuna döndürülerek izah ve te’vil olunurlar. Gerçek misali bulunmadıkça yapılan te’viller yanlış olur, yalan olur, aldanmak, aldatmak ve gerçeği tahrif olur. Hz. Îsâ vâkıasına gelince: 1. Hz. Îsâ’nın zâtı, yani böyle bir “beşer”in var olduğu ve yaşamış bulunduğu muhkem bir husustur. Beşikteki çocukluk döneminden yetişkinlik çağına kadar pek çok insan özellikle İsrâiloğulları onu görmüş, onunla konuşmuş, kimi sevmiş, kimi sevmemiş, ama sevsin-sevmesin hepsi yalanlanamayacak bir ifade birliği içinde bu “insan”ın yaşadığına tanıklık etmişlerdir. 2. Hz. Îsâ’nın “İbn Meryem” olduğu, yani Hz. Meryem’den doğduğu da muhkem bir husustur. Tabii ki bu birincisi ile aynı türden bir müşahede değildir. Fakat kabul edilegelen âdetler çerçevesinde herhangi bir şahsın annesinden doğmasına ilişkin bilgiyi sağlayan delil ne ise bu Hz. Îsâ için de böyledir. 3. Hz. Meryem’in bir erkekle cinsel ilişkide bulunmaksızın Hz. Îsâ’nın onun rahminde yaratılmış olması ise, gerçekte imkân dışı sayılamayacak fakat örnekleri görülmediğinden istisnaî, yadırganabilen ve münferit bir olaydır, bu sebeple müteşâbih bir vâkıadır. İşte bu âyet-i kerîmede bu olay, akıl sahiplerinin nazarında kesin olarak sabit bulunan muhkem bir örneğe, aslî bir maddeye, ezel ve ebedde doğruluğu kuşku götürmez bir kanuna bağlanarak gerçek te’vili gösterilmiştir. Dolayısıyla Îsâ insanlığın atası Âdem’e diğer âdemoğullarından daha fazla benzerlik taşıyıp dururken “böyle insan olmaz, olamaz” diye inkâr etmek veya ezelden ebede hiçbir benzeri bulunma ihtimali olmayan mutlak irade ve güç sahibi Allah Teâlâ’ya benzetmeye kalkıp çelişkilere düşmek yahut seviyesiz örneklere bağlayarak iftira yoluna sapmak için hiçbir bilimsel zorunluluk yoktur (II, 1121-1125).
Âyet-i kerîmede “ol” emrinden sonraki merhale için geçmiş zaman fiili kullanılmayıp geniş zaman fiilinin kullanılması Âdem’in oluşum şeklinin göz önüne getirilmesi içindir. Bu gibi durumlarda (meselâ Fâtır 35/9) muzâri fiiline başka türlü mâna verilmesi isabetli olmaz (İbn Âşûr, III, 264). Bu sebeple meâlinde âyete “Sonra ona ‘ol’ dedi ve oluverdi” şeklinde mâna verilmiştir. Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 586-589
Thema von Kurban im Forum Makale/Artikel/Anregun...
Hz. Peygamber (s.a.s.) sakal bırakmayı fıtrata uygun davranışlar arasında saymıştır (Müslim, Tahâret, 56 [261]; bk. Buhârî, Libâs, 64-65 [5892-5893]). Nitekim kendisi de sakal bırakıp güzelce bakımını yapmış (Tirmizî, eş-Şemâil, 50 [33]), sakalını eninden ve boyundan kısaltmış (Tirmizî, Edeb, 17 [2762]), ashâbına da gerekli bakımı yapmalarını tavsiye etmiştir (Muvatta', Şaʿr, 7 ). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetine tabi olma hususundaki titizliğiyle bilinen sahâbeden Abdullah b. Ömer de sakalının bir tutamdan fazlasını kesmiştir (Buhârî, Libâs, 64 [5892]). Bu ve benzeri rivâyetlerden hareketle bazı âlimlerimiz, sakalın bir tutamdan fazlasını kesmenin müstehap olduğunu söylemişlerdir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/417-418, 550; 6/407; el-Fetâva’l-hindiyye, 5/358; İbn Hacer, Fethu’l-bârî, 10/350). Ayrıca Hz. Ömer’in (r.a.) de sakalını uzatanlara bir tutamdan fazlasını kesmelerini tavsiye ettiği rivâyet edilmektedir (Aynî, Umdetü’l-kârî, 22/46-47). Konu hakkındaki hadisler ile sahabe uygulamalarını dikkate alan İslâm âlimleri sakal bırakmanın, yerine getirilmesi istenen doğal (fıtrî) bir fiil ve yapılması tavsiye edilen bir sünnet olduğunda ittifak ederken sakalı tamamen kesmenin hükmü konusunda ise farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazı âlimler bunun haram olduğunu söylerken (Desûkî, Hâşiye, 1/90, 422-423) bazıları tahrîmen mekruh, diğer bazıları ise tenzîhen mekruh olduğunu söylemişlerdir (bk. İbn Hacer, Fethu’l-bârî, 10/350; Dimyâtî, İ‘ânetü’t-tâlibîn, 2/386; Zühaylî, el-Fıkhü’l-İslâmî, 1/462). Genel olarak benimsenen “bir şeyin haram olması için onunla ilgili yasaklayıcı delilin sübût ve delalet açılarından kati yani ihtimale kapalı olması gerektiği” yönündeki usûl kuralı, sakalı tamamen kesmenin mekruh olduğunu söyleyen görüşün daha isabetli olduğu sonucunu vermektedir. Buna göre Hz. Peygamber’e (s.a.s.) uymak maksadıyla sakal bırakan ve sakalının sünnete uygun bir şekilde bakımını yapan kişinin bu amelinden dolayı sevap alacağını, ancak herhangi bir sebeple buna imkân bulamadıkları için sakalını tıraş edenlerin ise sünnete aykırı düşmekle birlikte bundan dolayı günaha girmeyeceğini söylemek mümkündür.
فَلَمَّا وَضَعَتْهَا قَالَتْ رَبِّ اِنّٖي وَضَعْتُهَٓا اُنْثٰىؕ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا وَضَعَتْؕ وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَالْاُنْثٰىۚ وَاِنّٖي سَمَّيْتُهَا مَرْيَمَ وَاِنّٖٓي اُعٖيذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجٖيمِ ﴿٣٦﴾ Meal:﴾36﴿ Onu doğurunca dedi ki: “Rabbim! Onu kız doğurdum. -Oysa Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilmektedir- erkek de kız gibi değildir. Ben onun adını Meryem koydum, işte ben onu ve soyunu kovulmuş şeytana karşı senin korumana bırakıyorum.” Tefsir:TEFSİR: İmrân’ın hanımı, Hz. Meryem’in annesidir. İsmi kaynaklarda “Hanne” olarak geçer. İmrân da Hz. İsa’nın dedesidir. Hanne, hamile olduğunu hissedince, karnında bulunan çocuğu kayıtsız şartsız Allah’a kulluğa veya mâbette hizmete adamış ve Allah’tan bunu kabul etmesini istemiştir. Fakat Hanne erkek çocuk beklerken, bir kız çocuğu dünyaya getirmiştir. Çünkü mâbette hizmet edecek birinin erkek olması örf ve adetlere daha uygundu. Hizmetin keyfiyeti, adâbı ve devamlılığı bakımından da güzel olan buydu. Bu sebeple bir üzüntü ve mahcubiyet ifadesi olarak “Rabbim, ben bir kız çocuk doğurdum. Halbuki erkek kız gibi değildir” (Âl-i İmrân 3/36) demiştir.[1] Ona Meryem ismini vermiştir. Onların dilinde “Meryem”, “ibâdete düşkün, âbid kadın” mânasına gelmekteydi. Burada İslâm’ın çocuklara güzel isimler koyma emrinin bir tatbikatı ve bu konuda örnek bir davranış görülmektedir. Yine Hane, bizlere numûne-i imtisâl olacak şekilde, çocuğu ve onun zürriyeti için Allah’a dua etmiştir. Onu ve neslini kovulmuş şeytanın şerrinden koruması, hepsinin ihlâslı birer müslüman olabilmeleri için Cenâb-ı Hakk’a niyaz etmiştir. Anne-babanın, evlatları için yaptıkları dualar, geri çevrilmeyecek dualardandır. Nitekim sonraki âyet bu gerçeğin bir şâhidi niteliğindedir:
[1] Bu sözüyle Hanne, kız çocuğunu erkek çocuğa tercih etmiş de olabilir. Sanki o şöyle demiştir: “Benim arzum bir erkek çocuk idi; bu kız çocuk ise bana Allah’ın bir ihsanıdır. Arzum olan erkek çocuk, Allah’ın hibe ettiği bir kız çocuk gibi olamaz.” Bu sözden, Allah’ın kulu için murad ettiği şeyin, kulun kendi için istediğinden daha hayırlı olduğu anlaşılır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 24) فَتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ وَاَنْبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًاۙ وَكَفَّلَهَا زَكَرِيَّاۜ كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَۙ وَجَدَ عِنْدَهَا رِزْقًاۚ قَالَ يَا مَرْيَمُ اَنّٰى لَكِ هٰذَاۜ قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ ﴿٣٧﴾ Meal 37: Hemen Rabbi Meryem’i memnûniyetle kabul buyurdu, onu en güzel şekilde büyütüp yetiştirdi ve onu Zekeriya’nın himâyesine verdi. Zekeriya ne zaman mâbette onun yanına girse, orada değişik bir rızık bulur da: “Ey Meryem! Bu sana nereden ve nasıl geliyor?” diye sorardı. Meryem ise: “O, Allah’tan geliyor. Şüphesiz Allah, dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır” derdi. TEFSİR: Allah Teâlâ, Hanne’nin duasına icâbetle hem adadığı kız çocuğunu, hem de onun hakkında yaptığı duayı kabul etmiş, Meryem ve neslini şeytanın şerrinden korumuştur. Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur: “Doğan her çocuğa şeytan dokunur da bu dokunma sebebiyle o çığlıklar atarak doğar. Meryem oğlu İsa bundan müstesnâdır.” (Buhârî, Enbiyâ 44; Müslim, Fezâil 146) Mâbette Meryem’in bakımı, teyzesinin kocası Hz. Zekeriya’ya verilmiştir. Bu haliyle o, Meryem’i himâyesine alabilecek en uygun kişidir. Hz. Zekeriya, mâbette Meryem’in kalması için merdivenle çıkılır özel bir oda tahsis etmişti. Bu oda âyette اَلْمِحْرَابُ (mihrap) kelimesiyle ifade edilmiştir. Bizim kültürümüzde ise mihrap, bilindiği üzere cami ve mescitlerin ön tarafında imamın duracağı belli yerdir. Dolayısıyla burada bu kelime, dilimizdeki yaygın anlamında kullanılmamıştır. Hz. Zekeriya, Meryem’in kaldığı yere her gittikçe onun yanında güzel rızıklar, yiyecek ve içecekler; kışın yaz meyveleri, yazın kış meyveleri görürdü. Hayretle bu rızıkların nereden ve nasıl geldiğini sorar, Meryem de “O, Allah katındandır” (Âl-i İmrân 3/37) derdi.Bu gerçeği yakînî olarak görüp hisseden Hz. Zekeriya, Allah’ın sonsuz kudretine olan imanı kat kat artmış bir halde şöyle yalvarmaktan kendini alamaz: هُنَالِكَ دَعَا زَكَرِيَّا رَبَّهُۚ قَالَ رَبِّ هَبْ ل۪ي مِنْ لَدُنْكَ ذُرِّيَّةً طَيِّبَةًۚ اِنَّكَ سَم۪يعُ الدُّعَٓاءِ ﴿٣٨﴾ Meal 38: Orada Zekeriya Rabbine şöyle niyazda bulundu: “Rabbim! Bana katından tertemiz bir evlat ihsân eyle. Şüphesiz ki sen, duaları hakkıyla işitensin.” فَنَادَتْهُ الْمَلٰٓئِكَةُ وَهُوَ قَٓائِمٌ يُصَلّ۪ي فِي الْمِحْرَابِۙ اَنَّ اللّٰهَ يُبَشِّرُكَ بِيَحْيٰى مُصَدِّقًا بِكَلِمَةٍ مِنَ اللّٰهِ وَسَيِّدًا وَحَصُورًا وَنَبِيًّا مِنَ الصَّالِح۪ينَ ﴿٣٩﴾ Meal 39: Zekeriya, mâbette durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle seslendi: “Allah sana Yahya isminde bir evladın olacağını müjdeliyor. O, Allah’tan bir kelime olan İsa’yı doğrulayacak, hem kavminin efendisi olacak, dünya zevklerinden uzak bir hayat sürecek, hem de sâlih kullar arasından seçilmiş bir peygamber olacaktır.” قَالَ رَبِّ اَنّٰى يَكُونُ ل۪ي غُلَامٌ وَقَدْ بَلَغَنِيَ الْكِبَرُ وَامْرَاَت۪ي عَاقِرٌۜ قَالَ كَذٰلِكَ اللّٰهُ يَفْعَلُ مَا يَشَٓاءُ ﴿٤٠﴾ Meal 40: Zekeriya: “Rabbim! Bana ihtiyarlık gelip çatmışken ve hanımım da kısırken, benim nasıl oğlum olabilir?” dedi. Rabbi de: “İşte Allah, dilediğini böyle yapar” buyurdu. TEFSİR:Hz. Zekeriya, Meryem’in yanında gördüğü hârikulâde hallerden etkilenerek, kendisi ihtiyar ve hanımı da kısır olmasına rağmen Cenâb-ı Hak’tan temiz bir zürriyet, sâlih bir evlat istedi. Allah Teâlâ da, onun duasını kabul buyurdu ve kendisine Yahyâ’yı ihsan etti. 39. âyet-i kerîmede Hz. Yahyâ’nın dört mühim hususiyetine dikkat çekilmektedir: › Allah’tan bir kelime olan Hz. İsa’yı tasdik edici olması. Hz. İsa, babasız bir şekilde sırf Allah Teâlâ’nın “Ol!” emriyle dünyaya geldiği için “kelime” olarak isimlendirilmiştir. Bu tasdik, Yahyâ’nın ana karnına düşmesiyle başlamıştır. Çünkü hayız ve nifastan kesilmiş, kısır, çok ihtiyar bir kadının hamile kalması âdetullâha aykırı bir durumdur. Dolayısıyla Yahyâ, Cenab-ı Hakk’ın âdete aykırı şeyler yaratabileceğine ve dilediğini yapabileceğine fiilen bir şâhittir. Şu halde burada Meryem’in de, normal şartların dışında hamile olabileceğini bir tasdik sözkonusudur. › Seyyid olması. Hz. Yahyâ mü’minlerin efendisi; ilim, hilim, kerem, ibâdet ve takvâ hususlarında toplumun önderi; bâtıla tenezzül etmeden en güzel şekilde insanların rızâsını kazanabilen; yaşıtlarına üstün ve liderliğe layık bir insandı. Çünkü o, hiçbir hatâya bulaşmamış, hiçbir günahla kınanmamış ve hiçbir mâsiyeti de arzu etmemiştir. › Hasûr olması. اَلْحَصُورُ (hasûr); nefsine hâkim; kudreti olduğu halde nefsini bütün şehvetlerden, arzulardan hapseden, muhâfaza eden, bunu fazlasıyla ve lâyıkıyla yapan demektir. › Sâlihlerden bir peygamber olması. اَلصَّلَاحُ (salâh), hayrın her türlüsünü içine alan bir sıfattır. Hz. Yahyâ, peygamberlerin sulbünden gelmiş, sâlihler içinde yetişmiş ve vakti geldiğinde de ilâhî vahye mazhariyetle peygamberlik rütbesine erişmiştir. Zekeriya (a.s.), melekler tarafından kendisine verilen müjdeye çok sevinmiş, imkânsız gibi gözüken bir şeyin gerçekleşecek olmasına hayretini gizleyememiş, hamileliğin gerçekleştiğine dair kendisine bir alametin gösterilmesini istemiştir. Bu, sadece aciz bir kul olarak merakını gidermek için dile getirdiği bir talepti. Çünkü hamilelik gizli bir durumdu ve o zamanın tıbbî imkânlarıyla bugünkü gibi hamileliği hemen tesbit mümkün değildi. Bu talep üzerine Allah Teâlâ da ona, işaretle anlaşmanın dışında insanlarla üç gün konuşamama gibi bir alâmet vermiştir. Âyetin devamında ise, “Bu esnâda Rabbini çok zikret ve O’nu sabah akşam tesbih et” (Âl-i İmrân 3/41) buyrulmuş, özellikle bu üç günlük süre içerisinde Allah’ın fazıl ve kereminin hâsıl olması için Rabbini çokça zikretmesi istenmiştir. Ancak bir taraftan “konuşmama”, diğer taraftan ise “zikirle” emredilmesiyle alakalı olarak iki farklı tefsir yapılabilir: Birincisi; bu konuşmama sadece dünya işleriyle alakalı idi. Fakat Allah’ı zikir ve tesbih konusunda ise dili normal olarak çalışıyordu. Görüldüğü üzere bu da ayrı bir mûcizedir. İkincisi; buradaki çok çok zikirden maksat kalple zikirdir. Zekeriya (a.s.), diliyle sükût etmekle birlikte, kalbiyle daima zikir hâlinde bulunmak ve Allah’ı asla unutmamakla emrolunmuştur. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 37) Burada söz tekrar Hz. Meryem’e gelmektedir: قَالَ رَبِّ اجْعَلْ ل۪ٓي اٰيَةًۜ قَالَ اٰيَتُكَ اَلَّا تُكَلِّمَ النَّاسَ ثَلٰثَةَ اَيَّامٍ اِلَّا رَمْزًاۜ وَاذْكُرْ رَبَّكَ كَث۪يرًا وَسَبِّحْ بِالْعَشِيِّ وَالْاِبْكَارِ۟ ﴿٤١﴾ Meal 41: Zekeriya: “Rabbim! O halde oğlum olacağına dâir bana açık bir delil göster” dedi. Rabbi de: “Senin istediğin delil, işaretle anlaşman dışında üç gün insanlarla konuşamamandır. Bu esnâda Rabbini çok zikret ve O’nu sabah akşam tesbih et” buyurdu. TEFSİR:Hz. Zekeriya, Meryem’in yanında gördüğü hârikulâde hallerden etkilenerek, kendisi ihtiyar ve hanımı da kısır olmasına rağmen Cenâb-ı Hak’tan temiz bir zürriyet, sâlih bir evlat istedi. Allah Teâlâ da, onun duasını kabul buyurdu ve kendisine Yahyâ’yı ihsan etti. 39. âyet-i kerîmede Hz. Yahyâ’nın dört mühim hususiyetine dikkat çekilmektedir: › Allah’tan bir kelime olan Hz. İsa’yı tasdik edici olması. Hz. İsa, babasız bir şekilde sırf Allah Teâlâ’nın “Ol!” emriyle dünyaya geldiği için “kelime” olarak isimlendirilmiştir. Bu tasdik, Yahyâ’nın ana karnına düşmesiyle başlamıştır. Çünkü hayız ve nifastan kesilmiş, kısır, çok ihtiyar bir kadının hamile kalması âdetullâha aykırı bir durumdur. Dolayısıyla Yahyâ, Cenab-ı Hakk’ın âdete aykırı şeyler yaratabileceğine ve dilediğini yapabileceğine fiilen bir şâhittir. Şu halde burada Meryem’in de, normal şartların dışında hamile olabileceğini bir tasdik sözkonusudur. › Seyyid olması. Hz. Yahyâ mü’minlerin efendisi; ilim, hilim, kerem, ibâdet ve takvâ hususlarında toplumun önderi; bâtıla tenezzül etmeden en güzel şekilde insanların rızâsını kazanabilen; yaşıtlarına üstün ve liderliğe layık bir insandı. Çünkü o, hiçbir hatâya bulaşmamış, hiçbir günahla kınanmamış ve hiçbir mâsiyeti de arzu etmemiştir. › Hasûr olması. اَلْحَصُورُ (hasûr); nefsine hâkim; kudreti olduğu halde nefsini bütün şehvetlerden, arzulardan hapseden, muhâfaza eden, bunu fazlasıyla ve lâyıkıyla yapan demektir. › Sâlihlerden bir peygamber olması. اَلصَّلَاحُ (salâh), hayrın her türlüsünü içine alan bir sıfattır. Hz. Yahyâ, peygamberlerin sulbünden gelmiş, sâlihler içinde yetişmiş ve vakti geldiğinde de ilâhî vahye mazhariyetle peygamberlik rütbesine erişmiştir. Zekeriya (a.s.), melekler tarafından kendisine verilen müjdeye çok sevinmiş, imkânsız gibi gözüken bir şeyin gerçekleşecek olmasına hayretini gizleyememiş, hamileliğin gerçekleştiğine dair kendisine bir alametin gösterilmesini istemiştir. Bu, sadece aciz bir kul olarak merakını gidermek için dile getirdiği bir talepti. Çünkü hamilelik gizli bir durumdu ve o zamanın tıbbî imkânlarıyla bugünkü gibi hamileliği hemen tesbit mümkün değildi. Bu talep üzerine Allah Teâlâ da ona, işaretle anlaşmanın dışında insanlarla üç gün konuşamama gibi bir alâmet vermiştir. Âyetin devamında ise, “Bu esnâda Rabbini çok zikret ve O’nu sabah akşam tesbih et” (Âl-i İmrân 3/41) buyrulmuş, özellikle bu üç günlük süre içerisinde Allah’ın fazıl ve kereminin hâsıl olması için Rabbini çokça zikretmesi istenmiştir. Ancak bir taraftan “konuşmama”, diğer taraftan ise “zikirle” emredilmesiyle alakalı olarak iki farklı tefsir yapılabilir: Birincisi; bu konuşmama sadece dünya işleriyle alakalı idi. Fakat Allah’ı zikir ve tesbih konusunda ise dili normal olarak çalışıyordu. Görüldüğü üzere bu da ayrı bir mûcizedir. İkincisi; buradaki çok çok zikirden maksat kalple zikirdir. Zekeriya (a.s.), diliyle sükût etmekle birlikte, kalbiyle daima zikir hâlinde bulunmak ve Allah’ı asla unutmamakla emrolunmuştur. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 37)Prof.Ömer Çelik Burada söz tekrar Hz. Meryem’e gelmektedir: وَاِذْ قَالَتِ الْمَلٰٓئِكَةُ يَا مَرْيَمُ اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰيكِ وَطَهَّرَكِ وَاصْطَفٰيكِ عَلٰى نِسَٓاءِ الْعَالَم۪ينَ ﴿٤٢﴾ يَا مَرْيَمُ اقْنُت۪ي لِرَبِّكِ وَاسْجُد۪ي وَارْكَع۪ي مَعَ الرَّاكِع۪ينَ ﴿٤٣﴾ Meal 42: Bir vakit melekler şöyle demişti: “Meryem! Şüphesiz ki Allah seni seçti, tertemiz yaptı ve seni dünyadaki bütün kadınlara üstün kıldı.” Karşılaştır 43: “Meryem! Rabbine gönülden itaat et, secdeye kapan ve rukû edenlerle beraber sen de rukû et.” TEFSİR: Allah Teâlâ, Hz. Meryem’i mühim bir vazife için seçmiş ve bu sebeple ona başka hanımlarda olmayan bir takım hususiyetler ihsan etmiştir. 42. âyette onun “iki kez seçildiği”nden ve “tertemiz kılındığı”ndan bahsedilir. “Birinci seçiliş”i şöyle izah etmek mümkündür: Allah onu, kadın olmasına rağmen geleneğe aykırı bir şekilde Beyt-i Makdis’in hizmetine seçmiştir. Onu kendi katından cennet nimetleriyle rızıklandırmıştır. Sadece ibâdetle meşgul olabilmesi için diğer meşgalelerden uzaklaştırmış, bu bakımdan ona çeşitli lutuf ve ihsanlarda bulunmuştur. Ona meleklerin konuşmalarını duyabilme mertebesini lutfetmiştir. “İkinci seçiliş”ten maksat ise şudur: Hz. İsa’yı babasız dünyaya getirmiştir. Hz. İsa, doğar doğmaz konuşarak, annesiyle alakalı ileri sürülen iftira ve töhmetleri bertaraf etmiş; onun tertemiz olduğuna şehâdette bulunmuştur. Allah onu ve oğlunu bütün insanlar için bir mûcize kılmıştır. Bununla birlikte Cenab-ı Hak Hz. Meryem’i tertemiz kılmıştır: Onu günah ve isyandan uzaklaştırmış, her türlü çirkin söz ve fiilden beri kılmış, erkeklerin dokunmasından, hayız ve nifastan da temiz tutmuştur. Özellikle yahudilerin iftiralarından uzak olduğunu açıkça beyân etmiştir. (bk. Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 174; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 38) Bu şekilde sahip olduğu mümtaz vasıflarıyla Hz. Meryem, dünyadaki bütün kadınlardan üstün bir dereceye yükselmiştir. Onlardan hiçbirine Hz. Meryem’e verilen husûsiyet ve vazîfe verilmemiştir. Resûlullah (s.a.s.), Hz. Meryem’in faziletiyle alakalı olarak şöyle buyurur: “Cennet ehlinin en hayırlı kadını İmrân kızı Meryem ve yine onların en hayırlısı Huveylid kızı Hatice’dir.” (Buhârî, Enbiyâ’ 45; Müslim, Fezailü Sahâbe 69) “Erkeklerden kemâle erenler çoktur. Fakat hanımlardan sadece İmrân kızı Meryem, Firavun’un hanımı Âsiye kemâle ermiştir.” (Buhârî, Enbiyâ’, 46; Müslim, Fezailü Sahâbe 70) Melekler Hz. Meryem’e, bu kadar büyük ilâhî ihsanlar karşısında ihlâslı ve devamlı bir kulluk halinde olmasını emir ve tavsiye etmişlerdir. Huşû içinde, boyun bükerek, gönülden taatte bulunmasını, secdelere kapanarak ibâdet etmesini, rukû edenlerle beraber rukû ederek mâbette cemaatle namaza devam etmesini istemişlerdir. Resûlüm unutma ki: ذٰلِكَ مِنْ اَنْبَٓاءِ الْغَيْبِ نُوح۪يهِ اِلَيْكَۜ وَمَا كُنْتَ لَدَيْهِمْ اِذْ يُلْقُونَ اَقْلَامَهُمْ اَيُّهُمْ يَكْفُلُ مَرْيَمَۖ وَمَا كُنْتَ لَدَيْهِمْ اِذْ يَخْتَصِمُونَ ﴿٤٤﴾ Meal 44: Bunlar, sana vahiyle bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa içlerinden hangisi Meryem’i himâyesine alacak diye kalemlerini kur‘a için atarken sen onların yanında değildin. Birbirleriyle çekişirken de sen onların yanında değildin. TEFSİR: Buraya kadar anlatılan İmran’ın hanımı, Hz. Zekeriya, Hz. Yahyâ ve Hz. Meryem kıssaları, bütün gerçekliğiyle sadece Allah’ın bildiği gayb haberlerindendir. Cenâb-ı Hak bunları Peygamberimiz’e vahiy yoluyla bildirmiştir. Okuma yazma bilmeyen ümmî bir kişiye böyle bilgilerin verilmesi, hem onun peygamberliğinin hem de kendine indirilen kitabın ilâhî kaynaktan geldiğinin ve bunlara itaatin gerekliliğinin açık bir delilidir.[1] Peki Hz. Meryem’in mûcizevî olarak dünyaya getirmekle görevlendirildiği Hz. İsa kimdir: [1] Âyet-i kerîmede Meryem’i kimin himâye edeceğini tesbit etmek üzere çekilen bir kur‘adan ve bunun etrafında cereyan eden bir münakaşadan bahsedilir. Tefsirlerin verdiği bilgilere göre bu hâdise şöyle olmuştur: Hz. Zekeriya ve Beyt-i Makdis’te vazifeli din adamları, taliplerin çokluğu sebebiyle Hz. Meryem’i kimin himaye edeceği hususunda anlaşamadılar. Neticede kur‘a çekmek mecburiyetinde kaldılar. Tevrat’ı veya diğer kitapları yazdıkları kalemleri getirdiler ve onları akan bir suya attılar. Kalemi, suyun akış istikmetinin tersine giden bu himayeye hak kazanacaktı. Neticede sadece Hz. Zekeriya’nın kalemi suyun akışına ters hareket edince Hz. Meryem’in himâyesi de ona verilmiş oldu. (Razi, VIII, 40) اِذْ قَالَتِ الْمَلٰٓئِكَةُ يَا مَرْيَمُ اِنَّ اللّٰهَ يُبَشِّرُكِ بِكَلِمَةٍ مِنْهُۗ اِسْمُهُ الْمَس۪يحُ ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَ وَج۪يهًا فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ وَمِنَ الْمُقَرَّب۪ينَۙ ﴿٤٥﴾ Meal 45: Hani melekler demişti ki: “Meryem! Şüphesiz Allah sana, kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Onun ismi, Meryem oğlu İsa Mesih’tir. O dünyada da âhirette de şerefli, itibarlı ve Allah’a yakın kullardan olacaktır.” وَيُكَلِّمُ النَّاسَ فِي الْمَهْدِ وَكَهْلًا وَمِنَ الصَّالِح۪ينَ ﴿٤٦﴾ Meal 46: “O, hem beşikte hem yetişkin halde iken insanlara ilâhî gerçekleri anlatacak ve sâlihlerden olacaktır.” TEFSİR: Cenâb-ı Hak, büyük bir ilâhî kudret nişânesi olarak Îsâ (a.s.)’ı babasız dünyaya getirmesini murad ettiğinden dolayı Hz. Meryem’i, husûsi şartlarda yetiştirmiş, onu meleklerin yardımıyla teyid etmiş ve onların konuşmalarını duyabilecek bir mânevî mertebeye yüceltmiştir. Âdeta onu, doğumundan başlayarak meleklerinin şefkat ve merhamet kanatları altında muhafaza etmiştir. Belli bir yaşa ve kemâle erişince melekler Hz. Meryem’e, bir oğlu olacağına dair ilâhî müjdeyi getirdiler. Bu müjdede, hârikulâde bir şekilde dünyayı şereflendirecek olan Hz. İsa’nın belli başlı hususiyetleri beyân edilmektedir. Bunlar: › Allah’tan bir kelime olması: Hz. İsa, diğer insanlar için zaruri olduğu üzere, bir babanın aracılığı olmaksızın, sırf Cenâb-ı Hakk’ın “Ol!” emriyle vücut bulmuştur. Gerçi bütün varlıklar, Allah’ın “Ol!” emriyle meydana gelir. Ancak bu emir, normalin dışında bir yaratma olarak Hz. İsa’da daha hususi mânada tecelli etmiştir. Bu sebeple ona “Allah’tan bir kelime” veya “Allah’ın kelimesi” denebilir, fakat asla tanrı denilemez. › Onun ismi Meryem oğlu Mesîh’tir. “Meryem oğlu” olarak vasıflandırılması, onun babasız yaratıldığını ifade eder. Çünkü âdet olan çocuğun anneye değil, babaya nispet edilmesidir. Bu ifade, aynı zamanda Îsâ (a.s.)’ın Allah’ın oğlu değil, insan olan bir kadının çocuğu olduğunu beyân ederek hıristiyanların bu husustaki yanlışlarını tashih eder. Mesih kelimesinin “mübârek kılınmış”, “günahlardan temizlenmiş” ve “kutsanmış” mânaları vardır. Burada Hz. İsa’nın bir lakabı olarak kullanılmıştır. Nakledilen bilgilere göre onun dokunup meshettiği hastalar iyileşirdi. Yetimlerin hâmisi idi ve başlarını okşardı. Günah ve kötülüklerin silinip yok olmasına vesile olurdu. Kendisine doğduğunda peygamberlik kokusu sürülmüştü. Ayakları düz olup ortasında çukur yoktu. Çok seyahat ederdi. Bu özelliklerinin biri, hepsi veya birkaçı sebebiyle o, “Mesîh” lakabını almıştır. › Dünya ve âhirette şerefli ve itibarlı olması. Âyette geçen اَلْوَج۪يهُ (vecîh) kelimesi “yüksek mertebeye sahip, şerefli, itibarlı ve kuvvetli” anlamlarına gelir. Hz. İsa’nın dünyadaki itibarı, Allah’ın seçkin bir peygamberi olmasından ve fârik vasıflarıyla diğer insanlara üstün tutulmasından ileri gelmektedir. Âhiretteki şeref ve itibarı ise şefaat yetkisine sahip kılınması ve cennette yüksek derecelere erişmesi sebebiyledir. › Allah’a yakın olması. Hz. İsa, Allah’a pek yakın olan ve O’nun rızâsına eren seçkin kullardan biridir. Onun Allah’a kul olarak yakınlığını, ulûhiyetle karıştırmamak gerekir. › Hem beşikte iken hem de olgunluk yaşında insanlara hep aynı ilâhî hakîkatleri söylemesi. Nitekim Meryem sûresinin 30-33. âyetlerinde Hz. İsa’nın henüz çok küçük bebek iken Allah’ın kudretiyle konuşmaya başladığı; kendisinin Allah’ın kulu ve peygamberi olduğunu, kendisine kitap verildiğini… söylediği anlatılır. Burada Hz. İsa’nın olgunluk yaşına kadar yaşayacağına dair bir müjde, aynı zamanda istikbâle dair bir mûcize haber verildiği gibi, özellikle onun sonradan meydana geldiğine, çocukluk ve olgunluk gibi halden hale, tavırdan tavıra geçişini anlatarak hakkındaki ilâhlık iddiasının bâtıllığına açık bir tenbih bulunmaktadır. › Sâlihlerden olması. Bütün peygamberler gibi, Hz. İsa da sâlih kullardandır. Başta peygamberlik vazifesi olmak üzere, bütün hayırlı işleri en güzel şekilde yapabilme salâhiyetine sahiptir. Zahiren gerekli şartlara aykırı olarak böyle seçilmiş ve çok değerli bir erkek çocukla müjdelenen Hz. Meryem acaba neler hissetti: Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
Thema von Kurban im Forum Makale/Artikel/Anregun...
getirir. Velhan, abdestte, namazda ve diğer ibâdetlerde vesvese verir.
Hz. Osman R.A.buyurdu: kim beş vakit namazı vaktinde kılamyı muhafaza ederse ve bunu devamlı hale getirirse Allahü Teâlâ dokuz kerâmet ihsan eder: Allah onu sever. Bedeni sıhhatli olur. Melekler onu bekler koruyucu olur. Namaz kılanın evine bereket iner.Yüzünde sâlihlerin siması görülür.Allah namaz kılanın kalbini boşaltır. Sırattan parlayan şimşek gibi geçer. Cehennemden kurtarır. Allah onu kendilerinde korku ve hüzün olmayanların yanına yerleştirir.(komşu yapar)
Hz. Ali R. A. buyurdu : Ağlamak üç kısım üzerinedir. 1. Allahın azabından korktuğu için ağlar. 2. Gadabın dan korktuğu için ağlar. 3.Allah tan uzak kalma korkusundan dolayı ağlar. Amma 1. Günahlara kefarettir. 2. Ayıpları temizler.3. Allah sevgisinden mahrum olur.Günahlara kefaretin faydası ahrette azaptan kurtulmaktır. Ayıplardan temizlenmenin faydası daimi nimet cennette en yüksek dereceyi elde eder.Allah rızasının faydası Allah'tan güzel haber almak Allah'ın razı olduğu ve C.H. görme müjdesi. Meleklerin ziyareti ziyade fazilet ve sevaptır.
Onlu Bab Rasûlüllah S.A.V. Efendimiz buyurdu: Size Misvak lazımdır. Çünkümisvakta on haslet vardır:Ağzı temizler.Allah’ı râzı eder. Şeytanı kızdırır.Alah sever. melekler sever. Diş etlerini kuvvetlendirir. Balgamı keser.Nefes kokusunu güzelleştirir. Safrayı söndürür. Gözü kuvvetlendirir. Ağızkokusunu giderir. Bu misvak benim sünnetimdir. Hz. Ebû Bekir Sıddîk R. A. buyurdu: Allahü Teâlânın on güzellik ilerızıklandırmadığı hiçbir kul yoktur ki belalardan ve afetlerden kurtulmuşolmasın o kimse Allah yakınlar derecesinde ve muttekiler derecesine nailolur. Kanaat eden bir kalb ile Devam eden doğruluk. Devamlı şükür vetam sabır. Hazır olan zuhd ile beraber daimi fakirlik. Aç bir karın iledevamlı fikir tefekkür düşünce. Muttasıl bir Allah korkusu ile devamlı hüzün. Mutevazi beden ile devamlı çalışmak. Hazır merhamet hissi ileDevamlı yumuşaklık. Hazır haya ile beraber devamlı Allah sevgisi. Devamlıhilm il eberaber menfaat veren ilim. Sabir bir akıl ile beraber daimi iman.
Hz. Ömer R.A buyurdu.: 10 haslet vardırki 10 şeyle birleşmedikce faidevermez.Vera olmadıkca akıl işe yaramaz. İlimsiz amel işe yaramaz. Allahkorkusu olmadan kurtuluşişe yaramaz. Adalet olmadan sultan işeyaramaz. Edep olmadan üstünlük işe yaramaz. Huzur olmadan surur işeyaramaz. Çömertlik olmadan zenginlik işe yaramaz.fakirlik işe yaramaz. Tevazu olmadan yükseklik işe yaramaz. Allah rızası olamdan Cihat işe yaramaz. Hz. Osman R.A. buyurdu: Eşyanın en şiddetlisi helak olanı en fazla zayiedileni on şeydir. Kendisine sual sorulmayan alim. Kendisi ile amel olunmayan ilim. Kabul edilmeyen hüküm söz. Kullanılmayan silah.İçerisinde namaz kılınılmayan mescid. Okunmayan Kuranı kerim.Binilmeyen at binek. Dünyayı murat edenin içindeki zühd. Ebedi alemehazırlık yapılmayan uzun ömür. Hz. Ali R. A. buyurdu: İlmin en hayırlısı mirastır. Edep en kazançlıyoldur. Takva En hayırlı azıktır. İbadet en hayırlı sermayedir. Amel en hayırlı bir önderdir. Güzel ahlak en hayırlı arkadaştır. Hilim yumuşakhuyluluk en hayırlı vezirdir. kanaat en hayırlı zenginliktir. Tevfik en hayırlıyardımcıdır. Ölüm en hayırlı öğreticidir. Nebi S.A.V. buyurdu; Şu ümmeten on kişi azim olan Hz Allaha küfrettiler. Halbuki onlar Müslüman olduklarını zannediyorlar. Hakkız yerebirini öldüren. Sihirbaz. Ehlini kıskanmayan deyyus. Zekata mani olan.Şarap içen. Kendisi üzerine hac farz olduğu halde hac etmeyen kimse.Fitne yerlerinde çalışan. Harp ehline (düşmana) silah taşıyan. Arka yoldannikahlayan. Mahremi le nikahlanan. Şu efali helal kabul eden tahkik kafir oldu. Nebi S.A.V. buyurdu; Semada ve arzda İnsanlara menfaatli olmadıkcamünin olmaz. Müslüman olmadıkca o kimse iltifatlı ve merhametli olmaz. İnsanlar elinden ve dilinden selamet olamdıkca Müslüman olmaz. Alimolmadıkca o kimse Müslüman olmaz. İlmi ile amil olmadıka alim olmaz.Zahir olmadıkca ilmi ile amil olmaz.vera olmadıkca zahit olmaz. Mütevaziolmadıkca vera sahibi olmaz. Nefsine arif olmadıkca mütevazi olamaz.Konuşmalarında tedbirli olmadıkca nefsini tanımış olmaz.
Yahyâ Bin Müâz- Râzı Rh.A.buyurdu: Dünyaya rağbet eden bir fakiheşöyle dedi:Ey ilim ve sünnet ehli!Köşkleriniz, Rum Kayserinköşkü.Evleriniz, Fars Kralının evi.Meskenleriniz, Kaarûn’unmeskeni.Kapılarınız, Tâlût’un kapıları.Elbîseleriniz, Câlût’unelbiseleri.Yolunuz, Şeytanın yolu.Geliriniz, Mervan’ın geliri.İdâreniz,Firavunun idârsi.Hâkimleriniz, aceleci, rüşvetçi vehilekâr.Ölümünüz,câhiliyetölümü. O halde, muhammedîlik nerede! Şiir Ey Rabbine çeşitli sözlerle münâcât eden,Meskeni, Dâr-i Selâm olmasınıisteyen,Tevbeyi seneden seneye te’hir eden!Seni, halk arasında nefsinekarşı insaflı görmüyorum. Ey gâfil! Günlerini oruçla geceleri kıyamla ihyâ edersen,Su ve yemeğin azına kanâatedersen,Makâmların en şereflisine;Rabbül âlemîn’in büyük keremine;
Bazı Hukema Buyurdu; On haslet vardır ki Subhan olan Hz Allahon kişiden bu on haslete buğz eder. Zenginlerden gelen cimrilik. Fakirlerden gelen kibir. Alimlerden dünyaya düşkün olan. Kadınlara hayaazlığı.Yaşlılarda dünya sevgisi. Gençlerde tembellik. Sultandan zulum.Gazilerde korkaklık. Zahitlerden kendini beğenmek.İbadet edenlerde riya. Nebi S.A.V. buyurdu; Afiyet on kısım üzerinedir. 5’i dünyadadır. 5’ahirettedir. Dünyadakiler. İlim, ibadet, helalinden rızk, belaya sabr, nimeteşükür. Ahiretteki 5 afiyet. Ölüm meleği kişiye şefkat ve lutuflar ile gelir.Kabirde münker ve nekir onu korkutmaz. En büyük vaktindekorkmaz. İyilikleri kabul edilir kötülükleri silinir. Sırat üzerinden parlayanşimşek gibi geçer. Selametle cennete dahil olur. Ebü’l-Fazl R.H. buyurdu; Allah kıtabını on isimle isimlendirir. On isim Kuran- furkan-kitab-tenzil- hüden-nur-rahmet-şifa-ruh-zikr. Kuran- furkan-kitab-tenzil İnsanlar arasında meşhurdur. Amma hüden-nur-rahmet-şifa isimleri denmesi; Allahü teala ey insanlar Muhakkak size rabbinizden nasihatler geldi. Gögüslerinizdeki hastalıklara şifadır. Müminlere rahmet size hidayet olan Muhakkak size Allah dan nur geldi. Ve açıklayan kitap.Amma ruh ismi işte böylece bizim emrimizden Ruh isimli kitabı sana biz vahyettik. Amma zikir ismi İnsanlara senin açıklaman için Zikri Kuranı sana biz indirdik. Lokman As. Oğluna buyurdu; Ey oğlum Hikmet için muhakkak senin 10 şeyi ile amel etmendir. 1. Ölü olan kalbini ihya edeceksin. Miskinlerle beraber otur. Hükümdarların meclisinden kaçın. Kıymetsiz olanalrı şereflendir. Köleleri azat et. Garipleri barındır. Fakire yardım et. Şeref ehlininin sen şerefini ziyadeleştir. Efendi olanlarda ziyadeleştir. Seyyidliğini iyilik et. Bu on şey maldan daha faziletlidir. Korkudan korunmaktır. Harpdebir hazırlıktır. Ticaret yapıldığında bir sermayedir. Kişiye korku musıbetarız olacağı zaman bu on haslet şefaatçidir. Nefsine ölüm yaklaştığındaölüm kişiye ulaştığı zaman bu on haslet delildir. Hiçbir elbise örtmediğinde bu haslet perdedir. Bazı Hukema Buyurdu; Akıllı olan kişi tevbe ettiği zaman on hasleti işlemesi lazımdır. 1. Lisanı ile istiğfar. Kalbi ile pişmanlık. Beden ilekökünden sökmek uaklaşmak. Ebeda dönmemek üzere azim. Ahreti sevecek. Dünyadan buğz. Kelamı az. Az yemek ve içmek. İlim ve ibadetiçin vakit ayırmak. Uykuyu azaltmak. Allahu Teala buyurdu; Selefi salihin Ashabı Kiram Müslümanlar geceleri az uyurlar idiler. Onlar seherlerde de istiğfar ederler. Enes bin Malik buyurdu; On cümleyi yer hergün seslenir. Ey insan oğlu benim üzerimde yürüyorsun senin geleceğin yer benim içimdir. Benim üzerimde asi oluyorsun benim içimde azap olunacaksın. Benim üzerimde gülüyorsun içimde ağlayacaksın. Benim üzerimde seviniyorsun içimde mahzün olacaksın. Üzerimde mal topluyorsun içimde pişman olacaksın.Benim üzerimde haramı yiyorsun. İçimde böcekler seni yiyecek. Üzerimde kibirleniyorsun içimde zelil olacaksın. Sırtımda sevnçle yürüyorsun içimde kederli mahzün hale düşeceksin. Benim üzerimde ışık içinde yürüyorsun içimde karanlıklar içinde kalacaksın. Üzerimde toplantı yerlerine yürüyorsun içimde tek kalacaksın.
Nebi S.A.V. buyurdu; Kimin gülmesi çok olursa on ceza ile cezalanır. 1.Kalbi ölür. Yüzünün suyu gider. Onunla şeytan sevinir. Rahman ona azap eder. Kıyamet gününde gülmesi sebebi ile münakaşa olunur.Kıyamet günü nebi as. Gülen kişiden yüz çevirir. Melekler o kimseye lanet eder. Yerde ve gökte olanlar ona lanet eder. Her şeyi unutur. Kıyamet günü bütün ayıpları meydana çıkar.Hasan-ı Basri buyurdu; Ben bir gün Basranın sokak ve çarşısında abid bir genç ile beraber dolaşıyordum. O anda biz bir doktara ulaştık. O tabib kürsü üzerinde oturuyor önünde erkek kadın ve çocuklar var. Toplumun elinde surahi var. Sürahide su insanlardan her biri hastalığına ilaç talep ediyorlar. Hasan-ı Basri dedi o Genç tabibe doğru ileri atıldı, ve dediki ey tabib! Yanında günahları yıkayacak Kalb hastalıklarına şifa olacak bir ilaç bulunur mu? Tabib dedi evet var. Genç bana verirmisin dedi. Tabib onşeyi benden al öğren Tevazu ağacının kökleri ile beraber fakirlik ağacının köklerini al bunlara tevbe ilacını ilave et. Bunları rıza havanına koy kanaat tokmağı ile onu öğüt. Bunları takva tenceresine koy haya suyunu bunun üzerine dök bunu muhabbet ateşi ile kaynat. Onu şükür bardağına koy.Ümit pervanesi ile onu soğut. Ve onu hamd kaşığı ile iç. Muhakkak sen bu on şeyi yaparsan dünya ve ahrette her belada her hastalıkda sana menfaat verir. Denildiki; Bazı hukemalar alimlerden beş tanesini topladı. Alimlerehikmetli iki söz konuşmasını hükümdarlar emretti. Her bir alim hikmetli 2.söz konuştu hikmetli söz on oldu. 1. Alim dedi Allahtan kork Allahınazabından emin olmak küfürdür. Mahlukattan korkmamak hürriyettir. Mahlukattan korkmak köleliktir. 2. Alim dedi; Allahın rahmetini ümit etmekzenginliktir. Maddi fakirlikte zenğinliğe zarar vermez. Allahın rahmetindenümit kesmek fakirliktir. Zenginlik ona menfaat vermez. 3. Alim dedi;kalbzenlinliği ileberaber mal fakirliliği zarar vermez. Kalb fakirliliği ile mal zenginliği fayda vermez. 4. Alim dediCömertlik ile beraber kalbzenginliği artmaz. Ancak zenginliği artırır. Mal zenginliği ile beraber kalbfakirliliği artırmaz. Ancak fakirlik artırır. 5. Alim dedi hayırdan az şeyalmak çok şeri terk etmekten hayırlıdır.Bütün şerleri terk etmek az hayırişlemekten daha hayırlıdır. İbni Abbas R.A. buyurdu; Nebi S.A.V. buyurdu Ümmetimden on sınıfcennete dahil olmaz. Ancak tevbe edenler müstesna. Kalla kimdir Nebi AS.Buyurdu; amirlerinin önünde yürür. Alimlere yalan ve batıl şeyleri ulaştırır.Denildiki Ceyuf kimdir? Nebi AS. Buyurdu; Kefen hırsızlarıdır. DenildikiKattat kimdir? Nebi AS. Buyurdu; söz taşıyan. Denildiki Deyub kimdir?Nebi AS. Buyurdu; kötülük yapmak için cariyeleri evine toplar. Denildiki Deyyus kimdir? Nebi AS. Buyurdu; ehlini kıskanmaz. Denildiki Atrebesahibi kimdir? Nebi AS. Buyurdu; davul çalanlar. Denildiki Kube sahibi kimdir? Nebi AS. Buyurdu; dümbelek çalan. Denildiki Uttul kimdir? Nebi AS. Buyurdu; Günahı başkasının yaptığı hatayı bağışlamayan . Özrü kabul etmeyenler. Denildiki Zenim kimdir? Nebi AS. Buyurdu; Zinadan doğrulan.Yol başlarına oturuyor insanların gıybetini yapıyor. Denildiki Akkvalideyh kimdir? Nebi AS. Buyurdu; Anne babasına ası olandır. Nebi S.A.V. buyurdu; On zümre vardır ki namazlarını elbette HZ Allah kabul etmez. Bir adam tek başına namaz kılıyor kıraatsiz birşeyokumuyor. Bir kişi zekatını ödemiyor. Cemaata imam oluyor halbuki okavim imamı beğenmiyor. Firar eden köle işçi. Devamlı şarap içen kişi. Birhanım geceyi geçirdi o hanıma zevci öfkeli. Hür olan bir kadın başörtüsüolmadan namaz kılıyor. Faiz yiyenler. Zalim idareci. Kötülüklerdenharamdan namazı nehyetmiyor. O kimse Allahdan artırmaz ancak uzaklığıartırır. Nebi S.A.V. buyurdu; Mescide girmek isteyene on haslet lazım gelir.Mestinden ayakkabı ve çorabından necaseti muhafaza etmek. Sağ ayağı ilebaşlamak. Mescide girdiği zaman Allah Rasulune ve Allahın meleklerineselam olsun söyler. Ey Allahım bize rahmet kapılarını aç muhakkak senbağışlayıcısın. Mescidde bulunanlara selam vermek. Mescidde kimsebulunmadığı zaman Selam bizim ve Allahın Salih kulları üzerine olsunsöyler. Eşhedü ella ilahe İllAllah ve enne Muhammeden Resulullah söyler.Safların önünden geçmeyecek. Dünya işini yapmayacak. Dünya kelamı ilekonuşmayacak. 2 rekat namaz kılmadan çıkmamak. Ancak abdest ilecamiye girmek. Camiden çıkmak için kalktığı zaman Ey Allahım seni tesbihederim sana hamd ederim şehadet ederiz senden başka ilak yoktur. Ancak sana istiğfar ederiz ancak sana tevbe ederim. Ebu Hureyre R.A. buyurdu; Nebi S.A.V. Namaz dinin direğidir. Namazdaon haslet vardır. Yüzün süsüdür. Kalbin nurudur. Bedenin rahatı. Kabirde arkadaştır.rahmetin indiği yerdir. Göklerin anahtarıdır. Mizanda ağırlıktır.Allahı razi eden şeydir. Cennetin bedelidir. Cehennem perdedir. Kimnamazı doğru kılarsa dinini kemale erdirmiş olur. Kimki terk ederse dininiyıkmış olur. Aişe R.A. buyurdu; Nebi S.A.V. buyurdu C.H Cennetlikleri cennete girdirmeyi murat ettiği zaman onlara melek gönderir. O meleklerde hediyeVE Cennetten elbise vardır. Onlar Cennete girmek istedikleri zaman melek onlara benimle beraber Alemlerin Rabbinden hediye var. Cennet ehli nedir o hediyeler diyecekler. Melek derki 10 kuha(mühür).On kuhadan biri üzerinde size selam olsun. Tertemiz oldunuz. Cennete giriniz. Orada ebedikalıcı olduğunuz halde. 2. Kühada hemler hüzünler sizden kaldırıldıyazılmıştır. 3. Kühada Dünyada işlediğiniz ameller ile siz şu cennete variskılındınız yazılmıştır. 4. Kühada size zinet ve hulleler giydirdik yazılmıştır.5. Kühada biz onları beyaz tenli iri gözlü huriler ile evlendirdik. Biz onları ogünde dünyada gösterdikleri sabra karşılık mükafatlandırdık. Muhakkakumduklarına nail olunanlardandır. 6. Kühada Şu cennet yaptığınız taatakarşılık bugün sizin mukafatınızdır. 7. Kühada Sizler genç oldunuzihtiyarlamazsınız. 8. Kühada siz emniyet içerisinde oldunuz ebediyen korkmayın. 9. Kühada Enbiya, sıdık, şüheda ve Salihler size arkadaş oldu.10. Kühada Siz sakin Arşı âlanın sahibi olan Allaha komşu oldunuzyerleştiniz. Sonra melekler siz bütün korkulardan emin oldunuz afetlerdenkurtulmuş olarak cennete girin söylerler. Cennet ehli cennete girerler.Sonra şöyle söylerler Allaha hamd ederiz. Hüznü bizden giderdi. Muhakkak bizim Rabbimiz bağışlayandır. Kulların şükrünü kabul edicidir. Bize cenneti veren Allaha hamd olsunki bize vadini doğru söyledi.Cenneten istediğimizyere bizi yerleştirdi. Amel edicilerin mukafatı ne güzeldir. Allah Nar ehlini nara girdirmeyi murat ettiği zaman on kuha ile 1 melek gönderir. 1. Kuhada ebeda ölmemek çıkarılmamak ve dirilmemek üzere cehenneme girin. 2. Kuhada sizin için rahat yoktur azaba dalın yazılıdır. 3.Kuhada benim rahmetimden ümit kessin. 4. Kuhada ebedi bir keder hüzünsıkıntı içinde Cehenneme girin. 5. Kuhada sizin giyeceğiniz ve yiyeceğinizzakkumdur. İçeceğiniz sıcak su yatağınız ateş sizin gölgeniz ateştir. 6.Kuhada bana karşı işlediğiniz mağsiyet yaptıklarınız bugün sizin cezanızdır. 7. Kuhada size gadabım ebedi Cehennemdir. 8. Kuhad a bilerek yaptıklarınızdan size lanet olsun. Büyük günahlar yüzünden tevbeetmediniz pişmanda olmadınız. 9. Kuhada ebedi cehennemde sizin arkadaşınız şeytandır. 10. Kuhada Siz şeytana tabi oldunuz. Dünyayımurat ettiniz ahreti terk ettiniz işte bu yüzden cezanız budur yazılmıştır. Bazı Hukemedan rivayet olundu; on şeyi aradım diğer on şeydebuldum. Kibirlenmekle yüksek dereceyi aradım ben onu tevazuda Ben ibadeti namazda aradım onu verada buldum. Çok çalışmakta rahat vehuzuru aradım ben onu zühde buldum.herkesin gözü önünde günsğznamazı kılmakla kalbimin nurlanmasını aradım ben onu gizlice gecenamazında buldum. Cömertlikte kıyamet nurunu aradım ben onu oruçtasusuz kalmakta buldum. Kurbanla sırat üzerinden geçmeyi talep ettim ben onu sadakada buldum. Mübah olan şeylerde Cehennemden kurtuluşuaradım ben onu şehveti terk etmekte buldum. Dünyayı terk etmekle Allahsevgisini aradım ben onu Allahı zikirde buldum. Toplulukta afiyeti aradımben onu yalnızlıkta buldum. Kuranı okumakla vaaz ve nasiha tlerde kalbnurunu aradım ben onu Ağlamakta Allahın yarattıklarını tefekkürde buldum. İbni Abbas R.A. buyurdu; Şu ayetleri tefsir ederken Cenabı Hak İbrahimA.S. bır kısım kelimeler ile imtihan ettiği zaman İbrahim A.S. o kelimeleritamamladı. İbni Abbas R.A.buyurdu on haslet sünnettendir. On haslettenbeşi başta beşide bedendedir. Bşta olan beş haslet misvak kullanmak,azıyıkamak, burna su vermek, bıyığı kısaltmak, tıraş olmak. Amma bedendeolan beş haslet koltuk altını temizlemek, tırnakları kesmek, atek altı tıraşıolmak, sünnet olmak, istinca. İbni Abbas R.A. buyurdu; Kim nebi S.A.V. bir kere salavat okursaAllah on defa ona rahmet eder. Kim bir kere peygamberimize söverse kötülerseAllah ona on kere kötüler. Allah kavlini düşünmüyor musun? Allah onalanet etsin Velid ibni Muğire peygamberimizi bir kere kötüledikleri zamanAllah onları on kere kötüledi. Ey habibim çok yemin edene hakir çokgıybetçi devamlı yürüyen söz taşıyıcılığı yapan hayrı çok men eden hattetecavüz eden çok zalim çok günak işleyen çok kibirlenen bütün bunlarlaberaber veledi zina itaat etme. Mal sahibi olduğundan dolayı evladı çokdiye bunun üzerine okunduğu zaman bizim ayetlerimizi evvelkilerinuydurmalarıdır dediler. Yani Kuranı kerimi yalanlıyorlar. İbrahim Bin Edhem buyurdu; İbrahim Bin Edhem sordular AllahuTealanın Bana dua edin size icabet edeyim kavlinden. Biz dua ediyoruzdualarımız kabul edilmiyor. İbrahim Bin Edhem dedi on şeyden dolayı sizinkalbleriniz ölmüş. 1. Allahu tealayı biliyorsunuz tanıyorsunuz ona hakkını yerine getirmiyorsunuz. Allahın kitabını okuyorsunuz onunla amel etmiyorsunuz. Şeytanın düşman olduğunu biliyorsunuz iblise tabioluyorsunuz. Allah rasulunu sevdiğinizi idea ediyorsunuz Peygamberinyaptıklarını ve sünnetini terk ediyorsunuz. Cenneti sevdiğinizi iddaaediyorsunuz cennet için amel etmiyorsunuz. Cehennemden korktuğunuzuiddaa eiyorsunuz Cehenneme götürecek günahlardan kaçınmıyorsunuz.Ölümğn hak olduğunu iddaa ediyorsunuz Ölüme hazırlanmıyorsunuz.Başkasının ayıpları ile meşgul oluyorsunuz Kendi ayıplarınızı terketmiyorsunuz görmüyorsunuz. Allahın rızkını yiyorsunuz Allaha şükretmiyorsunuz. Ölülerinizi defnediyorsunuz hiç ibret almıyorsunuz. Nebi S.A.V. buyurdu; Erkek ve kadın, kim Arefe gecesi şu on kelimeyle bin defa duâ ederse, Allahü Teâlâ, akrabâ ile alâkayı kesmek ve haramolan bir şey istemek hâriç, ne isterse ihsan eder:Allahı tesbih ederim kiarşı semadadır. Allahı tesbih ederim kiKudreti mülkü arzda bulunuyor.Allahı tesbih ederim ki yolu karadadır. Allahı tesbih ederim ki rüzgarıhavada. Allahı tesbih ederim ki Saltanat ve kahrı cehennemdedir. Allahıtesbih ederim ki hükmü kabirlerde bulunuyor. Allahı tesbih ederim kidireksiz semayı kalrıdı. Allahı tesbih ederim ki arzı döşeği yayan. Allahıtesbih ederim ki Ancak kendisine azabındna sığınacak ve ondan kurtulacak biryer yoktur. İbni Abbas R.A. buyurdu; Nebi S.A.V. buyurduBir gün iblise Allah onalanet etsin benim ümmetinden kaç dostun var dedim. İblis 10 zümrededi. Zalim idareci. Kibirlenenler.Malını nerde harcadığını kazandığını hiçaldırış etmeyen Zengin. Emirin zumlunu tasdik eden alim. Ölçü ve tartıdahıyanetlik yapan tüccar. Kara borsacılık yapan. Zina eden. Faiz yiyen.Malını nerden biriktirdiğine aldığış etmeyen cimri. Şarap içen terk etmeyen. Sonra Nebi A.S. buyurdu; Benim ümetiden düşmanların nekadar? İblis 20 Zümre dedi. 1. Sensin ya Muhammed ben sana buğzediyorum öfkeleniyorum. İlmi ile amel eden zengin. Kuranu kerimihıfzeden Kuranı kerim ilmini bilen Kuranı kerimdekiler ile amel ettiğizaman. Beş vakit namazda Allah için ezan okuyan. Fakirleri miskinleriyetimleri seven. Şevkat ve merhametli kalb sahibi. Allah için müttekı olan.Allah itaat yolunda büyümüş olan genç. Helalinden yiyen. Allah yolundabirbirini seven 2 genç.Cemaatle namaza düşkün olan.halbuki insanlar uykuda iekn o kimse geceleri kılıyor. Haramdan nefsini men ediyor.nasihatediyor bir rivayette Kalbinde fesadı olmadan kardeşlerine dua ediyor.Devamlı şekilde abdest üzerine bulunuyor. Ahlakı düzgün olan cömert.Allahın kafi olduğu şeyde rabbini tasdik eden. Kendisini muhafaza eden kimsesiz kadınlara iyilik yapan. Ölüme hazırlanan. Vehb bin Münebbih Rh.A.: Tevratta yazılmaktadır.Kim dünyadaazıklanırsa kıyamet gününde Allahın sevgili kullarından olur. Kim gadabıterk ederse Allahın etrafında yakınında olur. Kim dünyada yaşamasevgisini terk ederse kıyamet gününde Allahın azabından kurtulmuş olur.Kim hasedi terk ederse kıyamet gününde mahlukatın gözü önündeövülmüş olur. Kim baş olma sevgisini terk ederse Allah nazarında kıymetve kuvvettir. Kim dünyada fazla olan şeyi terk ederse iyi insanlar arasındanimet içinde olur. Kim dünyada insanlarla davalaşmayı kavgayı terkederse kıyamet günü korktuğundan emin umduğuna nail olur. Kimdünyada cimriliği terk ederse mahlukun gözü önünde zikredilmiş olur. Kimdünyada rahatı terk ederse kıyamet günü sevinçli olur. Kim dünyada haramı terk ederse kıyamet günü Peygamberlere komşu olur. Kimdünyada haram bakmayı terke derse ckıyamet günü cennette gözüferahlandırılır. Kim dünyada zenginliği fakirliğe tercih ederse Allahü Teala onu kıyamet gününde enbiya evliya ile beraber diriltir. Kim insanlarınihtiyacını karşılarsa dünya ve ahrette Allah ihtiyacını karşılar. Kimkabrinden kendisi için bir arkadaş istese gecenini karanlığında ibadet etsinnamaz kılsın. Kim rahmanın arşının gölgesnde bulunmayı murat ederseyüzçevirici olsun. Kim hesabının kolay olmasın isterse hem kendi hemde dinkardeşine nasihat edici olsun. Kim meleklerin ziyaret edici olmasını istersevera sahibi olsun. Kim cennetin tam ortasına yerleşmeyi isterse gece ve gündüz Allahı zikretsin. Kim Hesapsız cennete girmek isterse nasuhtevbesi ile tevbe etsin. Kim Zengin olmak isterse Allahın taksimine râzıolsun.Kim Allah’ı ile beraber fakih olmayı isterse, Allahtan korksun. Kim Hikmet sâhibi olmak isterse, alim olsun. Kim İnsanlardan gelecekzararlardan emin olmak isterse, herkesi hayırla ansın ve neden ve niçinyaratıldığını düşünüp ibret alsın. Kim Dünya ve âhirette yüksek mertebedeolamyı isterse, âhireti dünyadan üstün tutsun. Kim Firdevs Cennetini veebedî nîmetleri isterse fani olan dünyanın kötülüklerinde, ömrünü zâyîetmesin. Kim Dünya ve âhirette cennet huzuru isterse, cömertliğe dikkatetsin. Çünkü cömert, cennete yakın, cehennemden uzaktır. Kim Kalbinitam nurlandırmasını isterse Tefekkür ve ibret almak ona lazımdır. Kim Sabreden beden, zikreden dil ve korkan kalbe isterse erkek ve kadın bütün Müslüman’lar için çok istiğfar etsin.
Thema von Kurban im Forum Makale/Artikel/Anregun...
Altili Bab Peygamber (S.A.V.) buyurdu: Altı şey altı yerde gariptir: 1- Namaz kılmayanlar arasında mescid 2-Okumayanlar arasında Mushaf. 3-Fâsıkın kalbinde Kur’an-ı Kerim. 4-Zâlim erkeğin elinde sâliha kadın 5-Kötühuylu kadın elinde sâlih erkek. 6-Söz dinlemeyenler arasında âlim. AllahüTeâlâ kıyâmet günü bunlara rahmetle nazar etmeyecek. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz buyurdu: Ben altı kişiye lânet ettim;Allahü Tealâ ve duası makbul peygamberler de lanet ettiler: 1-Allah’ın kitâbına bir şey ilâve eden. 2-Allah’ın kaderini yalanlayan. 3-Allah’ın zelilettiğini zorla aziz, aziz kıldığını zelil eden. 4-Haremi Şerifte Allah’ın haram kıldığı şeyleri helâl sayan. 5- Ehl-i Beytim hakkında zulum ile Allah’ın haram kıldığı şeylerihelâl gören. 6-Sünnetimi terk edip bid’at ve delâletle uğraşan. Allahü Tealâ böylelerine rahmet nazarı ile bakmaz. Hz. Ebû Bekir Sıddîk (R.A.) buyurdu: Cebbâr olan Allahü Teâlânın kudreti de üzerindedir. İblis seni dini terk etmeye. Nefis günah işlemeye.Hevâ şehvetlere. Dünya kendisini âhiretten üstün göstermeye. Âzâlar,isyana. Allahü Teâlâ da cennete dâvet eder. İblise uyanın dini. Nefsi dinleyenin, rûhu. Hevâya uyanın aklı. Dünyayı tercih edenin âhireti yokolur. Allahın dâvetine uyan günahlardan kurtulur ve bütün hayırlara kavuşur. Hz. Ömer (R.A.) buyurdu: Allahü Teâlâ altı şeyi, altı şeyde gizledi: 1-Rızâsını tâatte 2-Gazabını günah da 3-İsm-i Âzamı, Kur’an-ı Kerim’de 4-Kadir gecesini Ramazan ayında; 5-Orta namazı namazlar içinde; 6-Kıyâmet gününü günler içinde gizledi. Hz. Osman (R.A.) buyurdu; Mü’minin altı korkusu var: 1-Îmânını zâyîetmek korkusu. 2-Meleklerin kendisini zelil eden şeyleri yazma korkusu.3-Şeytanın amelini ifsât etme korkusu. 4-Azrâil A.S.’ın, ansızın canını alma korkusu. 5-Dünyaya dalıp da âhireti unutma korkusu. 6-Âilesiyle meşgul olup Allah’ı zikirden geri kalma korkusu.
Hz. Ali (R.A.) buyurdu; Nefsinde altı hasleti toplayan kimse; Cennetiistemek ve Cehennemden kaçmak için yapacak başka bir şeybırakmamıştır: 1-Allahü Teâlâ’yı bilip ona itâat etmek. 2 -Şeytanı tanıyıp onu reddetmek. 3-Âhireti tanıyıp onu istemek. 4 -Dünyayı tanıyıp onu terk etmek. 5-Hakkı Hak bilip Hakk’a tâbî olmak. 6 -Bâtılı bâtıl bilip ondan sakınmak.” Hz. Ali (R.A.) buyurdu; Nîmetler altıdır: 1-İslam 2-Kur’an-ı Kerim 3-Allah’ın Rasûlü Hz. Muhammed (S.A.V.) 4- Afiyet 5- Setir 6-İnsanlaramuhtaç olmamak. Yahyâ Bin Muâz-ı Râzı R.A. buyurdu.İlim amelin delilidir.Anlamak ilminçanağıdır (kabıdır) Akıl hayra öncüdür Hevâ günahlara binektir.Mal büyüklenenlere elbisesidir.Dünya, âhiretin çarşısıdır.
Ebû Zer Cumhir Rh.A. buyurdu: Altı haslet dünyanın bütün iyiliğine müsavidir: Lezzetli yemek. Sâlih evlât. Allah ve Resulüne itaat eden zevce.Sağlam söz,Kâmil akıl,Sıhhatli beden. Hasan-ı Basrî Rh.A buyurdu; Ebdal (EvliyaUllahtan 40 kişilik grup)olmasaydı yer içindekilerle birlikte batardı. Sâlihler olmasaydı kötü kimseler helâk olurdu. Âlimler olmasaydı insanlar vahşîleşirdi. Sultanolmasaydı insanların bağzısı bağzısını helak ederdi. Ahmaklar olmasaydı dünya harâp olurdu. Rüzgâr olmasaydı her şey kokardı.
Hükemanın bazısı buyurdu Allahtan korkmayanın dili hatadankurtulmaz.Allah’ın huzûrunda hesap vermekten korkmayanın kalbi haramve şüphelerden kurtulmaz.Halktan ümidini kesmeyen tamâdan kurtulmaz.Amelini muhaf aza etmeyen riyâdan kurtulamaz.Kalbini korumakiçin Allahtan yardım istemeyen hasetten kurtulmaz.İlim ve amelbakımından kendinden üstün olanlara bakmayan ucubdankurtulmaz. Hasan-ı Basrî Rh.A.buyurdu; Kalblerin bozulması altı şeydendir:Tevbeederim ümidiyle günah işlemek. İlim tahsil ettiği halde amel etmemek.Amel ettiği halde ihlâstan uzak olmak. Allahü Teâlânın verdiği rızkı yiyipşükretmemek. Allah’ın taksimine râzı olmamak. Ölüleri defnedip ibret almamak. Hasan-ı Basrî Rh.A.buyurdu: Allahü Teâlâ Dünyayı âhirete tercih edenkimseyi üçü dünyada üçü âhirette olmak üzere altı cezâ ilecezâlandırır. Dünyadaki cezâlar: Sonu olmayan istek ve arzular. hırs; kanâatsizlik. Gaflete yenik düşüp ibâdetten zevk alamamak.Âhiretteki cezâlar: Kıyâmetin sarsıntısı Şiddetli hesap.Uzun hasret. Ahnef Bin Kays R.A.buyurdu: Haset edene râhat yoktur Yalancıdafazîlet olmaz. Cimri için kurtuluş yoktur Hükümdarlar için vefâkârlık yoktur.Kötü ahlâk sâhibi için büyüklük yoktur.Allah’ın hüküm ve kazâsını çevirecek kudret yoktur. Hükemâdan bir zâta sordular: Kul tevbesinin kabul edilip edilmediğinibilmiyor mu?” Buna hüküm veremem ancak, kabul edildiğine dâir altıalâmet vardır: Kendi nefsini günahtan korunmuş bilmek. Gaibde ferahı kalbinde hissedecek,hüznü ise daima kendinde olacak . hayır ehline yaklaşacak kötü kimselerden uzaklaşacak Dünyalığın azıginı çok âhirete âit işlerin çoğunu az görür. Kalbi, Allahü Teâlâ’nın yüklediği şeylerle meşgul olur ve Allah’ın kefil olduğu rızık için endişe etmez.Dilini korur düşünür üzgün ve pişman olur, dedi. Yahyâ Bin Muâz Rh.A.buyurdu: bana göre Aldanmanın en büyüğü; Afümit ederek günah işlemek. Tâatte bulunmadan Allah’a yaklaşmaarzûsunda olmak. Cehennem tohumu ekip Cennet beklemek. İsyan ileitâatkârların ecrine ulaşmak istemek. Amel etmeden mükâfât beklemek.Haddi aştığı halde Allahü Teâlâ’nın affını temennî etmek.
Şiir Yolunda yürümeden kurtuluş bekler! Karada gemi yüzer mi hiç? Ahnef Bin Kays R. A.buyurdu: Kula verilen en hayırlı şey akıldır. Oolmazsa Güzel edepti r.O da olmazsa Uygun arkadaştır. O da olmazsa Sabreden kalbtir. O da olmazsa Uzun müddet sükût etmektir. Oda olmazsa Hemen ölmektir dedi.
Yedili Babi Ebû Hüreyre R.A.,buyurdu; Peygamber S.A.V. Efendimiz’den rivâyetetmiştir: Yedi zümre vardırki Allahü Teâlâ, kıyamet gününde Arş’ıngölgesinde gölgelendirir: O günde arşın gölseginden başka gölge yoktur.Adâlet ile hareket eden idareci Ömrünü Allahü Teâlâ’ya ibâdet etmeklegeçiren genç.İnsanlardan bir kimse görmediği halde Allah korkusundan dolayı Allahı’ı zikreden ve gözyaşı döken kimse. Kalbi mescitle bağlanmışolan, namaz vaktini bekleyen kişi.Sağ elle verdiği sadakadan sol elinhaberi olmayan Allah rızasıiçin birbirlerini sevenler.Kendisini dâvet edengüzel kadını, Allah korkusuyla reddeden bir erkek. Ebû Bekir Sıddîk R.A.buyurdu: Cimri kimse, yedi tehlikenin birinden hali olmaz. Kişi ölür malını saçıp savuran ona varis olur.Allah okişiye zalim bir idareci musallat eder onun malını alır onun nefsini kefildurumuna düşürür. O kimse için malı şehvetini tahrik eder. O kişiyi malıifsat eder.Veya harap bir araziyi imar ve bina yapmak için görüş zahir olur.Malı o uğurda gider. Veya o mala dünya musibetlerinden bir musibetdenizde batmak,yangın hırsızlık buna benzer şeyler isabet eder. Mal sahibine devamlı hastalık isabet eder malını hastalığını tedavi etmeyeharcar. Malını yerlerden biryere gömer onu unutur bulamaz ve ölür gider.
Hz. Ömer R.A.buyurdu : Kim gülmesi Çok olursa heybeti azalır. İnsanlarıhafife alan, kendisede hafife alınır.Bir kimse bir şeyi çok yaparsa onunlatanınır. Bir çok konuşsa hatası çok olur.kiminHatası çok olursa hayası azolur. Kimin hayası az olursa şüpheli şeylerdne sakınması az olur. Kiminverası az olursa onun kalbi ölür. Hz. Osman R.A.buyurdu: İki kardeş vardı,duvarın altında hazine vardı..Babaları da sâlih insandı.” (S.Kehf. 82) Hz Osman Hazine altından levhadır.levha üzerinde 7 satır vardır. Birinde şöyle yazıyordu. Ölümü bilipte gülene ben şaştım. Dünyanın fânî olduğunu bilipte halde, ona rağbetedene; Her şeyin Allahın takdiri ile olduğunu bilipte bazı şeylerin kaçırılmasına üzülene; Hesâbı olacağını bilipte halen mal toplayana; Cehennemin hak olduğunu bilipte günah işleyene;Yakınen Cenneti bilipte,dünyada istirahat edene. Şeytanın düşman olduğunu bilipte ona ibadetedene şaştım. Hz. Ali R.A.buyurdu: Sual olundu. Sema dan daha ağır ne var. Arz'dan geniş ne var. Deniz'den daha derin ne var. Taştan daha şiddetli ne var.Ateş ten daha yakıcı,kışdan daha soğuk,zehirden daha ağır ne var?
Ali R.A. buyurdu: Mahlukata iftira atmak sema'dan daha ağırdır. Hak,doğruluk arzdan daha geniştir. Kanaatkar kimsenin kalbi denizden daha derin zengindir. Munafığın kalbi taşdan daha şiddetlidir. Zalim idareci ateşden daha yakıcıdır. Cimri ve kötü huylu olmak kıştan daha soğuktur.Sabır zehirden daha acıdır. Denildiki nemime(laftasimak) zehirden acıdır. Nebi S.A.V. Efendimiz buyurdu: Dünya yurdu olmayanın yurdu,Malı olmayanın malıdır. Aklı olmayan, onun için mal toplar. Anlayışı kıt olankimseler dünyanın şehvetleri ile meşgul olur. İlmi olmayan, dünya içinazap eder. Nurlanmış aklı olamayan kimseler dünya için haset eder. Kalbimutmaın olmayanlar koşar çalışır. Câbir Bin Abdullah Ensârî R.A., Peygamber S.A.V. Efendimiz’denrivâyet etmiştir: Cebrâil (A.S.) bana, komşu hakkında o kadar tavsiyede bulundu ki, komşu komşuya vâris olacak sandım.Kadınlar hakkında öyletavsiyelerde bulundu ki, Cenâb-ı Hak talakı (boşamayı) haram kılacaksandım.Köleler hakkında öyle tavsiyede bulundu ki, onları âzât etmek için bir zaman verilecek sandım. Misvak hakkında o kadar tavsi yede bulundu ki, farz olduğunu sandım.Cemâatle namaz kılmayı o kadar tavsiye etti ki,ancak cemâatle kılınan namaz kabul edilecek sandım.Gece Teheccüdnamazı kılmayı o kadar tavsiye etti ki, gece uykusu yasak edildi sandım. Allah’ı zikretmeyi o kadar tavsiye etti ki, onsuz hiç bir sözünfaydası olmayacak sandım. Rasûlüllah S.A.V. Efendimiz buyurdu: Yedi kişi var ki, Kıyâmet günüHak Teâlâ onlara rahmetle nazar etmez: erkek erkeğe kadın kadınamunasebet edenler.Eli ile evlenen.Hayvanı nikâh eden. Kadınadübüründen yaklaşan. Kadını ve kızını beraber nikahında bulunduran.Komşusunun helâli ile zinâ eden. Komşusuna, eliyle ve diliyle eziyette bulunan. Peygamber S.A.V. Efendimiz buyurdu: Allah yolunda şehit olanlardanbaşka yedi kısım şehit vardır: Karın ağrısından ölen. Sudaboğulan.Zâtülcenp(Akciğer veremi) hastalığından ölen.Vebâdanölen.Yanarak ölen.Göçük altında can veren.Doğum esnâsında ölen kadın.
İbni Abbas R.Anhümâ buyurdu: Aklı olan kimseye yedi şeyi tedi şeyetercih etmek lazım gelir. Fakirliği, zenginliğe; Zenginliği alcak gönüllülüğeTevâzuu, kibre; Açlığı, tokluğa;Üzüntüyü, sevince;Aşağı mertebede olmayıyüksek olanlara.Ölümü, hayata tercih eder. Sekizli Babi Rasûlüllah S.A.V. Efendimiz buyurdu: Sekiz şey, sekiz şeye doymaz:Arz yağmura erkek kadına alim ilme dilenci istemeye dünyaya düşkündünyalık biriktirmeye deniz suya ateş oduna doymaz.
Hz. Ebû Bekir Sıddîk R.A.:Sekiz şey, sekiz şeyin süsüdür: dilenmektensakınmak fakirliğin süsüdür.Şükür, nîmetin; Sabır, belânın;Yumuşak huy ilmin; boynu bükük olmak talebenin ağlamak korkunun başakakmayı terketmek iyiliğin huşu namazın süsüdür. Hz. Ömer R.A.: kim luzumsuz konuşmayı terk ederse, hikmet verilir.kimçok bakmayı terk ederse kalp huşûu verilir.kim fazla yemeği terk ederseibâdet lezzeti ihsan olunur. Çok gülmeyi terk ederse, heybet verilir.kimŞakayı terk ederse ağırbaşlılık verilir. Kim Dünya sevgisini terk ederse,âhiret sevgisi verilir. Kim Başkasının ayıplarını araştırmayı terkederse, kendi ayıplarını düzeltmek ihsan olunur. verilir. Kim AllahüTeâlânın nasıl olduğunu araştırmayı terk ederse munafıklıktan kurtulmuş ad olur. Hz. Osman R.A.:
Allahı bilip tanıyan kimseler 8 şeydir: kalbi korku veümit arasında olur. Lisanı C.H. övecek. Gözü haya ve ağlamaklı iradesiAllahın razı olduğu şeyleri isteyecek. Dünyayı terk edecek mevlanınrızasını talep edecek.
Hz. Ali R.A.: Huşû’suz kılınan namazda hayır yoktur. Luzumsuzkonuşmadan sakınılmayan oruçta hayır yoktur. mânâsı düşünülmedenokunan Kur’anı kerimde hayır yoktur. Haramdan kaçınılmayan ilimde hayıryoktur. Çömeretlik olmayan malda hayır yoktur. Muhafaza edilmeyenkardeşlikte hayır yoktur. Devamlı olmayan nimette hayır yoktur.Kendisinde ihlas olmayan duada hayır yoktur.
Dokuzlu Bab Nebi s.a.v. buyurdu: Allah İmran oğlu musaya tevratta vah yetti.Muhakkak hataların aslı anası üçtür. Kibir haset hırs. Kötülükler bu üçşeydanmeydana geldi. 9 oldu. 1. 6dan uyku rahat mal sevgisi övülmeyi sevmek. Hz. Ebû Bekir Sıddîk R.A.buyurdu: İbadet edenler 3 sınıftır. Her sınıf için 3 alemt vardır.O alemet ile bilinirler. 1. Sınıf Allahtan korktukları için Allaha ibadet ediyorlar. 2. Sınıf rahmetini ümit ettikleri için Allaha ibadet ediyorlar. 3. Sınıf Allahı sevdikleri için Allaha ibadet ediyorlar. Birinci sınıf için 3 alâmet vardır. Kendini hakir görür. Yaptığı İyiliklerini az görür.Günahını çok görür. İkinci sınıf için 3 alâmet vardır. Butün hallerinde insanlara önder olur.Dünyada mal ile insanların hepsinin çömerdi olur.Bütün mahlukat hakkında Allaha güzel zan sahibi olur. Üçüncü sınıf için 3alâmet vardır. Sevdiği bir şeyi verir. Rabbi razı olduktan sonra aldırışetmez. Amel eder rabbi razı olduktan sonra nefsini kızdıracak şeyler yapar.Bütün hallerinde emir ve yasaklarında C.H. ile beraber olur.
Hz. Ömer R.A.buyurdu: Şeytanın nesli dokuzdur: 1.Zelîtûn,2.Vesîn,3.Lakûs, 4.Âvan, 5.Haffaf, 6.Mürre, 7.Müsevvit, 8.Dâsim,9.Velhan.Zelîtûn, çarşı ve sokakların sahibidir. Gördüğü heryerdedikilir. Vesîn, musibetlerin şeytanıdır. Âvan, idarecilerin şeytanıdır. Haffaf,şarap içenlerin şeytanıdır. Mürre, çağlı şeytanıdır.Lakûs, Mecusilerin arkadaşıdır. Müsevvit, yalan haber yayan habercilerin şeytanıdır.İnsanların azına yayar o haberlerin aslı bulunmaz. Dâsim evlerde bulunan şeytandır. Kişi evine selam vermezse Allahın ismini anmazsa aile arasında çekişmeyi meydana getirir. Hatta boşanma huluğ ve dövmek ....
فَكَيْفَ اِذَا جَمَعْنَاهُمْ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ ف۪يهِ وَوُفِّيَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ ﴿٢٥﴾ Meal 25: Geleceğinde hiç şüphe olmayan kıyâmet günü hesaba çekmek için onları bir araya topladığımızda halleri nice olacak? Çünkü o gün herkes iyi-kötü ne yapmışsa karşılığını eksiksiz alacak ve hiç kimseye haksızlık edilmeyecektir. Tefsir:Âyetlerin iniş sebebiyle alakalı şöyle bir olay anlatılır: Resûl-i Ekrem (s.a.s.), bir defasında yahudileri îmana davet etmek için okullarına gitmişti. Başkanları olan Nuaym b. Amr Efendimiz’e: “Sen hangi dindensin?” diye sordu. Peygamberimiz de: “İbrâhim’in dinindenim” dedi. Nuaym: “Fakat İbrâhim yahudi idi” deyince Peygamberimiz: “Öyleyse bu konuda bizimle sizin aranızda hakem Tevrat’tır. Onu getirin bakalım!” dedi, fakat onlar getirmek istemediler. Aynı durum, yahudilerle ilgili bir recm hâdisesinde de tekerrür etmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VII, 188) Bu şekilde iniş sebepleri olmakla birlikte, âyetlerden asıl hedeflenen mâna, belirli bir zaman ve zeminde vuku bulmuş bir hâdiseye değinmenin ötesinde, bir taraftan Allah’a inandıklarını söyleyen, diğer taraftan da O’nun emir ve yasaklarına tâbi olmaktan ve Allah’ın kitâbını hakem kılmaktan kaçınan kimselerin, özellikle din âlimleri ve toplum önderlerinin çelişkilerini ortaya koymaktır. Ehl-i kitab’ın “Sayılı birkaç günden başka bize ateş asla dokunmayacak” (Âl-i İmrân 3/24) şeklindeki kuruntularıyla alakalı izah Bakara sûresi 80. ayette yapılmıştı. Onların bu tarz uydurdukları asılsız şeyler, kendilerini oyalamakta, hak dini öğrenip ona tabi olmalarını engellemekte ve aldanmalarına sebep olmaktadır. Tabii olarak doğrunun yerini eğri, hakkın yerini bâtıl almaktadır. Halbuki “din”, ciddîye alınması gereken bir husustur. Çünkü dünyadaki amellerimiz dinin kaidelerine göre değerlendirmeye tabi tutulacak ve âhiret hayatımız buna göre tanzim edilecektir. Ölüm, tekrar diriliş ve mahşerde Allah’ın huzurunda toplanmak kaçınılmazdır. Hiçbir ferdin bunun dışında tutulması mümkün değildir. Orada inceden inceye hesaplar görülecek, ilâhî takdire göre herkese amelinin karşılığı tam olarak verilecek ve kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacaktır. O halde bütün insanların din hususunda kuruntu ve hayallerden vazgeçip Hak katında gerçek din olan İslâm’ı seçmeleri ve ona göre bir hayat yaşamaları zaruridir. Zira kullarına bir lutuf olarak hak dini gönderen Allah Teâlâ, istediği her şeyi yapabilecek, va‘dettiklerini yerine getirebilecek sonsuz kudret ve izzet sahibidir: قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَٓاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَٓاءُۘ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَٓاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَٓاءُۜ بِيَدِكَ الْخَيْرُۜ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿٢٦﴾ Meal 26: De ki: “Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü çekip alırsın; dilediğini yüceltip aziz kılar, dilediğini alçaltıp zelil edersin. Bütün hayırlar yalnız senin elindedir. Şüphesiz sen, her şeye kâdirsin. TEFSİR: اَلْمُلْكُ (mülk) kelimesi; “peygamberlik, kudret, idare etme kuvveti, zafer, hâkimiyet, ilim, servet, itibar, akıl ve sıhhat gibi maddî ve manevî imkânlar” mânalarını ihtiva eder. Buna göre مَالِكُ الْمُلْكِ (mâlikü’l-mülk) olan Allah Teâlâ, sayılan bu imkânların hepsinin mutlak olarak sahibidir. O, bu nimetlerden istediği kullarına dilediğini vermekte nihâyetsiz bir kudret ve iradeye maliktir. Âyet-i kerîmenin iniş sebebiyle ilgili iki rivayet şöyledir: Birincisi; Mekke’nin fethi üzerine Allah Resûlü (s.a.s.), ümmetine, bir gün Bizans ve İran imparatorluklarını ele geçireceklerini müjdelemişti. Bunun üzerine münafıklar ve yahudiler, “Olacak iş değil. Muhammed nerede, İran ve Rum nerede! Onların güç ve kuvvetleri bundan çok fazla. Üstelik Muhammed’e Mekke ve Medine yetmedi mi ki, bir de İran ve Rum devletlerini istiyor?” dediler. İkincisi; Hendek savaşının yapıldığı yılda Resûlullah, kazılacak hendeği belirlemiş, Medine halkından her on kişiye kırk arşınlık yer göstermişti. Aralarında Selman-ı Farisi’nin de bulunduğu grup, kendilerine düşen yeri kazarlarken hendeğin orta yerinde büyük bir kaya çıktı. Kayayı kırmaya uğraştılar, fakat başaramadılar. Durumu Allah Resûlü’ne arzettiler. Efendimiz gelip hendeğe indi, Selman’ın elinden balyozu aldı, taşa bir vurdu, taş çatladı ve öyle bir kıvılcım çıktı ki, karanlık bir odadaki kandil gibi etrafı aydınlattı. Resulullah bir fetih tekbiri aldı, oradakiler de tekbir getirdiler. İkinci bir darbe daha indirdi, yine öyle bir şimşek çaktı ve yine tekbir getirdiler. Üçüncü bir darbe daha vurdu, taşı parçaladı ve yine öyle bir şimşek daha çaktı. Aynı şekilde bir tekbir daha getirdiler. Sonra Efendimiz birinci çakan ışıkta kendisine Hıyre’nin ve Kİsrâ’nın şehirlerinin köşkleri göründüğünü; ikinci ışıkta Rum diyarının kırmızı köşkleri göründüğünü; üçüncü ışıkta ise San‘a’nın köşkleri göründüğünü haber verdi. Cebrâil (a.s.) da, ümmet-i Muhammed’in kısa zaman sonra bunları ele geçireceklerini müjdeledi. Buna müslümanlar çok sevindiler. Münafıklar ise: “Ne tuhaf insanlarsınız! Muhammed sizi boş ümitlerle oyalıyor, asılsız va‘dlerde bulunuyor, Medine’den Hıyre ve Rum kralının şehirlerinin köşklerini gördüğünü ve sizin bunları fethedeceğinizi söylüyor. Halbuki savaşa çıkmaya bile gücünüz yetmiyor da korkunuzdan hendek kazıyorsunuz” dediler. Bu ve benzeri hâdiseler üzerine bu âyet-i kerîme indi. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 168; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 4-5) “Mülk”ten maksat ister peygamberlik, ister dünya hâkimiyeti, isterse yukarıda zikredilen diğer mânalardan biri olsun, fark etmez, Cenâb-ı Hak bunları dilediğine lütfeder, dilediğinden de çekip geri alır. Nitekim peygamberler asırlar boyu hep İsrâiloğulları neslinden devam etmiştir. Bu sebeple onlar, Tevrat’ta gelmesi müjdelenen son peygamberin de yine kendilerinden olmasını bekliyorlardı. Bunu tabii bir hak olarak görüyorlardı. Fakat Allah Teâlâ, işledikleri günahlar ve nankörlükleri sebebiyle bu nimeti onların elinden aldı ve Araplar’ın seçkin kolu Kureyş’ten Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ihsan etti. Efendimiz Medine’de İslâm devletini kurdu ve kısa zamanda Arap Yarımadası’na hakim oldu. Fazla zaman geçmeden de Bizans ve İran imparatorlukları fethedildi, İslâm devletinin sınırları İstanbul’a, Kafkaslar’a ve İspanya’ya kadar genişledi. Âyetin “dilediğini yüceltip aziz kılar, dilediğini alçaltıp zelil edersin” (Âl-i İmrân 3/26) ifadesi, hem dinî hem de dünyevî açıdan değerlendirilebilir. Dinî açıdan izzet, Allah’a gönülden inanmak ve bu imanın gereğini tam olarak yapmaya çalışmaktır. Kul için en büyük şeref budur. Nitekim: “Asıl güç, izzet ve şeref Allah’a aittir, Rasûlü’ne aittir ve mü’minlere aittir; fakat münafıklar bunu bilmiyor” (Münafıkûn 63/8) âyetinde “izzet” bu mânadadır. Dinî açıdan zillet ise hakikati gördüğü halde imansızlık yolunu tutmak, inkârda direnmek ve bunun savunucusu konumunda olmaktır. “Allah ve Rasûlü’ne karşı çıkanlar, evet onlar, mağlubiyete uğrayıp en zelîl ve en alçak kimseler arasında olacaklardır” (Mücâdile 58/20) âyeti de bu mânadaki “zillet”ten bahseder. Maddî mânevî, dinî dünyevî her türlü hayırlar, iyilikler ve bereketler Allah Teâlâ’nın kudretindedir. O, aynı zamanda her şeye gücü yetendir. Bize göre olması imkânsız veya zor olan şeyleri yapmak Allah’a güç değildir. Dolayısıyla, âyetin iniş sebeplerinde örnekleri geçtiği üzere, müslümanlar için imkânsız görülen başarı ve zaferleri onlara lütfetmek kesinlikle Allah’ın kudretindedir. Mü’minler her daim bu iman ve tevekkül anlayışı içinde olmalıdırlar. Nitekim O’nun sınırsız kudret tecellilerinden biri de şudur:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri تُولِجُ الَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي الَّيْلِۘ وَتُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّۘ وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ ﴿٢٧﴾ Meal 27: Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diri, diriden de ölü çıkarırsın. Dilediğin kimseyi de hesapsız rızıklandırırsın. TEFSİR: Gece ile gündüz, bir saniye durmaksızın birbirlerini takip ederler. Mevsimlere göre bazan gece uzar gündüz kısalır, bazan de gündüz uzar gece kısalır. Bu bakımdan âyet-i kerimeyle ilgili olarak iki mâna üzerinde durmak mümkündür. Birincisi; Allah Teâla bazan geceyi kısaltır, ondan kalan kısmı gündüze ilâve eder. Bazan de tam aksine gündüzü kısaltır, ondan kalan kısmı geceye ilâve eder. Zaman gelir, mevsimlerin normal şartlarda işlediği yerlerde, gece on beş saat, gündüz dokuz saat; zaman gelir tam tersine gündüz on beş saat, gece de dokuz saat olur. Cenâb-ı Hak, dünyanın nizamını buna bağlamıştır. İkincisi; Allah, gündüzün peşinden geceyi getirir, dünyayı karanlığa büründürür. Sonra gecenin peşinden gündüzü getirir ve dünyayı aydınlatır. Böylece biri diğerinin peşinden birbirini takip eder dururlar. Burada yeryüzünün peygamberlerin getirdiği hidâyet, ilim ve irfan nurlarıyla aydınlandıktan sonra, bunların tesirinin azalmasıyla tekrar küfür ve cehalet karanlıklarına bürünebileceğine; yeni bir peygamberin gelmesiyle karanlıktan sonra tekrar etrafı aydınlığın sarmasının mümkün olabileceğine de bir işaret vardır. (bk. Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 140) Âyetin, “Ölüden diri, diriden de ölü çıkarırsın” (Âl-i İmrân 3/27) ifadesi, maddî hayatla ilgili olabileceği gibi mânevî hayatla ilgili de olabilir. Kur’ân-ı Kerîm’in “öldürme ve diriltme” kelimelerini kullandığı mânaları dikkate aldığımızda her ikisi de mümkündür. Allah Teâlâ dâneden başağı, başaktan dâneyi; çekirdekten ağacı, ağaçtan çekirdeği; meniden canlı organizmayı, canlı organizmadan meniyi; yumurtadan kuşu, kuştan yumurtayı çıkarır. Aynı şekilde Yüce Rabbimiz, kötüden iyiyi, iyiden kötüyü; kâfirden mü’mini, mü’minden kâfiri; âlimden câhili, câhilden âlimi çıkarır. Cenâb-ı Hakk’ın günah ve bozgunculukta çok ileri gitmiş toplumların içinden peygamberler çıkarmış olması buna güzel bir misaldir. Dolayısıyla ümmî bir topluluktan tüm insanlığa rahmet olacak son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’i çıkarması ve onun getirdiği dine gönülden bağlananları şan ve şerefin zirvesine yükseltmesi ve onları insanlık için örnek bir ümmet kılması normal karşılanmalıdır. Çünkü O, istediğini hesapsız ve sayısız nimetlerle rızıklandırmaya kadirdir; mutlak hak ve tasarruf sahibidir. İşte Allah Teâlâ’yı bu sıfatlarıyla tanımak ve bu irfanla O’na kulluk etmek gereklidir. Bu bakımdan mü’minler, Allah’a imanın kıymetini bilmek ve onu kaybetmemek hususunda şöyle ikaz edilmektedirler: لَا يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِر۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِن۪ينَۚ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللّٰهِ ف۪ي شَيْءٍ اِلَّٓا اَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقٰيةًۜ وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُۜ وَاِلَى اللّٰهِ الْمَص۪يرُ ﴿٢٨﴾ Meal 28: Mü’minler, sakın mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa, artık onun Allah ile irtibatı tamâmen kopmuş olur. Ancak kâfirlerden gelebilecek tehlikelerden korkarsanız ölçülü bir şekilde onlara dostluk gösterebilirsiniz. Yine de Allah sizi azabından sakındırıyor. Çünkü sonunda dönüş, yalnız Allah’adır. TEFSİR:Âyet-i kerîmenin iniş sebebiyle ilgili şu olaylar nakledilir: · Medine’de bir kısım yahudiler, belki dinleri hakkında fitneye düşürürüz arzusuyla Ensâr’dan bazı müslümanlarla dostluk kuruyorlardı. Rifâa b. Munzir ve Abdullah b. Cubeyr gibi sahâbeler Ensâr’dan o kişilere: “Bu yahudilerden uzak durun, onlarla birlikte bulunmaktan ve onlara dost olmaktan sakının ki sizi dininizde fitneye düşürmesinler” dediler. Fakat onlara dostluk beslemekte ve onlarla birlikte olmakta ısrar ettiler. Bunun üzerine bu âyet indi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 309; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 104) · Bu âyet, münafıklardan Abdullah b. Ubeyy ve arkadaşları hakkında nâzil olmuştur. Onlar, yahudileri ve müşrikleri severler, onlara dost olurlar, belki Allah’ın Rasûlü (s.a.s.)’e karşı zafer kazanırlar umuduyla müslümanların haberlerini onlara taşırlardı. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 105) Âyet-i kerîmenin, bu ve benzeri olaylar gibi, iniş sebebi hususi olsa da hükmü ve mânası umûmîdir. Kıyâmete kadar bu muhtevâya dâhil olabilecek bütün grup ve şahısları içine aldığında hiç şüphe yoktur. Bir mü’minin, küfrüne râzı olmak sûretiyle bir kâfirle dost olması kesinlikle yasaktır. Çünkü bu tarz bir davranış, kâfiri dininde ve inkârında tasvip etme mânası taşır. Küfrü tasvip ise küfürdür. Ancak başka bir kısım âyetlerin (bk. Mümtehene 60/8) ve Peygamber Efendimiz’in uygulamalarının gösterdiği gibi dünyevî meselelerde kâfirlerle güzel ilişkilerde bulunmak caizdir. Müminler, hiç kimseye karşı iyi davranmaktan, adâlet ve ihsandan menedilmiş değillerdir. İnsan haklarına riâyet, ahde vefâ, ciddiyet, merhamet ve yardımseverlik aslında imanın gereği olan güzel huylardır. Güzel huy ise müminin şiarıdır. Fakat bu, mânevî değerleri zedelemeyecek, İslâm’ın insana bakışını, ona sevgi, hoşgörü ve iyilik duygularıyla yaklaşma anlayışını simgeleyecek ve dünya hayatının barış ve istikrara kavuşmasına yardımcı olacak bir tarzda olmalıdır. Burada çok hassas bir denge vardır. O dengenin iyi korunması ve müslümanların fert ve toplum olarak hiçbir zarar görmeyecekleri bir usulün takip edilmesi gerekir. Bu bakımdan âyet-i kerîmede bahsedilen dostluk “inanç birliği veya yakınlığı sebebiyle muhabbet besleme, gönül verme, güven duyma ve bel bağlama” mânasında kullanılmıştır. Çünkü âyetin devamında gelen “Kim böyle yaparsa, artık onun Allah ile irtibatı tamâmen kopmuş olur” (Âl-i İmrân 3/28) tehdidi, yasaklanan dostluğun İslâm’ın ruhuyla bağdaşmayan, imanı tehlikeye sokan ve müslümanların zararına olan dostluklar olduğunu göstermektedir. Bundan dolayı kesinlikle müminler, kâfirlerle içli dışlı olmaktan ve yakın dostluktan sakınmalıdırlar. Ancak mü’minlerin, kâfirlerden gelebilecek tehlikelerden korunabilmek için kalplerindeki imanın kıvâmına dikkat ederek “takiyye” yapmaları mümkündür. Takiyye, “insanların şerrinden korunmak için, gerçek niyetini belli etmeden onların arzusuna uygun hareket etmek” demektir. Nitekim “Kalbi imanla dopdolu ve doygun olduğu halde baskı altında kalarak inkâra zorlanıp da bunu ancak diliyle yapan hâriç; bu durumda kalan kimse inkâr sözünü söyleyebilir” (Nahl 16/106) âyeti de bu hususa dikkat çekmektedir. Nitekim şu hadise burada sözkonusu edilen takiyyenin boyutlarını daha net ortaya koymaktadır: Yalancı peygamberlik iddiasında bulunan Müseylimetü’l- Kezzâb, ashâb-ı kirâmdan iki kişiyi yakaladı Onlardan birisine: “Sen, Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet ediyor musun?” deyince o: “Evet, evet, evet!” dedi. Müseylime: “Benim de Allah’ın Rasûlü olduğuma şehadet eder misin?” deyince, o sahâbî bu soruya da “Evet” diyerek cevap verdi. Bunun üzerine onu bırakıp diğerini çağırdı ve: “Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdette bulunur musun?” dedi. Sahâbî, “Evet” dedi. Daha sonra, “Benim de Allah’ın Rasûlü olduğuma şehâdette bulunur musun?” deyince, o sahâbî üç kere, “Ben sağırım...” dedi. Müseylime bunun üzerine onu öldürdü. Hâdise Allah Resûlü (s.a.s.)’e intikal edince şöyle buyurdu: “Öldürülen kimseye gelince, o yakînî imanı ve sıdkı üzere gitti, Allah mübârek etsin. Diğeri ise Allah’ın tanımış olduğu ruhsatı kullandı. Bundan dolayı ona bir günah ve vebal yoktur.” (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 12) Dolayısıyla âyette bahsedilen takiyye, zarûretten doğan ve ruhsat ifade eden istisnâi bir durumdur. müslüman, mecbur kalmadığı sürece bu yollara tevessül etmemelidir. Zira bu zaruret sınırını aşıp alışkanlık hâline gelmeye başladığında imanın zâfiyete uğramasına, müslümanın şahsiyetinde bozulmalara ve beşeri münâsebetlerde güven bunalımına yol açabilir. Bu bakımdan Allah, nihâî dönüşün kendisine olduğunu hatırlatarak azâbına uğramaktan kullarını sakındırmaktadır. Şimdi gelen âyetlerde de benzeri uyarı ve sakındırmalar devam ediyor:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri قُلْ اِنْ تُخْفُوا مَا ف۪ي صُدُورِكُمْ اَوْ تُبْدُوهُ يَعْلَمْهُ اللّٰهُۜ وَيَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿٢٩﴾ Meal 29: De ki: “İçinizdekini gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir. O, göklerde ve yerde olan her şeyi bilir. Allah’ın her şeye gücü yeter. TEFSİR: Göklerde ve yerde olanları bilen Allah, elbette kullarının kalplerinden geçenleri de bilir. Dolayısıyla, ister gizli tutun ister açığa vurun, kalplerinizde kâfirlere karşı oluşan dostluk meylini Allah mutlaka bilmektedir. Ayrıca o kâfirlerle dostluk kurmanızı yasaklamasına rağmen, yine de siz bundan vazgeçmezseniz, Cenâb-ı Hakk’ın sizi cezalandırmaya da gücü yeter. Hâsılı Allah’ın muttali olmadığı ve cezalandırmaya gücünün yetmediği hiçbir kötülük ve isyan bulunmadığına göre O’nun emrine aykırı davranmaktan sakınmak gerekir. Çünkü yapılan bütün ameller en sağlam usullerle kayda geçirilip, kıyamet günü kulun karşısına çıkarılacaktır. Hayır veya şer her ne yaptıysa orada onları hazır halde bulacaktır. Günahlarından uzaklaşmayı ve onlarla kendi arasında çok uzun mesafeler konmasını isteyecektir. Fakat bu talebin ona bir faydası olmayacaktır. Nitekim şu âyet-i kerîme bu hususa daha da açıklık getirmektedir: “Herkesin amel defteri önüne konulacak; sen günahkârların o defterde yazılı olanlardan dolayı ödleri patlayacak şekilde korktuklarını göreceksin. Hayretler içinde: «Yazıklar olsun bize! Bu nasıl defter ki, küçük büyük demeden, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan ne yapmış, ne söylemişsek hepsini saymış dökmüş!» diyecekler. Böylece yaptıkları her şeyi amel defterlerinde bulacaklar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf 18/49) Yüce Rabbimiz, gönderdiği ilâhî tâlimatlarla bizleri kendi azabından ve gazabına uğramaktan sakındırmaktadır. Çünkü O, kullarına karşı sonsuz şefkat ve merhamet sahibidir. Ancak O’nun şefkat, merhamet ve muhabbetine erişmek için de insanlığa Üsve-i Hasene[1] olarak lütfettiği Resûl-i Ekremi’ne ittiba şarttır: [1] Üsve-i Hasene: Kendisine uyulması gereken ve son derece faydalı olan en güzel örnek. Resûlullah (s.a.s.)’in vasfı. Ahzâb sûresi 21. âyette Efendimiz (a.s.) böyle vasfedilmektedir. يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَرًاۚۛ وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُٓوءٍۚۛ تَوَدُّ لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُٓ اَمَدًا بَع۪يدًاۜ وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُۜ وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ۟ ﴿٣٠﴾ Meal 30: Kıyâmet günü herkes dünyada iken yaptığı iyilik ve kötülükleri önünde hazır bulacak; ama kendisi ile günahları arasında çok uzun bir mesafe olmasını isteyecek. Allah sizi azabından sakındırıyor. Çünkü Allah, kullarına çok şefkatlidir. TEFSİR:Göklerde ve yerde olanları bilen Allah, elbette kullarının kalplerinden geçenleri de bilir. Dolayısıyla, ister gizli tutun ister açığa vurun, kalplerinizde kâfirlere karşı oluşan dostluk meylini Allah mutlaka bilmektedir. Ayrıca o kâfirlerle dostluk kurmanızı yasaklamasına rağmen, yine de siz bundan vazgeçmezseniz, Cenâb-ı Hakk’ın sizi cezalandırmaya da gücü yeter. Hâsılı Allah’ın muttali olmadığı ve cezalandırmaya gücünün yetmediği hiçbir kötülük ve isyan bulunmadığına göre O’nun emrine aykırı davranmaktan sakınmak gerekir. Çünkü yapılan bütün ameller en sağlam usullerle kayda geçirilip, kıyamet günü kulun karşısına çıkarılacaktır. Hayır veya şer her ne yaptıysa orada onları hazır halde bulacaktır. Günahlarından uzaklaşmayı ve onlarla kendi arasında çok uzun mesafeler konmasını isteyecektir. Fakat bu talebin ona bir faydası olmayacaktır. Nitekim şu âyet-i kerîme bu hususa daha da açıklık getirmektedir: “Herkesin amel defteri önüne konulacak; sen günahkârların o defterde yazılı olanlardan dolayı ödleri patlayacak şekilde korktuklarını göreceksin. Hayretler içinde: «Yazıklar olsun bize! Bu nasıl defter ki, küçük büyük demeden, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan ne yapmış, ne söylemişsek hepsini saymış dökmüş!» diyecekler. Böylece yaptıkları her şeyi amel defterlerinde bulacaklar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf 18/49) Yüce Rabbimiz, gönderdiği ilâhî tâlimatlarla bizleri kendi azabından ve gazabına uğramaktan sakındırmaktadır. Çünkü O, kullarına karşı sonsuz şefkat ve merhamet sahibidir. Ancak O’nun şefkat, merhamet ve muhabbetine erişmek için de insanlığa Üsve-i Hasene[1] olarak lütfettiği Resûl-i Ekremi’ne ittiba şarttır: [1] Üsve-i Hasene: Kendisine uyulması gereken ve son derece faydalı olan en güzel örnek. Resûlullah (s.a.s.)’in vasfı. Ahzâb sûresi 21. âyette Efendimiz (a.s.) böyle vasfedilmektedir.Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ي يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿٣١﴾ Meal 31: Rasûlüm! De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. TEFSİR: Bu âyetin iniş sebebi hakkında tefsirlerde şu bilgilere yer verilmiştir: Rivayete göre Allah Resûlü (s.a.s.) yahudileri İslâm’a çağırdığında onların: “Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz. (bk. Mâide 5/18) Biz Allah’ı, senin söylediğinden daha çok severiz” demeleri üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 16) Başka bir rivayete göre ise Peygamberimiz (s.a.s.), Kureyşliler Mescid-i Haram’da putlara taparken yanlarına uğrayıp: “Ey Kureyş topluluğu, Allah’a yemin olsun ki siz babanız İbrâhim’in dinine karşı çıkıyorsunuz” buyurdu. Kureyşliler de: “Biz bu putlara Allah Tealâ’ya olan sevgimizden ve bunlar bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapınıyoruz” (bk. Zümer 39/3) dediler de bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Râzî, VIII,16; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 105) Muhabbet; gönlün, gördüğü olgunluk, yücelik ve güzellik sebebiyle bir şeye meyletmesidir. Bu sebeple insan, kendini sevdiklerine yaklaştıracak tutum ve davranışlara daha fazla önem verir. Gerçek mânasıyla mükemmelliğin Allah Teâlâ’ya mahsûs olduğunu bilen, başka varlıklarda görülen olgunluk izlerinin de Allah’ın izni ve yardımıyla olduğunu, dolayısıyla Allah’a nisbet edilmesi gerektiğini anlayan kul, şüphesiz en çok Allah’ı sever. Kulun Allah’a muhabbeti, gönlünde bulduğu son derece latîf ve ince bir histir. Bu his onu hiç zorlanmaksızın gönüllü olarak Allah’a itaata ve O’na yaklaştıracak amellere yönlendirir. Allah’ı ve O’nun rızâsını her şeyin üzerinde tutmasına vesile olur. Allah’ın kuluna muhabbeti ise onun iyiliğini murad etmesi ve ona sayısız lutufta bulunmasıdır. İnanç ve ameli ne olursa olsun herkes Allah Teâlâ’yı sevdiğini iddia edebilir. Fakat muhabbet, sadece iddiadan ibaret değildir; onun varlığını gösteren delil ve işaretlere ihtiyaç vardır. Âyet-i kerîme, Allah’ı seven bir kişinin, O’nun gazabını çekecek şeylerden mutlaka kaçınması ve hidâyet rehberi olarak gönderdiği Resûlullah (s.a.s.)’e ittiba etmesi gerektiğini şart koşmaktadır. قُلْ اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَۚ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِر۪ينَ ﴿٣٢﴾ Meal 32: De ki: “Allah’a ve Peygamber’e itaat edin.” Eğer yüz çevirirlerse, bilsinler ki Allah, kâfirleri sevmez. Tefsir:: Rivayete göre, bir önceki âyet-i kerîme nâzil olunca Abdullah b. Ubeyy: “Muhammed kendine itaati Allah’a itaat gibi kıldı. Bize, hıristiyanların İsa’yı sevdiği gibi kendisini sevmemizi emrediyor” dedi de bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Râzî, VIII, 17) “Allah ve Rasûlü’ne itaat”, Allah Teâlâ’nın Peygamberi vasıtasıyla bildirmiş olduğu emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmaktır. Peygamber, Allah’ın emirlerini tebliğ eden kişidir. Bu sebeple ona itaat vâcip kılınmıştır. “Peygamber’e itâat eden, Allah’a itaat etmiş olur” (Nisâ 4/80) âyetinin beyânıyla Peygambere itaat Allah’a itaat; diğer açıdan Peygambere yüz çevirmek de Allah’a yüz çevirmektir. Allah ve peygamberine yüz çevirmek, küfürdür. Küfre düşen ve onda ısrar edenleri ise Allah asla sevmez. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), kendisine itaatin gerekliliği konusunda şöyle buyurmuşlardır: “Ümmetimin hepsi cennete gireceklerdir. Ancak inad edenler müstesna.” Bunun üzerine ashâb: “Cennete girmeyi kim istemez ki?” dediler. Allah Resûlü (s.a.s.): “Bana itâat eden cennete girer. Kim de bana âsî olursa o cennete girmeyi istememiştir.” (Buhârî, İ‘tisâm 2) Câbir b. Abdillah (r.a.)’ın rivayet ettiği şu hâdise de dikkat çekicidir: Peygamberimiz (s.a.s.) bir defasında uyurken melekler geldiler. Biri diğerine, “O şimdi uyumaktadır” dedi. Öteki ise, “Onun gözü uyumakta fakat kalbi uyanıktır?” dedi. Birbirlerine: “Bu arkadaşınızın bir misâli vardır; onu bu misalle anlatınız” dediler ve şöyle anlattılar: “O, bir adama benzer ki bir ev yaptırmış, sonra o evde ziyâfet hazırlamış ve bir davetçi göndermiştir. Kim davetçiye kulak vermişse o eve girmiş ve hazırlanan yemekten yemiştir. Kim de davetçiye kulak vermemişse o eve girmemiş ve yemekten de yememiştir.” Sonra, “Bunu açıklayınız da o iyice anlasın” deyip şöyle devam ettiler: “Bu ev cennettir. Davetçi Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Muhammed’e itâat eden Allah’a itâat etmiş, Muhammed’e âsî olan Allah’a âsî olmuştur…” (Buhârî, İ‘tisâm 2) Şimdi de Cenâb-ı Hakk’ın cennet davetine uyan ve insanları da bu davete uymaya çağıran peygamberler silsilesine dikkat çekmek üzere buyruluyor ki: اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰٓى اٰدَمَ وَنُوحًا وَاٰلَ اِبْرٰه۪يمَ وَاٰلَ عِمْرٰنَ عَلَى الْعَالَم۪ينَۙ ﴿٣٣﴾ Meal 33: Muhakkak ki Allah Âdem’i, Nûh’u, İbrâhim âilesini ve İmrân âilesini tertemiz bir hülâsa hâlinde seçip bütün insanlık üzerine üstün kılmıştır. TEFSİR: اَلْإصْطِفَاءُ “ıstıfâ” sözlükte bir şeyin en temizini, en saf ve hâlis olan özünü seçip almaktır. “Tasfiye” ise bir şeyin karışığını giderip özünü çıkarmak, saf olanı karışık olandan süzüp ayırmaktır. Mesela bir madeni eritip ayıklayarak cevherini almak bir ıstıfa olduğu gibi, o cevherler arasından herhangi bir işe elverişli olanının seçip almak da yine bir ıstıfadır. Âyette bahsedilen “ıstıfa”, sonsuz ilim ve hikmet sahibi olan Allah Teâlâ’nın yaratılış sırasında uyguladığı ıstıfa kanunudur. Bu ilâhî kanun gereğince Cenâb-ı Hak, bir yönden saf ve temiz olanı yaratıp ona vücut verirken, diğer yönden temiz olanları da olmayanlardan ayırmaktadır. Bu çift yönlü oluş, birlikte cereyan etmektedir. İşte Allah Teâlâ, başlangıçtan kıyamete kadar insanlığa hidâyet önderleri kıldığı peygamberleri seçmiş, hususi bir şekilde yaratmış ve onları bir taraftan peygamberliğe yakışmayan sıfat ve özelliklerden temizlediği gibi, diğer taraftan güzel hasletler ve alışkanlıklarla da tezyin etmiştir. Burada Hz. Âdem, Hz. Nûh ve nesillerinden peygamberler gelen İbrâhim ve İmran ailesi misal verilmiştir. Peygamberler, peygamber olmayan bütün insanlardan daha faziletli kılınmışlardır; ancak kendi aralarında da fazilet farkı bulunmaktadır. (bk. Bakara 2/253; İsrâ 17/55) Bu âyetlerde, İmran ailesinden gelen Hz. Meryem’den doğup ileride peygamber gönderilecek olan Hz. İsa’nın da Allah’ın seçkin bir kulu olduğu, bunun ötesinde başka bir vasıf taşımadığı hususunda fikrî bir hazırlık yapıldığı söylenebilir. Öncelikle Hz. Meryem’in doğumundan söz edilerek buyruluyor ki: ذُرِّيَّةً بَعْضُهَا مِنْ بَعْضٍۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌۚ ﴿٣٤﴾ Meal 34: Bunlar birbirininin zürriyetinden gelmedir. Allah, hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir. TEFSİR: اَلْإصْطِفَاءُ “ıstıfâ” sözlükte bir şeyin en temizini, en saf ve hâlis olan özünü seçip almaktır. “Tasfiye” ise bir şeyin karışığını giderip özünü çıkarmak, saf olanı karışık olandan süzüp ayırmaktır. Mesela bir madeni eritip ayıklayarak cevherini almak bir ıstıfa olduğu gibi, o cevherler arasından herhangi bir işe elverişli olanının seçip almak da yine bir ıstıfadır. Âyette bahsedilen “ıstıfa”, sonsuz ilim ve hikmet sahibi olan Allah Teâlâ’nın yaratılış sırasında uyguladığı ıstıfa kanunudur. Bu ilâhî kanun gereğince Cenâb-ı Hak, bir yönden saf ve temiz olanı yaratıp ona vücut verirken, diğer yönden temiz olanları da olmayanlardan ayırmaktadır. Bu çift yönlü oluş, birlikte cereyan etmektedir. İşte Allah Teâlâ, başlangıçtan kıyamete kadar insanlığa hidâyet önderleri kıldığı peygamberleri seçmiş, hususi bir şekilde yaratmış ve onları bir taraftan peygamberliğe yakışmayan sıfat ve özelliklerden temizlediği gibi, diğer taraftan güzel hasletler ve alışkanlıklarla da tezyin etmiştir. Burada Hz. Âdem, Hz. Nûh ve nesillerinden peygamberler gelen İbrâhim ve İmran ailesi misal verilmiştir. Peygamberler, peygamber olmayan bütün insanlardan daha faziletli kılınmışlardır; ancak kendi aralarında da fazilet farkı bulunmaktadır. (bk. Bakara 2/253; İsrâ 17/55) Bu âyetlerde, İmran ailesinden gelen Hz. Meryem’den doğup ileride peygamber gönderilecek olan Hz. İsa’nın da Allah’ın seçkin bir kulu olduğu, bunun ötesinde başka bir vasıf taşımadığı hususunda fikrî bir hazırlık yapıldığı söylenebilir. Öncelikle Hz. Meryem’in doğumundan söz edilerek buyruluyor ki: اِذْ قَالَتِ امْرَاَتُ عِمْرٰنَ رَبِّ اِنّ۪ي نَذَرْتُ لَكَ مَا ف۪ي بَطْن۪ي مُحَرَّرًا فَتَقَبَّلْ مِنّ۪يۚ اِنَّكَ اَنْتَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ ﴿٣٥﴾ Meal 35: Bir zamanlar İmrân’ın hanımı şöyle demişti: “Rabbim! Karnımdaki çocuğu her kayıttan azâde olarak senin hizmetine adadım; bunu benden kabul buyur. Şüphesiz sen, duaları işiten, maksat ve niyetleri bilensin.” TEFSİR: İmrân’ın hanımı, Hz. Meryem’in annesidir. İsmi kaynaklarda “Hanne” olarak geçer. İmrân da Hz. İsa’nın dedesidir. Hanne, hamile olduğunu hissedince, karnında bulunan çocuğu kayıtsız şartsız Allah’a kulluğa veya mâbette hizmete adamış ve Allah’tan bunu kabul etmesini istemiştir. Fakat Hanne erkek çocuk beklerken, bir kız çocuğu dünyaya getirmiştir. Çünkü mâbette hizmet edecek birinin erkek olması örf ve adetlere daha uygundu. Hizmetin keyfiyeti, adâbı ve devamlılığı bakımından da güzel olan buydu. Bu sebeple bir üzüntü ve mahcubiyet ifadesi olarak “Rabbim, ben bir kız çocuk doğurdum. Halbuki erkek kız gibi değildir” (Âl-i İmrân 3/36) demiştir.[1] Ona Meryem ismini vermiştir. Onların dilinde “Meryem”, “ibâdete düşkün, âbid kadın” mânasına gelmekteydi. Burada İslâm’ın çocuklara güzel isimler koyma emrinin bir tatbikatı ve bu konuda örnek bir davranış görülmektedir. Yine Hane, bizlere numûne-i imtisâl olacak şekilde, çocuğu ve onun zürriyeti için Allah’a dua etmiştir. Onu ve neslini kovulmuş şeytanın şerrinden koruması, hepsinin ihlâslı birer müslüman olabilmeleri için Cenâb-ı Hakk’a niyaz etmiştir. Anne-babanın, evlatları için yaptıkları dualar, geri çevrilmeyecek dualardandır. Nitekim sonraki âyet bu gerçeğin bir şâhidi niteliğindedir: [1] Bu sözüyle Hanne, kız çocuğunu erkek çocuğa tercih etmiş de olabilir. Sanki o şöyle demiştir: “Benim arzum bir erkek çocuk idi; bu kız çocuk ise bana Allah’ın bir ihsanıdır. Arzum olan erkek çocuk, Allah’ın hibe ettiği bir kız çocuk gibi olamaz.” Bu sözden, Allah’ın kulu için murad ettiği şeyin, kulun kendi için istediğinden daha hayırlı olduğu anlaşılır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 24)
اِنَّ الدّٖينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُࣞ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذٖينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْياً بَيْنَهُمْؕ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَاِنَّ اللّٰهَ سَرٖيعُ الْحِسَابِ ﴿١٩﴾Meal﴾19﴿: Kuşkusuz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki hak tanımazlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur. Tefsir:Sözlükte din “gerek ödül gerekse ceza şeklindeki karşılık” anlamında olup, tâbi ile (uyan) kudret sahibi metbû (uyulan) arasındaki ilişkiyi ifade eder. Terim olarak dinin çeşitli tanımları yapılmıştır. Batılı bilim adamlarıyla müslüman bilginlerin din tarifleri arasında bazı temel farklılıklar bulunmaktadır. Yine, dinin kaynağı ve ilk ortaya çıkış biçimi konusunda bu iki muhitte önemli görüş ayrılıkları vardır. İslâmî anlayışa göre din, kısaca kişinin yaratılış amacına uygun bir hayat sürebilmesi ve bu amacı belirli bir disiplin içinde gerçekleştirebilmesi için kendisine yol gösteren kurallar bütününü ifade eder. Din bir tarafın kutsal buyruk ve egemenliğine diğer tarafın uyum ve bağlılığına dayalı ilişkileri düzenleyen bir kurum olmakla beraber, bu âyet-i kerîmeden, Kur’an’a göre Allah katında dinin ve dindarlığın değer taşımasının iradî bir teslimiyet üzerine kurulu olması şartına bağlı olduğu anlaşılmaktadır. Bir başka anlatımla İslâmî telakkiye göre din, akıl sahiplerini kendi istek ve iradeleriyle hayra ve mutluluğa yönlendiren bir kurum, beşerin kendi seçimine dayalı fiillerini düzenleyen ilâhî bir kanundur (ayrıca bk. Bakara 2 /132, 256). Kur’an-ı Kerîm’de İslâm kelimesinin geçtiği ilk yer bu âyettir. İslâm’ın sözlük anlamı, “bağlanmak, itaat etmek, teslim olmak, esenlik ve barış içinde olmak”tır. Terim olarak İslâm “Hz. Muhammed’in din adına bildirdiklerinin tamamını bütün varlığıyla benimsemek ve bunu ortaya koyan bir teslimiyet içinde olmak” demektir. Hz. Peygamber’in getirdiği hak dinin adı da İslâm’dır. Yine İslâm, Arapça’da bu dine girmeyi ifade eden bir masdardır. İslâm dininin mensubu olan kişi Arapça’da müslim, Farsça’da müselmân kelimesiyle ifade edilir. Türkçe’de bu din için İslâmiyet ve Müslümanlık, bu dinin mensubu için de müslüman kelimeleri kullanılır. İslâm kelimesinin sözlük anlamıyla terim anlamı arasında güçlü bir alâka vardır. İslâmî anlayışa göre din, irade ve akıl sahibi varlıklar arasında uyuşmazlıkları ve çekişmeleri önleyip uzlaşma sağlayan bir kanundur. Din sadece insanlar arasında değil insanlarla Allah arasında da bir mutabakatı ifade eder. Böylece yaratanın iradesiyle yaratılmışların iradesi arasında bir uyum sağlanmış olur (Elmalılı, II, 1062-1063). Bütün ilâhî dinler Allah’ın birliği esasına dayalı olduğu için, Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği İslâm dini ile diğer peygamberlerin getirdiği dinler temelde birleşirler. Bununla beraber müslüman bilginlerin bir kısmına göre İslâm dini ve İslâm ümmeti tabirleri sadece Hz. Muhammed’in getirdiği din ve onun mensupları için kullanılabilir. İslâmiyet önceki hak dinlerle temelde uyuşsa bile, bu dinin kendine ait özellikleri ve mensubu olan ümmete özgü hükümleri vardır. Diğer bir grup müslüman bilgine göre ise, önceki ilâhî menşeli dinlerin de İslâm olarak anılması mümkündür. Onlara göre Kur’an-ı Kerîm’de bu anlayışı destekleyen birçok âyet vardır: Hz. Îsâ’nın havârilerinin cevabının “Şahit ol ki bizler müslümanlarız” (Âl-i İmrân 3/52) şeklinde ifade edilmesi, Hz. İbrâhim hakkında “O hanîf bir müslümandı” (Âl-i İmrân 3/67) buyurulması, yine “O size daha önce de bunda da ‘müslümanlar’ adını verdi” (Hac 22/78) şeklinde genel bir nitelendirilmeye yer verilmesi bunlara örnektir. Karşı görüş sahiplerine göre ise bu tür nitelendirmeler peygamberlerle alâkalıdır. Kanaatimize göre Kur’an-ı Kerîm dışındaki ilâhî kitaplarda o kitaba tâbi olacaklar için bir din adı konmadığı, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi isimlendirmelerin daha sonra ortaya çıktığı ve bunların o peygamberin tâbilerine sonradan verilen adlar olduğu dikkate alınırsa “Doğrusu Allah katında din İslâm’dır” ifadesinin anlamı daha iyi anlaşılır. Her ne kadar Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dinin kendine özgü hükümleri varsa da, Kur’an’da bu kitabın önceki peygamberlerin getirdiklerini onaylama özelliği üzerinde ısrarla durulması, onların bildirdiklerinin de temelde İslâm dairesi içinde olduğunu, ancak ilâhî hikmet gereği bu öğretilerin en mükemmel şekline Hz. Muhammed’in gönderilmesi ile ulaşıldığını (bk. Mâide 5/3) gösterir. Şu halde yüce Allah’ın hoşnutluğunu elde etmenin yegâne yolu O’nun bildirdiklerine bütünüyle inanmaktır. Buna göre olgudan hareketle ve belirli kesimleri ifade için başka din isimlerinden söz edilebilirse de, nihaî hedef gerçeği arayanların Allah Teâlâ’nın razı olduğu çerçevede buluşmalarıdır ve ilâhî bildirimler için geçerli olan bu sürecin insanlığın aklına ve vicdanına yansıması kaçınılmazdır. İslâm bilginleri bu anlayışı “ümmet-i icâbet” ve “ümmet-i dâvet” şeklinde kavramlaştırmışlardır; bunlardan birincisi Hz. Muhammed’in bildirdiklerine bilfiil ve açık biçimde tâbi olma iradesini ortaya koyanları, ikincisi ise henüz bu düzeyde olmayan fakat işaret edilen yansıma süreci içinde bulunan potansiyel kitleyi ifade etmektedir. Bu itibarla “Mûsevîlik” ve “Îsevîlik” gibi isimlendirmelere kıyasla bazı Batılı yazarların İslâmiyet’i “Muhammedîlik” şeklinde sınırlayıcı bir adla anmaları isabetli değildir; zira bu hem gerçeği yansıtmaktan uzaktır, hem de sözü edilen iletişimi ve kaynaşmayı önleyici niteliktedir. Âyeti nihaî hedef açısından bu şekilde anlamak, nerede ve ne zaman yaşamış olursa olsun Allah’a şirk koşmaktan uzak durabilmiş ve davranışlarına bu inanca uygun biçimde yön verebilmiş herkesin Kur’an’ın telakkisine göre “müslüman” olarak nitelenmesi gerektiği teziyle (bk. M. Reşîd Rızâ, III, 257-258) çatışmaz. Gerçekten birçok âyette insanların âhiretteki kurtuluşları konusunda bu ölçütün esas alındığı görülmektedir (bk. Bakara 2/62; Âl-i İmrân 3/64). Geniş anlamıyla İslâm (müslüman olma) hem kalp hem dil hem de davranışlarla teslimiyeti ifade eder. Bunlar içinde en önemli ve değerli olan teslimiyet kalple olanıdır. Kur’an’da İslâm kelimesinin, iman düzeyine ulaşmamış teslimiyeti ifade etmek üzere kullanıldığı da görülür (bk. Hucurât 49/14, 17). “Kendilerine kitap verilenler” ifadesi genellikle Ehl-i kitap tabirinin içeriğine göre anlaşılmıştır (bu konuda bk. 64. âyetin tefsiri). İlim kelimesi ise “vahiy ve apaçık deliller” şeklinde açıklanmıştır. Âyette Ehl-i kitabın ancak ilim geldikten sonra ihtilâfa düştüğünün ifade edilmesi, kendilerine yeterince açık ilâhî bildirim yapıldığı ve bu açıdan hiçbir mazeretleri bulunmadığı halde, sırf kendi kusurları sebebiyle, çıkar düşüncesi ve beşerî tutkular uğruna ayrılığa düştüklerini ve çatışmaya girdiklerini belirtmek içindir. “Aralarındaki hak tanımazlık yüzünden” şeklindeki gerekçeden hareketle, burada kastedilenlerin yahudiler veya hıristiyanlar yahut her ikisi olduğuna dair açıklamalar yapılmıştır. Tarihî bilgilerin ışığında, burada, ilâhî vahye muhatap toplumların vahyin sağladığı aydınlığı değerlendirip barış ve uygarlık yolunda ilerlemek yerine kişisel ihtiraslarla aklıselimi dışlamalarının, özellikle çıkar çatışmaları üzerine temellenen dinî fırkalara ayrılmalarının eleştirildiği söylenebilir. Bu uyarıya rağmen Kur’an’a inananların aynı hatayı tekrar etmeleri, ilâhî mesajı beşeriyete en güzel biçimde ulaştırma misyonunu yerine getirebilmelerinde ve medeniyet yarışında lâyık oldukları yeri almalarında önemli bir engel oluşturmuştur (krş. Bakara 2/213; Beyyine 98/4; ümmî kelimesinin anlamı için bk. A‘râf 7/157-158).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 522-525 فَاِنْ حَٓاجُّوكَ فَقُلْ اَسْلَمْتُ وَجْهِيَ لِلّٰهِ وَمَنِ اتَّـبَعَنِؕ وَقُلْ لِلَّذٖينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ وَالْاُمِّيّٖنَ ءَاَسْلَمْتُمْؕ فَاِنْ اَسْلَمُوا فَقَدِ اهْتَدَوْاۚ وَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُؕ وَاللّٰهُ بَصٖيرٌ بِالْعِبَادِࣖ ﴿٢٠﴾ Mea﴾20﴿: Eğer seninle tartışmaya girerlerse, de ki: “Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah’a teslim ettim.” Ehl-i kitaba ve ümmîlere, “Siz de Allah’a teslim oldunuz mu?” de! Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir. Yok eğer yüz çevirdilerse, sana düşen yalnızca bildirimde bulunmaktır. Allah kullarını çok iyi görmektedir. Tefsir:"Ümmî", okuma yazması olmayan demektir. Buradaki kullanımı ile, kendilerine kitap verilmeyenlerle, Arap müşrikleri kastedilmiştir. Kitap verilenler ise Yahudilerle Hıristiyanlardır. فَاِنْ حَٓاجُّوكَ فَقُلْ اَسْلَمْتُ وَجْهِيَ لِلّٰهِ وَمَنِ اتَّـبَعَنِؕ وَقُلْ لِلَّذٖينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ وَالْاُمِّيّٖنَ ءَاَسْلَمْتُمْؕ فَاِنْ اَسْلَمُوا فَقَدِ اهْتَدَوْاۚ وَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُؕ وَاللّٰهُ بَصٖيرٌ بِالْعِبَادِࣖ ﴿٢٠﴾ Meal ﴾20﴿: Eğer seninle tartışmaya girerlerse, de ki: “Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah’a teslim ettim.” Ehl-i kitaba ve ümmîlere, “Siz de Allah’a teslim oldunuz mu?” de! Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir. Yok eğer yüz çevirdilerse, sana düşen yalnızca bildirimde bulunmaktır. Allah kullarını çok iyi görmektedir. اِنَّ الَّذٖينَ يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيّٖنَ بِغَيْرِ حَقٍّۙ وَيَقْتُلُونَ الَّذٖينَ يَأْمُرُونَ بِالْقِسْطِ مِنَ النَّاسِۙ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَلٖيمٍ ﴿٢١﴾ Meal ﴾21﴿: Allah’ın âyetlerini inkâr edenler, haksız yere peygamberlerin canlarına kıyanlar ve adalet isteyen insanları öldürenler var ya, onlara can yakan bir azabı müjdele! Tefsir:Önceki âyette insanlar ilâhî mesajdan yüz çevirmiş olsalar da artık Hz. Peygamber’in görevini yapmış olacağı ve kulların durumundan yüce Allah’ın haberdar olduğu belirtilmişti. Burada ilâhî bildirimden yüz çevirenlerin birbiriyle bağlantılı üç temel özelliğine işaret edilerek Resûlullah’tan bu tutumlarının karşılığının ne olacağını kendilerine bildirmesi istenmektedir. Bu özellikler şunlardır: 1. Allah’ın âyetlerini inkâr etmek, 2. haksız yere peygamberleri öldürmek, 3. adalet isteyen insanları öldürmek. Âyet-i kerîme bu sıfatları taşıyan herkesi kapsayan bir ifadeye sahiptir. Bununla birlikte, peygamberlerin canlarına kıyma hususunda yahudilerin çok ileri gittiklerini belirten başka âyetleri ve bazı hadisleri de dikkate alan tefsir bilginleri burada özellikle yahudileri mahkûm eden bir ifade bulunduğu kanısındadırlar. Asıl konusu hıristiyanların yanlış telakkilerini ortaya koymak olan sûrenin burada özellikle yahudilerden söz etmesinin sebebi ise şöyle açıklanmaktadır: a) 20. âyette hem yahudilere ve hıristiyanlara (Ehl-i kitap) hem de Ehl-i kitap’tan olmayan müşriklere (ümmiyyîn), yani İslâm inancına karşı çıkan bütün inkârcılara çağrı yapılmıştır; bu âyette de bu çağrıya sırt çevirenlerin âkıbetinden söz edildiği için yahudilerin en belirgin ve şiddetle kınanan özelliklerine değinilmiştir. b) Hz. Muhammed’in çağdaşı olan yahudiler, bizâtihî peygamberleri öldüren kişiler olmamakla beraber, seleflerinin bu fiillerini tasvip ediyorlardı; yine gerek Mekke müşrikleri gerekse Medine’deki yahudiler Hz. Muhammed’i öldürmeyi şiddetle arzuluyorlardı. Âyette anılan üç özelliğin birbiriyle bağlantısını şöyle açıklamak mümkündür: Hak ve adalet duygusunu yitiren kişi gerçeği ve doğruyu aramak yerine kendi düşünce, saplantı, hırs ve menfaatlerine uymayan her şeyi ortadan kaldırmaya yönelir, güneşi balçıkla sıvamaya kalkışır. Bu yol öyle bir bataklıktır ki, hareket edeni daha çok dibe çeker. Nitekim hakikatlere karşı durmakta ve menfaatlerini her şeyin üstünde tutmakta direnen yahudiler bu taşkınlıkta o kadar ileri gitmişlerdi ki, kendilerini aydınlatmak, yanlışlarını düzeltmek ve mutluluk yolunu göstermek üzere gönderilmiş peygamberleri bile öldürmekte tereddüt göstermemişler, kendilerini iman ehli, hatta dindar gibi göstermeye çalışsalar da Allah’ın âyetlerini, elçilerini, mûcizelerini inkâr ettikleri ve hakikatleri örtbas etmeye çalıştıkları için küfre girmişler ve elîm azabı hak etmişlerdi. Yahudilerin çok sayıda peygamberin canına kıydığına dair bilgiler Kitâb-ı Mukaddes’te de yer almaktadır (meselâ bk. I. Krallar, 18/4 vd.; Matta, 14/10). Âyette yahudilerin bu azabı hak etmelerinin sebebi açıklanarak, Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği hakikatler karşısında inatla direnen ve içlerinden iman yolunu seçenlere baskı uygulayan, onları ve Hz. Peygamber’i ortadan kaldırarak menfaatlerini güvence altına alabileceklerini düşünen bütün inkârcılar sert bir dille uyarılmaktadır. Bakara sûresinin 61 ve 91. âyetlerinde münhasıran yahudilerden söz edilirken sadece “peygamberleri öldürme” suçuna değinildiği halde bu âyette ayrıca “adalet isteyen insanları öldürme” fiilinin anılıp kötülenmesi, sûrenin özellikle hıristiyanları diyaloga çağıran bir içerik taşımasıyla irtibatlandırılabilir. Çünkü diyalogun ön şartı peşin fikirle hüküm vermeden karşı tarafı dinleyebilmektir. Adalet isteyen yani tarafsız davranılması talebinde bulunan insanları dinlemek şöyle dursun, onları imha etmeyi bile düşünen bir muhatabın diyalog sürecine razı olması düşünülemez. Bu zihniyetin ve tutumun tabii bir sonucu, peygamberlerin katledilmesini de onaylamak ve peygamberlerin uyardıkları konulara ilişkin delilleri göz ardı ederek Allah’ın âyetlerini inkâr etmektir. Günümüzde insan hakları konusuna özel emek veren çevrelerin, ülkelerin saygınlığını bu konudaki duyarlılıklarına göre ölçen bir kamuoyunun ve değerlendirme kurumlarının oluşmasının altında adalet arayışının ve gücü elinde tutanların keyfî, ön yargıya dayalı hak ihlâllerine karşı tavır koyma iradesinin bulunduğu dikkate alınırsa, âyet-i kerîmenin bu tür çabalara övgüde bulunduğunu söylemek mümkündür. Zira Kur’an-ı Kerîm’in bu tasvirine göre, adaleti aramak yerine, güç kullanmakla inkârcılık (küfür) arasında sıkı bir bağ vardır. Esasen âyet-i kerîmede geçen “kefere” fiili de sözlükte “perdelemek, örtmek, gizlemek, yalanlamak” anlamlarına gelmektedir. Öte yandan bazı hadislerde zulüm ve baskı ortamlarında hakikatleri savunabilenler, peygamberler makamını izleyen mertebede gösterilmiştir. Âyette peygamberleri öldürme fiili için “haksız yere” kaydının konmuş olması tefsirlerde genellikle şu iki şekilde açıklanır: a) Peygamberlerin öldürülmesi zaten haksız yere işlenen bir fiildir; bu kaydın konması işlenen günahın ne büyük ve bu cinayetin ne kötü olduğunu vurgulamak içindir, b) onları öldürenlerin bu fiilleri haklı gerekçelere dayanarak ve adaleti gerçekleştirme uğruna işledikleri iddiasında bulunduklarına işaret edilip bu asılsız iddiayı reddetmek amaçlanmış olabilir. Âyetin bütünüyle ilgili olarak yukarıda yapılan açıklamalar ışığında, bu kaydın itham edilen tarafı dinlemeden, konuya ilişkin delilleri incelemeden ve tarafsız bir yargı kararına bağlı olmaksızın “hakk”ın yerine “güc”ün ikāme edildiğine dikkat çekmek üzere konduğu söylenebilir (kıst kelimesi için bk. 18. âyetin tefsiri). Sözlükte tebşîr kelimesi “müjdelemek, sevindirici bir haber vermek”tir. Fakat burada sözlük anlamının zıddı yönünde kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerîm’de iman sahibi olup iyi işler yapanlar için bu fiille birlikte hep güzel nimetler ve ödüllerden söz edilirken, inkârcıların çarptırılacağı elem verici azabın müjde ifade eden fiil ile bildirilmesi, bunca cinayet ve haksızlıktan sonra kendilerine verilebilecek müjdenin ancak bu kadar olacağını ima eden bir istiare türü, edebî bir üslûptur.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 526-528 اُو۬لٰٓئِكَ الَّذٖينَ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِؗ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِرٖينَ ﴿٢٢﴾ Meal﴾22﴿: İşte onlar dünyada da âhirette de emekleri boşa giden kimselerdir. Onların hiç yardımcıları da yoktur. Tefsir:“Dünyada da âhirette de emekleri boşa gitmiştir” ifadesinde geçen “habita” fiili, “bir çabadan beklenen yararlı sonuçların yok olup gitmesi” anlamı taşır. Arap dilinde devenin aşırı miktarda yemesi sebebiyle karnının şişip ölmesini ifade eden bu kelimenin âyette sözü edilen insan tipleri için de kullanılması temsilî bir anlatım olup (İbn Âşûr, III, 207), hakikatleri görmezden gelerek kendi ihtirasları doğrultusunda hareket eden ve böylece kendisine yatırım yaptığını sanan kişilerin bu gayretlerinin aslında boşa gittiğine dikkat çekilmektedir (ayrıca bk. Bakara 2/217).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 528-529 اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذٖينَ اُو۫تُوا نَصٖيباً مِنَ الْكِتَابِ يُدْعَوْنَ اِلٰى كِتَابِ اللّٰهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ يَتَوَلّٰى فَرٖيقٌ مِنْهُمْ وَهُمْ مُعْرِضُونَ ﴿٢٣﴾ Meal ﴾23﴿: Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanlara baksana, aralarında hakem olması için Allah’ın kitabına çağrılıyorlar da, içlerinden bir grup yüz çevirip gerisin geri gidiyor. Tefsir:Tefsir bilginleri arasında, bu âyette söz konusu edilenlerin yahudiler olduğu kanaati yaygındır. Fakat burada hıristiyanların özellikle Necran’dan Medine’ye gelen heyetin kastedildiği veya âyetteki ifadenin hem yahudileri hem hıristiyanları kapsadığı görüşü de vardır. Bu âyette anılan kişilerin 24. âyette nakledilen sözleriyle İsrâiloğulları’ndan bahsettiği açıkça anlaşılan Bakara sûresinin 80. âyetindeki sözün aynı olduğu dikkate alındığında birinci görüş daha isabetli görünmektedir. Bununla birlikte, Ehl-i kitap’tan olup da burada belirtildiği şekilde davranan herkesi âyetin kapsamında düşünmeye bir engel bulunmamaktadır. Burada ilk geçen kitap kelimesi cins ismi olarak yani “kitap bilgisi” şeklinde yorumlandığı gibi “levh-i mahfûz” olarak da açıklanmıştır. “Allah’ın kitabı” tamlamasında geçen kitaptan maksat ise âlimlerin bir kısmına göre “Kur’an-ı Kerîm”, çoğunluğuna göre “Tevrat”tır. Tefsirlerde âyetin nüzûl sebebine değinilirken muhatapların Allah’ın kitabına davet edilip de onların bundan yüz çevirmelerine açıklık getiren bazı olaylar zikredilir. Fakat âyette asıl hedeflenen mânanın belirli bir yerde ve zamanda meydana gelmiş bir olaya değinmekten ziyade, bir taraftan Allah’a inandıklarını söyleyen, bir taraftan da vahye tâbi olmaktan ve onu hakem kılmaktan kaçınan insanların, özellikle din bilginlerinin ve topluma önderlik eden kişilerin çelişkilerini ortaya koymak olduğu açıktır. Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 530 ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ قَالُوا لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ اِلَّٓا اَيَّاماً مَعْدُودَاتٍࣕ وَغَرَّهُمْ فٖي دٖينِهِمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ ﴿٢٤﴾ Meal ﴾24﴿ Onların bu tutumu “Sayılı günler dışında bize ateş asla dokunmayacak” demelerinden ötürüdür. Uydura geldikleri yalanlar dinleri hakkında kendilerini yanıltmaktadır. Tefsir:Önceki âyette sözü edilen insanları bu tutuma yönelten sebep, bu kişilerin kendilerini, çok kısa bir süre azap gördükten sonra cennete kavuşacaklarına inandırmış olmaları idi. Oysa Bakara sûresinin 80. âyetinde Allah tarafından kendilerine bu hususta verilmiş bir söz bulunmadığı belirtilip bu kişiler kınanmakta, bu âyet-i kerîmede de onların bu sözlerinin bir iftiradan ibaret olduğu ve kendilerini aldatmaktan başka bir sonucunun bulunmadığı sert bir dille ifade edilmektedir. Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 530
Thema von Kurban im Forum Makale/Artikel/Anregun...
Ibni Hacer il Askelani
Münebbihat Hamd her bir vakitte ve zamanda Hazreti Allah içindir. Salat mahlukatın en şereflisi olan Resulumüz(Hz.muhammed) üzere olsun. Şu zihinde hazırladığımız şeyler ahiret gününe hazırlamak üzere tenbihedicidir. Bu tenbihler millet hak ve din aşığı olan şeyhin tasnif ettiği şeylerdendir. Bu tenbihlerden bazısı ikişer bazısı on’a kadar üçer üçer olur. O şeyh Ahmed--Übni Muhabbed-İbni Ahmed'el Askalaniyy'ül Aslıhazretleridir. Mısırlıdır, şafidir. İbni hacer Askalani ile meşhur olmuştur.
Not: Bu kitap Peygamber Efendimizin Hadis-i Şerifleri Hulefi Raşidininve Allah dostlarının sözlerinde müteşekkil bir kitaptır... ikili Babi Nebi s.a.v rivayet olunan ikili şeylerdendir. Nebi s.a.v. buyurduki; iki haslet vardır ki ondan daha faziletli hiçbirşeyyoktur. O iki haslet Allah’a iman ve müslümanlara faziletli olmaktır. Yine iki haslet vardırki ondan daha çirkin hiçbir haslet yoktur. O iki haslet: Allah’a şirk koşmak ve Müslümanlara zararlı olmaktır. Nebi s.a.v Size alimlerle beraber olmak vaciptir lazımdır yapınız. Ve hükemanın sözlerini dinleyiniz. Çünkü hazreti Allah yağmur suyu ile ölü olan toprağı ihya ettiği gibi ölü olan kalbi hikmet nuru ile aydınlatır. Hazreti Ebu Bekrin buyurmuş olduğu şeylerde ikili bâbdandır. Ebu Bekr efendimiz buyurduki; Her kim azıksız kabre dahil olursa Gemisiz denize atlamış binmiş gibidir. Hazreti Ömer buyurmuş olduğu şeylerde ikili bab dandır. Hz Ömer buyurduki;Dünyanın değeri mal iledir. Ahiretin değeri Salih amel iledir. Hazreti Osman buyurmuş olduğu şeylerde ikili babdan dır. Hz Osman buyurduki; Dünyayı elde etmenin üzüntüsü düşüncesi kalbe zulmettir. Ahireti elde etmenin üzüntüsü düşüncesi kalbe bir nurdur. Hazreti Ali buyurmuş olduğu şeylerde ikili babdandır. Hz Ali buyurduki;Herkim ilim taleb ederse cennet onu talep eder.Herkim masiyet talep ederse Ateş onu talep eder.
Yahya ibni Muaz (r.a.) buyurduki;işleri düzgün olan (nefsine acıyan )Allah’a asi olmadı. Hikmet sahibi dünyayı ahrete tercih etmedi.
Ameş (r.a.) buyurduki;Herkimin sermayesi takva olursa lisanlar onun dininin kazancını anlatmaktan aciz kalır. Her kimin sermayesi dünya olursa yine lisanlar onun dininin zararlılığını anlatmaktan aciz kalır. Süfyanı sevri buyurduki; Şehvetten kaynaklanan her kötülüğün mağfiret olunması ümit olunur. Kibirden olan masiyetin bağışlanması ümit olunmaz. Çünkü iblisin masiyeti kebirden dir bu onun aslıdır. Hazreti Ademin Zellesi aslı şehvettendir. Bazı Zühhad ( günahtan yüz çeviren kimseler)buyurduki; Kimki gülerek günah işlerse Hz Allah onu ağlayarak cehenneme sokar. Her kim ağlayarak itaat ederse güler olduğu halde hz. Allah onu cennete dahil eder.
Hükemanın bazısı( hikmet sahipleri) buyurduki; Küçük günahı küçük görmeyiniz. Çünkü o küçük günahlar birikerek büyük günah olur. Nebi s.a.v. buyurduki; İsrar ile küçük günah yoktur. İstiğfar ile büyük günah yoktur.Denildiki;Arifin üzüntüsü Hz Allahı medhetmektir. Zahidin üzüntüsü nefsine dua etmektir. Çünkü arifin üzüntüsü rabbi dir. Zahidin üzüntüsü nefsidir. Hukema dan bazısı buyurduki; Kimki kendisi için hazreti Allaha yakın olan veli olduğunu düşünürse Hz Allahı bilmesi az olur. Kim ki kendisi için nefsinden daha şiddetli düşman olduğunu düşünürse kendi nefsini tanıması zor olur. Ebu bekr efendimiz buyurduki; Hazreti Allah kavlinde"ZAHERAL FESADU Fİ-L-BERRİ VE-L-BAHRİ" Fesat karada ve denizde zahir oldu, buyurdu. Buradaki kara lisandır. Deniz ise kalb dir. Lisan fasit olduğunda nefisler onun üzerine ağlar. Kalb fesada gittiğinde melekler onun üzerine ağlar. Denildiki; Muhakkak şehvet padişahları köle kılar. Muhakkah sabır köleyi hükümdar kılar. Sen görmüyor musun Yusuf (a.s) ile Züleyha validemizin hikayesini? Allah dostları tarafından buyurduki; Aklı amir olan kimseye müjdeler olsun. Hevasına esir olan hevası önder olur. Aklı da hevasına esir olan kimseye yazıklar olsun.
Denildiki; Kimki günahı terk ederse kalbi incelir. Kimki haramı terkederse helal yerse onun düşüncesi safi olur. Hazreti Allah bazı nebisine vahyetti: Sana emretiğim şeylerde itaat et sana nasihat ettiğim şeylerde asi olma. Bazısı dediki;Aklın kemali Hazreti Allah'ın rızasına tabi olmaktır. Ve hazreti Allh'ın gadabından kaçınmaktır. Denildiki; Faziletli kimseler için gariplik olmaz . Cahil içinde vatan olmaz. Denildiki;kimki Allah katında itaatinde olursa Allah yakın olur. İnsanlar arasında garip olur. Denildiki; Taat hareketi mağfiretin delilidir. Cismin hayat delili olduğu gibi. Nebi s.a.v. buyurduki; Dünya sevgisi hataların aslıdır. Bütün fitnelerin cemisi öşür ve zekat vermemektir. Denildiki; kimki kusurlarını ikrar ederse övülmeye layıktır. Kusurları ikrar etmek kabul alametidir. Nimete karşı küfür(nankörlük) adiliktir. Ahmak ile sohbet adiliktir. Şiir Ey dünya ile meşgul olan kimse muhakkak onu uzun yaşamak aldattı. Ecel ona yaklaşıncaya kadar gaflette o kimse devam etti.Ölüm ansızın gelir amel sandığın kabirdir.Onun ahvali üzerine sabret ölüm ancak ecel ile gelir.
Üçlü Babi Nebi s.a.v rivayet olundu ki:Kimki sabaha geçim darlığından şikayetederek dahil olursa sanki o kimse rabbini şikayet ediyor demektir. Kimki dünya işlerinden üzülerek sabaha dahil olursa hazreti Allah'a gadaplanmış olarak sabaha dahil olur. Kimki zengine zenginliğinden dolayı tevazue derse dininin üçte biri gitmiş olur. Ebu Bekrinis Sıddık radıyAllahu anhın buyurduğu şeyde üçlü babdan 3 şey 3 şey ile elde edilmez. Zenğinlik temenni ile, gençlik boya ile, sıhhatta ilaç ile. [Ömer radıyAllahu anh’ın buyurduğu şeyde üçlü babdandır.] Ömer (r.a.) buyurdu ki; İnsanlarla güzel geçinmek aklın yarısıdır. Güzel soru sormak ilmin yarısıdır. Güzel tedbir meişetin yarısıdır. Osman radıy-Allahu anh’ın buyurduğu şeyde üçlü babdandır. Osman (r.a.) buyurdu ki;Kimki dünyayı terk ederse Allah onu sever kimki günahı terk ederse melekler onu sever kimki Müslümanlardanarzualrını keserse Müslümanlar da onu sever.Ali radıyAllahu anh’ın buyurduğu şeyde üçlü babdandır.
Ali (r.a.) buyurdu ki; Muhakkah dünya nimetlerinden nimet olarak İslam sana kafidir.Meşguliyet olarak taat sana kafidir. Muhakkak ibretlerden de İbret olarak ölüm sana kafidir. [Abdullah ibni mesud radıyAllahu anh’ın buyurduğu şeyde üçlü babdandır.] Abdullah ibni mesud (r.a.) buyurdu ki; Nice nice Allah tarafındannimet üzerine az koşanlar vardır. nice nice imtihan olanlar vardır üzerinemedhetmekle. Nice nice aldananalr vardır hz Allahın üzerlerini örtmesiyle. [Davut a.s’ın buyurduğu şeyde üçlü babdandır]. Davut a.s. buyurdu ki;Zeburda vahyolundu akıllı kimse üzerin enacip olan ancak 3 şeyle meşgul olmasıdır. Ahiret için hazırlanmak Dünya hayatı için külfet helal olarak lezzeti talep etmek. Ebu hureyre radıy Allahu anh’ın buyurduğu şeyde üçlü babdandır. Ebu hureyre (r.a.) buyurdu ki;Nebi s.a.v buyurdu 3 şey kurtarıcıdır. 3şey helak edicidir 3 şey dereceleri yükseltir. 3 şey keffarettir. İnsanları kurtarıcı şeyler gizlide açıkta hz Allahtan korkmak,zenginlikte fakirlikte iktisatlı olmak gadab ve rıza halinde adaletli olmak. Helak edici şeyler şiddetli cimrilik, kendisine tabi olunmuş heva, kişinin nefsini beğenmesi.Dereceleri yükselten şeyler selamı yaymak, yemek yedirmek, insanlar uykuda iken gece namazı kılmak. Keffaret olan şeyler soguklarda abdestalmak, cemaate gitmek, bir namazdan sonra bir namazı beklemek. Cebrail a.s nebi s.a.v efendimize ey nebi sen dilediğin kadar yaşa muhakkak öleceksin. Dilediğini sev muhakkak ondan ayrılacaksın. Dilediğini işle muhakkah cezalandırılacaksın. (ameline göre muamele göreceksin) Peygamber efendimiz ancak arşın gölgesi müstesna hiçbir gölgeninolmadığı günde hz Allahın arşının gölgesinin altında 3 zümreyi gölgelendirecektir. Meşakkatli zmanda abdest alan,karanlıklarda (sabahve akşam yatsı vakti) mescitlere yürüyen, açları doyuran.
İbrahim as denildiki hangi sebeble hz Allah seni Halil seçti . ibrahim a.s. 3şey ile dedi Ben hz Allahın emrini gayrısı üzerine daima tercih ettim. HzAllahın kefil olduğu aldıgı verdiği şeyde ben kederlenmedim. Ben hiçakşam ve sabah yemeği ancak müsafirlerle yedim. Bazı hukema buyurdu ki;3 şey kederleri açar hz Allah’ı zikir, evliya ilekarşılaşmak, hükema sözü dinlemek. Hasan-ı basri buyurdu ki;kendisi için edep olmayan kimse için ilimdeyoktur. Kendisi için sabır olmayan kimse için din de yoktur. Kendisi içinvera olmayan kimse içinde hz Allahın yakınlığı yoktur. Muhakkah rivayet olundu ki . Beni israilden bir racul ilim talebi için yoladüştü bu haber peygamberlere ulaştı .Racul peygambere geldi peygamberona ey genç sana 3 haslet ile nasihat edeceğim. 3 haslet de evvelkilerin veahirkilerin ilmi vardır. Açıkta ve gizlide Allahtan kork. Lisanınıdamahlukattan muhafaza et.onalrı hayır ile zikret. Ekmeğinede dikkat et çünkü sen o ekmeği yiyorsun hatta helalden olsun.Genç ilim öğrenmeye çıkmaktan vazgeçti. Rivayet olundu ki beni israilden bir racul ilimden 80 sandık topladı. Fakat ilim menfaat vermedi Hz Allah nebilerine vahyetti ilim toplyan gence söyle ilimden çok şey toplamış olsada 3 şey ile amel etmedikce ilim ona menfaat vermez. Dünyayı sevme çünkü dünra mü’minleri dârı değildir.Şeytana arkadaş olma müminin dostu değildir. Haz Allahın kullarındanbirine eziyet etme müminin sanatı değildir. Ebu Süleyman Daranı hz buyurduğu şeylerde [üçlü babdandır.] Ebu Süleyman Daranı hz buyurduki; Ey benim Allahım eğer sen beni günahım ile talep edersen ben seni elbbete affın ile talep ederim eğer sen beni cimrilik ile talep edersen elbette ben seni çömertlik ile talep ederim. Eğer sen beni cehennemine dahil edersen ben cehennem ehline seni sevdiğimi haber veririm. Hukema tarafından denildiki; İnsanların en mutlusu kendisi için alim(bilici) bir kalb, sabırlı beden ve elinde olana kanaat getirendir. İbrahim Nehai buyurduğu şeylerde üçlü bab dandır. İbrahim Nehai buyurduki;Sizden önce helak olanalar şu üç şeyle helak oldu. Fuzuli kelam , fuzuli yemek, fuzuli uykudur.Yahya bin meaz-zirrazi buyurduğu şeylerde üçlü babdandır Yahya bin meazzirrazi buyurduki; Kimki dünya
Arapça كَدَأْبِ اٰلِ فِرْعَوْنَۙ وَالَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۜ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَاۚ فَاَخَذَهُمُ اللّٰهُ بِذُنُوبِهِمْۜ وَاللّٰهُ شَد۪يدُ الْعِقَابِ Meal:11:Bu kâfirlerin hâli, tıpkı Firavun hânedânı ile daha önceki kâfirlerin hâline benzer. Onlar da, âyetlerimizi yalanlamışlardı da Allah onları günahları sebebiyle kıskıvrak yakalamıştı. Allah’ın cezalandırması pek şiddetlidir. Tefsir:Bu âyette Firavun hânedanı ve onlardan önceki inkârcılarla 10. âyette belirtilen (Kur’an’ın muhatabı olan) inkârcılar arasında kurulan benzerlik ilişkisinin hangi açıdan olduğu hususunda farklı yorumlar yapılmıştır. Âyette geçen de’b kelimesinin “çaba sarfetme, devamlılık, âdet, durum” gibi anlamlarının bulunması bu yorumlarda etkili olmuştur. Buna göre her iki gruptaki inkârcıların: a) Peygamberleri yalanlamada çok büyük çaba harcadıkları, b) bu tavır ve tutumda farklılık göstermedikleri, c) mal ve evlâtlarının Allah’ın azabına karşı kendilerini koruyamayacağı, d) cehennemde sürekli kalacakları ve cehennem ateşine yakıt olacakları, e) Allah tarafından aynı muameleye tâbi tutulacakları, f) dünyada da birtakım benzer cezalara çarptırılacakları şeklinde anlamlar verilmiştir (Râzî, VII, 185-187; Şevkânî, I, 356-357). Söz konusu kelimenin sözlük mânası ve cümle yapısı içindeki yerinden hareketle verilen bu farklı anlamların özü ve ortak noktası şudur: Kur’an’ın muhatabı olan inkârcılar, Firavun ve yandaşlarıyla örneklendirilen önceki inkârcıların durumlarından ders çıkarmalı ve kendi âkıbetlerinin de onlarınkine benzer olacağına dikkat etmelidirler.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 508-509 قُلْ لِلَّذٖينَ كَفَرُوا سَتُغْلَبُونَ وَتُحْشَرُونَ اِلٰى جَهَنَّمَؕ وَبِئْسَ الْمِهَادُ ﴿١٢﴾ Meal:﴾12﴿ (Resulüm!) İnkâr edenlere de ki: Yakında mağlûp olacaksınız ve cehenneme sürükleneceksiniz. Orası ne kötü bir kalma yeri! Tefsir:Âyet-i kerîmenin gerek Mekke müşrikleri gerekse Medine’deki yahudiler hakkında indiğine dair rivayetler bulunmaktadır. Müşriklerle ilgili rivayetlerden birine göre, bu âyet inince Hz. Peygamber Bedir Savaşı günü müşriklere mağlûp olacaklarını ve âhirette cehenneme sevkedileceklerini bildirmiştir. Diğer bir rivayete göre Bedir Savaşı’nı takiben Ebû Süfyân’ın bir topluluk oluşturması üzerine bu âyet indirilmiştir (Hâzin, I, 464). Müteakip âyette tasvir edilen olayı (Bedir Savaşı) bizzat müşahede edenlerin Mekke müşrikleri olduğu ve “teravnehüm” (onları görüyordunuz) şeklindeki kıraat dikkate alınınca, burada kendilerine hitap edilen kâfirlerin de onlar olduğu anlaşılmaktadır (İbn Âşûr, III, 175). Âyetin Medine’deki yahudiler hakkında inmiş olduğunu gösteren rivayetlerden birine göre Bedir Savaşı’ndan sonra Benî Kaynuka yahudileri ahitlerini bozup ileri geri konuşmaya ve kıskançlıklarını dışa vurmaya başladılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber onları toplayıp Kureyş’in başına gelenlerin kendilerinin başına gelmeden müslüman olmalarını önerdi. Onlar, “Ey Muhammed! Savaş bilmeyen bir grup Kureyşli’yi öldürmüş olman seni aldatmasın. Bizimle karşı karşıya gelirsen savaşmanın nasıl olduğunu görürsün” şeklinde karşılık verdiler. Bunun üzerine bu âyet indi (Ebû Dâvûd, “Harâc”, 22; Elmalılı, VII, 4860). Bu konudaki diğer bir rivayete göre Bedir Savaşı’nda müslümanların muzaffer olduğunu gören yahudiler, “Bu Hz. Mûsâ’nın Tevrat’ta bize haber verdiği ümmî peygamberin ta kendisi” dediler. Bazıları ise bu konuda aceleci davranılmamasını önerdi. Uhud’daki başarısızlık üzerine de “Demek ki bu o değilmiş” deyip müslüman olmaya yanaşmadılar. Kâ‘b b. Eşref kumandasında altmış süvari Hz. Peygamber’le aralarındaki antlaşmayı bozup müşriklerle iş birliği yapmak üzere Mekke’ye hareket etti. Bunun üzerine yüce Allah bu âyeti indirdi (Taberî, III, 191-192; Râzî, VII, 187). Öte yandan âyetin, kim oldukları bildirilmeyen muayyen bir kâfirler grubu hakkında indirildiği de rivayet edilmiştir (Râzî, VII, 188). Bir görüşe göre de, burada Hz. Muhammed’den çağdaşı olan bütün inkârcılara bu hakikati vurgulu biçimde duyurması istenmektedir (İbn Atıyye, I, 406). “Yakında mağlûp olacaksınız” ifadesi yakın gelecekte karşılaşılacak bir olayı haber vermekte ve Kur’an-ı Kerîm’in mûcizevî özelliklerinden birini ortaya koymaktadır. Nitekim kısa bir süre sonra İslâm mesajının yayılmasına karşı direnen inkârcılar kesin bir yenilgiye uğramışlar, bunlardan Mekke müşrikleri ancak Mekke’nin fethine kadar mukavemetlerini sürdürebilmişler, Medine’deki yahudi kabileleri ise müslümanlarla yaptıkları antlaşmaları ihlâl durumlarına göre değişik muamelelere tâbi tutulmuşlar ve Resûlullah’ın dünya hayatına veda etmesinden önce bu kabilelerin Medine ve çevresindeki etkili konumları son bulmuştur. Kur’an’da yer alan ve karşılaşılacak başka bir mağlûbiyet haberi Bizanslılar hakkındadır (bk. Rûm 30/1-3). Âyette dünya hayatında tevhid inancına karşı tavır göstermede birleşen inkârcıların âhirette de cehenneme sürülme ve hep birlikte çok çetin azaplarla dolu bir ortamı paylaşma noktasında birleşecekleri bildirilmiş olmaktadır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 509-511 قَدْ كَانَ لَكُمْ اٰيَةٌ فٖي فِئَتَيْنِ الْتَقَتَاؕ فِئَةٌ تُقَاتِلُ فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ وَاُخْرٰى كَافِرَةٌ يَرَوْنَهُمْ مِثْلَيْهِمْ رَأْيَ الْعَيْنِؕ وَاللّٰهُ يُؤَيِّدُ بِنَصْرِهٖ مَنْ يَشَٓاءُؕ اِنَّ فٖي ذٰلِكَ لَعِبْرَةً لِاُو۬لِي الْاَبْصَارِ ﴿١٣﴾ Meal﴾13﴿: (Bedir’de) karşı karşıya gelen şu iki grupta sizin için büyük bir ibret vardır: Biri Allah yolunda çarpışan (mümin) grup, diğeri ise gözleriyle bunları kendilerinin iki misli imiş gibi gören kâfir grup. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Elbette bunda basiret sahipleri için büyük bir ibret vardır. Tefsir:Tefsir kaynaklarında bu âyette geçen “iki grup”tan maksadın Bedir Savaşı’nda karşı karşıya gelen müslümanlarla Mekke müşrikleri olduğu belirtilir. Hatta Râzî müfessirlerin bu yorum üzerinde görüş birliği içinde olduklarını yazmaktadır (VII, 189). Bununla birlikte müfessirler, karşı tarafı kendilerinin iki katı olarak görenlerin gerek müslüman gerekse müşrik taraf olabileceği yönünde izahlar yapmışlardır. Yine, “iki kat”tan maksadın ne olduğu hususunda farklı açıklamalar yapılmıştır. Öte yandan “onları görüyorlardı” anlamına gelen “yeravnehüm” cümlesinin “onları görüyordunuz” demek olan “teravnehüm” şeklindeki okunuşunu dikkate alan müfessirler, burada hitap edilenlerin müşrikler veya müşriklerle birlikte yahudiler olabileceğini belirtmişlerdir. Bu husustaki bilgilerin ve tartışmaların Bedir Savaşı hakkında daha geniş tasvirler içeren Enfâl sûresindeki âyetlerle bağlantısı bulunduğundan bu konunun Enfâl sûresinin ilgili âyetleriyle birlikte değerlendirilmesi gerekir (bk. Enfâl 8/5-12, 41-44). Burada şu kadarını belirtmekte yarar görüyoruz: Müfessirler bu âyette “gören” tarafın müşrikler, “görülen” tarafın müminler olduğu, yani müşriklerin müminleri olduklarının iki katı veya kendi sayılarının iki misli gördükleri yorumunu daha kuvvetli bulmakta ve Enfâl sûresinin 44. âyetindeki “az gösterme” ifadesini de savaşın aşamalarına göre açıklayıp iki âyet arasında çelişki bulunmadığına dikkat çekmektedirler (meselâ İbn Atıyye, I, 407; Râzî, VII, 191; Şevkânî, I, 357-358). Buna karşılık âyette işaret edilen olayın, Bakara sûresinde anlatılan Tâlût ve Câlût olayı olduğu da ileri sürülmüştür. Fakat bu görüşün sahibi olan Süleyman Ateş, bu hususta yeterli ve ikna edici açıklama getirmemekte, kanaatini sırf “görenler”i müminler ve “görülenler”i kâfirler şeklinde anlayan bazı müfessirlerin bu yorumuna yönelttiği bir eleştiriye dayandırmaktadır. Bu tutumun ise kendisinin “yeravnehüm” cümlesi ve bunun “teravnehüm” şeklindeki okunuşu hakkında yaptığı açıklamalarla bağdaşmadığı görülmektedir (bk. II, 20-21). Âyet-i kerîmede bu olayda insanlar için bir “âyet” (delil, mûcize) bulunduğu vurgulanmış ve sonunda bundan ibret alınması ve dersler çıkarılması gerektiği belirtilmiştir. Müfessirler bu ifadeyle dikkatlerin hangi hususlara çekilmek istendiği hakkında değişik izahlar yapmışlardır. Bu açıklamaların başlıcaları şunlardır: a) Maddî şartlar tamamen müşriklerin lehine olduğu halde müslümanların galip gelmesi bir mûcizedir ve imanın verdiği moral gücün her şeyin üstünde olduğunu göstermektedir. Gerçekten Bedir Savaşı’nda müslümanların sayısı 300’ün biraz üzerinde olmasına karşılık müşriklerin sayısı 1000’e yakın idi. İki ordunun sahip olduğu binek, zırh, silâh vb. imkânlar açısından da müslümanlar aleyhine olmak üzere büyük fark vardı. Müslümanlar savaş kastıyla yola çıkmadıklarından harp için psikolojik olarak da hazır değillerdi; müşrik ordusu ise savaşmak üzere toplanmıştı (bk. Enfâl 8/5, 42). Yine müslümanlar iman ekseni etrafında buluşmuş olmakla birlikte gelenekleri ve toplumsal telakkileri bakımından farklılıklar taşıyan bu kompozisyon içinde ilk defa savaşa giriyorlardı; müşriklerin ise insan unsuru bakımından bulundukları durumda edinilmiş savaş tecrübeleri vardı. b) Hz. Peygamber’in Enfâl sûresinin 7. âyetiyle Allah’ın zafer vaad ettiğini hatırlatıp, daha savaş başlamadan önce bu savaşta müşriklerden kimlerin öldürüleceğini haber vermiş olması ve bu haberlerin aynen gerçekleşmesi büyük bir mûcizedir. Bu da Allah’ın ve resulünün bildirdiklerinden asla kuşku duyulmaması gerektiğini ortaya koymaktadır. c) İman ve küfür mücadelesinde sayısal değerlere aldanmamak gerekir. Nitekim bu âyette ve konuyla ilgili başka âyetlerde, –Allah dilediğinde– karşı tarafı farklı algılamayı sağlama, meleklerle müminlere destek gönderme gibi yollarla kendisine bel bağlanan sayısal dengelerin altüst edilebileceğine dikkat çekilmektedir (Râzî, VII, 189-190). Allah’ın dilediğini yardımıyla desteklemesi daima maddî destek vermesi olarak anlaşılmamalıdır. Yeterli sayının ve silâh gücünün teminiyle diğer maddî hazırlıklar sebeplere sarılma çerçevesinde kullar için bir görev olmakla beraber, zafer ve başarının doğrudan doğruya bunlara bağlanmaması, yardımın Allah’tan geldiği inancının daima zinde tutulması gerekir. Zira müminler için en büyük yardım ve destek kaynağı, dünya hayatındaki sonuç ne olursa olsun yüce Allah tarafından âhirette zafer ve mutlulukların kendileri için vaad edilmiş olmasıdır ki gerçek muzafferiyet ve başarı da buna ulaşabilmektedir, çünkü kalıcı olan âhiret hayatıdır. Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 511-513 زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَٓاءِ وَالْبَنٖينَ وَالْقَنَاطٖيرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالْاَنْعَامِ وَالْحَرْثِؕ ذٰلِكَ مَتَاعُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَاللّٰهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَاٰبِ ﴿١٤﴾ Meal﴾14﴿:Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, soylu atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere düşkünlük insanlara çekici kılınmıştır. İşte bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır. Tefsir:Sözlükte şehevât “nefsin arzuları, tutku derecesindeki düşkünlükleri” anlamına gelir. Âyete metne bağlı kalınarak şöyle mâna vermek gerekir: “Kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, soylu ve özel yetiştirilmiş atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere aşırı sevgi besleme insanlara süslü gösterildi.” Fakat burada asıl süslü gösterilip çekici kılınan sevgi ve arzular değil, arzulanan şeyler yani kadınlar, ... ve ekinlerdir. İbarenin “şunlar süslü gösterildi, insanlar da onlara aşırı sevgiyle bağlandılar” şeklinde tertip edilmeyip “züyyine” (süslü gösterildi) fiiline “hub” (sevgi) kelimesinin sözde özne kılınması Kur’an’ın “îcâz” (özlü anlatım) özelliğinden kaynaklanmaktadır (İbn Âşûr, III, 179). Kelâm bilginlerine göre âyet, sevgiyle (hub) nefsî eğilimlerin farklı olduğunu göstermektedir. Çünkü bunlar birbirine isim tamlaması yapılmıştır; tamlayanla tamlanan farklı şeylerdir. Nefsî meyil Allah’ın fiili, sevgi kulların fiilidir (Râzî, VII, 195; konunun kelâm alanıyla ilgili yönüne aşağıda değinilecektir). Âyette insanlar için cazip kılınan dünyevî haz ve nimetlerin belli başlıları her biri geniş kapsama sahip olan şu altı maddede özetlenmiştir: 1. Karşı cinse duyulan ilgi, 2. soyunun devam etmesi arzusu, 3. sermaye sahibi olma isteği, 4. kendi dışındaki varlıklara hükmetme, beğeni kazanma (makam, mevki ve şöhret sahibi olma) ve hoşça vakit geçirmenin verdiği zevk, 5. hayvanî besinler ve hayvanlardan elde edilen ürünler, 6. bitkisel besinler ve bitkilerden elde edilen ürünler. Esasen bunlar toplumlara, zamana ve mekâna göre fazla değişkenlik taşımayan, insanın doğasına yerleştirilmiş (cibillî) arzulardır (İbn Âşûr, III, 180-181). Her ne kadar âyette karşı cinse duyulan ilgiyi ifade için “kadınlar”dan, soyun devam arzusunu ifade için “oğullar”dan söz edilmişse de, bunların gerek insanlık tarihi boyunca bilinegelen telakkilerden ötürü gerekse fıtrî sebeplerle aynı tür içinde ön plana çıkan ve tutku anlamını vurgulamada kendi grubunu en iyi temsil eden örnekler olduğu söylenebilir. Nitekim diğer gruplarda da malı temsilen her türlü mala sahip olma imkânını veren çok miktarda altın ve gümüş; başka varlıklara hükmetme, başkalarının beğenisini kazanma, makam, mevki ve şöhret sahibi olma, sürat merakı ve eğlenme için özel yetiştirilmiş, cins atlar; hayvanlardan elde edilen ihtiyaç maddelerini temsilen sağmal hayvanlar; bitkisel ihtiyaç maddelerini belirtmek üzere de ekinler zikredilmiştir. Âyette “erkekler için süslü gösterildi” değil “insanlar için süslü gösterildi” (“züyyine li’n-nâs”) denmiş olması da bunu teyit etmektedir. Kaldı ki “oğullar” anlamına gelen “benûn” kelimesi Kur’an’da erkek çocuklar ve fürû mânasında kullanıldığı gibi, her iki cinsi kapsayacak şekilde çocuklar anlamında da kullanılmıştır (meselâ bk. Abese 80/36). Âyet-i kerîmede atlar anlamına gelen “el-hayl” kelimesinin sıfatı olarak zikredilen “el-müsevveme”, “meralarda otlamaya bırakılmış” mânasına da geldiğinden, meâlin “salma atlar” şeklinde olması da mümkündür. Gerek bazı tâbiîn müfessirlerinden nakledilen görüşler (meselâ bk. İbn Atıyye, I, 409-410; Râzî, VII, 197) gerekse üslûp dikkate alınarak, meâlinde “soylu atlar” denmiştir. Ayrıca “özel yetiştirilmiş atlar” şeklinde anlamak da mümkündür. At çok eski zamanlardan beri insanoğlunun sürat, gösteri, yiğitlik, yarış, egemenlik duygu ve arzularının tatmini konusunda önemli bir sembol olagelmiştir. Çağımızda da sürat araçlarının çeşitliliği ve gelişmişliği atın bu özelliğini unutturabilmiş değildir (İbn Âşûr, III, 182). Esasen hars “toprağı yarmak” anlamında bir masdardır. Toprağı işlemek suretiyle yetiştirilen bitkileri, yani hem ekinleri hem bağ, bahçe türü yerlerde üretilen ziraî mahsulleri kapsayan bir isim olmuştur; fakat ağırlıklı olarak tahıl için kullanılır. Tefsirlerde burada zikredilenlerin kim tarafından çekici kılındığı hususunda geniş bir biçimde durulur ve kelâm sahasındaki görüşlerle bağlantılı olarak tüm fiillerin yaratıcısının Allah olduğu teziyle Allah’ın kötüyü murat etmeyeceği tezi etrafında kümeleşen izahlar yapılır. Nihaî tahlilde “yaratma” anlamında olmak üzere bunları cazip kılanın Allah olduğu fakat bunlardan kötü olanlara yüce Allah’ın “çağrı”da bulunduğunun düşünülemeyeceği açıktır. Müfessirlerin bir kısmı, âyetin üslûbunu ve diğer bazı âyet ve hadisleri göz önüne alarak burada sayılanlara rağbet etmenin kötülendiği kanaatine ulaşmışlardır. Buna karşılık diğer kısmı, evrendeki imkânların insanın faydalanması için yaratıldığını bildiren (Hac 22/65; Lokmân 31/20), Allah’ın kulları için var ettiği nimetlerden –yasaklanmış biçimde olmaksızın– yararlanmak isteyenleri engellemeyi kınayan (A‘râf 7/32) âyetlerden hareketle bunların kötüleme amacıyla değil, fıtrî bir realiteye işaret ettikten sonra sırf dünya nimetlerine bel bağlamanın kalıcı olan âhiret mutluluğunu tehlikeye sokabileceğine dikkat çekmek için zikredildiğini savunmuşlardır. Gerek âyetin sonundaki ve müteakip âyetteki ifadeler, gerekse Bakara sûresinin 202. âyetinde olduğu gibi dünya ve âhiret hayatını dengeleme anlayışını öven âyetler ve aynı temayı işleyen hadisler, burada bir taraftan dünyevîliğe hapsedilmiş bir hayatın ne kadar anlamsız olduğunu vurgularken, diğer taraftan da dünya hayatının –meşrû çerçevedeki– icaplarından yüz çevirmenin eşyanın tabiatına ve insanın fıtrî çizgisine ters düşeceğini göstermektedir. Gerçekten meseleye Kur’an öğretilerinin bütünlüğü içinde bakıldığında, dünyadaki nimetlerin ve imkânların dışlandığı bir hayat anlayışını savunmanın mümkün olamayacağı ve bunun âhiret hayatını da anlamsız sayma sonucuna götüreceği açıkça görülür. Aynı şekilde, âhiret fikrinden soyutlanmış bir hayat anlayışının da dünya hayatını boş ve değersiz kılacağı kuşkusuzdur. Fakat insanın eğilim ve tutkuları çoğu zaman bu gerçeği perdelediğinden yüce Allah âhiret düşüncesinin daima zinde tutulması için uyarıda bulunmaktadır. İnsanın düşünmesi, fikir üretmesi bilinenlerden hareketle olduğu için, âyette önce insanların dünya hayatında bildikleri, yaşadıkları nimet ve hazlara, etkisi altında bulundukları câzibe merkezlerine işaret edilmiş, daha sonra “İşte bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır” buyurularak bunların değerinin çok “sınırlı” kaldığına, asıl imrenilmesi ve arzulanması gereken şeyin Allah katında üstün bir mevki elde etmek olduğuna dikkat çekilmiştir. Aşağıda açıklanacağı üzere, bir sonraki âyette de insanlar bu konuda “karşılaştırma” yapmaya davet edilmektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 513-516 قُلْ اَؤُ۬نَبِّئُكُمْ بِخَيْرٍ مِنْ ذٰلِكُمْؕ لِلَّذٖينَ اتَّقَوْا عِنْدَ رَبِّهِمْ جَنَّاتٌ تَجْرٖي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدٖينَ فٖيهَا وَاَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَرِضْوَانٌ مِنَ اللّٰهِؕ وَاللّٰهُ بَصٖيرٌ بِالْعِبَادِۚ ﴿١٥﴾ Meal:﴾15﴿ De ki: Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takvâ sahipleri için rableri katında, altlarından ırmaklar akan, ebediyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın hoşnutluğu vardır. Allah kullarını eksiksiz görmektedir. Tefsir:“Size bundan daha iyisini bildireyim mi?” ifadesi, insanları bir karşılaştırma yapmaya yöneltmekte, insan için dünya hayatında en cazip görünen şeyler nelerse, âhirette takvâ sahiplerine sunulacak nimetlerin bütün bunlardan daha üstün olduğuna dikkat çekilmektedir. Bu mukayesenin ışığında, insanlar dünya hayatında “gelecek”leri uğruna hâlihazırda mevcut birçok imkândan yararlanmaktan kendilerini alıkoyabildiklerine göre, asıl ve kalıcı olan geleceklerini (âhiret mutluluğu) düşünerek dünya hayatına ilişkin birtakım isteklerine de gem vurabilmeli, fâni bir hayata bile yön verebilen “yatırım” fikri kalıcı olan hayata hazırlıkta elbette önem taşımalıdır. Takvâ Allah’a derinden saygı duyma ve bunun gereği olarak O’nun yasakladıklarından sakınma ve bunlara karşı korunmak için samimi kulluk çabası içinde olmayı ifade eder (bu konuda bilgi için bk. Bakara 2/197; cennet nimetleri ve insanlara orada verilecek eşler hakkında açıklama için bk. Bakara 2/25). Âyetin sonunda “Allah kullarını tam mânasıyla görmektedir” buyurularak, Allah’ın kulların bütün yaptıklarını ve aynı zamanda bu davranışlarıyla neyi amaçladıklarını yani hem dış dünyaya yansıyan fiillerini hem de kalplerinde gizlediklerini en ince ayrıntılarıyla bildiğine dikkat çekilmiş, âhiret hayatındaki ödüllerin ve bunlardan da önemlisi yüce mevlânın hoşnutluğunun kazanılmasının gelişigüzel bir beklenti olmaması gerektiğine, bütün eylemlerin ve bunlara yön veren niyetlerin her şeyi eksiksiz gören ve bilen ulu yaratanın değerlendirmesine göre bir sonucu (ödül veya ceza) olacağına işaret edilmiştir (“Allah’ın hoşnutluğu” anlamına gelen “rıdvân” hakkında bk. Tevbe 9/72).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 517-518 اَلَّذٖينَ يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اِنَّـنَٓا اٰمَنَّا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَقِنَا عَذَابَ النَّارِۚ ﴿١٦﴾ 16.(Bu nimetler) “Ey rabbimiz! Biz gerçekten iman ettik, günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru” diyenler, اَلصَّابِرٖينَ وَالصَّادِقٖينَ وَالْقَانِتٖينَ وَالْمُنْفِقٖينَ وَالْمُسْتَغْفِرٖينَ بِالْاَسْحَارِ ﴿١٧﴾ 17.Sabredenler, doğruluktan şaşmayanlar, huzurda boyun bükenler, hayır yolunda harcama yapanlar ve seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dileyenler (içindir). Tefsir:Bu âyetlerde önceki âyette anılan takvâ sahiplerinin, ebediyet âleminin güzelliklerine lâyık olan kulların özelliklerine açıklık getirilmektedir. Ahlâk ve tasavvufun temel kavramlarından olan sabır “acıya katlanma, sıkıntıya göğüs germe; insanın kendisini, aklın ve dinin yapılmasını gerekli gördüğü işleri yapmaya veya yapılmasını yasakladığı, uygun bulmadığı davranışlardan uzak durmaya zorlaması, Allah’a tevekkül ederek O’ndan gelen sıkıntılara katlanma, kişinin hayırlı amacına ulaşma yönündeki direnci” gibi anlamlarda kullanılır (bu konuda bilgi için bk. Bakara 2/45, 153). “Sâdıkūn”, “doğruluktan ayrılmayan, dürüst kişiler” demektir. İslâm ahlâkçıları bu erdemli davranışı ifade eden sıdk terimi üzerinde önemle durmuşlar, buna âyet ve hadislerin ışığında geniş açıklamalar getirmişlerdir (bk. Bakara 2/177). “Huzurda boyun bükenler”diye çevrilen “kānitûn” kelimesi, “itaat edenler, Allah’a ihlâsla kulluk edenler, huşû içinde olanlar” gibi mânalara da gelir (ayrıca bk. Bakara 2/116, 238). “Münfikūn”, “harcayanlar, imkânlarını Allah yolunda sarfedenler” demektir (infak hakkında bilgi için bk. Bakara 2/254 vd.). “Müstağfirûn”, “yarlığanma, bağışlanma dileğinde bulunanlar” demektir. Kur’an-ı Kerîm’de ve Hz. Peygamber’in hadislerinde yüce Allah’ın bağışlamasının ne kadar geniş olduğuna sık sık değinilir, insanlar günahlardan “istiğfar” etmeye ve O’nun engin bağışından asla ümit kesmemeye çağrılır (özellikle bk. Zümer 39/53). “Eshâr”, “sehr” ve “suhr” şeklinde de okunan “seher” kelimesinin çoğuludur. Seher şafaktan (fecir) önceki vakti ifade eder. Hz. Peygamber’in gecenin son bölümünü özellikle fecirden önceki zaman dilimini ibadet, dua ve istiğfarla geçirmeyi tavsiye eden hadisleri bulunmaktadır (bk. Buhârî, “Daavât”, 14; “Vitr”, 1, 2; Tirmizî, “Tefsîr”, 16/1). Gerek âyet-i kerîmeden gerekse işaret edilen hadislerden, karanlıkların aydınlığa dönüştüğü, aynı zamanda uykunun en tatlı olduğu bu vakitte gafletten uzak olup kendini yoğun biçimde ibadete vermenin ve Allah’a yakarışta bulunmanın ayrı bir değere sahip olduğu anlaşılmaktadır. İbn Abbas’tan bu âyette geçen “seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dileyenler” ifadesiyle sabah namazını kılanların kastedildiği rivayet edilmiş olup (Râzî, VII, 202), Arap dilinde seher kelimesinin fecirden sonrasını da içine alır biçimde kullanıldığını gösteren şiirler bulunması (İbn Atıyye, I, 412) bu anlayışı destekler niteliktedir. Öte yandan Muhammed Esed, Kur’an’ın affedilmek için ibadete başvurmayı günün belli bir vaktine bağlamış olması anlayışının pek mâkul görünmediğini ileri sürmekte ve “seher” veya “suhur” kelimesinin “kalbin nüvesi, özü”, “kalbin en iç, derunî kesimi” veya sadece “kalp” anlamına da geldiğine işaret ederek âyetin bu kısmına “bütün kalpleriyle af dileyenler” mânasını vermeyi tercih etmektedir (I, 91).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 518-519 شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۙ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَاُو۬لُوا الْعِلْمِ قَٓائِماً بِالْقِسْطِؕ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُؕ ﴿١٨﴾ Meal:﴾18﴿ Allah, hak ve adaleti ayakta tutarak, kendinden başka tanrı olmadığını bildirdi; melekler ve ilim sahipleri de bunu ikrar ettiler. (Evet) O’ndan başka tanrı yoktur; O mutlak güç ve hikmet sahibidir. Tefsir:Meâlinde “bildirdi” ve “ikrar etti” diye tercüme ettiğimiz “şehide” fiili sözlükte, “olay yerinde hazır bulunma, bir cismi veya olayı gözüyle görme” demektir; terim olarak ise “tanıklık etme” anlamına gelir. Bir iddianın ispatında, dolayısıyla bir hakkın yerini bulmasında şahitlik (tanıklık) önemli bir vasıtadır. Âyette Allah’ın kendisinden başka tanrı bulunmadığını bildirmesi de tanıklık kavramıyla ifade edilmiştir. Allah’ın bu konudaki şahitliği daha çok şu iki şekilde açıklanmıştır: a) Evrende kendi varlığını ve birliğini ortaya koyan sayısız deliller ve nişaneler yaratmış olması, b) peygamberler göndererek dinî anlamda bildirimde bulunmuş olması. Elmalılı Muhammed Hamdi, genelde insanlar için bu mânanın anlaşılmasının daha kolay olması sebebiyle birçok tefsir âliminin bu izahla yetindiklerini belirttikten sonra, burada daha derin bir anlamın varlığına ve filozoflar arasında geniş tartışmalara yol açmış bulunan “ilm-i yakîn” (kesin bilgi) meselesinin esaslı bir çözümünün bulunduğuna dikkat çeker. Elmalılı’nın yorumu özetle şöyledir: Bu âyetteki ifade bize göstermektedir ki, her hususta “yakîn”in temeli ve başlangıç noktası Allah’ın kendisi ve birliği hakkındaki bilgisi ve şehâdetidir. Her ilm-i yakîn, hakkın kendine mutabakatı (dış dünyadaki varlık ile o varlığa dair zihindeki bilginin uyuşması) ve bu mutabakatın bildirilip açıklanmasıyla gerçekleşir. İlm-i yakîn, ayn-ı yakîne (gözlemle elde edilen bilgiye), ayn-ı yakîn ise hakk-ı yakîne (bizzat yaşanarak, iç tecrübe ile kazanılan kesin bilgiye) dayanır. Yani ilm-i yakîn, realitede olanın, bizzat veya dolaylı olarak kendini göstermesidir. Herhangi bir gerçeğin kendine mutabakatı, yani dış gerçekliği ile hakkındaki bilginin uyuşması, ayniyet ilkesiyle ifade edilen bir tasdik türüyle ilgili olup bu da bilen bir süjenin varlığı ile gerçekleşir (bilen olmayınca bilinenin var olup olmadığından da söz edilemez; çünkü “Bir şey vardır” sözü bir hüküm, bir bilgi, bir tasdiktir ve bu, bir bileni, bir tasdik edeni gerektirir). Şu halde insan olmayınca kendilerini bilmeyen nesneler kendilerine mutabık değilse bunların insanda kendilerine tanıklık etmesi nasıl mümkün oluyor (bunlar hakkında nasıl bilgi sahibi oluyoruz)?; ve bütün bu tanıklıklar hak adı verilen tek noktada nasıl toplanıyor? İşte ilim meselesinin (epistemoloji) filozofları şaşırtan en ince noktası burasıdır. Âyet-i kerîme bu noktayı hallederek kesin bilginin gerçek başlangıcını gösteriyor: Varlıkların kendi zatlarında kendilerine mutabakatı (varlıklar hakkındaki bilgiler), Allah’ın kendi zâtında kendine mutabakatının, yani kendisi hakkındaki ilminin ve bu bilgiyi açıklayarak kendine ve birliğine tanıklığının eseridir. Bu sebeple varlıklar kendilerine kendilerinde mutabık değil, kendilerini bilen zât-ı hakta yani ilm-i ilâhîde kendilerine mutabıktırlar. Âlemde ne kadar tanık ve tanıklık, ne kadar ilim ve istidlâl varsa hepsi Hak Teâlâ’nın kendini bilmesine ve bildirmesine, yani şahitliğine dayalıdır; gerçek şahit Allah Teâlâ’dır. Hak Teâlâ’dan başka hiçbir bilen ne kendine ne diğer şeylere tamamen şahittir. İnsanda eşyanın kendilerine mutabakatları (eşyanın kendileriyle insanın zihnindeki onlara dair bilgilerin birbirine uyumu) izâfî (göreli), eksik ve belirli açılarla sınırlıdır. “Ben, benim” diyebilen insanın bile kendine mutabakatı (kendisi hakkındaki bilgisi), bütün yönlerden, tam, mutlak ve hakka’l-yakîn değildir. Onun kendinde bilmediği, şahitlik edemediği nice yönleri vardır. İnsanda mutlak, en hakiki bir ilm-i yakîn varsa o da Tanrı’nın var ve bir olduğu bilgisidir. Zira bu bilgi gerek kendisine gerekse eşyaya dair bütün bilgilerinin temel ve ilk öğesidir. Bu sayededir ki bir insan “ben, benim” diye kendini tanır, kendi kendine şahitlik eder, kendi şuurunun kendi varlığına intibakını (uygunluğu) kendine haber verir. Hem iddia sahibi hem tanık hem tanıklık edilen olduğu halde bu şahitliğini geçerli sayar ve iddia ettiği şeye kesin olarak inanır (II, 1056-1059). Öte yandan âlemde olup biten her şey Allah’a şahitlik eder; fakat bu aynı zamanda Allah’ın kendi kendine şahitlik etmesidir. Çünkü her şey O’nun eseridir, O’nun fiillerinin ve sıfatlarının tecellisidir; bildiklerimiz de bilgilerimiz de O’na aittir. Bütün var olanlar ve bütün bilgiler Allah’ın kendi zâtına, ulûhiyyetine, vahdâniyyetine şehâdetidir. 20. âyetteki “Eğer seninle tartışmaya girerlerse de ki: Ben kendimi Allah’a teslim ettim” ve “Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir” ifadelerinin de Elmalılı’nın işaret ettiği noktayı desteklediği söylenebilir. Zira bu âyetten de, Allah’ın varlığı ve O’ndan başka ilâh bulunmadığı hususundaki bütün bilgilerin temelinin yine O’nun şahitliğine dayandığı, hakikatleri kavrayabilmenin ve bilgiden emin olabilmenin yolunun O’na inanmak ve O’nun ilminden yararlanmaktan geçtiği anlaşılmaktadır. Sözlükte kıst kelimesi “hak ve adalet” anlamlarına gelmektedir. Kur’an-ı Kerîm’de “âdil davranma”yı ifade için “adl” ve türevleri, hak ölçüsü olan adaleti ve adaletin somutlaşmış halini (hakkaniyet) ifade için de genellikle kıst ve bazı türevleri kullanılmıştır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 520-522 شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۙ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَاُو۬لُوا الْعِلْمِ قَٓائِماً بِالْقِسْطِؕ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُؕ ﴿١٨﴾ Meal﴾18﴿: Allah, hak ve adaleti ayakta tutarak, kendinden başka tanrı olmadığını bildirdi; melekler ve ilim sahipleri de bunu ikrar ettiler. (Evet) O’ndan başka tanrı yoktur; O mutlak güç ve hikmet sahibidir. Tefsir:Meâlinde “bildirdi” ve “ikrar etti” diye tercüme ettiğimiz “şehide” fiili sözlükte, “olay yerinde hazır bulunma, bir cismi veya olayı gözüyle görme” demektir; terim olarak ise “tanıklık etme” anlamına gelir. Bir iddianın ispatında, dolayısıyla bir hakkın yerini bulmasında şahitlik (tanıklık) önemli bir vasıtadır. Âyette Allah’ın kendisinden başka tanrı bulunmadığını bildirmesi de tanıklık kavramıyla ifade edilmiştir. Allah’ın bu konudaki şahitliği daha çok şu iki şekilde açıklanmıştır: a) Evrende kendi varlığını ve birliğini ortaya koyan sayısız deliller ve nişaneler yaratmış olması, b) peygamberler göndererek dinî anlamda bildirimde bulunmuş olması. Elmalılı Muhammed Hamdi, genelde insanlar için bu mânanın anlaşılmasının daha kolay olması sebebiyle birçok tefsir âliminin bu izahla yetindiklerini belirttikten sonra, burada daha derin bir anlamın varlığına ve filozoflar arasında geniş tartışmalara yol açmış bulunan “ilm-i yakîn” (kesin bilgi) meselesinin esaslı bir çözümünün bulunduğuna dikkat çeker. Elmalılı’nın yorumu özetle şöyledir: Bu âyetteki ifade bize göstermektedir ki, her hususta “yakîn”in temeli ve başlangıç noktası Allah’ın kendisi ve birliği hakkındaki bilgisi ve şehâdetidir. Her ilm-i yakîn, hakkın kendine mutabakatı (dış dünyadaki varlık ile o varlığa dair zihindeki bilginin uyuşması) ve bu mutabakatın bildirilip açıklanmasıyla gerçekleşir. İlm-i yakîn, ayn-ı yakîne (gözlemle elde edilen bilgiye), ayn-ı yakîn ise hakk-ı yakîne (bizzat yaşanarak, iç tecrübe ile kazanılan kesin bilgiye) dayanır. Yani ilm-i yakîn, realitede olanın, bizzat veya dolaylı olarak kendini göstermesidir. Herhangi bir gerçeğin kendine mutabakatı, yani dış gerçekliği ile hakkındaki bilginin uyuşması, ayniyet ilkesiyle ifade edilen bir tasdik türüyle ilgili olup bu da bilen bir süjenin varlığı ile gerçekleşir (bilen olmayınca bilinenin var olup olmadığından da söz edilemez; çünkü “Bir şey vardır” sözü bir hüküm, bir bilgi, bir tasdiktir ve bu, bir bileni, bir tasdik edeni gerektirir). Şu halde insan olmayınca kendilerini bilmeyen nesneler kendilerine mutabık değilse bunların insanda kendilerine tanıklık etmesi nasıl mümkün oluyor (bunlar hakkında nasıl bilgi sahibi oluyoruz)?; ve bütün bu tanıklıklar hak adı verilen tek noktada nasıl toplanıyor? İşte ilim meselesinin (epistemoloji) filozofları şaşırtan en ince noktası burasıdır. Âyet-i kerîme bu noktayı hallederek kesin bilginin gerçek başlangıcını gösteriyor: Varlıkların kendi zatlarında kendilerine mutabakatı (varlıklar hakkındaki bilgiler), Allah’ın kendi zâtında kendine mutabakatının, yani kendisi hakkındaki ilminin ve bu bilgiyi açıklayarak kendine ve birliğine tanıklığının eseridir. Bu sebeple varlıklar kendilerine kendilerinde mutabık değil, kendilerini bilen zât-ı hakta yani ilm-i ilâhîde kendilerine mutabıktırlar. Âlemde ne kadar tanık ve tanıklık, ne kadar ilim ve istidlâl varsa hepsi Hak Teâlâ’nın kendini bilmesine ve bildirmesine, yani şahitliğine dayalıdır; gerçek şahit Allah Teâlâ’dır. Hak Teâlâ’dan başka hiçbir bilen ne kendine ne diğer şeylere tamamen şahittir. İnsanda eşyanın kendilerine mutabakatları (eşyanın kendileriyle insanın zihnindeki onlara dair bilgilerin birbirine uyumu) izâfî (göreli), eksik ve belirli açılarla sınırlıdır. “Ben, benim” diyebilen insanın bile kendine mutabakatı (kendisi hakkındaki bilgisi), bütün yönlerden, tam, mutlak ve hakka’l-yakîn değildir. Onun kendinde bilmediği, şahitlik edemediği nice yönleri vardır. İnsanda mutlak, en hakiki bir ilm-i yakîn varsa o da Tanrı’nın var ve bir olduğu bilgisidir. Zira bu bilgi gerek kendisine gerekse eşyaya dair bütün bilgilerinin temel ve ilk öğesidir. Bu sayededir ki bir insan “ben, benim” diye kendini tanır, kendi kendine şahitlik eder, kendi şuurunun kendi varlığına intibakını (uygunluğu) kendine haber verir. Hem iddia sahibi hem tanık hem tanıklık edilen olduğu halde bu şahitliğini geçerli sayar ve iddia ettiği şeye kesin olarak inanır (II, 1056-1059). Öte yandan âlemde olup biten her şey Allah’a şahitlik eder; fakat bu aynı zamanda Allah’ın kendi kendine şahitlik etmesidir. Çünkü her şey O’nun eseridir, O’nun fiillerinin ve sıfatlarının tecellisidir; bildiklerimiz de bilgilerimiz de O’na aittir. Bütün var olanlar ve bütün bilgiler Allah’ın kendi zâtına, ulûhiyyetine, vahdâniyyetine şehâdetidir. 20. âyetteki “Eğer seninle tartışmaya girerlerse de ki: Ben kendimi Allah’a teslim ettim” ve “Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir” ifadelerinin de Elmalılı’nın işaret ettiği noktayı desteklediği söylenebilir. Zira bu âyetten de, Allah’ın varlığı ve O’ndan başka ilâh bulunmadığı hususundaki bütün bilgilerin temelinin yine O’nun şahitliğine dayandığı, hakikatleri kavrayabilmenin ve bilgiden emin olabilmenin yolunun O’na inanmak ve O’nun ilminden yararlanmaktan geçtiği anlaşılmaktadır. Sözlükte kıst kelimesi “hak ve adalet” anlamlarına gelmektedir. Kur’an-ı Kerîm’de “âdil davranma”yı ifade için “adl” ve türevleri, hak ölçüsü olan adaleti ve adaletin somutlaşmış halini (hakkaniyet) ifade için de genellikle kıst ve bazı türevleri kullanılmıştır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 520-522
Âli Imran Süresi Meal Ve Tefsiri 01-10 Medine döneinde inmiştir. 200 âyettir. Sûre, adını 33. âyette geçen “Âl-i İmrân” tamlamasından almıştır. Âl-i İmrân, İmran ailesi demektir.
Âl-i İmrân Suresi'nin fazileti Bu sûrenin ve bazı âyetlerinin faziletleri hakkında birçok rivayet bulunmaktadır. Bakara ile Âl-i İmrân sûrelerinin önemine değinen hadisler sebebiyle İslâm bilginleri bu iki sûrenin tefsirine ayrı bir ilgi göstermişler ve bunları konu edinen özel tefsirler kaleme almışlardır. Bir hadîs-i şerifte Resûlullah, Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini iyi bilip gereğince davrananlara bu sûrelerin kıyamet gününde şefaatçi olacağını haber vermiş (Müslim, “Salâtü’l-müsâfirîn”, 42; Tirmizî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 4), bir başka hadiste de yüce Allah’ın “ism-i a‘zam”ının Bakara sûresinin 163. âyeti ile Âl-i İmrân’ın başında bulunduğunu belirtmiştir (Tirmizî, “Daavât”, 64; Ebû Dâvûd, “Salât”, 352).
Allah'a karşı gereği gibi saygılı olmak ve müslüman olarak ölebilmek için Allah'ın ipine toptan yapışarak tevhid inancında birleşmek, ayrılıktan uzak durmak ve hayatın sonuna kadar imanı korumak gerekir. İslâm dini inançta ve amelde birliğe büyük önem verir. Konu:Bu surenin hâkim konusu, bu ailenin temsil ettiği peygamberlik, İsa, Meryem ve Hristiyanlık inancıdır. Tevrat, İncil ve Kur'an'ın aynı ilahî kaynaktan geldiği, bu ilahî kitapların müteşâbih (benzetmeli) ayetler de içerdiği, fakat bunların din esaslarına zarar vermeyecek tarzda tefsir edilmesi gerektiği vurgulanır. Ali Imran Suresi 14 ayet ne için okunur? Bu ayette Kur'an, kadınları sevmenin yanında (müennes cins), oğulların sevgisini de (müzekker cins) açıklayarak çok ince ve latif bir noktayı hatırlatıyor. Dolayısıyla sizin erkekler (müzekker cins) konusunda da eleştirinizin doğru olması gerekir!! الٓمٓۚ ﴿١﴾ اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۙ الْحَيُّ الْقَيُّومُۜ ﴿٢﴾ 1: Elif. Lâm. Mîm. 2: Allah ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, ebedî diridir. Varlığı kendinden olup bütün kâinatı yönetendir. TEFSİR: Birinci âyette yer alan hurûf-i mukataalarla ilgili açıklama, aynı harflerin geçtiği Bakara sûresinin 1. âyetinde yapılmıştır. İkinci âyette yer alan Yüce Rabbimizin isim ve sıfatları hakkında izah ise Âyetü’l-Kürsî diye bilinen Bakara sûresi 255. âyetin tefsirinde beyân edilmiştir. Cümleye ulu yaratıcının özel ismiyle başlanarak O’nun azametine ve tevhid inancının önemine dikkat çekilmiş, Allah’tan başka tanrı bulunmadığı kesin bir biçimde ifade edildikten sonra yüce Allah’ın daima diri ve ölümsüz (hay), evreni var eden, yaratılmışları gören gözeten, denetleyen mutlak varlık (kayyûm) olduğu belirtilerek, müşriklerin ve özellikle sûrenin ana konusunu oluşturan hıristiyanların ne kadar temelsiz ve tutarsız inançlara sahip oldukları ima edilmiştir. Zira daima diri ve ölümsüz olan, evreni çekip çeviren mutlak varlığa kulluk etmek dururken hayat belirtisi bile olmayan putlara tapmanın, “çocuk” yani yaratılmış olduğu kabul edilen, yiyip içen, hayatta iken işkenceye mâruz kalan, düşmanlarından saklanma ihtiyacı duyan ve –hıristiyan inancına göre– öldürüldüğü kabul edilen Hz. Îsâ’yı Tanrı saymanın ne kadar anlamsız ve tutarsız olduğu açıktır.
Bazı hadislerde “Allahü lâ ilâhe illâ hüve’l-hayyü’l-kayyûm” ifadesi, “ism-i a‘zam” (Cenâb-ı Allah’ın en büyük ismi) olarak nitelendirilmiştir (ayrıca bk. Bakara 2/255). Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 464Kur’an’ın indirilmesinin şekil, sebep ve hikmetine gelince: نَزَّلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَاَنْزَلَ التَّوْرٰيةَ وَالْاِنْج۪يلَۙ ﴿٣﴾ Meal 3: O, Kur’ân-ı Kerîm’i sana gerçeğin ta kendisi ve önceki ilâhî kitapları doğrulayıcı olarak parça parça indirmiştir. Tevrat ve İncil’i de indiren O’dur. مِنْ قَبْلُ هُدًى لِلنَّاسِ وَاَنْزَلَ الْفُرْقَانَۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَد۪يدٌۜ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ ذُو انْتِقَامٍ ﴿٤﴾ Meal 4: Daha önce bu kitapları insanlara doğru yolu göstermek için, toptan indiren O’dur. Böylece O, hakla bâtılı ayıran bütün delilleri indirmiştir. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler yok mu, onlar için şiddetli bir azap vardır. Allah, kudreti dâimâ üstün gelen ve haksızlardan intikamını alandır. TEFSİR:Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’i Peygamber Efendimiz’e 23 senelik bir zaman dilimi içerisinde âyet âyet, kısım kısım indirmiştir. Kur’an, gerçeğin ta kendisidir. Onda bulunan bütün müjdeleyici ve korkutucu haberler, geçmiş ümmetlere ait kıssalar ve verdiği tüm bilgiler dosdoğru olduğu gibi, Kur’an aynı zamanda hakkın ve haklının yanında yer alıp, devamlı hakkı müdâfa ve tavsiye etmektedir. Bir bakıma Kur’an, bir hak ve adâlet kitâbıdır; Allah Teâlâ’nın kulları üzerindeki hakları ile insanların birbirlerine olan haklarını bildirmek üzere inmiştir. Fazileti:Fakirlikten kurtulup zengin olmak için Âl-i İmrân suresinin okunması buyrulmuştur. Maddi ve manevi rahatsızlıklardan kurtulmak için Âl-i İmrân suresi okunmalıdır. Âl-i İmrân suresini okuyan kişiler hastalıklarına Allah'ın izniyle şifa bulur. Çocuk sahibi olmak isteyip de olamayanlar Âl-i İmrân suresini okumalıdır. Şunu ifade edelim ki Kur’an, kendinden önce indirilmiş olan Tevrât ve İncîl gibi ilâhî kitapları doğrular. Onların, Allah’tan geldikleri şekil itibariyle gerçek olduklarını haber verir. Kur’an bir yönden o kitapların, ileride büyük bir peygamber geleceğine dair verdikleri bilgilerin gerçekleştiğini bildirmek sûretiyle hem Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini hem de onun şahsında önceki peygamberlerin peygamberliğini de doğrulamış olmaktadır. Böylece Allah’ın bütün kitapları ve peygamberleri arasında, birbirlerini tasdîk itibariyle karşılıklı bir dayanışma ve işbirliği olduğu görülür. اِنَّ اللّٰهَ لَا يَخْفٰى عَلَيْهِ شَيْءٌ فِي الْاَرْضِ وَلَا فِي السَّمَٓاءِۜ ﴿٥﴾ Meal 5: O Allah ki, ne yerdeki bir şey O’na gizli kalabilir, ne de gökteki bir şey. هُوَ الَّذ۪ي يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُۜ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ﴿٦﴾ Meal 6: Sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendiren de Allah’tır. O’ndan başka ilâh yoktur. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır. TEFSİR:Allah Teâlâ, her şeyi bilen, her şeyi gören, her şeyi işiten ve her şeyden haberdar olan Yüce Zât olduğu için ona ne yerde ne de gökte hiçbir şeyin gizli kalması mümkün değildir. Dolayısıyla iman edenlerin imanını, inkâr edenlerin de inkârını bilir ve kıyamet gününde her birine layık olduğu karşılığını verir. İmam Kuşeyrî der ki: “Kulun aldığı her bir nefesi sayan, yerde ve gökte olan zerre miktarı kadar olan şeyleri de var eden, herhangi bir kişideki en küçük bir vasfı bile ona veren şüphesiz Cenâb-ı Hak’tır. Huzuruna arzedilen bir ihtiyacı mutlaka yerine getiren; kendisine müracaat edene de kâfî gelen yine O’dur.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 132) İşte o Allah, sonsuz ilim, irade ve kudretiyle insanları, annelerinin rahminde dilediği gibi şekilden şekle çevirir. Küçücük bir nutfe hâlinden başlayıp pek çok safhadan geçirerek en güzel yaratılışta mükemmel bir insan hâline getirir. Onu erkek-dişi, siyah-beyaz, uzun-kısa, tam-noksan gibi muhtelif şekillerde yaratır. Bunu sadece Allah yapabilir. Bu sebeple O’ndan başka ilâh yoktur. O, çok güçlü, karşı gelinmez kudret sahibi, her işi ve hükmünde hikmet sahibidir. İnsanı yaratan Yüce Allah olduğu gibi, ona doğru yolu gösterecek âyetleri indiren de O’dur: Diğer taraftan Kur’an, önceki kitaplarda yer alan iman esasları, Allah’ın birliğine davet, adâlet ve iyiliği emir, peygamberlerin ve önceki ümmetlerin kıssaları, asırların ve nesillerin değişmesiyle asla değişmeyecek olan sâbit hükümler gibi temel esasları daha da güçlendirerek ve genişleterek yeni baştan yürürlüğe koymuştur. Zaman, mekân ve sorumlu milletlerin özelliklerine uygun düşecek, maslahatları açısından işlerine yarayacak bütün dinî hükümleri yeniden tanzim edip düzeltmiştir. Bu şekilde her zaman ve mekânda bütün toplumların hayatında geçerliliği olan şumüllü bir din tâliminde bulunmuştur. Böylece Kur’an, öncekinden sonrakine bütün ilâhî kitapları onayından geçirip süzmek sûretiyle hepsinin doğru kâidelerini bizzat kendi uhdesine almış bulunduğundan, önceki kitaplardan ve şerîatlardan hiçbirinin, Kur’ân’ın şehâdeti olmaksızın gerçek oldukları söylenemez. Daha açık bir ifadeyle önceki peygamberlere verilen ilâhî fermanların tasdik makâmı son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) ve o fermanların geçerliliğinin devam edip etmediğini belirleyen ölçü de Kur’ân-ı Kerîm’dir. (Elmalılı, Hak Dini, II, 1021) 4. âyette yer alan اَلْفُرْقَانُ (furkân) kelimesi sözlükte “doğruyla eğriyi, hakla bâtılı, helâlle haramı birbirinden ayıran” anlamına gelir. Bu mânasıyla o, indirilen bütün ilâhî kitapların, özellikle burada isimleri zikredilen Kur’an, Tevrât ve İncîl’in ayrılmaz birer vasfını teşkil eder. Çünkü bunlar, hakla bâtılın ne olduğunu açıkça haber vererek insanları doğru yola sevkeden nur kaynaklarıdır. Bununla birlikte “furkân”ın, kitaba ilâve olarak peygamberlere verilen ve onların doğruluğunu kanıtlayan “mûcizeler” olması da mümkündür. Zira ancak mûcizeler sayesinde, dâvasında doğru olanla olmayanlar birbirinden ayrılabilir. Gerçek ortaya çıktıktan sora dileyen iman, dileyen ise inkâr edebilir. Fakat Allah’ın ister naklî ister aklî olsun âyetlerini inkâr edenlere âhirette çok şiddetli bir azap vardır. Özellikle Allah Teâlâ’nın birliğine, münezzehliğine uygun olmayan söz ve davranışta veya Peygamberlerin şânına lâyık olmayan isnatlarda bulunanların can yakıcı bir azaba uğrayacakları şüphesizdir. Çünkü Allah, asla karşı gelinmez ve mağlup edilmez bir kudret sahibidir. İstediği takdirde intikamını alır, işlenen cürümlere cezasını verir: Kaynak: Prof.Ömer Çelik Tefsiri هُوَ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌۜ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَٓاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَٓاءَ تَأْو۪يلِه۪ۚ وَمَا يَعْلَمُ تَأْو۪يلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُۢ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِه۪ۙ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَاۚ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ ﴿٧﴾ Meal 7: Sana kitabı indiren O’dur. O kitabın bir kısmı muhkem âyetlerden meydana gelir ki bunlar, kitabın esası ve özüdür. Bir kısmı da müteşâbih âyetlerdir. Kalplerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne çıkarmak ve kendi arzularına göre onun yorumunu yapmak düşüncesiyle müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki bunların kesin anlamlarını Allah’tan başka kimse bilemez. İlimde derinleşmiş olanlar ise: “Biz bunlara inandık, hepsi de Rabbimizin katındandır” derler. Ancak gerçek akıl ve idrak sahipleri hakkıyla düşünüp öğüt alır. TEFSİR:Kur’ân-ı Kerîm, Yüce Allah’ın nihâyetsiz olan ilminin insanlık âlemine bir tecellisidir. Bu hâliyle o, Allah’ın ilminden haber vermekte, Allah’ın ilmi neleri ihata ediyorsa onlara temas etmektedir. Bu sebeple onun beyân ettiği mânalar sınırsızdır. Nitekim âyet-i kerîmelerde buna işareten şöyle buyrulur: “Rasûlüm! De ki: «Rabbimin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsa, hatta bir o kadar daha ilâve yapsak, Rabbimin kelimeleri tükenmeden o denizler tükenir.»” (Kehf 18/109) “Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa, arkasından buna yedi deniz daha eklense, imkânı yok, Allah’ın kelimeleri yazmakla bitmez. Muhakkak ki Allah, kudreti dâima üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Lokmân 31/27) Bu sırra mazhar olan Kur’ân-ı Kerîm, aslında bir din kitabı olarak insanın itikat, ibâdet, ahlâk ve muamelât hayatını tanzim eden hükümler getirdiği gibi, kıyamete kadar onun düşünce, akıl ve tefekkür gibi melekelerini en iyi şekilde kullanıp geliştirmesini sağlayacak çeşitli mevzulardan da bahseder. Âyet-i kerîme, bu kadar geniş çerçevedeki mevzuları beyân eden Kur’an âyetlerini umûmî olarak iki kısma ayırmaktadır. Birinci kısım muhkem âyetler olup bunlar, Kur’an’ın esasını ve temelini teşkil eder. İkinci kısım ise müteşâbih âyetlerdir. اَلْمُحْكَمُ (muhkem) kelimesi sözlük olarak “bozulmaktan uzak, gerçek ve sağlam” mânalarına gelir. Terim olarak ise “mânası ve delâleti açık bir şekilde anlaşılan; ifade ettiği mânalar ihtimal ve benzerliklerden yâni karışıklıktan ve farklı şekillerde anlaşılmaktan uzak olan” demektir. İşte Kur’an’ın bir kısım âyetleri böyledir. Bunların ifade ettiği mânalar gâyet açıktır. Yoruma muhtaç değildir. Bunlarda şüpheye ve zihin karışıklığına yer yoktur. Gerekli bilgi ve tecrübeye sahip olan işin ehli kimseler, bunları kolaylıkla anlayabilir ve onlardan gerekli hükümleri çıkarabilirler. Bu âyetler, ilim ve amel bakımından uyulması gereken temel esasları ve insanı doğru yola eriştiren delilleri ihtiva ederler. Allah’ın bir olduğunu bildiren; O’na kulluk etmeyi, her türlü iyiliği yapmayı ve adâletli olmayı emreden; bütün ahlâkî faziletlerle donanmayı tavsiye eden; inkâr etmeyi, şirk koşmayı, putlara tapmayı, haksız yere cana kıymayı, içkiyi, kumarı, faizi, zinâyı, yetim malını yemeği yasaklayan âyetler buna misal verilebilir. اَلتَّشَابُهُ (teşâbüh), iki şeyin birbirine eşit olarak benzemesi demektir. Bu tarzda birbirine benzeyenlerden her birine de اَلْمُتَشَابِهُ (müteşâbih) denilir. Her iki taraf aynı kuvvette ve eşit benzerlikte olduğundan, benzer yönleri, ayrıntıları ortadan kaldırmakta ve insan zihni onları birbirinden ayırmakta aciz kalmaktadır. İşte “müteşâbih âyetler”, birbirine benzer mânalar ifade etmesi sebebiyle, mânaları ve delâleti açıkça anlaşılmayan, birini diğerinden ayırdetmek güç olan âyetlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’in büyük çoğunluğu bu âyetlerden oluşmaktadır. Allah’ın eli ve yüzü olduğunu, geldiğini, arşa istivâ ettiğini bildiren âyetler; kabir, kıyâmet, mahşer, hesap, cennet ve cehennemle alâkalı âyetler; hurûf-ı mukattaalar; Hz. Âdem’in anasız babasız, Hz. İsa’nın sadece babasız yaratılması, Hz. Üzeyr’in yüz sene ölü kaldıktan sonra diriltilmesi, Ashâb-ı Kehf’in üç yüz dokuz sene mağarada kalıp tekrar uyandırılması, peygamber mûcizeleri, kâinatın maverâsı ve derinlikleri, eşyanın hakikati gibi tefekkürî konulardan bahseden âyetler buna misâl verilebilir. Peki Kur’ân-ı Kerîm’de müteşâbih âyetlerin bulunmasının hikmeti nedir? Kur’ân-ı Kerîm, kıyamete kadar geçerliliğini sürdürecek bir kitaptır. Bu sebeple onun, indiği andan itibaren bütün zaman ve mekanlar için uygun düşecek neticelerin ve çeşitli mânaların çıkarılmasına imkân tanıyan ifadelere sahip olması tabiidir. Yine her dönemin ihtiyaçlarına cevap verebilecek ehliyette âlimlerin yetişebilmesi, zor ifadelerden bir kısım hedefler bulup çıkarabilme melekesini haiz kişilerin yetişmesine, bu da araştırma ve incelemeye yönelten motivasyonun bulunmasına bağlıdır. Şayet dinin bütün tâlimatları kolay bir üslûpla ve tek düze ifadeler içinde gelmiş olsaydı herkes önündeki hazır malzemeyle yetinme alışkanlığı kazanır, aklını çalıştırmaya ihtiyaç hissetmez, ilmî gayretlere soyunmaz, böylece ilerleme ve gelişme mümkün olmazdı. Bunun için Kur’an, müteşâbih âyetleri vasıtasıyla gerek hukukî meselelerde, gerek her türlü bilimsel konularda, gerekse ailevî ve ictimâî hayatı ilâhî kanunlar çerçevesinde tanzim etmede, medeniyetler kurup geliştirmede insan aklına geniş yer ayırmıştır. Az kelimeyle çok mâna ve hüküm beyân edip, bazı hükümlerinde esneklik getirerek akıl, deney, tecrübe ve araştırma mahsûlü ilmî gelişmelere kapı aralamıştır. Sahip olduğu kalbî, aklî ve zihnî melekeleri itibariyle insan, ilim ve medeniyet ne kadar gelişirse gelişsin, hep yeni şeylerin peşinden koşmak, onları bilip öğrenmek ihtiyacı hisseder. Bu ihtiyacını karşılamaya çalışırken, kendi ötesinde bilinmeyen bîr âlemin varlığını sezmesi, mârifet yolunda ilerlerken ve ilimde yeni mertebelere ulaşırken önündeki meçhullerin tükenmediğini fark etmesi bu bakımdan büyük önem arzetmektedir. Zira bu his ve idrak, bir taraftan onu bu nevi araştırmaları sürdürme yolunda kamçılayacak, diğer taraftan da ilimde ne kadar ileri giderse gitsin, her bilenin üzerinde daha iyi bilen birinin olduğunu ve yüce Allah’ın ilminin sonsuzluğunu yürekten kabullenme erdemine ulaştıracaktır. İşte müteşâbih âyetler insana bu yönde de ışık tutmakta ve ona istikâmet vermektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in mânalarını anlamaya çalışırken öncelikle muhkem âyetler esas alınmalı, müteşâbih âyetler ise onlarla mîzân edilerek anlaşılmaya çalışılmalıdır. Bu çalışmalar sayesinde âyetler arasında herhangi bir çelişkinin olmadığı, hepsinin aynı gerçeği anlatan parçalar olduğu anlaşılacak, böylece Kur’an’ın hak bir kitap olduğuna dair mü’minin kalbinde bulunan iman daha da kuvvetlenecektir. Âyet-i kerîmede “kalplerinde eğrilik bulunan” kimselerden bahsedilmekte ve bunların “sırf fitne çıkarmak ve kendi arzularına göre onun yorumunu yapmak arzusuyla” Kur’an’ın müteşâbih âyetlerinin peşine düştükleri beyân edilmektedir. Bu ifade, kendi bâtıl görüşünü desteklemek ve tervic etmek için müteşâbihlerin peşine düşen ve onları delil olarak kullanmaya çalışan kâfir, zındık, câhil ve ehl-i bidat herkese şâmildir. Hıristiyanların Hz. İsa’nın “Allah’ın kelimesi ve ruhu” olduğunu beyân eden âyetten (bk. Nisâ 4/171) kendi bâtıl itikatlarını destekleyecek şekilde mânalar çıkarmaları, yahudilerin sûre başlarındaki hurûf-ı mukattaalardan hareketle ümmet-i Muhammed’in ömrünü çıkarmaya çalışmaları, bir kısım bâtıl mezheplerin Allah’ın sıfatlarıyla alakalı “el, yüz, yan, ayak, parmak” gibi bazı müteşâbih lafızlardan hareketle Cenâb-ı Hakk’ı insan sûretinde tasvir etmeleri buna misal verilebilir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VII, 150; Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 13-14) Kalbî durumu bu şekilde olanlar, şahsî düşüncelerini ve nefsânî arzularını putlaştıran, bunlardan başka bir gerçek tanımayan, dinin emirlerini oyuncak yerine koyan bir anlayışa sahiptirler. Halbuki dinde aslolan kayıtsız şartsız hakka tabi olmaktır. Onlar, dinin emirleri doğrultusunda amel etmekten hoşlanmadıklarından, dâimâ zihinleri kararsızlık, şüphe ve vehimlere sürüklemek için müteşabih ifadelerden esinlenerek ortaya attıkları hayal mahsulü boş şeylerin peşine düşerler. Böylece her şeyi şüpheli hâle getirmek, hep garip ve acaip şeylerden bahsetmek, en açık gerçekleri bile birer efsane gibi göstermek isterler. Âyet-i kerîmede “kalplerinde eğrilik bulunan”ların karşısına “İlimde derinleşmiş olanlar” konmaktadır. Bunlar eğrilikten hoşlanmayan, ilim yolunda sağlam duran, bildiğini ve bilmediğini seçebilen, bildikleri sayesinde bilmediklerinin önemini mümkün mertebe çözebilen, Allah katından gelen bilgiler hakkında en küçük bir şüphe duymayan gerçek ilim sahibi kimselerdir. Onlar: “Biz Kur’an’a inandık, muhkemiyle, müteşâbihiyle hepsi Rabbimizin katındandır” derler. Hakikaten ancak böyle temiz akıl, güzel dikkat ve kavrayış sahipleri, Allah’ın âyetlerini tefekkür edip ondan gerekli dersi, ibret ve öğüdü alabilir. Aklı karışmış, kalbi eğrilmiş ve anlayışı bozulmuş olanlar ise bunları gereği gibi düşünebilme imkânından mahrumdurlar.[1] Bu gerçek âlimler, sahip oldukları ilme ve mânevî mevkiye güvenmez, kalplerinin eğrilmemesi ve hallerini daha da iyileştirmesi için devamlı Allah Teâlâ’ya sığınıp yalvarırlar: [1] Âyetteki, “İlimde derinleşmiş olanlar” ifadesi, aynı zamanda Kur’an âyetlerinin tefsirini yapabilecek ve ondan hükümler çıkarabilecek âlimlerin kimliğini açıklamaktadır. Bunlar; muhkem âyetler ile müteşabih âyetlerin mertebelerini seçebilen, te’vili caiz olup olmayanları ayırabilen, fitneden, kendisini ve herkesi baştan çıkarmaktan sakınan, haddini bilen, ilâhî bilgiye havale edilmesi gerekenleri Allah’a havale eden, kâmil iman sahibi, ilim yolunda kuvvetli, temiz ve ince akıllı, doğru düşünmesini bilen ve seven, hâsılı hikmete mazhar olmuş hakiki âlimlerdir. (Elmalılı, Hak Dini, II, 1045)Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةًۚ اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ ﴿٨﴾ Meal:﴾8﴿ Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi saptırma, bize tarafından bir rahmet bağışla. Hiç kuşku yok, lütfu bol olan yalnız sensin. رَبَّنَٓا اِنَّكَ جَامِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ فٖيهِؕ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُخْلِفُ الْمٖيعَادَࣖ ﴿٩﴾ Meal:﴾9﴿ Rabbimiz! Muhakkak sen insanları geleceğinde asla şüphe olmayan bir günde toplayacaksın. Şüphesiz Allah sözünden dönmez. Tefsir:Önceki âyette Allah tarafından bildirilenlere inanma konusunda mutlak bir teslimiyet tavrı gösteren müminler övüldükten sonra burada onların içtenlikle yakarışlarına değinilmekte ve hidayete erişebilmenin de hidayette kalmanın da Allah’ın lutfuyla olduğuna inanmak gerektiğine işaret edilmektedir. Bazı müfessirlere göre yüce Allah önceki âyette iki zıt tutuma temas ettikten sonra burada hak yol üzere kalabilmek için müminlerin nasıl dua etmeleri gerektiğini öğretmektedir.
İmana da küfre de yönelmeye elverişli olan kalbin bunlardan birine yönelişi bunu meydana getiren bir sebep ve iradeye bağlıdır. Ehl-i sünnet’e göre, dünya hayatında bir sınav içinde bulunan kulun cüz’î iradesini hangi yönde kullandığı onun sorumluluğu açısından önem taşımakla beraber, sonuçları yaratan küllî iradenin yüce Allah’a ait olduğu unutulmamalıdır. Şayet bu noktada ilâhî lutuf göz önüne alınmayıp kulun her sonucu kendi iradesiyle meydana getirebileceği kabul edilirse kulluğun ve Allah’a yalvarmanın anlamı kalmaz, her insan hidayeti kendisinin güvence altına alabileceği bir pâye olarak görmeye başlar. Bu sebeple âyet-i kerîmede hidayetin yüce Allah’tan geldiğine dikkat çekilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber’in, “Ey kalplere yön veren Allahım! Kalbimi senin dinin üzere sabit kıl!” şeklinde dua ettiği ve ardından bu âyeti (8. âyet) okuduğu rivayet edilmiştir (Tirmizî, “Kader”, 7, “Daavât”, 89, 124; İbn Mâce, “Duâ”, 2). Yine âyetten anlaşıldığına göre gerçek mânada kulluk, sadece (meselâ bir iş ilişkisinde olduğu gibi) Allah’ın buyruklarını yapıp yasaklarından kaçınmaktan yani şeklî bir görevden ibaret olmayıp kişinin her an Allah’ın lutfuna muhtaç bulunduğunun bilincinde olması ve vazifelerini bu bilinç içinde yerine getirmesidir. اِنَّ الَّذٖينَ كَفَرُوا لَنْ تُغْنِيَ عَنْهُمْ اَمْوَالُهُمْ وَلَٓا اَوْلَادُهُمْ مِنَ اللّٰهِ شَيْـٔاًؕ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمْ وَقُودُ النَّارِۙ ﴿١٠﴾ Meal:﴾10﴿ İnkâr edenlerin malları da evlâtları da Allah’ın azabına karşı onlara hiçbir yarar sağlamayacaktır. İşte onlar cehennemin yakıtıdır. Tefsir: Önceki âyetlerde müminlerin dua ve yakarışlarına değinilmiş, burada da inkâr edenlerin durumu ve karşılaşacakları azabın ne kadar şiddetli olacağı açıklanmıştır. “İnkâr edenler” ifadesi hakkında değişik açıklamalar yapılmış ve bununla, sûrenin nüzûl sebebine değinilirken zikri geçen Necran heyetinin kastedildiği de ileri sürülmüştür (Şevkânî, I, 356). Siyer kaynaklarında bu heyetin üyesi Ebû Hârise’nin kardeşine şöyle dediği nakledilir: Ben kesinlikle biliyorum ki o (Hz. Muhammed) gerçekten Allah’ın peygamberidir. Fakat bunu açıklarsam Bizans yetkilileri bana verdikleri mal ve mevkii geri alırlar (bk. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, II, 223). Âyetin inişine vesile olan bir olay bulunsa bile, mal ve evlâtlarının inkârcıları âhiret azabından kurtaramayacağı anlamının genel olduğu kuşkusuzdur. Burada psikolojik tahlile dayalı bir uyarının bulunduğu görülmektedir. Şöyle ki: Mal ve çocuklar, insanoğlunun daraldığında destek almak için genellikle başvurduğu dayanaklar olup bunlar insandaki güvence arama arzusunu ve fikrini temsil etmektedir. Sigorta ve sosyal güvenlik kurumlarının oluşturulması ve bununla da yetinmeyip reasürans (sigortanın sigorta edilmesi) usulüne başvurulması, şirketlerde ve bütçelerde ihtiyat akçesi (yedek fon) ayrılması, borç ilişkilerinde kişisel veya malî teminat (kefalet veya –değişik şekilleriyle– rehin) istenmesi, yargılama hukukunda üst mahkeme denetiminin, hatta insan hakları ihlâlleri karşısında milletlerarası düzeyde organların devreye sokulması, elektrikle çalışan sistemlerde otomatik şarteller konması, bilgisayar teknolojisiyle yapılan çalışmalarda o ana kadar ortaya konan emeğin zayi olmasını engelleyecek yöntemler geliştirilmesi gibi çağdaş olanları da dahil olmak üzere alınan önlemler hep insanoğlunun ya sahip olduğu imkânları ve değerleri koruma veya karşılaşabileceği tehlikeleri yahut zararlarını önleme veya azaltma uğruna değil midir? Burada ve yakın içerikteki birçok âyette (meselâ bk. En‘âm 6/94; Kehf 18/46; Meryem 19/80; Şuarâ 26/89), dünya hayatında kişiye güvence sağlayabilen hiçbir yolun kıyamet gününde bir yarar sağlayamayacağı, herkesin tek başına yaptıklarının hesabını vermek durumunda kalacağı, sadece iman dolu bir kalp ve sâlih amellerle Allah’ın huzuruna gelmiş olmanın bir değer ifade edeceği belirtilmiştir. Âyet-i kerîme, inkârcıların karşılaşacakları cezanın ağırlığını da ince bir üslûpla tasvir etmektedir. Zira cezalandırma kişinin eziyet görmesini sağlamaktan ibaret değildir. Gerçekte en ağır ceza, bir taraftan kişinin yararlanageldiği imkânlardan yoksun bırakılması, diğer taraftan da acılara mâruz bırakılmasıdır. İşte âyette inkârcıların hem dünya hayatındaki mutluluklarını âhirete taşıyamayacakları hem de çok çetin bir azaba çarptırılacakları belirtilerek uğrayacakları cezanın ağırlık derecesi ortaya konmuş olmaktadır. Azabın şiddeti ise, onların “yanacakları” şeklinde değil “cehennem ateşinin yakıtını teşkil edecekleri” şeklinde ifade edilerek açıklanmıştır (Râzî, VII, 184-185).
Küfür ve kâfir kavramlarının geniş anlamı esas alınırsa âyetteki “inkâr edenler” ifadesiyle gerek müşriklerin gerekse Ehl-i kitap’tan olan inkârcıların kastedildiği söylenebilir. Bununla birlikte bazı müfessirlere göre Kur’an’daki genel kullanım ışığında bu ifadeden maksat müşriklerdir. Diğer bir yoruma göre ise, müteakip âyette Firavun’un durumu örnek gösterildiğine göre burada yahudi olan Kurayza ve Nadîr kabileleriyle hıristiyan Necranlılar kastedilmiş olmalıdır. Çünkü Araplar nezdinde Âd ve Semûd kavimlerinin haberleri, yahudi ve hıristiyan muhitinde ise Firavun’un başına gelenler daha yaygın olarak bilinmekteydi. Bu yorumu destekleyen diğer bir delil de, hıristiyanların bazı telakkilerinin yanlışlığını ortaya koymanın bu sûrenin başlıca hedeflerinden birini teşkil etmesidir (İbn Âşûr, III, 172). Âyetin “... Allah katında onlara hiçbir yarar sağlamayacaktır” şeklinde tercüme edilen kısmına “... Allah’ın azabına karşı hiçbir yarar sağlamayacaktır” anlamı da verilmiştir.
يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا فٖي دٖينِكُمْ وَلَا تَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّؕ اِنَّمَا الْمَسٖيحُ عٖيسَى ابْنُ مَرْيَمَ رَسُولُ اللّٰهِ وَكَلِمَتُهُۚ اَلْقٰيهَٓا اِلٰى مَرْيَمَ وَرُوحٌ مِنْهُؗ فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرُسُلِهٖۚ وَلَا تَقُولُوا ثَلٰثَةٌؕ اِنْتَهُوا خَيْراً لَكُمْؕ اِنَّمَا اللّٰهُ اِلٰهٌ وَاحِدٌؕ سُبْحَانَهُٓ اَنْ يَكُونَ لَهُ وَلَدٌۘ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِؕ وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَكٖيلاًࣖ ﴿١٧١﴾ Meal :﴾171﴿ Ey Ehl-i kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Îsâ Mesîh ancak Allah’ın elçisidir, Allah’ın Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir ve O’ndan bir ruhtur. Şu halde Allah’a ve peygamberlerine iman edin, “(Tanrı) üçtür” demeyin, bundan vazgeçin; hakkınızda hayırlı olan budur. Allah ancak bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Güvenmek ve dayanmak için Allah yeter. Tefsir:“Ey Ehl-i kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin” cümlesi hem yahudileri hem de hıristiyanları muhatap almaktadır. Çünkü her iki grubun da inançları içinde, Allah’ın Kur’an’da açıkladığı makbul ve doğru inanca aykırı taraf ve unsurlar vardır ve bunlara da yine Kur’an’da yeri geldikçe işaret edilmiştir.
Genellikle peygamberler ümmetlerine, kendilerinden sonra gelecek olan peygamberden de söz ettikleri için yahudiler “Mesîh” adıyla bir peygamberin gelmesini bekliyorlardı. Hz. Îsâ gelip kendisinin beklenen peygamber olduğunu açıklayınca yahudiler onu inkâr ettiler, bekledikleri Mesîh’in başka niteliklere sahip ve kendilerine mahsus bir peygamber olacağını, olması gerektiğini ileri sürdüler. Hz. Îsâ’nın ana rahmine düşmesi, doğumu, doğduktan sonra Allah’ın lutfettiği mûcizeler, hayatı, kendisini ortadan kaldırmak üzere tertiplenen tuzaktan kurtuluşu olağan üstü idi, buna başka âmiller de eklenince hıristiyanların çoğu doğru, gerçekte olana uygun bir Îsâ Mesîh inancına ulaşamadılar. Kendisinden önce gelen kitapları tasdik etmek (doğrulamak ve bozulan kısımlarını tashih etmek) üzere gelen Kur’an bu inanç bozukluklarını yeri geldikçe uygun üslûplar içinde düzeltmiştir. Burada yapılan düzeltme Hz. Îsâ’nın ne olup ne olmadığı ile ilgilidir. Evet beklenen Mesîh “Meryem oğlu Îsâ”dan başkası değildir, o Allah’ın kuludur, peygamberidir, kelimesidir ve O’ndan bir ruhtur. Tanrı değildir, Tanrı’nın oğlu değildir, yalancı peygamber de değildir. Hz. Îsâ’nın bu üç temel niteliğini hıristiyanlar da kabul etmektedirler. Ancak kelimelere verdikleri mânalar, yükledikleri kavramlar doğrudan sapmıştır, ilâhî muradın ve rızânın dışına çıkmıştır. Çünkü onlara göre Îsâ’nın elçiliğinin mânası “Allah’ın oğlu olması”dır, kelimenin mânası, “İlâhî hakikatin, Meryem’in rahminde Îsâ ile birleşmesidir”; böylece Îsâ Allah’ın oğlu, Meryem de Tanrı annesi olmaktadır. Ruhtan maksat da Allah’ın ruhudur, nefsidir, Îsâ’nın hakikati, ana rahminde o ruh (Rûhulkudüs) sayesinde oluşmuştur. Yuhanna İncili’nin başında bu inanç şöyle ifade edilmektedir: “Kelâm (söz, kelime, logos) başlangıçta var idi ve kelâm Allah nezdinde idi ve kelâm Allah idi... Dünyada idi ve dünya onunla oldu ve dünya onu bilmedi. Kendininkilere geldi ve kendininkiler onu kabul etmediler. Fakat onu kabul edenlerin hepsine, onun ismine iman edenlere onun oğulları olmak salâhiyetini verdi... Ve kelâm beden olup inayet ve hakikatle dolu olarak aramızda sakin oldu. Biz de onun izzetini, babanın biricik oğlunun izzeti olarak gördük” (I/1-14).
Kur’an’ın açıklamalarına göre de Hz. Îsâ Allah’ın kelimesidir, ancak kelâm ve ilâhî kelime (söz, logos), irade ve kudret gibi Allah’ın sıfatıdır. Olağan üstü bir oluşa şahit olduğumuzda “Allah’ın kudreti” deriz, burada kudret mecazen “Allah’ın kudretinin eseri” mânasına gelmektedir. Aslında yalnızca Îsâ değil, bütün varlık ve oluşlar Allah’ın kelimesidir, O’nun “kün” (ol) emriyle olmuşlardır (Yâsîn 36/82). Ancak diğer insanların oluşmasında, Allah Teâlâ’nın iradesi ve âdeti gereği başka sebepler, vasıtalar, kanunlar devreye girdiği halde Hz. Îsâ’nın oluşmasında yine O’nun iradesiyle bu gibi vasıtalar devreye girmemiş, Allah “böyle olsun dediği” için onun annesi baba faktörü olmaksızın hamile kalmış ve Îsâ’yı doğurmuştur (Âl-i İmrân 3/47; Meryem 19/21).
Îsâ Mesîh Allah’tan bir ruhtur; bütün insanların özünde aynı ruh vardır; çünkü Allah ilk insanın maddesini yaratıp ona insan şeklini de verdikten sonra aynı ruhtan ona da üflemiş, o biyolojik yapı içine “bir ilâhî emir olan, mahiyeti bilinmeyen ruh”tan bir parça yerleştirmiş, insanı onunla tamamlamıştır (Hicr 15/29). İnsanlar bu ruhu ölünceye kadar vücutlarında taşırlar, onun özelliklerini yaşarlar, öldükten sonra ise ruh insan vücuduyla alâkasını keser ve kendine mahsus mânevî âleme (daha sonra terimleşen ifadeyle halk âleminden emir âlemine) intikal eder. Hz. Îsâ için “O’ndan bir ruhtur” ifadesinin kullanılması ya onun bu ruhtan nasibinin daha fazla olduğundandır veya bu ruhun ona intikalinin, diğer (analı-babalı) insanlardan farklı şekilde ve farklı yoldan olması sebebiyledir.
“Hz. Îsâ, diğer peygamberler gibi bir beşer, bir kul, bir peygamber ise –başka insanlarda da aynı özellikler bulunduğu için– onun Allah’ın kelimesi ve ruhu olmasının beşer üstü bir yanı ve mânası yoksa bu nitelikler niçin kullanılmıştır, niçin Hz. Peygamber’in tanımlandığı gibi ‘O kendisine vahiy gelen bir beşerdir’ denilmemiştir?” şeklinde bir soru akla gelebilir. Bu haklı sorunun cevabı şudur: İnciller’de Hz. Îsâ bu nitelikleriyle tanımlanmıştır, ilk zamanlardaki müminler bu sözlerin mânalarını doğru anlamışlar, beşer olan Îsâ’nın üstün nitelikleri olarak yorumlamışlardır. Fakat zaman içinde, Hıristiyanlığın yayıldığı ülkelerde hâkim olan putperestliğin, tanrının üç unsurdan oluştuğu inanç ve anlayışını içeren dinlerin, felsefelerin ve mistik yaklaşımların etkisiyle bu niteliklerin mânaları değiştirilmiş, ilâhî maksada aykırı yorumlar yapılmıştır. Kur’an bu vasıfları yeniden zikrederek nitelemenin doğru, vahye dayalı ve ilâhî olduğuna, sonraki yorumların ise sahih mâna ve inançtan saptığına işaret etmektedir.
“Üçtür demeyin” cümlesi, çok veciz bir şekilde, tarihten gelip günümüzde de yaşayan hıristiyan mezheplerinin hâkim inancını ortaya koymakta, sonra gelen kısmıyla 172. âyet –ve aşağıda zikredeceğimiz başka âyetler– ise bu inancı akıl ve nakil delilleriyle reddetmekte, dayanaklarını çürütmektedir.
Bilindiği üzere Hıristiyanlığın meşhur ve muteber bütün mezheplerinde bu üçleme (teslîs) inancı vardır. Hıristiyan kutsal kitabında geçmeyen teslîs kavramı, bir olan Tanrı’nın kendisini insanlara “baba, oğul” ve “kutsal ruh” olarak üç ayrı şahıs halinde bildirmesini ifade etmektedir. Teslîsi oluşturan üç unsurdan her birine uknûm (hipostase) denilmektedir. Birinci uknûm “baba” diye de nitelenen Tanrı’dır. Tanrı, teslîsin ilk ve asıl unsurudur. O her şeyin yaratıcısı ve sahibidir. Ezelî ve ebedîdir, her şeyi bilir, kādir-i mutlaktır. İkinci uknûm, Tanrı’nın bedenleşen kelâmı olan oğul Îsâ Mesîh’tir. Hıristiyanlara göre Hz. Îsâ, Allah’ın kelâmının bedenleşmiş şeklidir ve hem Tanrı’dır hem de Tanrı’nın oğludur. Hz. Îsâ’nın babasız dünyaya gelmesi ve çarmıha gerilip öldürüldükten sonra yeniden dirilmesi onun ilâhlığının delilidir. Îsâ, baba Tanrı ile aynı cevherdendir. Üçüncü uknûm, Tanrı’nın mukaddes ruhu olan Rûhulkudüs’tür. Kutsal ruh hıristiyan inancına göre baba ve oğul ile aynı cevherden olup aynı seviyede ilâhtır.
Hıristiyan inancına göre Baba Allah yaratıcı; Îsâ Mesîh kurtarıcı ve yargılayıcı, Rûhulkudüs de takdis edicidir.
Hz. Îsâ, “Rab Allah’ına tapınacak ve yalnız O’na kulluk edeceksin” dediği halde zamanla kendisi de tanrılaştırılmış, Hıristiyanlığa teslîs inancı girmiş ve ilk ekümenik konsillerde bu inanç temellendirilmiştir. Buna göre Tanrı “baba, oğul ve Rûhulkudüs” denilen üç unsurdan oluşuyordu; bu üç bir, bir de üç idi.
Hıristiyanların tevhidden ayrılarak teslîs inancına düşmelerinin önemli bir sebebi eldeki İnciller’de, aksine ifadeler de bulunmakla beraber (Matta, 1; Yuhanna, 20) teslîs inancına götüren parçaların mevcut olmasıdır (Yuhanna, 14, 17). Eldeki Yeni Ahid içinde yer alan Pavlus’un mektupları ve özellikle Galatyalılar’a Mektubu’nda hem teslîsin açık izleri hem de “Oğulun, insanların günahlarına kefâret olmak üzere kurban olduğu” ifadesi yer almaktadır (1/2-5). Pavlus, hıristiyanlara işkence eden militan bir yahudi iken milâdın 38. yılında, güya mâna âleminde Hz. Îsâ’yı görmüş, Hıristiyanlığı kabul etmiş, bundan sonra bir “aziz” gibi davranarak kilisenin kurallarını koymuş, diğer İncil yazarlarını etkilemiş ve Îsâ’nın tanrı olduğu inancını yaymıştır.
Teslîs inancı yerleşmeden önce hıristiyan din adamları arasında farklı inanç taşıyanlar, Allah’ı bir, Hz. Îsâ’yı peygamber olarak tanıyanlar bulunuyordu. Bunlardan birisi de İskenderiyeli Arius idi. Hıristiyanlığı benimseyen ilk Roma İmparatoru Konstantin önce Arius’un inancına meyletti. Bunun tepki görmesi üzerine 325 yılında İznik’te ilk ruhanî meclisi (konsil) topladı. 2048 din adamının katıldığı bu konsilde büyük ihtilâflar çıktı. İmparator birlik ve istikrarı sağlamak üzere Arius gibi düşünenleri tasfiye etti ve geriye kalan din adamları, Pavlus’un yolundan yürüyerek teslîse dayalı resmî hıristiyan inancını oluşturdular. İmparatorun tercih ve kararına dayandığı için Arapça’da “Melkâniyye” diye ifade edilen bu mezhep, Roma İmparatorluğu’nun doğu ve batı olarak ayrılmasından sonra ikiye ayrıldı: Papalığı da elinde tutan batı hıristiyan inancı Katolik, doğu ise Ortodoks adını aldı. Bunlardan başka Ya‘kubiyye, Nestûriyye (Hz. Îsâ’da tanrılık ve insanlık unsurlarının birbirine karışmadan bulunduğunu ileri süren bu mezhep 431’de Efes Konsili’nde reddedildi, mensubu azdır) daha sonra XVI. asırda Luther tarafından yapılan reform hareketiyle başlayan Protestanlık mezhepleri doğdu; ancak bunların yaşayan ve yayılanlarından hiçbiri Allah’ın birliği (tevhid) inancına dönemedi, hepsinde teslîs bir inanç esası olarak kabul edildi. İslâm’ın geldiği çağda hem bir kısım Araplar hem de Arap olmayan kavimler bu mezhepleri, dolayısıyla –detayda farklar bulunsa da esası teslîse dayanan– hıristiyan inancını benimsemiş bulunuyorlardı. “Üç demeyin” ifadesi bu veciz şekliyle bütün bu mezheplerin tevhidden sapmış bulunan inançlarını ifade etmekte ve hedef almaktadır (Hıristiyanlık hakkında geniş bilgi için bk. Kürşat Demirci-Mehmet Aydın-Baki Adam-Mustafa Sinanoğlu, “Hıristiyanlık”, DİA, XVII, 328-372).
Kur’an-ı Kerîm, Hz. Îsâ’nın Tanrı’nın oğlu olduğu inancını biri genel, diğeri özel iki delile dayanarak reddediyor. Genel olan, Allah Teâlâ’nın baba olmasının ve oğul edinmesinin imkânsızlığı, böyle bir tasavvurun “bir, tek, eşi ve benzeri bulunmayan, her şeyi kuşatan, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her şeyin kendisine muhtaç olduğu Allah” kavramına aykırı olduğu, bununla çeliştiği, ikisinin bir arada düşünülemeyeceği delilidir. Buradaki 171. âyet gibi Bakara sûresinin 117. âyeti de bu delili içermektedir.
Özel olan ise Hz. Îsâ’nın hayatından, yapıp ettiklerinden yola çıkan delildir. Gerek Kur’an-ı Kerîm’de (Mâide 5/17, 75), gerekse elde mevcut İnciller’de Hz. Îsâ’nın, babasız da olsa bir anadan doğduğu, diğer insanlar gibi yiyerek, içerek, hastalanıp iyi olarak, acı çekerek, Allah’a ibadet ve dua ederek... yaşadığı, sonunda yahudilerin hışmından Allah’a sığındığı (hıristiyanların inancına göre onlar tarafından öldürüldüğü) te’vil götürmeyecek biçimde ifade edilmiştir. Bütün bu özellikler ve nitelikler Allah veya O’nun oğlu olma kavramına ters düşmekte, bununla çelişmektedir. 172. âyet de diğerleri gibi bu ikinci delili “Allah’a ibadet yönünden” dile getirmektedir.
Kur’an âyetleriyle bunların yorumuna göre Hz. Meryem ve oğlu Îsâ’nın hayat hikâyeleri ve özellikleri şundan ibarettir: Hz. Îsâ’nın annesi Meryem, İmrân’ın kızıdır, annesi ona hamile kaldığında erkek olduğunu zannederek mâbed hizmetine adamıştı. İmrân, kızı doğmadan vefat etti, doğan çocuk kız olunca anne buna üzüldü, yakındı, sonra adını “Meryem” koydu ve teslim etmek üzere mâbede getirdi. Mâbedde bulunan din adamları Meryem’i himayelerine alma konusunda ihtilâfa düştüler, kuraya başvuruldu ve Meryem Zekeriyyâ’nın himayesine girdi, Meryem yükümlülük çağına gelince hâmisi ona –perdelerle ayrılmış– bir oda tahsis etti, orada rabbine ibadet ediyordu, Zekerriyâ onun yanına her geldiğinde yiyecek içecek nesneler görüyordu, kendinden başka buraya gelip giden olmadığı için bunların nereden geldiğini sorduğunda Meryem “Bunlar Allah’tan, Allah dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır” diyordu. Meryem dürüst, iffetli, temiz, Allah tarafından seçilmiş, melekler aracılığı ile kendisine doğru bilgiler gelen, Allah’ın ona tahsis ettiği lutuflardan söz edilen bir bâkire idi. Perdeli yerde örtü içinde iken Allah ona, tam olarak insan kılığına girmiş olan ruhu (Cebrâil) gönderdi, ruh Meryem’e hitaben “Allah’ın elçisi olduğunu, kendisine babasız bir çocuk bahşetmek üzere geldiğini ifade etti, oğluna Allah’ın lutfedeceği mûcizeleri, onu Rûhulkudüs’le destekleyeceğini, kitabı, hikmeti, Tevrat’ı, İncil’i öğreteceğini, İsrâiloğulları’na peygamber olarak göndereceğini...” müjdeledi, sonra ona ruhu üfledi, Meryem bu üfleme sonucunda Îsâ’ya hamile kaldı (Âl-i İmrân 3/35-44; Meryem 19/16; Enbiyâ 21/91; Tahrîm 66 /12). Her şeye rağmen büyük bir heyecan, şaşkınlık ve mahcubiyet içinde olan Meryem karnındaki çocukla uzak bir yere çekilip gitti, doğum sancısı onu bir hurma ağacına yönlendirdi, “Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!” dedi. Alt tarafından birisi ona şöyle seslendi: “Tasalanma, rabbin senin alt yanında bir su arkı (veya başka bir yoruma göre şerefli bir insan) vücuda getirmiştir. Hurma dalını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün. Ye iç, mutlu ol! İnsanlardan birini görürsen de ki: Ben, Allah’a adakta bulundum; artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım.” Nihayet çocuğu taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki: “Meryem! Gerçekten sen çirkin bir şey yaptın! Ey Hârûn’un kız kardeşi! Baban kötü bir adam değildi; annen de iffetsiz değildi.” Bunun üzerine Meryem çocuğa işaret etti. “Biz, dediler, beşikteki bir çocukla nasıl konuşuruz?” Cevabı çocuk verdi: “Ben Allah’ın kuluyum; O, bana kitabı verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, o beni kutlu ve bereketli kıldı; yaşadığım sürece bana namazı, zekâtı ve anneme saygılı olmayı emretti; beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik banadır” (Meryem 19/22-33). Annesine meleğin müjdesinde bildirdiği gibi Îsâ, İsrâiloğulları’na peygamber olarak gönderildi, onları tevhid dinine davet etti, kendisini desteklemek üzere mûcizeler verildi, daha önceki peygamberleri onayladığı gibi kendisinden sonra gelecek peygamberi de ismini vererek, Ahmed diyerek müjdeledi. İsrâiloğulları’nın ve özellikle kâhinlerin, din adamlarının, ileri gelenlerin kibir ve inatları karşısında ümidi kırıldı, kendisine sadık kalan on iki kişi ile ibadet ve davet hayatını devam ettirmeye çalıştı, inkârcılar kendisini öldürmeye karar verip kaldığı yeri basınca Allah onu kaldırdı, ellerinden kurtardı, başka birini ona benzetti, onu çarmıha gerdiler ve olup bitenler sebebiyle de şüphe içinde kaldılar (Âl-i İmrân 3/45-58; Zuhruf 43/63-65; Saf 61/6,14; Mâide 5/110-111; Nisâ 4/157-158).
Kur’an’a göre Hz. Îsâ’nın yirmi civarında üstün özellikleri, müstesna nitelikleri vardır: O, Allah’ın kulu ve peygamberidir (Nisâ 4/172; Mâide 5/75), müstakil bir din ve kitap sahibi bulunan beş büyük peygamberden (ülü’l-azm) biridir (Ahzâb 33/7; Şûrâ 42/13; Mâide 5/46), Allah ona Îsâ Mesîh adını vermiştir (Âl-i İmrân 3/45), Allah’ın kelimesidir ve ruhudur (Nisâ 4/171), rehber ve öncü mânasında imamdır (Ahzâb 33/7), kulların amellerine şahitlik edeceklerden biridir (Nisâ 4/159; Mâide 5/117), son peygamberin geleceğini müjdelemiştir (Saf 61/6), dünyada ve âhirette şerefli, itibarlı ve Allah’ın yakınlığına mazhar olanlardandır (Âl-i İmrân 3/45), mustafâdır yani seçilmişlerdendir (Âl-i İmrân 3/33), müctebâdır yani tercih edilmişlerdendir ve iyi (sâlih) kullardandır (En‘âm 6/85-87), nerede olsa mübarektir, arınmıştır, insanlar için bir mûcizedir (âyettir), Allah’tan bir rahmettir, annesine bağlı ve saygılıdır ve Allah’ın selâmına mazhardır (Meryem 19/19, 33), Allah’ın kendilerine kitabı ve hikmeti öğrettiği kutlu kişilerden biridir (Âl-i İmrân 3/48). ١٧٢﴾لَنْ يَسْتَنْكِفَ الْمَسٖيحُ اَنْ يَكُونَ عَبْداً لِلّٰهِ وَلَا الْمَلٰٓئِكَةُ الْمُقَرَّبُونَؕ وَمَنْ يَسْتَنْكِفْ عَنْ عِبَادَتِهٖ وَيَسْتَكْبِرْ فَسَيَحْشُرُهُمْ اِلَيْهِ جَمٖيعاً ﴿١٧٢﴾ Meal:﴾172﴿ Ne Mesîh Allah’ın bir kulu olmaktan geri durur ne de yakın melekler. Büyüklenerek O’na kulluktan geri duranların hepsini Allah, yakında huzuruna toplayacaktır. فَاَمَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَيُوَفّٖيهِمْ اُجُورَهُمْ وَيَزٖيدُهُمْ مِنْ فَضْلِهٖۚ وَاَمَّا الَّذٖينَ اسْتَنْكَفُوا وَاسْتَكْبَرُوا فَيُعَذِّبُهُمْ عَذَاباً اَلٖيماًۙ وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلِياًّ وَلَا نَصٖيراً ﴿١٧٣﴾ Meal :﴾173﴿ İman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlara Allah ecirlerini tam olarak verecek ve lütfundan onlara daha fazlasını da ihsan edecektir. Kulluğundan yüz çevirenlere ve kibirlenenlere gelince, onlara acı bir şekilde azap edecektir; bunlar kendileri için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulabileceklerdir. Tefsir:Müşrikler, “melekler Allah’ın kızlarıdır” diyorlar (Nahl 16/57), hıristiyanlar da Îsâ Mesîh’in Allah’ın oğlu olduğunu ileri sürüyorlardı. Bu iki iddianın reddinde kullanılan delil, meleklerin ve Îsâ’nın davranışlarından hareket eden vâkıa delilidir; çünkü gerçekte olan, fiilen gerçekleşen şey, gerek meleklerin ve gerekse Hz. Îsâ’nın Allah’a kulluk ve ibadet ettikleridir. Melekler bunun için var edilmişlerdir, Hz. Îsâ’nın Allah’a kulluk ve ibadetle ömrünü geçirdiği ise yalnızca Kur’an’ın nakli ile değil, İncil’deki açıklamalarıyla da sabittir (meselâ bk. Matta, 4/8-10). Allah ibadet eden değil, kendisine ibadet edilendir; melekler ve Hz. Îsâ da Allah’a ibadet ettiklerine göre bunların ne tanrı ne de O’nun oğlu veya kızı olmaları mümkündür. Allah’a ibadetten geri duranlar ikiye ayrılır; bir kısmı bilgisizlik, tembellik, imkânsızlık gibi sebeplerle ibadet edemeyenler, diğerleri ise bildikleri ve imkân buldukları halde büyüklendikleri, Allah’a kulluğu içlerine sindiremedikleri için ibadetten geri duranlar. Birinci gruba girenler, ya iyilikleri kötülüklerine, sevapları ibadet eksiklerine ve günahlarına galip geldiği için veya Allah’ın lutfu ile affedilebilirler. İkinci gruba girenler ise –kendileri bunu istemedikleri halde– zorla Allah’ın huzuruna getirilecekler, elleri kelepçeli sanık ve tutukluların mahkeme huzuruna celbedildikleri gibi Allah’ın huzuruna çıkarılınca âcizliklerini anlayacaklar, büyüklenmelerinin anlamsızlığı ortaya çıkacaktır. Ceza ve mükâfat konusundaki ilâhî kural ise şudur: Birinci kısım olarak tanımlanan kusurlular affedilmedikleri takdirde yalnızca günahları kadar ve ağır olmayan bir ceza göreceklerdir; bunlar için, Allah izin verdiği takdirde, şefaat kapısı da açık olacaktır. İkinci gruba girenlerin cezası –günahları ölçüsünde– ağır ve şiddetli olacak, ayrıca Allah’tan başka ne bir dost ne de yardımcı bulabileceklerdir. Sığınabilecekleri yegâne merci olarak, sadece Allah kalacak, ancak dünya hayatında O’na karşı büyüklendikleri ve kendisine kul olmayı reddettikleri için O’ndan yardım beklemeye de yüzleri olmayacaktır. Dünyada Allah’a kulluktan geri durmayan, ömrünü Allah’a kulluk, ibadet ve güzel işler, iyi davranışlarla geçiren müminlere gelince Allah, onlara ibadetlerinin ve güzel davranışlarının karşılığını verdikten sonra lutfundan bir de fazlasını ihsan edecek, onları hak ettiklerinin üstünde ödüllendirecektir. Cezada denge adalet gereği olup bunun bozulması haksızlıktır. Hak edilenin üstünde ödüllendirme ise adalete aykırı olmayıp ödüllendirenin lutuf, cömertlik ve kereminin eseridir. Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 188-194 يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَٓاءَكُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَاَنْزَلْـنَٓا اِلَيْكُمْ نُوراً مُبٖيناً ﴿١٧٤﴾ Meal.﴾174﴿ Ey insanlar! Şüphesiz size rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik. فَاَمَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَاعْتَصَمُوا بِهٖ فَسَيُدْخِلُهُمْ فٖي رَحْمَةٍ مِنْهُ وَفَضْلٍۙ وَيَهْدٖيهِمْ اِلَيْهِ صِرَاطاً مُسْتَقٖيماًؕ ﴿١٧٥﴾ Meal:﴾175﴿ Allah’a iman edip O’na sımsıkı sarılanlara gelince, Allah onları, kendinden bir rahmet ve lütuf içine daldıracak ve onları kendine ulaştıran dosdoğru bir yola iletecektir. TefsirArapça karşılığı burhan olan “kesin delil”den maksat akıldır ve aklın yürüyerek imanın ve hidayetin sınırına kadar gelmesini sağlayan işaret taşlarıdır; yani insanın kendi iç ve dış, maddî ve mânevî varlığı ile onu çepeçevre saran kâinatta sergilenmiş olan alâmetler, deliller, yol bulduran izlerdir. “Apaçık nur” ise “indirdik” yükleminin de delâletiyle Kur’an’dır (burhanın terim olarak anlamı için bk. Bakara 2/111). Burada tekrar bütün insanlara hitap edilmekte, akıllarını doğru kullanarak, kendilerini ve kainatı doğru gözlemleyip, okuyup yorumlayarak Allah’a inanmaları, bu imandan sonra Hz. Peygamber, onun gösterdiği mûcizeler ve özellikle getirip tebliğ ettiği kitap üzerinde doğru ve yeterli düşünerek Resûlullah’a ve Kur’an’a iman etmeleri; putlara, kendileri gibi beşer oldukları halde tanrılaştırdıkları insanlara, hayvanlara, hatta imanı dışlayan akla (sakat düşünce) sarılmak yerine Allah’a sarılmaları, O’nun gönderdiği dine sımsıkı tutunmaları istenmektedir. Bu imana kavuşan ve rehbere sarılanlar için üç mükâfat vaad edilmekte, başka bir deyişle üç güzel sonuç müjdelenmektedir: 1. Allah’ın rahmet deryasına dalmak. 2. O’nun lutfuna mazhar olmak. 3. Hidayet; yani insanı dosdoğru Allah’a, O’na kul olma şerefine erdiren ilâhî rehberlik. Dünya hayatında kul, bu üç değerli ödülden daha büyüğünü bulamaz ve elde edemez; bütün nimetler, mükâfatlar ve ecirler bu üç ödülün içindedir. İnsanlar Allah’ın rahmetiyle esirgenir, lutfuyla gönenir, hidayetiyle doğruyu, güzeli ve iyiyi bulurlar, bilirler ve yaşarlar. Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 195-196 يَسْتَفْتُونَكَؕ قُلِ اللّٰهُ يُفْتٖيكُمْ فِي الْكَلَالَةِؕ اِنِ امْرُؤٌا هَلَكَ لَيْسَ لَهُ وَلَدٌ وَلَهُٓ اُخْتٌ فَلَهَا نِصْفُ مَا تَرَكَۚ وَهُوَ يَرِثُـهَٓا اِنْ لَمْ يَكُنْ لَهَا وَلَدٌؕ فَاِنْ كَانَتَا اثْنَتَيْنِ فَلَهُمَا الثُّلُثَانِ مِمَّا تَرَكَؕ وَاِنْ كَانُٓوا اِخْوَةً رِجَالاً وَنِسَٓاءً فَلِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الْاُنْثَيَيْنِؕ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اَنْ تَضِلُّواؕ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلٖيمٌ ﴿١٧٦﴾ Meal:﴾176﴿ Senden fetva istiyorlar. De ki: “Allah, babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor: Eğer çocuğu olmayan bir kimse ölür de onun bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığının yarısı bunundur. Eğer (ölen) kız kardeşin çocuğu yoksa erkek kardeş de ona vâris olur. Kız kardeşler iki tane olursa, bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer erkekli kadınlı daha fazla kardeş varsa, erkeğin hakkı iki kadın payı kadardır. Yanılmayasınız diye Allah size açıklama yapıyor. Allah her şeyi bilmektedir. Tefsir:“Kadınlar” mânasında Nisâ adı verilen bu sûrenin son âyetinin de ağırlıklı olarak kadınların (kız kardeşler) miras haklarıyla ilgili bulunması anlamlıdır. Öz kızların bile mirastan mahrum edildiği bir sosyal çevrede; sûrenin başında, anadan erkek kardeşler yanında kız kardeşler, burada ise babadan erkek kardeşler yanında kız kardeşler de mirastan pay sahibi kılınmak suretiyle İslâm’ın kadınlara getirdiği haklar konusuna bir daha dikkat çekilmiştir. Âyet muhtemelen Hz. Peygamber’in Vedâ haccına hazırlandığı günlerde veya ondan birkaç ay önce, ağır hasta olan Câbir b. Abdullah’ın sorusu üzerine vahyedilmiştir. Çünkü Câbir’in babası ve çocukları yoktu, buna karşılık dokuz tane kız kardeşi vardı (Müsned, I, 26,38; Buhârî, “Vudû‘“, 44; “Merdâ”, 21; Müslim “Ferâiz”, 8; Taberî, VI, 41). “Babası ve çocuğu bulunmayan kimsenin mirası” diye çevrilen kısmın Arapça’daki karşılığı kelâledir. Hem babanın hem çocuğun bulunmaması halindeki miras durumuna kelâle denilmesinde ittifak, çocuk bulunmamakla beraber babanın bulunması haline bu ismin verilmesinde ihtilâf vardır. Kelâle ile ilgili miras hükümleri şu âyetlerde açıklanmıştır: a) Ana bir kardeşlerle ilgili olanı sûrenin başında (12. âyet), b) ana-baba bir veya baba bir kardeşler arasındaki miras hükümleri buradaki âyette, c) diğer durumlar ise bir çerçeve hüküm olarak “Aralarında rahim bağı bulunanlar Allah’ın hükmüne göre birbirlerine daha yakındır” meâlindeki âyette (Enfâl 8/75). “Çocuğu olmayan” ifadesinde geçen “çocuk” Arapça’daki veledin karşılığıdır. Bu dilde veled kelimesi, hem erkek hem de kız çocukları için kullanılır. Kelimeye bu mânayı veren bazı müctehidler, kız çocuğunun bulunması halinde de kelâle durumunun oluşmayacağı ve kız kardeşlerin vâris olamayacağı yorumunu yapmışlardır. Ancak müctehidlerin çoğunluğu (cumhur), kelimenin tek başına erkek için de kullanıldığından hareket ederek ve sahih bir hadise (Buhârî, “Ferâ’iz”, 5-15) dayanarak “Kız çocuğu bulunsa dahi ana-baba bir veya baba bir kız kardeşler vâris (asabe) olurlar” demişlerdir. Sûrenin 12. âyetinde kardeşler ana bir oldukları için erkek kardeşle kız kardeşler mirastan eşit pay almışlardı: Birer tane iseler her biri altıda bir alırlar, birden fazla iseler üçte bir aralarında eşit paylaştırılır. Burada ise kardeşler baba bir (yani öz) kardeşlerdir. Baba tarafından akraba erkeklerin kadınlara karşı nafaka vb. malî yükümlülükleri bulunduğu, kadınların ise böyle bir yükümlülükleri mevcut olmadığı için erkek kardeşlere, aynı derecede bulunan kız kardeşlere nisbetle iki misli pay verilmiş, böylece nimet-külfet dengesi kurulmuştur. Mirasta, gerekli bulunan durumlarda, aynı derecedeki mirasçı kadınlara, erkeklere nisbetle yarı hisse verilmesinin sebebi, kadınların ikinci sınıf insan olarak kabul edilmelerinden veya haklarının eksiltilmesinden değil, bu nimet-külfet dengesi zaruretinden kaynaklanmaktadır. Allah’ın her şeyi bildiğine vurgu yapılarak “Yanılmayasınız diye Allah size açıklama yapıyor” buyurulması, Kur’an’ın yalnızca iman, ibadet ve ahlâkla ilgili açıklamalar yapmak, bilgi ve hükümler getirmek için vahyedilmediğini, hukuk vb. alanlarda da müminlere ilâhî irşada ihtiyaçlarının bulunduğunu göstermektedir. Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 197-198
Tefsir:Bu yedi âyette İsrâiloğulları’nın, başta kendilerine gönderilen peygamberler olmak üzere insanlara yaptıkları çeşitli zulüm ve kötülüklerden örnekler verilmekte, Hz. Îsâ’nın çarmıha gerilmesi konusuna ise açıklık getirilmektedir. Âyetlerde “şu sebeplerle...” denilip arada “üzerlerine yıldırım düştüğü”, “kendilerine birtakım yiyeceklerin haram kılındığı” zikredilmekle beraber başta veya sonda “Bu sebeplerle kendilerine şu ceza verildi” denilmediği için tefsirciler farklı açıklamalar yapmışlardır: a) Yaptıkları kötülükler sebebiyle kendilerine verilen ceza “yıldırım veya yiyeceklerin haram kılınmasıdır” ve bu ceza arada zikredilmiştir. b) Ceza cümlesi zikredilmemiş, muhatapların –Kur’an’da çeşitli vesilelerle açıklanan– cezaları düşünmeleri ve bu fiillerin karşısına yerleştirmeleri istenmiştir. Daha önce Bakara sûresinin 83-84. âyetlerinde İsrâiloğulları’ndan alındığı bildirilen sözün muhtevası hakkında bilgi verilmiş, buradan 88. âyete kadar da müslümanlara yaptıkları zulümler, Hz. Muhammed’den önce kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamaları ve öldürmeleri, davetlerine karşı direnmeleri ve “Kalplerimiz kılıflıdır” diyerek onları dinlemeyeceklerini abartılı bir şekilde ifade etmeleri gibi konularda önemli açıklamalar yapılmıştı. Âl-i İmrân (3/45 vd.) ve Meryem sûrelerinde (19/16-35) Hz. Meryem’in mûcizevî bir şekilde Hz. Îsâ’ya hamile oluşu, sonra onu dünyaya getirmesi, İsrâiloğulları’nın ağır iftiraları, yeni doğan bebeğin, Allah’ın izniyle konuşarak annesini temize çıkarması hususları açıklanmaktadır. Burada sayılanlar arasında yer alıp açıklanması gereken önemli bir tarihî vak‘a Hz. Îsâ’ya yönelik ihanet ve bunun sonucunda meydana gelen olaylardır. Gerçi Âl-i İmrân’da (3/55) Hz. Îsâ’nın “vefat ettirilmesi ve Allah nezdine kaldırılması” konusuna temas edilmiştir. Ancak orada da bu vefatın ve kaldırılmanın nasıl ve ne zaman olduğu konusunda açıklık yoktur. Burada açık olarak ifade edilen husus ise Hz. Îsâ’nın yahudiler tarafından katledilmediği ve aşağıda açıklanacak olan “salb” (çarmıha germe) olayının da Hz. Îsâ üzerinde gerçekleşmediğidir. Elde bulunan İnciller’de (Matta, 26-28; Markos, 14-16; Luka, 22-24 Yuhanna, 19-21) –olayın detaylarında önemli farklılıklar bulunmakla beraber– Hz. Îsâ’nın âkıbeti şöyle anlatılmaktadır: On iki havâriden biri olan Yahuda İskariyot, başkâhine gidip para karşılığında onu kendilerine teslim edebileceğini söyledi. Yahuda’ya otuz gümüş verdiler, Îsâ’nın yerini onlara haber verdi, gelip yakaladılar, çarmıha gerdiler, burada ruhunu teslim etti. Tâbileri onu alıp bir kabre gömdüler, bilâhare kabre geldiklerinde üzerindeki taşın kaldırılmış, kabrin içinin de boş olduğunu gördüler; Îsâ diriltilmiş, kıyam etmişti. Bazı şâkirdlerine göründükten ve getirdiği dini yaymalarını onlara vazife olarak verdikten sonra göklere çıkmış ve babasının (Tanrı’nın) sağına oturmuştu. Hz. Îsâ’nın yaşadığı çağda ve bölgede idamlar çarmıha germek suretiyle yapılır; mahkûmların el ve ayakları çarmıha bağlanır veya çivilenir; ayrıca bacakları kırılarak ölüme terkedilirdi. Arapça salb kelimesi hem mahkûmu haça çivilemek, hem de “omurgasını kırıp omuriliğini çıkararak öldürmek” mânalarına gelmektedir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “slb” md.). Diğer İnciller’de bulunmamakla beraber Yuhanna’daki şu ifade bu bakımdan ilgi çekicidir: “... başını eğip ruhu verdi... Askerler gelip diğer mahkûmların bacaklarını kırdılar; fakat Îsâ’ya gelip onun zaten ölmüş olduğunu görünce bacaklarını kırmadılar... Çünkü bu şeyler ‘Onun hiçbir kemiği kırılmayacaktır’ yazısı yerine gelsin diye vâki oldu” (19/30-36). İnciller’de yazılanlar bu şekilde olmakla beraber hıristiyanlar Hz. Îsâ’nın âkıbeti konusunda ikiye ayrılmışlardır: Çoğunluğa ve resmî inanca göre o çarmıha gerilerek öldürülmüş, böylece insanlığın günahını (ilk günah) canıyla ödemiş, sonra babasının yanına gitmiştir. Barnaba İncili’ne ve bir kısım hıristiyanlara göre ise Hz. Îsâ çarmıhta öldürülmemiştir. Birisi ve muhtemelen onu ihbar eden Yahuda, Allah tarafından Îsâ’ya benzetilmiş, yahudiler de onu tutup çarmıha gererek öldürmüşlerdir (Neccâr, Kısasü’l-enbiyâ, s. 403, 448 vd.; İbn Âşûr, V, 22). Bu bilgileri ihtiva eden kaynakların önemlilerinden biri olan Barnaba İncili, bazı mezheplere göre Hz. Îsâ’nın havârilerinden Aziz Barnaba’ya aittir. Bu İncil, konsillerde oluşturulan ve daha çok Pavlus’un etkisinde kalan resmî Hıristiyanlığa aykırı düştüğü için yasaklanmış, uzun müddet bazı yüksek seviyeli din adamlarının elinde gizli kaldıktan sonra 1738’de Viyana Kütüphanesi’ne konmuş ve böylece ortaya çıkmış, birçok dile tercüme edilmiştir. Kur’an-ı Kerîm’in açık ve kesin ifadesine göre Hz. Îsâ bir peygamberdir (4/171), düşmanları tarafından çarmıha gerilerek öldürülmemiştir. Allah Teâlâ peygamberini onlardan korumuş, aralarından çıkarıp himayesine almış, nezdine yükseltmiştir. 157. âyetin, “(Başkası ona benzer kılındığı için) şüphe içine düşürüldüler” şeklinde çevirilen kısmında geçen teşbîh kavramının bir mânası “benzetmek, benzer kılmak” bir başka mânası da “şüpheye düşürmek”tir. Bu mânalardan birincisine göre ihbarcı Hz. Îsâ’ya benzetilmiş ve çarmıha gerilerek katledilmiştir. İkincisine göre Hz. Îsâ’yı çarmıha gerip öldürmüş değillerdir; bu konuda zaten kendileri de şüphe ve ihtilâf içindedirler. 157. âyetin sonundaki “Onu kesin olarak öldürmediler” cümlesini de iki şekilde anlamak mümkündür: 1. “Onu öldürdüklerini iddia edenler bu konuda kesin bilgiye sahip değildirler; bu anlayış, teşbihin ikinci mânasını teyit etmektedir. 2. “Onu öldüremedikleri kesindir.” Bu anlayış da teşbihin, “birini diğerine benzetme” anlamını desteklemektedir. Kur’an’a göre Hz. Îsâ’yı çarmıha gererek öldüremedikleri kesin olmakla beraber âkıbetinin ne olduğu konusunda aynı kesinlik yoktur. Taberî ve İbn Kesîr gibi tefsirlerde uzun uzadıya yer verilen rivayetlere ve müslümanlar arasında yaygın olan inanca göre Hz. Îsâ, basıldıkları evin tavanında açılan bir delikten göğe çıkarılmıştır, maddî olmayan bir semada yeniden geleceği günü beklemektedir. O gün gelince yere inecek, deccâlı öldürecek, bütün dinlerin nihaî bir özeti ve özü olan İslâm’a hizmet edecek, yeryüzünü ahlâkî yönden ıslah eyleyecektir... (Taberî, VI, 12 vd.; İbn Kesîr, II, 405 vd.). Ancak Kur’an-ı Kerîm’in ifadesi böyle bir anlayış için kesin ve ihtimalsiz bir delil olarak kullanılamaz. Çünkü gerek burada açıklanan 158. âyette ve gerekse Âl-i İmrân sûresinin 55. âyetinde Allah Teâlâ, onu “kendine yükselttiğini, kaldırdığını” ifade buyuruyor; burada “sema”dan söz edilmiyor, “Onu semaya kaldırdı” denmiyor; O’na yükselen şeyin ise yaratılmış bir nesne (ruh ve ceset) olması da uygun ve mümkün değildir. Allah Teâlâ’nın her şeye kadir olduğunda, peygamberlerine nice mûcizeler lutfettiğinde şüphe bulunmamakla beraber burada “Hz. Îsâ’nın bedeniyle beraber göğe yükseltildiği” ifadesi mevcut değildir. Aksine 158. âyette “kendisine yükseltti, kaldırdı”, Âl-i İmrân’da ise “Seni vefat ettireceğim ve seni nezdime yükselteceğim” buyurulmuştur. Bu iki âyete bir arada mâna verildiği zaman ortaya çıkacak sonuç, “onun önce vefat ettirildiği, sonra Allah’a götürüldüğüdür ve bunun, asırlarca sonra değil, öldürme teşebbüsü sırasında veya kısa bir müddet sonra vuku bulduğudur.” Bu gerçekler bilgiyi –bütün diğer peygamberlerin aldığı– tek kaynaktan, vahiy yoluyla Allah’tan alan son peygamberin gelmesiyle ortaya çıkmış ve insanlığa ilân edilmiştir. Nitekim Hz. Îsâ da bugün elde bulunan İnciller’de yer alan şu cümleleriyle buna işaret etmiştir: “... benim gitmem sizin için hayırlıdır; çünkü gitmezsem tesellici size gelmez... Size söyleyecek daha çok şeylerim var, fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat o hakikat ruhu gelince size, her hakikate yol gösterecek; zira kendiliğinden söylemeyecek, fakat her ne işitirse söyleyecek... Benimkinden alacak ve size bildirecektir” (Yuhanna, 16/7-15; krş. Saf 61/6). Burada geçen “tesellici” ve “hakikat ruhu”nun aslında Ahmed’e tekabül eden bir kelime olduğu, fakat Ehl-i kitabın kelimeyi bu şekilde değiştirdikleri birçok araştırmacı tarafından ileri sürülmüştür (Hamîdullah, Le Saint Coran, s. 739; ayrıca bk. Saf 61/6). “Ehl-i kitap’tan her biri ölümünden önce ona mutlaka iman edecektir; o da kıyamet gününde onlara şahit olacaktır” meâlindeki 159. âyet iki şekilde anlamaya müsaittir: 1. “Hz. Îsâ’nın ölümünden önce...” Bu anlayış ve yorum, “onun ölmediği, semada ineceği günü beklediği” inancına delil kılınmıştır. Ancak Hz. Îsâ âhir zamanda yeryüzüne indiğinde yaşamakta olan Ehl-i kitap, gelmiş geçmiş bütün yahudiler ve hıristiyanlar olmadığı için bu anlayış / yorum, âyetin açık mânasına ters düşmektedir ve bu yorumu destekleyen bir tahsis delili de bulunmamaktadır. 2. “Her bir Ehl-i kitap mensubu kendi ölümünden önce...” Bu anlayışa göre Allah, kulu ve elçisi Îsâ’ya bir lutuf ve teselli olarak her bir yahudi ve hıristiyana, son nefeslerini verirken gerçeği gösterecek, yahudiler onun peygamber olduğuna, hıristiyanlar da Allah’ın oğlu değil, peygamberi ve elçisi olarak gönderildiğine inanacaklardır; âhir nefeste gerçekleşecek olan bu yeis hali imanı, hayattan ümit kesildikten sonraki inanma onlara bir fayda sağlamayacaktır (Râzî, XI, 103-104). İş işten geçtikten sonra inanma fayda vermediği gibi bunu hesap (mahkemeleşme) sırasında berâet delili olarak ileri sürmenin de faydası olmayacaktır. Çünkü onların Hz. Îsâ’ya, Allah’ın bir peygamberi olarak –inanmanın işe yaradığı bir zamanda– iman etmediklerine o da şahitlik edecektir. Âl-i İmrân’da (3/55) “... Sana tâbi olanları kıyamet gününe kadar inkâr edenlerden üstün kılacağım” buyurulmuş; burada 155. âyette de yahudiler kastedilerek “... pek azı müstesna artık iman etmezler” denilmiştir. Bu iki âyet de “her bir Ehl-i kitap mensubunun ölmeden önce ona iman edecekleri” anlayışına ters düşmektedir. İbn Âşûr “... ölümünden önce ona iman edecektir” kısmında geçen “ona” zamirinin “Hz. Îsâ’ya değil, “yukarıda anlatılan “katledilmediği, aksine Allah nezdine yükseltildiği” vâkıasına ait bulunduğunu, ona işaret ettiğini ileri sürmüştür. Ona göre yahudiler ve hıristiyanlar, ömürlerini tereddüt içinde geçirseler de sonunda Hz. Îsâ’nın çarmıha gerilmediğine, yahudiler tarafından bu şekilde öldürülmediğine iman edeceklerdir. Bütün bu açıklamalar şu kanaatimizi teyit etmektedir: Kesin olan, Hz. Îsâ’nın yahudiler tarafından çarmıha gerilerek, omurgası parçalanarak öldürülmediği, Allah Teâlâ’nın kulu ve elçisini onların elinden bir şekilde kurtardığı, onu daha sonra vefat ettirdiği ve kendine yükselttiğidir. “Vefat ettirme”nin şekli ve zamanıyla “kendine yükseltme”nin nasıllığı konusu ihtimallere açıktır. Kur’an-ı Kerîm’de şehidlerin mutlu sonlarını anlatırken “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma! Bilâkis onlar diridirler; Allah’ın, lutuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle sevinçli bir halde rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar...” (Al-i İmrân 3/169-170) buyurulmuştur. Bu âyete göre şehidler de diğer insanların ölmesi gibi ölmemişlerdir, Rableri nezdinde rızıklara mazhar olmaktadırlar. Ancak bu ifadeyi “Ruhları ve cesetleriyle Allah’ın nezdine yükseltilmişlerdir ve orada dünyalılar gibi yaşamaktadırlar” şeklinde anlamak mükün değildir. Şu halde hayatın da, ölümün de çeşitleri vardır ve Allah nezdinde olmak, Allah’a yükseltilmek maddî olarak anlaşılamaz. Çünkü Allah zamandan, mekândan ve maddeden münezzehtir. Bir Mehdî ve Îsâ Mesîh beklentisi, çeşitli zamanlarda birtakım sahtekârların ortaya çıkıp mehdîlik ve mesîhlik iddiasında bulunmalarına sebep olagelmiştir. Hz. Îsâ’nın, bir ıslahat vazifesiyle yani Ehl-i kitabın bozulan inançlarını İslâmî itikad esasları doğrultusunda düzeltmek ve yanlışlıkları gidermek, kötülükleri ortadan kaldırmak üzere dünyaya yeniden gelmesi mukadder ise bunun için gövdesini ölümsüz kılmak ve onu gökte bekletmek zaruri değildir; bunun ilâhî takdir ve kudretle başka şekillerde de gerçekleşmesi mümkündür. Müslümanların vazifesi de ıslahat için Mehdî’yi veya Hz. Îsâ’yı beklemek değildir; kötülüğü engellemek, iyilik ve güzellikleri yaymak, yaşamak ve yaşatmak için ellerinden geleni yapmak, canla başla çalışmaktır. Allah müminlerden, ıslahatçıyı bekleyip beklemediklerini değil, bunun için kendilerinin ne yaptıklarını soracaktır (bu konuda bilgi için ayrıca bk. İlyas Çelebi, “Îsâ [Kelâm]”, DİA, XXII, 472-473).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 176-181 لٰكِنِ الرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ مِنْهُمْ وَالْمُؤْمِنُونَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَالْمُقٖيمٖينَ الصَّلٰوةَ وَالْمُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَالْمُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِؕ اُو۬لٰٓئِكَ سَنُؤْتٖيهِمْ اَجْراً عَظٖيماًࣖ ﴿١٦٢﴾ Meal:﴾162﴿ Onlar arasından ilimde derinleşmiş olanlarla müminler -ki bunlar sana indirilene ve senden önce indirilmiş olana iman ederler- namazı kılanlar, zekâtı verenler, Allah’a ve âhiret gününe inananlar başkadır. İşte onlara pek yakında büyük mükâfat vereceğiz. Tefsir:Ehl-i kitabın gerçeğe uymayan inançları, hem kendilerine hem de başkalarına zarar veren birtakım davranışları zikredildikten sonra tamamının böyle olmadığı, içlerinde müstesna kimselerin de bulunduğu ifade ediliyor. Bu farklı Ehl-i kitap mensupları da ikiye ayrılıyor: İlimde derinleşenler, böyle bir özellikleri bulunmamakla beraber fıtrî akıllarını kullanarak iman edenler. Her iki grup, daha öncekilere gönderilenler yanında son peygambere vahyedilmiş bulunan kitaba da iman ettikleri, bununla da kalmayıp hem bedenî (namaz) hem de malî (zekât) ibadetlerini yerine getirdikleri için Allah’tan büyük bir mükâfatı hak etmiş oluyorlar. Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 182 اِنَّٓا اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ كَمَٓا اَوْحَيْنَٓا اِلٰى نُوحٍ وَالنَّبِيّٖنَ مِنْ بَعْدِهٖۚ وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰٓى اِبْرٰهٖيمَ وَاِسْمٰعٖيلَ وَاِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَ وَالْاَسْبَاطِ وَعٖيسٰى وَاَيُّوبَ وَيُونُسَ وَهٰرُونَ وَسُلَيْمٰنَۚ وَاٰتَيْنَا دَاوُ۫دَ زَبُوراًۚ ﴿١٦٣﴾ Meal:﴾163﴿ Biz Nûh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve İbrâhim’e, İsmâil’e, İshak’a, Ya‘kūb’a, torunlara, Îsâ’ya, Eyyûb’a, Yûnus’a, Hârûn’a ve Süleyman’a vahyettik. Dâvûd’a da Zebûr’u verdik. وَرُسُلاً قَدْ قَصَصْنَاهُمْ عَلَيْكَ مِنْ قَبْلُ وَرُسُلاً لَمْ نَقْصُصْهُمْ عَلَيْكَؕ وَكَلَّمَ اللّٰهُ مُوسٰى تَكْلٖيماًۚ ﴿١٦٤﴾ Meal:﴾164﴿ Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık. Ve Allah, Mûsâ ile gerçekten konuştu. رُسُلاً مُبَشِّرٖينَ وَمُنْذِرٖينَ لِئَلَّا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَى اللّٰهِ حُجَّةٌ بَعْدَ الرُّسُلِؕ وَكَانَ اللّٰهُ عَزٖيزاً حَكٖيماً ﴿١٦٥﴾ Meal:﴾165﴿ Müjdeleyen ve uyaran peygamberler gönderdik ki, insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı tutunacak bir delilleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir. Tefsir:Diğer gayri müslimler ve inkârcılar yanında Ehl-i kitabın da hem birbirine hem de İslâm’a olumsuz bakışları, Allah nezdinde geçerli bulunan imana nisbetle yanlış veya eksik bir inanç içinde bulundukları, bunlardan bir grubun, Hz. Peygamber’e gökten bir kitap indirilmesini istedikleri yukarıda geçen âyetlerde zikredilmişti. Özellikle Ehl-i kitap’tan olanların bu taleplerinde ne kadar haksız ve çelişkili olduklarını açıklamak üzere bu âyetlerin geldiği anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber’in şahsında Ehl-i kitaba şu gerçekler hatırlatılıyor: Din, Allah’ın peygamberlerine vahyederek bildirdiği bilgi ve öğretiler bütünüdür. Ellerinde bulunan kitaplarda hem vahiyden hem de peygamberlerden söz edilmiş, kendileri de bunlara inanmışlardır. Muhammed Mustafa da diğerleri gibi bir peygamberdir. Ona gelen Kur’an da, diğer peygamberlere gelen Tevrat, Zebûr, İncil gibi bir ilâhî kitaptır. Aslında kendileri kitaplarında bunların çoğunun isimlerini buldukları ve bildikleri halde daha önce okuma-yazma öğrenmemiş bulunan son peygamberin bunlardan haberi yoktur. Ona peygamberleri de, kitapları da bildiren, öğreten Allah’tır. Diğer peygamberler nasıl ümmetlerine hem müjdeler hem de uyarılarla gelmişlerse son peygamber de öyle gelmiştir. Bu arada kendilerini de uyarmış, iman etmedikleri takdirde uğrayacakları âkıbeti, “bilmiyorduk, haberimiz olmadı” deme imkânlarının da bulunmayacağını bildirmiştir. Allah Teâlâ insanlara gerektiği kadar peygamber göndermiştir, ayrıca her insan topluluğunda onlara yol gösteren rehber kulları vardır (Ra‘d 13/7). Ancak peygamberlerin tamamının isimlerini Kur’an’da saymamış, müslümanların bilmelerinde fayda gördüğü peygamberleri yeteri kadar zikretmiş ve faaliyetleri hakkında bilgi vermiştir. Burada isimleri sayılan peygamberlerden başka (bu âyetin vahyedilmesinden önce) Hûd, Sâlih, Şuayb, Zekeriyyâ, Yahyâ, İlyas, Elyesa‘, Lût gibi peygamberlerden söz etmiştir. Hadislerde peygamber oldukları zikredilen Hâlid b. Sinân el-Absî gibi isimler de vardır (âyette geçen Dâvûd peygamber için bk. Bakara 2/251, Sâd 38/17 vd.; Zebûr hakkında bilgi için bk. Enbiyâ 21/105). Allah Teâlâ’nın Hz. Mûsâ ile konuşması, Şûrâ sûresinde (42/51) açıklanan “konuşma yolları”ndan birisiyle; yani “perde arkasından konuşma” yoluyla gerçekleşmektedir. Bu konuşmada melek aracılığı yoktur, doğrudan kalbe ve zihne iletilme de yoktur, konuşan gözükmeksizin “bir söyleme ve anlama” vardır. Söyleyen, konuşan Allah olduğuna göre elbette burada, insanlar arasındaki konuşmada olduğu gibi araçlar, sesler ve harfler mevcut değildir. Allah Teâlâ’nın kelâm (konuşma) sıfatının eseri ve tecellisi olan, bu sıfatın açıklama iradesini yerine getirmek üzere muhatabıyla keyfiyetsiz olarak ilişki kurması (taalluk) sonucunda –Allah bakımından değil, kul bakımından yeni oluşan– bu olay, melek aracılığı ile olduğunda Cebrâil’e nasıl ulaşıyorsa, onun aracılığı olmadan peygambere de öyle ulaşmaktadır; çünkü yaratılmış olmak, Allah’ın bir sıfatı olmamak bakımından bu ikisi arasında bir fark yoktur (Allah’ın konuşması konusu hakkında ayrıca bk. “Tefsire Giriş” bölümünün “I. Kur’an-ı Kerîm, A) Tanımı ve Özellikleri, 2. Vahiy” başlığı; Nisâ 4/164; A‘râf 7/143-144). “İnkârcıların ve itaatsizlerin bahanelerini ortadan kaldırmak” ve “Bize bilgi gelmedi, uyarılmadık” diye kendilerini savunmalarına imkân vermemek için peygamberlerin gönderilmiş olması, peygamberler gelmediği dönemlerde yaşayan veya bulundukları yer ve durum itibariyle peygamberlerin tebliğlerini alamamış, bunlarla yeteri kadar ilişki kuramamış bulunan insanların sorumluluklarını akla getirmektedir. Bu konu İslâm düşüncesinde tartışılmış; a) “Allah’ı bilme ve O’na inanma dahil hiçbir sorumluluk bulunamaz; çünkü insan aklı bunlar için yeterli değildir”, b) “Allah’ın varlık ve birliğini bilmek ve O’na inanmak yükümlülüğü vardır”, c) “İmana ek olarak aklın iyilik ve kötülüğünü bilebileceği birçok davranışıyla da yükümlülük vardır” şeklinde üç görüş ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilk ikisi Ehl-i sünnet’e ait olup ikincisi orta yolu temsil etmektedir. Bu tartışma “peygamberi görmemiş, davetini işitmemiş, onunla yeteri kadar ilişki kuramamış” insanlarla ilgilidir. Hz. Peygamber’in davetini işittikten, onunla uzun zaman yaşadıktan, itiraz edip cevap aldıktan sonra hâlâ inkârda ısrar edenlerin, kezâ daha sonraki asırlarda dünyaya geldiği halde hak dini sahih bir şekilde (aslına uygun olarak) işittiği ve bildiği halde imana gelmeyenlerin sorumlu olacakları hem akıl hem de bu âyet ve benzeri nakil yollarıyla anlaşılmaktadır. Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 182-184 لٰكِنِ اللّٰهُ يَشْهَدُ بِمَٓا اَنْزَلَ اِلَيْكَ اَنْزَلَهُ بِعِلْمِهٖۚ وَالْمَلٰٓئِكَةُ يَشْهَدُونَؕ وَكَفٰى بِاللّٰهِ شَهٖيداً ﴿١٦٦﴾ Meal:﴾166﴿ Fakat Allah sana indirdiğine, onu ilmiyle (ilminin bir eseri olarak) indirdiğine şahitlik eder; melekler de şahitlik ederler. Ve şahit olarak Allah yeterlidir. Tefsir:Bu âyet hem Hz. Peygamber’e yönelik bir teselli içermektedir hem de gerçeğin, –kaynağından gelen– güçlü bir ifadesidir. Evet Ehl-i kitap ve diğerleri, parça parça gelmekte olan Kur’an’ı, onun Allah’tan geldiğini ve vahiy ürünü olduğunu inkâr etseler de bu sonucu değiştirmez. Çünkü Allah, her şeyi kuşatan ilmiyle bunun böyle olduğuna şahitlik etmekte yani bu gerçeği bildirmektedir. Vahiyle ilgili melekler de olup biteni görerek olayın şahidi olmuşlardır. Bu şehâdet öncelikle Hz. Peygamber’in mânevî gücünü arttırmaktadır, ayrıca bunu duyanların Kur’an’a bir de bu gözle bakmalarını teşvik etmektedir. Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 184-185 اِنَّ الَّذٖينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِ قَدْ ضَلُّوا ضَلَالاً بَعٖيداً ﴿١٦٧﴾ Meal:﴾167﴿ İnkâr eden ve Allah yolundan alıkoyanlar şüphesiz doğru yoldan çok uzaklaşmışlardır. اِنَّ الَّذٖينَ كَفَرُوا وَظَلَمُوا لَمْ يَكُنِ اللّٰهُ لِيَغْفِرَ لَهُمْ وَلَا لِيَهْدِيَهُمْ طَرٖيقاًۙ ﴿١٦٨﴾, 168:İnkâr edenleri ve hakkı gözetmeyenleri, Allah asla bağışlayacak değildir. اِلَّا طَرٖيقَ جَهَنَّمَ خَالِدٖينَ فٖيهَٓا اَبَداًؕ وَكَانَ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَسٖيراً ﴿١٦٩﴾ Meal :﴾168-169﴿ İnkâr edenleri ve hakkı gözetmeyenleri, Allah asla bağışlayacak değildir. Onları, içinde ebedî olarak kalacakları cehennem yolundan başka bir yola da yönlendirecek değildir. Bu da Allah için çok kolaydır. Tefsir:Daha önce inkârın çeşitleri, bunları temsil eden kimselerin zihnî ve ahlâkî tavırları açıklanmış, hidayete yönelmeleri için gerekli yönlendirmeler yapılmış, delil ve işaretler verilmişti. Bundan sonra gelecek âyetlerde ise hem bütün insanlığa hem de özellikle Ehl-i kitaba yönelik bir çağrı yapılacaktır. Bu ikisi arasında psikolojik olarak hazırlanmayı sağlayacak bir geçiş olmak üzere, çeşitli yollarla insanların gerçeği bulmalarını, hak dine inanmalarını ve hayatlarını buna göre düzenleyip yaşamalarını engellemede, hakkı gözetmeme (zulüm) ve peygamberi inkâr etmede ısrar edenleri bekleyen korkunç âkıbet canlı bir şekilde haber verilmektedir. Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 185 يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَٓاءَكُمُ الرَّسُولُ بِالْحَقِّ مِنْ رَبِّكُمْ فَاٰمِنُوا خَيْراً لَكُمْؕ وَاِنْ تَكْفُرُوا فَاِنَّ لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِؕ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٖيماً حَكٖيماً ﴿١٧٠﴾ Meal :﴾170﴿ Ey insanlar! Peygamber rabbinizden size gerçeği getirdi. Şu halde kendi iyiliğinize olarak iman edin. Eğer inkâr ederseniz bilin ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Allah sınırsız ilim ve hikmet sahibidir. Tefsir:Genel olarak inkârcıları ve özel olarak da Ehl-i kitabı muhatap alan önceki âyetlerde bunların dayanakları çürütüldüğü ve taleplerinin anlamsızlığı açıklandığı için içlerinde Arabistan müşriklerinin ve çevrede yaşayan Ehl-i kitabın da bulunduğu bütün insanların hak dine çağrılmalarına uygun bir zemin hazırlanmış oldu. Bu sebeple önce bu âyette bütün insanlar, takip eden âyette ise Ehl-i kitap hak dine, tevhid inancına davet edilmektedir. Resûlullah’ın Allah’tan getirdiği gerçek Kur’an’dır ve İslâm’dır. Allah bütün insanları bu dine inanmaya çağırmaktadır. Kur’an’ın nâzil olduğu yerde ve zamanda “Ey insanlar!” denildiği zaman bundan yakın çevredeki inkârcılar, müşrikler anlaşılsa bile “bütün insanlara yönelik” bir çağrıyı Arabistan kıtasına ve müşriklere özgü kılmak ilâhî maksada uygun değildir. Çünkü Kur’an âyetleri insanların, bunlardan ibaret olmadığını, çeşitli ırk, renk, dil ve kültürden olan başka insanların da bulunduklarını açıklamaktadır. Hz. Peygamber de İslâm davetini Arabistan yarımadası ve Arap kavmi ile sınırlı tutmamış, Habeşistan’dan İran’a ve Bizans’a kadar dünyanın dört bucağına ulaştırmaya çalışmıştır. Allah’ın kullarını imana ve iyi davranışlarda bulunmaya (amel-i sâlih) çağırması –hâşâ– kendisi buna muhtaç olduğu için değildir. Çünkü insanlar da dahil olmak üzere bütün yaratılmışlar O’na aittir, O’nun mülküne dahildir. İman ve sâlih ameller insanlara lâzımdır, buna muhtaç olan insanlardır, dünya ve âhiret mutlulukları imana ve sâlih amele bağlıdır. Bu sebeple insanlar için hayırlı olan davranış, dini inkâr ve ilâhî emirlere isyan etmek veya bunlara karşı ilgisizlik değil, iman ve sâlih amellerdir. Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 187-188
Thema von Kurban im Forum Makale/Artikel/Anregun...
Mektubat Ve Bazı Mesaili Mühimme/Salahuttın Ibni Mevlana Siracüttin Kds 97-
Her an hicranda olmaları:Zatı mahbube vuculden aciz ve yeis hasıl etmelerindendir.Zira:Bu neşe de vusul ya zılal veya usulu esma ve sıfatı mahbubedir.Aynı mahbube vusul yoktur.Varsa:Bir varisi tam ve ekmeli Muhammedi içun mutesavver dir ki;Hzrt Muhammedin miracına şebihi dir.Mechulul keyfiyettir.Bu kemal erbabı bir sene de bir ferd olarak ancak zuhur edebilir.İmamı Rabbani gibi Bu kemal cenabı fahri rüsülün velayet,nubuvvet.risalet,ulul azimet,muhammediyet, ve ahmediyeti kemalatını nail ve mazhariyete mutevakkıfdır.Bu kemalatdan birine mazhariyet noksan olsa varisi tam ıtlakı sahih olmaz.bu takdir de zikir edilen veraset ve kemalde husul bulmaz..Varisi tammın kemalatı fahri kevneynin her nevinden hassayı tammı vardır.Bu devlet başkaları içun ğayrı mutesavverdir.Dinde sabit olan bayramlar ki :Iydı fıtır ve ıydı udhiye dir;bunlardaki sürur ve kudur avam ve havas beyninde muşterekdir.yukardaki mustemir bayramı haiz olanlar içun bu bayramların idrakinde ondan olmayan fezail vardır.Haiz olmayanlar içun sürur fazilet derkardır. Bu da haizi ehemmiyet bir şeydir.Mea haza...mustemir bayrama nail olmanın sebeb ve vesilesi bu bayramların şerin teklifi vecihle eda eylemeğe ve uhdesşnden iyi gelmeye vabestedir.Zira her hal ve kemalin istihsali sureti şeri mutehharanin hüsnü temessükü ile hasıldır.Surete tam temessük,hakikate temessüke sebildir. Kadir Gecesi Kadir Gecesi: Bu geceyi idrak ancak erbabı vusul ve müşahede içun müyesserdir ki:Bunların hangi makam ve mazhariyet ashabı olduğu yukarıda zikir edilmiştir.(Yukarıdaki Makale de)Bu geceyi bu zevatın idrak etmesi de mutlak değildir.Allah kimi bu şeref ile şerefyab ederse o muşerrefdir.kadir gecesinin hangi gece olduğunda beynel muslimin ihtilafatı kesire hasıl olmuştur.Eşhuru rivayat Ramazan içinde ve aşri ahirirn de ve 27.gecesin de olmasında dır.Fakat kati(kesin)değildir. Mea zalik:Bu gecenin fezailinden her ferdi ümmet;ehli süret sureti ehli hakikat hakikatı itibarıyla nasibdardır.Bu nasibenin husulunde o geeyi keşifle idrak,eylemek şart değildir.Elverir ki her ferdi ümmet bu gecenin fezailinden hissedar olmayı daima isteye..Ve her gecenin bu gece olması ihtimalini derpiş eyleyerek zahiren ve batınen meteyakkız buluna..Onunçun Meşayıhı terk [Her gördüğünü Hızır bil,her geceyi Kadir bil]derler.Güzel söz.. Mana da Hak Tealanın Nüzulü Ve Marifetullah Mana da Hak Tealanın ..Tenezzülü meselesi zannetmek müşkildir.Tenezzül mefhumunu tefekkür de hatar vardır.Hernekadar ehadisi nüzulu mervi isede bu bizim bildiğimiz umurdan değildir.Bu tabirat müşabehetdandır.Mana da Mevlaya muteallık vekayı in zuhuru,bi keyf,bi keyfiyet oursasihhate hamli mümkindir.Fakat bi keyf ve bikeyfiyet nedemektir?Bunu idrak etmek bile umuru muhimme ve muazzama dandır.Nefsinizi mevla ile zikir ettiğiniz halde muamele mevkinden tard ve azil ediniz,Evet esasen Allahu teala nın maiyeti,ihatası,akrabiyeti vardır.Fakat keyfiyeti mechuldür.Buna yalınız iman etmek kafidir.O zatı akdes bizim malumunuz olan nüzul ve urucan,tasavvur ve teakkul edilebileceğimiz her emirden mukaddes ve münezzehdir.Zat ve sıfatı daireyi ilim,idrak ve marifete sığan Allahdasn istiğaze ederiz.Marifet oldur ki;Allahın zatı gibi esma ve sıfatının da hıytayı idrakı mahlukatdan hariç olduğunu sabit kıla.Anda Hayretden başka mahluk içun nasibi kamil yoktur.Anın içun enbiyadan sonra efdali beşer olan sıddıkı ekber [El aczü an derkil idraki idrakun..]buyurmuştur.Beşer içun mümkin olan marifetin serhaddi intihası bu şemsi alinin tazammun ettiği mefhumdur. Fakat bu mefhumu sahibi şems gibi bilen nerededir. Bu kelamdaki gibi marifetin ne olduğunu bilmekten aciz olan bazı sükarayı evliya bu babda bazı sözler tefehhüh etmiştir.Bu sekirdn mütevellid dir.Başka bir şey ifade etmemektedir. Bu sözlerimiz,mahluk içun mevlayı mendeğildir.Bilaks marifeti hudayı tevsidur.Allah ancak esma ve sıfatı ve bunların asarı ve ahkamı ve muteallikatı ile bilinir.Başka sebil yoktur.Kitabı keriminde de nefsini bu suretde tevsif buyurmuştur.Bizim sadedi beyanda olmak istediğimiz ademi marifet ise bu marifetin kemalinden sonra hasıl olan bir emirdir ki:bununla bu ümetin ahassı havassı mğşerrefdir.Bu devletmel muşerref kılınanların marfietinden aciz ve cehillerinden mudrik omaları esma ve sıfat ve zatullahı {vucudu mevhub olan zatı ile}bi keyf ve bi keyfiyet olarak marifetleridir ki:Bu rütbeyi refiaya vasıl olmayanların anı bilmesine ve anlamasına imkan yoktur. İşte enbiyanın delalet ettiği ilah,haytayı idrak,ve irfana sığdırılamayan ilahdır.Boyle bir ilaha iman ancak imanı ğaybi ila dir ki imanı şuhudi bu makamda hayizi itibardan sakıtdır.Çünki imanı şuhudi kemalatı velayete tealluk eden bir imandır.İmanı ğaybi kemalatı nubuvvete terettub eden bir imandır.Bu iman da avam sureti ahassı havas hakikat itibarıyla şirketdardır.Vasat da bulunanlar erbabı keşif ve şuhud velayetidir.Erbabı keşif ve şuhud eğer mertebeyi keşif ve ayanı berzahdan,makamı ğayıb vechile irtika edebilirse kemalatı maıye,imanı sabıkasından elbetde mustefid olur.Ve bu makmda hakikatı iman ve islam devletiyle muşerref kılınır.Bu mertebenin kemaline had ve ğayet mutesaver değildir.Bu kemal ile muttasıf olanların bir nefis madununda bulunanların cemisinin bütün kemallerinden efdal ve azamdır. Mevlayı muteal cümlemii bu devlet ashabı meyanından mahşur eyleye..Amin DARU CENNET DE RUYETİ HUDA 101. Sayfa Darı cenet de ruyeti Huda haktır.(Vucuhun yevme izin nadıratun İla rabbiha nazıreh)Yani Nassı kerimi(Cenet de rabbinizi bedir gecesi Kameri gördüğünüz gibi göreceksiniz)Hadisi Peyğamberiyesi ve akaidi ehli sünnet ve cemaatı bildiren Kasideyi Emaliyenin(Yerahul müminene bi ğayri keyfin ve idrakin ve darbin minel misal)beytinin mazmunu delayili katiadır.Rüyeti Cennet de olacaktır.Bi Keyf ve keyfiyettir.Hayatı Cennet hayatı Dünyaya makıys olamaz.Oradaki cismani hayat,buradaki ruhani hayatdan bile eltaftır.Ğayibi muşahede kıyas ve temsil bu makam da ğayrı sahih ve batıldır.Cenetin nimetleri (Ma la ayun raet,vela üzunun semiat,vela hatare ala kalbi beşer)haberi hükmünce bu alem de vasıtayı ilim ve idrakımız olan göz ve kulak ve kalb ile idrak şanından olan her şeyin ma vera ve ma adasıdır. Niam ve hayatı cenet böyle olursa,haliki cennet olan zatı akdes ilahinin ruyeti keyfiyeti bu aklı nakıs ile nasıl kabil olabiliyor.Bu alem de biz mucibi nusus mucerred ruyete iman eylemek lazımdır.Keyfiyeti idrake girişmek lazım değildir.Ehlis sünnet den ma ada fırakı saire islamamiye bahsi ruyetde dalalete düşerek akıllarına sığdıramamışlar.Mahsusu ğayri mahsuse,şahid ğaibe kıyas giryosundan kurtulamamışlar.Bu husus da yalınız fırkayı naciye ehli sünnet vel cemaat-kitab ve sünnete şiddeti temessükleri basar basiretlerinin nuru ilimi nubuvvet ile mukemmel olması sebebiyle-tariki Hak-ve savabe hidayetab olmuşlardır. Şu ciheti kayıt etmek lazımdır ki:Ruyetin hakikatı bu darda ruhunu sülük ve uruc tarikıyla [mertebeyi hakikatissalate]çıkaran ehassı havasa malum ve munkeşif olur. Hadis varid olan :[Assalatu miracul mümin]in hakikatı bu zevat içun sabit ve sadıktır.Makamı hakikatıssalat meratibi sülukun nihayetidir.İlerisi mertebeyi vucub dur.Eğer bir ferd bu alem de hakikatı ruyeti anlamak isterse ruhunu bu makama çıkarmalıdır.Ve illa kitab ve sünnet ile sabit olan ruyete iman eyleyerek araştırılmamalıdır. Çunki bu hakikatı kema yenbeği anlamak ancak bu suretle mumkindir...eslem tarik budur. Vahdeti Vucuda Dair En Kati Hüküm,(Söz) Manasının izahını istediğiniz cümleler tam ve vahdeti vucudu sözüdür."Tahtellafız" manası malumunuz olduğu üzere [Bir kimse hakkı hakta aynı hakla görürse o kimse arifdir. Bir kimse Hakkı Hak da aynı Halk ile görürse acizdir.Bir kimse Hakkı ne hak da ne halk da göremezde olmasına sonra ıhya olunacağına intizar eder. 2.Ihya da:{[Hakkı aynı halk ile görürse,o kimse gafildir.Bir kimse Hakkı halk da,Halkı Hak da görürse,hukuku Hakkı ve halkı eda etmekle iştiğal eylerse,o kimse kamildir.]demektir. Malumu alileri olsun ki,Bu cümlelerin manayı mevzuları ve tasavvufileri üzerinde ben tevekkuf etmeyeceğim.Çünki;hem meşrebime ğayri fakat,içtihatların da ,şuhudlarında hakikate isabet edememişlerdir.Bu ademi isabetlerine sebeb ve menşeyi muhabbeti Hakkı olduğu içun mctehidi muhti gibidirler. Velayeti suğra erbebındandırlar.Muhabbet de fena ve sekirleri,kendilerini mazur kılacaktır. Fakat Hak nerede,Hak ile muttehid olmak nerede! Hakkı hak da aynı hak ile görmek nerede! Hukuku Hakkı ve halkı bu hal ve şerait içinde eda ile iştiğal etmek nerede! Bunlar hep zılle,misale,şebehate giriftarlık eser,hakikatı kar,ve marifete ademi vusul alametidir. Fil hakika mevlayı muteal halkla beraberdir.Halkı muhitdir.Halka akrebdir. Fakat bu maiyyet ve ihata ve akrabiyet mechulul keyfiyettir.Kitabın natık olduğu bu umura yalınız iman etmek,keyfiyetini araştırmamak lazımdır.Esasen maiyyet,ihata ve akrabiyet iyiliği muşirdir.Kim kiminle beraberdir.kim kimi muhittir.Kim kime akrebdir.? Düşünmek lazımdır.Cenabı bu Akli alilin bildiği maiyyetden ihata dan,akrebiyetden mutlak ve munezzehdir.Bu umurun bu darda mümkin olan keyfiyeti kemalatı nubuvvete tevarüsden evvel katiyyen malum olamaz.Bu mertebe de malum olan bu umur kitab ve sünnet ahkamı hakikasinden asla sermu munharif bulunmaz. Aynı manayı ve kitab ve sünnet olur.İmdi;birinci zümreden bazı devatın nihayetkar da mahzı fadlı hakkın teallukuyla bulundukları makam da kalmayarak ma favka irtika ettikleri velayeti kubra ile,hakikatı fena,ve itminan ile muttasıf oldukları... Üçüncü Zümre:Bu zümre ne birinci ne de ikinci,zümrenin ahval,ve efaliyle muttasıf değildir. Bunlar vahdeti vucud ulum ve mearifi haliye ve keşfiye ve zevkiyesini taklid değil;kendi nefsi ve hevalarına göre tevil ve tefsir ederek işi vahdeti vucud drecesine çıkarırlar.
وَقَدْ نَزَّلَ عَلَيْكُمْ فِي الْكِتَابِ اَنْ اِذَا سَمِعْتُمْ اٰيَاتِ اللّٰهِ يُكْفَرُ بِهَا وَيُسْتَهْزَاُ بِهَا فَلَا تَقْعُدُوا مَعَهُمْ حَتّٰى يَخُوضُوا فٖي حَدٖيثٍ غَيْرِهٖؗ اِنَّكُمْ اِذاً مِثْلُهُمْؕ اِنَّ اللّٰهَ جَامِـعُ الْمُنَافِقٖينَ وَالْكَافِرٖينَ فٖي جَهَنَّمَ جَمٖيعاًۙ ﴿١٤٠﴾ Meal : ﴾140﴿ O size kitapta şunu indirmiştir: Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onların alaya alındığını işittiğiniz zaman, onlar başka bir söze geçmedikçe kendileriyle beraber oturmayın; aksi takdirde şüphesiz siz de onlar gibi olursunuz. Allah elbette münafıkların ve kâfirlerin tamamını cehennemde bir araya getirecektir. Tefsir:İslâm’ı kabul etmemiş bulunan kimselerin bir kısmı bunu açıkça ifade ederken diğer kısmı –menfaatleri böyle gerektirdiği için– durumlarını gizler, müminlerin arasında yaşar, sinsice onlara maddî ve mânevî zarar vermeye çalışırlar. Kâfirlerin müminlere verdikleri zararlardan biri de dini inkâr etmek, aleyhinde konuşmak, dinin kurallarını ve dindarları alaya almaktır. Bu inkâr, hakaret ve alay, açık veya kapalı bir şekilde devam ettiği sürece müminlerin vazifesi sükût etmemek, buna rızâ göstermemek, evrensel mânada ahlâkî olmayan bu davranışı engellemektir. Eğer müminlerin gücü böyle bir tepki göstermeye yetmiyorsa bulunduğu meclisi ve beraberliği terketme vazifesi vardır. Dinin inkâr edildiği, aleyhinde bulunulduğu ve alaya alındığı yerde –bunu engellemeye gücü yetmeyen mümin– oturmayacak, bunları yapanlarla beraberliğini sürdürmeyecek, o yeri ve o kimseleri terkedecek, onlardan uzaklaşacaktır. Çünkü beraberliğin devamında üç önemli zarar vardır: a) Bunu yapanların cüret ve cesaretlerinin artması. b) Böyle bir davranış karşısında tepkisiz kalan müminlerin giderek buna alışmaları, hatta etkilenmeleri; kutsal değerlerine yönelik hassasiyetlerinin zaafa uğraması. c) Güçlerinin yettiği ölçüde tepki göstermedikleri, bu mânada olup bitene razı oldukları için günahkâr olmaları. Nitekim âyette geçen “Aksi takdirde şüphesiz siz de onlar gibi olursunuz” şeklindeki ağır suçlama ve uyarı bir yandan müminlerin bu zararlı sonuçtan kurtulmalarını hedeflerken diğer yandan zâhirde olanı tasvir etmektedir. Çünkü bir mecliste dine hakaret edildiği, mukaddeslerle alay edildiği halde hiçbir kimse tepki göstermiyorsa “orada olanların tamamının kâfir olduğuna” hükmedilebilir, yani burada hiçbir müminin bulunmadığı zannı hâsıl olabilir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 165 اَلَّذٖينَ يَتَرَبَّصُونَ بِكُمْۚ فَاِنْ كَانَ لَكُمْ فَتْحٌ مِنَ اللّٰهِ قَالُٓوا اَلَمْ نَكُنْ مَعَكُمْؗ وَاِنْ كَانَ لِلْكَافِرٖينَ نَصٖيبٌۙ قَالُٓوا اَلَمْ نَسْتَحْوِذْ عَلَيْكُمْ وَنَمْنَعْكُمْ مِنَ الْمُؤْمِنٖينَؕ فَاللّٰهُ يَحْكُمُ بَيْنَكُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِؕ وَلَنْ يَجْعَلَ اللّٰهُ لِلْكَافِرٖينَ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ سَبٖيلاًࣖ ﴿١٤١﴾ Meal:﴾141﴿ Sizi gözetleyip duranlar; eğer size Allah’tan bir zafer nasip olursa, “Sizinle beraber değil miydik?” derler. Kâfirler kazançlı çıkarsa (bu defa onlara) “Üzerinize kol kanat gerip müminlerden sizi korumadık mı?” derler. Artık kıyamet gününde Allah aranızda hükmedecek ve kâfirlere, müminler aleyhinde asla yol vermeyecektir. Tefsir:Münafıklar iki tarafı da idare ettikleri için daima zarardan ve kayıptan uzak kalma, menfaati ve kazancı yakalama arzusu, tertibi ve taktiği üzerinde olurlar. Ancak çekirgenin nihayet üç kere sıçrayıp sonunda yakalandığını ifade eden özdeyişte belirtildiği gibi ya bir gün yakayı ele verirler ya da sonunda kazanan müminler olur. Gizli veya açık kâfirler karşısında müminlerin, zaman zaman mağlûbiyete uğradıkları, onlardan zarar gördükleri de bir vâkıadır. Bu vâkıa karşısında “Allah’ın, müminler aleyhine kâfirlere yol vermeyeceği” ifadesinin nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde düşünülmüştür: a) Bu, kıyamet gününde olacak, müminlerin mutlak üstünlükleri, gerçek zaferleri orada ortaya çıkacaktır. b) Kâfirler inanç konusunda müminlerin delillerini çürütüp kendi inançlarını ispat edemeyeceklerdir. Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’nin isabetli tenkidine göre bu iki anlayış da zayıf görünmektedir. Çünkü bir önceki cümle dünyada zaferin de yenilginin de olabileceğini, nihaî hükmün âhirete bırakıldığını ifade etmektedir; burada tekrarın bir faydası yoktur. İnanç konusunda ise kâfirlerin zaten ispat edici delilleri olamaz; olması mümkün olmayan için “Allah yol vermeyecek...” demek anlamlı değildir. c) Kâfirlerin üstün gelmelerinin, İslâm diyarını ve müslümanları hükümleri altına almalarının hukuk yönünden meşrû bir sonucu yoktur; Allah onlara böyle bir hak tanımamaktadır. Fıkıhçılar bu mânadan yola çıkarak gayri müslimlerin ellerinde bulunan müslüman kölelerin bu statülerinin hukuki mahiyetini ve hükmünü tartışmışlardır. d) Bazan yenilgiye uğrasalar, istilâ altında kalsalar bile Allah, müminlerin devletini sona erdirme ve izlerini silme fırsatını kâfirlere vermeyecektir. e) Bu ilâhî vaad, müminlerin bölünüp aralarında savaşmamaları, ahlâkî eğitim ve kontrol (emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker) vazifelerini ihmal etmemeleri ve günah girdabına gömülmemeleri şartına bağlıdır; “Başınıza gelen her musibet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir” meâlindeki âyet (Şûrâ 42/30) de bu mânayı desteklemektedir (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, I, 509-511; ayrıca bk. Kurtubî, V, 419-422). İbn Âşûr, burada müminlerden maksadın, Hz. Peygamber zamanındaki müminler yani İslâm’ın ilk nesli olması, Allah Teâlâ’nın bu vaadi, onlar için vermiş bulunması ihtimalinden de söz etmiştir (V, 238). Son üç maddede ifade edilen anlayış bize göre de isabetlidir. Müslim’in rivayet ettiği şu hadis, son iki maddede anlaşılan mânanın açıklaması gibidir: Hz. Peygamber buyuruyor ki: “Allah bana doğusuyla batısıyla bütün dünyayı toplu olarak gösterdi. Doğularını ve batılarını, ondan bana gösterilen yerlere ümmetimin sahip ve hâkim olacağını gördüm ve bana kırmızısıyla beyazıyla iki hazine de verildi (bu iki hazine altın ve gümüş, Roma ve İran, Suriye ve Irak... şekillerinde yorumlanmıştır). Rabbimden ümmetimle ilgili olarak ‘onları genel bir kıtlık ve yoklukla helâk etmemesini, –kendilerinden başka– köklerini kazıyacak bir düşmanı üzerlerine salmamasını’ istedim. Rabbim de şöyle buyurdu: ‘Ey Muhammed! Ben bir hüküm verdiğimde bu geri çevirilemez. Ben sana ümmetinle ilgili olarak onları bir genel kıtlıkla yok etmemeyi, dünya üzerlerine gelse –kendilerinden başka– köklerini kazıyacak bir düşmanı onlara musallat kılmayacağımı vaad ediyorum” (“Fiten”, 19-20).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 165-167 اِنَّ الْمُنَافِقٖينَ يُخَادِعُونَ اللّٰهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْۚ وَاِذَا قَامُٓوا اِلَى الصَّلٰوةِ قَامُوا كُسَالٰىۙ يُرَٓاؤُ۫نَ النَّاسَ وَلَا يَذْكُرُونَ اللّٰهَ اِلَّا قَلٖيلاًؗ ﴿١٤٢﴾ Meal ﴾142﴿ Münafıklar Allah’a oyun etmeye kalkışıyorlar. Hâlbuki Allah onların oyunlarını kendi başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıklarında üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah’ı da pek az hatıra getirirler.مُذَبْذَبٖينَ بَيْنَ ذٰلِكَࣗ لَٓا اِلٰى هٰٓؤُ۬لَٓاءِ وَلَٓا اِلٰى هٰٓؤُ۬لَٓاءِؕ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ سَبٖيلاً ﴿١٤٣﴾ Meal :﴾143﴿ Arada bocalayıp duruyorlar; ne onlara, ne bunlara! Allah’ın şaşırttığı kimseye asla bir yol bulamazsın. Tefsir:Münafıkların daha yakından tanıtıldığı bu iki âyette şu özelliklerinin altı çizilmektedir: a) Münafıklar Allah’ın sevgili kulları olan müminler için hazırladıkları tuzaklar, uyguladıkları taktikler, onları içten çökertmek için aldıkları tedbirler yoluyla başarıya ulaşacaklarını umarken bütün bunların Allah Teâlâ’nın bilgisi altında cereyan ettiğini, O’nun her şeyi görüp işittiğini unutuyorlar ve böylece gülünç duruma düşüyorlar. Gizli kamera ile rezaletleri filme alınıp sonra ilgililere gösterilince, yaptıkları ortaya çıkınca gülünç, mahcup ve perişan olanlar misali münafıklar da yaptıklarını Allah’ın müminlere bildirmesi sebebiyle rezil ve rüsvâ olmaktadırlar. b) Kendilerini müslüman göstermek durumunda olan münafıklar cemaatle namaza iştirak etmek mecburiyetinde kalmaktadırlar. Bu ise onların zoruna gittiğinden, kendilerine ağır geldiğinden isteksiz davranmaktadırlar. Maksatları yalnızca gösterişten, kendilerini müslüman göstermekten ibaret olduğu için namaza sadece şekil yönünden katılmaktadırlar. Allah’ı anmaları ve hatırlamaları da bu çerçevede (evlerinde namaz kılmadıkları, namazda ancak duyulacak yerlerde zikre katıldıkları için) az olmaktadır. c) Münafıkların hayatı, iç ve dış dünyaları tam bir istikrarsızlık tablosudur. Devamlı bir huzursuzluk, dikkat, açık vermeme korkusu, iki tarafı memnun etme arzusu içinde yaşamakta, ömürlerini böyle tüketmektedirler. İnanmadıkları için müminlerle tam bir iş birliği içinde olmadıkları gibi gizli kâfirlikleri anlaşılmasın diye kâfirlerle de tam bir iş birliği ve dayanışma yapma imkânını bulamamaktadırlar. d) Kendi iradeleriyle bu yolu seçen kimseleri Allah zorla imana sevketmez. Kendileri istemeyince –Allah da cebren imana getirmediğinden– kimsenin onları hidayete kavuşturması mümkün olmamaktadır. e) 145. âyette geleceği üzere münafıkların cehennemdeki yerleri, açıkça inkâr yolunu seçenlerin yerlerinden daha aşağılayıcı ve daha ziyade acı ve ıstırap verici bir kattır. Kur’an’a göre bütün kâfirler azap çekeceklerdir, ancak bunlardan üç grubun azabı diğerlerinden daha şiddetli olacaktır: 1. Hz. Îsâ’dan, gökten sofra indirme mûcizesini talep edenler örneğinde olduğu gibi mûcizeyi gördükten ve hak dinin delilleri apaçık ortaya çıktıktan sonra inkârda ısrar edenler (Mâide 5/115). 2. Firavun örneğinde görüldüğü gibi zayıflara din ve inançları yüzünden baskı yapanlar ve küfre önderlik edenler (Gâfir 40/46). 3. Münafıklar. Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 167-168 يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الْكَافِرٖينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنٖينَؕ اَتُرٖيدُونَ اَنْ تَجْعَلُوا لِلّٰهِ عَلَيْكُمْ سُلْطَاناً مُبٖيناً ﴿١٤٤﴾ Meal:﴾144﴿ Ey iman edenler! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’a aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz? Tefsir:Çeşitli vesilelerle tekrar edilen “müminleri bırakıp kâfirleri veli edinmeme, müminleri ihmal ederek kâfirleri dost tutmama” tâlimatı, müminlerle gayri müslimler arasındaki bütün iyi ilişkileri yasaklayan bir hüküm olarak anlaşılmamalıdır. “Müminleri bırakıp” kaydında ısrar edilmesi bu kaydın önemli olduğunu göstermektedir. Müminleri bırakmamak, onları birinci planda dost, veli, taraf saymak şartıyla gayri müslimler ile de, taraflar ve bütün insanlık için hayırlı olacak, faydalar sağlayacak, kötülükleri önleyecek ilişkiler kurmak, anlaşmalar yapmak ve dayanışmalarda bulunmak yasak değildir, hatta teşvik edilmiştir (Âl-i İmrân 3/28; Mümtehine 60/7-8). Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinenler, onlarla düşüp kalkanlar, dinleri ve dindaşları aleyhine de olsa kâfir dostlarının yapıp ettiklerine ses çıkaramayanlar, kâfirlerin kendilerine hâkim olmasına itiraz etmeyenler; bütün bunları –ki hepsi “velâyet, veli edinme” kavramına dahildir– mecbur olmadıkları halde yapanlar, kâfirlere dünyada ve âhirette verilecek cezaya katılmaya lâyık ve müstehak olurlar. Allah vereceği cezaya –âdeti gereği– bu yapılanları gerekçe gösterir. Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 168-169 اِنَّ الْمُنَافِقٖينَ فِي الدَّرْكِ الْاَسْفَلِ مِنَ النَّارِۚ وَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصٖيراًۙ ﴿١٤٥﴾ Meal:﴾145﴿ Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar; artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın. اِلَّا الَّذٖينَ تَابُوا وَاَصْلَحُوا وَاعْتَصَمُوا بِاللّٰهِ وَاَخْلَصُوا دٖينَهُمْ لِلّٰهِ فَاُو۬لٰٓئِكَ مَعَ الْمُؤْمِنٖينَؕ وَسَوْفَ يُؤْتِ اللّٰهُ الْمُؤْمِنٖينَ اَجْراً عَظٖيماً ﴿١٤٦﴾ Meal :﴾146﴿ Ancak tövbe edip hallerini düzeltenler, Allah’a sımsıkı bağlanıp dinlerini yalnızca O’na özgü kılanlar başkadır. İşte bunlar müminlerle beraberdirler ve Allah müminlere ileride büyük bir mükâfat verecektir. Tefsir:İnsanların şuuru yerinde bulunduğu müddetçe tövbe kapısı açıktır. İşlenen günah büyük de olsa, sapılan ijavascript:insert('','')nkâr ve küfür şirk ve nifak da olsa tövbe kapısı açıktır. Münafıklar durumlarını düzeltir, gücü ve şerefi Allah’ta ve O’nun hak dinine girmekte, müminlerle beraber olmakta arar, dinlerini gösteriş için değil, Allah’a olan iman, sevgi, saygı ve bağlılıklarından dolayı yaşarlarsa müminlerle eşit hale gelirler. Unutmamak gerekir ki Allah müminlere, hayallerin eremediği büyüklük ve çekicilikte nimetler hazırlamıştır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 169 مَا يَفْعَلُ اللّٰهُ بِعَذَابِكُمْ اِنْ شَكَرْتُمْ وَاٰمَنْتُمْؕ وَكَانَ اللّٰهُ شَاكِراً عَلٖيماً ﴿١٤٧﴾ Meal ﴾147﴿: Eğer siz iman eder ve şükrederseniz Allah size niçin azap etsin? Allah şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir. Tefsir:Allah kullarına lutufta bulunmakla büyümez, ceza vermekle de küçülmez. O, mutlak büyüktür, mutlak kâmildir. O’nun vahiy yoluyla bildirdiği sıfatları ve fiillerine genel bir bakış yapıldığında rahmetinin gazabına galip olduğu, kullarını sevdiği, onlardan iman, ibadet ve güzel davranışlar beklediği, bunlardan hoşnut olduğu, dünyayı imtihan için yarattığından iyilerin mükâfatı, kötülerin ise cezayı hak etmelerinin hikmet gereği bulunduğu, hak edilenin üstündeki lutfu için sınır bulunmamakla beraber azabının, kulların günahlarına ve suçlarına uygun ve bunlarla sınırlı olduğu anlaşılmaktadır. Bu ilke çerçevesinde iman eden ve verilen imkânları yerinde kullanan, buna ek olarak diliyle de nimetin sahibini zikredip O’na şükranlarını sunan kula rabbi niçin azap etsin? İman yerine küfre, ibadet ve iyilik yerine kötülüğe sapan kimseler, bunların karşılıklarını gördüklerinde kusuru Allah’ta değil, kendilerinde arasınlar!Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 169 لَا يُحِبُّ اللّٰهُ الْجَهْرَ بِالسُّٓوءِ مِنَ الْقَوْلِ اِلَّا مَنْ ظُلِمَؕ وَكَانَ اللّٰهُ سَمٖيعاً عَلٖيماً ﴿١٤٨﴾ Meal ﴾148﴿:Allah kötü sözün açığa vurulmasını sevmez; ancak haksızlığa uğrayan başka. Allah her şeyi işitmekte ve bilmektedir. Tefsir:Yaşlandığı için evinde namaz kılmak ve yakınlarına da kıldırmak isteyen birisi Hz. Peygamber’i, bir kere olsun evinde namaz kılması için ve onun kıldığı yeri, evin namazgâhı (mescid) haline getirmek maksadıyla davet etmişti. Kabul buyurdular, namazı kıldıktan sonra ev sahibi ikramda bulundu. Oradakilerden birisi, komşulardan Mâlik b. Duhşüm isimli kişiyi sordu, bir diğeri de “O münafıktır, Allah’ı ve resulünü sevmez” dedi. Hz. Peygamber, “Böyle söyleme, görmüyor musun ki o, yönünü Allah’a çevirerek (samimi olarak) lâ ilâhe illallah diyor” buyurdu. Adam, “Allah ve resulü daha iyi bilir. Biz onun yönünü münafıklara çevirdiği, onlarla samimiyet kurduğu kanaatinde olduğumuz için böyle söyledik” deyince de “Allah rızâsını dileyerek, samimi olarak ‘lâ ilâhe illallah’ diyen kimseye Allah cehennemi haram kılmıştır (onu cehenneme sokmaz)” buyurdu (Buhârî, “Salât”, 46; “Et‘ime”, 15). İbn Âşûr gibi, bu olayla âyet arasında, haklı olarak ilgi kuranlar olmuştur. Bir kimse hakkında başkalarına, o kişinin aleyhinde kötü, incitici bir söz söylemek kaide olarak câiz değildir. Âyete göre bunun istisnası haksızlığa uğrayan kimsedir; böyle bir kimse uğradığı haksızlığı, kendisine yapılan kötülüğü açıklamak, ilgililere duyurmak mecburiyetindedir. Aslında bu da “vuran, kıran, çalan, çarpan, yalan söyleyen, sözünde durmayan...” bir kimse hakkında kötü söz söylemektir. Bundan zarar gören kimse için bunları açıkça söylemek, başkalarına duyurmak câiz görülmüş, Allah tarafından izin verilmiştir. Bir kimseye karşı haksızlık yapan ve zarar veren kimsenin yaptığı kötülüğü açıklamak câiz olunca, zulmü ve kötülüğü, bireyi aşarak bir gruba veya topluma zarar veren kimsenin durumunu açıklamak elbette câiz olacaktır. Daha ileri giderek gıybet, iftira, küfür derecelerine varan aleyhte konuşma ise câiz görülmemiştir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 170
اِنْ تُبْدُوا خَيْراً اَوْ تُخْفُوهُ اَوْ تَعْفُوا عَنْ سُٓوءٍ فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَفُواًّ قَدٖيراً ﴿١٤٩﴾ Meal ﴾149﴿ Bir iyiliği açıklar veya gizlerseniz yahut bir kötülüğü affederseniz şüphesiz Allah da ziyadesiyle affedicidir; O her şeye kādirdir. Tefsir:Kişilere kendilerini koruma, bunun için kötülük yapandan, hakka tecavüz edenden şikâyetçi olma, onun durumunu başkalarına açıklama imkânı verilmekle beraber, bu hukuka uygun davranıştan önce ahlâk ve fazilete daha uygun bulunan bir başka davranış tavsiye edilmektedir: 1. Taraflar için daha hayırlı olacaksa kötülüğü bağışlamak, üstünü örtmek, onu başkalarının duymasına imkân vermemek. 2. Duruma göre iyiliği açıklamak veya gizlemek. Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 171 اِنَّ الَّذٖينَ يَكْفُرُونَ بِاللّٰهِ وَرُسُلِهٖ وَيُرٖيدُونَ اَنْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ اللّٰهِ وَرُسُلِهٖ وَيَقُولُونَ نُؤْمِنُ بِبَعْضٍ وَنَكْفُرُ بِبَعْضٍۙ وَيُرٖيدُونَ اَنْ يَتَّخِذُوا بَيْنَ ذٰلِكَ سَبٖيلاًۙ ﴿١٥٠﴾ 150:Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler, Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyenler, “Bir kısmına inanırız ama bir kısmına inanmayız” diyenler ve bunlar arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu, اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ حَقاًّۚ وَاَعْتَدْنَا لِلْكَافِرٖينَ عَذَاباً مُهٖيناً ﴿١٥١﴾ 151:işte gerçek kâfirler bunlardır ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَرُسُلِهٖ وَلَمْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ اَحَدٍ مِنْهُمْ اُو۬لٰٓئِكَ سَوْفَ يُؤْتٖيهِمْ اُجُورَهُمْؕ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَحٖيماًࣖ ﴿١٥٢﴾ 152: Allah’a ve peygamberlerine iman edip onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırmayanlara gelince, işte Allah onlara mükâfatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcıdır ve sonsuz rahmet sahibidir Tefsir:İlâhî dinlerin insanlara tebliği, Allah’ın vahiy yoluyla peygamberlerine gerekli bilgiyi göndermesi, onların da ümmetlerine bunları iletmeleri, uygulamada örneklik etmeleri suretiyle gerçekleşmiştir. Vahiy tek kaynaktan geldiği için bu dinler arasında çelişki bulunması mümkün değildir; farklılıklar ise dinin, dünya hayatını düzenleyen kurallarının, medenî ve zihnî seviyeye uymak durumunda olmasından kaynaklanmıştır. Bu dinlerin her biri, daha önce gelmiş ve peygamberine bildirilmiş bulunan dinleri onaylar, onların da hak dinler olduklarını kabul ederler. Bu cümleden olarak müslümanlar, Hz. Âdem’den Resûl-i Ekrem’e kadar gelmiş geçmiş bütün peygamberlere ve onların getirdikleri kitaplara inanırlar. Yahudilerin ve hıristiyanların da –vahye dayalı, ilâhî dinlerin mensupları oldukları için– böyle davranmaları gerekirken yahudiler Hz. Îsâ’yı ve Hz. Muhammed’i, hıristiyanlar da Hz. Muhammed’i inkâr etmişler, bunların peygamber olduklarına ve getirdikleri kitapların da Allah’tan geldiğine inanmamışlardır. 150. âyetin tamamı, hak dinlerin ve peygamberlerin bir kısmına inanmayanlara yönelik kabul edilirse mâna şu olur: Allah’ın gönderdiği peygamberlerin bir kısmına inanırken diğer kısmını inkâr edenler, iman bakımından O’nunla peygamberlerini ayırmaktadırlar. Çünkü kâmil bir iman hem Allah’a hem de O’nun bütün peygamberlerine inanmakla gerçekleşir. Allah’ın bazı peygamberlerine ve bu arada son peygambere inanmayanlar –ellerindeki kitapları tahrif edildiği ve peygamberleri de vefat etmiş bulunduğu için– doğru bir Allah inancına da sahip olamazlar. Şu halde bunlar, son peygamberi inkâr etmekle Allah’a iman bakımından da inkâra sapmış, dinli olmakla kâfir olmak arasında bir yol tutmuşlardır. Bir şeye din diye inandıkları için imanlıdırlar, imanları içerik bakımından düzgün ve tam olmadığı için kâfirdirler. Bazı tefsircilerin yaptıkları gibi âyetin dört parçasının dört ayrı inanç grubunu tanımladığı kabul edilirse mâna şöyle olur: “Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler” müşrikler, ateistler ve benzerleridir; “Allah ile peygamberlerini birbirinden ayıranlar”, Allah’a inanan ama peygamberleri inkâr edenlerdir; “ bir kısmına inanırken bir kısmını inkâr edenler” yahudiler, hıristiyanlar ve benzerleridir; “bunlar arasında bir yol tutanlar” ise münafıklardır. Bunların tamamı inkârcıdırlar, kâfirdirler, Allah Teâlâ’nın murat ettiği, hoşnut olduğu bir dinden, bir inanç düzeninden uzaklaşmışlardır. Muteber, geçerli, kurtarıcı iman, İslâm’ın âmentüsünde ifadesini bulmuş olan imandır, 152. âyette özetlenen inançtır (ayrıca bk. Bakara 2/62).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 172-173 فَبِمَا نَقْضِهِمْ مٖيثَاقَهُمْ وَكُفْرِهِمْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَقَتْلِهِمُ الْاَنْبِيَٓاءَ بِغَيْرِ حَقٍّ وَقَوْلِهِمْ قُلُوبُنَا غُلْفٌؕ بَلْ طَبَعَ اللّٰهُ عَلَيْهَا بِكُفْرِهِمْ فَلَا يُؤْمِنُونَ اِلَّا قَلٖيلاًࣕ ﴿١٥٥﴾ ﴾155﴿ Sözlerinden dönmeleri, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve “Kalplerimiz kılıflanmıştır” demeleri sebebiyle... Dahası inkârları sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur. Pek azı müstesna artık iman etmezler. وَبِكُفْرِهِمْ وَقَوْلِهِمْ عَلٰى مَرْيَمَ بُهْتَاناً عَظٖيماًۙ ﴿١٥٦﴾ ﴾156﴿ Bir de inkâr etmelerinden ve Meryem’e büyük bir iftira atmalarından; وَقَوْلِهِمْ اِنَّا قَتَلْنَا الْمَسٖيحَ عٖيسَى ابْنَ مَرْيَمَ رَسُولَ اللّٰهِۚ وَمَا قَتَلُوهُ وَمَا صَلَبُوهُ وَلٰكِنْ شُبِّهَ لَهُمْؕ وَاِنَّ الَّذٖينَ اخْتَلَفُوا فٖيهِ لَفٖي شَكٍّ مِنْهُؕ مَا لَهُمْ بِهٖ مِنْ عِلْمٍ اِلَّا اتِّبَاعَ الظَّنِّۚ وَمَا قَتَلُوهُ يَقٖيناًۙ ﴿١٥٧﴾ ﴾157﴿ “Allah elçisi Meryem oğlu Îsâ Mesîh’i öldürdük” demeleri yüzünden... Hâlbuki onu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler; (başkası ona benzer kılındığı için) şüphe içine düşürüldüler. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bu konuda tam bir kararsızlık içindedirler. Bu hususta zanna uyma dışında hiçbir bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmemişlerdir. بَلْ رَفَعَهُ اللّٰهُ اِلَيْهِؕ وَكَانَ اللّٰهُ عَزٖيزاً حَكٖيماً ﴿١٥٨﴾ ﴾158﴿ Bilâkis Allah onu kendine kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet sahibidir. وَاِنْ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ اِلَّا لَيُؤْمِنَنَّ بِهٖ قَبْلَ مَوْتِهٖۚ وَيَوْمَ الْقِيٰمَةِ يَكُونُ عَلَيْهِمْ شَهٖيداًۚ ﴿١٥٩﴾ ﴾159﴿ Ehl-i kitap’tan her biri ölümünden önce ona mutlaka iman edecektir; o da kıyamet gününde onlara şahit olacaktır. فَبِظُلْمٍ مِنَ الَّذٖينَ هَادُوا حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ طَيِّبَاتٍ اُحِلَّتْ لَهُمْ وَبِصَدِّهِمْ عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِ كَثٖيراًۙ ﴿١٦٠﴾ ﴾160-161﴿ Yahudilerin zulmü sebebiyle, bir de pek çok kimseyi Allah yolundan engellemeleri, kendilerine yasaklandığı halde faizi almaları ve haksızlıkla insanların mallarını yemeleri yüzünden önceden helâl kılınan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık ve içlerinden inkâra sapanlara acı bir azap hazırladık. وَاَخْذِهِمُ الرِّبٰوا وَقَدْ نُهُوا عَنْهُ وَاَكْلِهِمْ اَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِؕ وَاَعْتَدْنَا لِلْكَافِرٖينَ مِنْهُمْ عَذَاباً اَلٖيماً ﴿١٦١﴾ 161.. kendilerine yasaklandığı halde faizi almaları ve haksızlıkla insanların mallarını yemeleri yüzünden önceden helâl kılınan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık ve içlerinden inkâra sapanlara acı bir azap hazırladık.
وَيَسْتَفْتُونَكَ فِي النِّسَٓاءِۜ قُلِ اللّٰهُ يُفْت۪يكُمْ ف۪يهِنَّۙ وَمَا يُتْلٰى عَلَيْكُمْ فِي الْكِتَابِ ف۪ي يَتَامَى النِّسَٓاءِ الّٰت۪ي لَا تُؤْتُونَهُنَّ مَا كُتِبَ لَهُنَّ وَتَرْغَبُونَ اَنْ تَنْكِحُوهُنَّ وَالْمُسْتَضْعَف۪ينَ مِنَ الْوِلْدَانِۙ وَاَنْ تَقُومُوا لِلْيَتَامٰى بِالْقِسْطِۜ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِه۪ عَل۪يمًا ﴿١٢٧﴾ Meal 127: Kadınlar hakkındaki dinî hükümleri açıklamanı istiyorlar. De ki: “Allah, onlar hakkındaki hükmünü açıklıyor: Kitapta size okunan âyetler; kendilerine verilmesi gereken miras, mehir gibi şeyleri vermediğiniz, üstelik güzel ve zenginse nikâhlamak istediğiniz, miraslarını kaybetmemek için başkalarıyla nikâhlamak istemediğiniz yetim kızlar, çaresiz kalmış çocuklar hakkında ve yetimlere karşı adâleti yerine getirmeniz hususunda gerekli hükmü vermektedir. İyilik olarak her ne yaparsanız, mutlaka Allah onu bilmektedir.” Tefsir:Câhiliye devrinde bir adam, himâyesinde bulunan yetim kız güzel ve varlıklı ise onunla evlenir böylelikle malını yerdi. Kız çirkinse, kendisi evlenmediği gibi onun başkalarıyla evlenmesine de mâni olur, nihâyet o kız ölünce mirasına sahip çıkardı. Ayrıca o devirde kadınlara ve çocuklara mirastan hiç pay vermezlerdi. (bk. Buhârî, Tefsir 4/23; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 50) Bu gibi âyetlerin inmesiyle bu tür çirkin muameleler yasaklanmış oldu. Yetim kızlar ve onların malları hakkında yine bu sûrenin ilk âyetlerinde şu ilâhî ikazlar yer almaktadır: “Yetimlere mallarını verin. Helâli haram olanla değiştirmeyin; onların mallarını kendi malınıza katarak yemeyin. Çünkü böyle yapmanız, gerçekten çok büyük bir günahtır.” (Nisâ 4/2) “…Büyüyecekler de mallarını elimizden alacaklar diye o malları İsrâf ile ve tez elden yiyip tüketmeyin.” (Nisâ 4/6) Rivayete göre Hz. Ömer, kendisine yetim bir kızın velisi geldiğinde bakar, eğer o yetim güzel ve zengin ise: “- Onu senden başka biriyle evlendir, ona senden daha hayırlı birini bul” derdi. Eğer yetim çirkin ve fakir ise: “- Onu kendine nikahla, çünkü ona bakmaya ve iyi davranmaya herkesten çok sen layıksın” derdi (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 275). Âyette geçen “çaresiz çocuklar”dan maksat, kendisini koruyacak yakınlarını kaybetmiş, merhametsiz kimselerin eline düşmüş ve hakkını korumaktan aciz erkek çocuklardır. Bunların da haklarının korunması, ellerinden tutulması ve ihtiyaçlarının karşılanması müslümanların yerine getirmesi gereken mühim bir dinî vecibedir. Bu tür ictimâî hizmetleri ifaya teşvik bakımından Hâtemü’l-Esam’ın şu sözü ne kadar mânidardır: “Üç şey vardır ki, onlar olmadan üç şey iddia eden yalancı mevkiine düşer: › Malını Allah yolunda harcamadan cenneti sevdiğini iddia eden, › Haramlardan sakınmadan Allah’ı sevdiğini iddia eden, › Fakirleri sevmeden Peygamber Efendimiz’i sevdiğini iddia eden yalancıdır.” Nisâ sûresi 34. âyette evlilik hayatında kadının sebep olduğu “nuşûz”dan, 35. ayette de kadın veya kocanın istememesi sebebiyle ortaya çıkan boşanma tehlikesinden bahsedilmişti. Gelen âyette ise kocanın “nuşûz”undan neş’et eden aile problemleri üzerinde durulmaktadır: Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri وَاِنِ امْرَاَةٌ خَافَتْ مِنْ بَعْلِهَا نُشُوزًا اَوْ اِعْرَاضًا فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَٓا اَنْ يُصْلِحَا بَيْنَهُمَا صُلْحًاۜ وَالصُّلْحُ خَيْرٌۜ وَاُحْضِرَتِ الْاَنْفُسُ الشُّحَّۜ وَاِنْ تُحْسِنُوا وَتَتَّقُوا فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرًا ﴿١٢٨﴾ Meal 128: Eğer bir kadın kocasının serkeşliğinden, geçimsizliğinden ve büsbütün kendisinden yüz çevirip uzaklaşmasından korkarsa, o takdirde anlaşarak aralarını düzeltmelerinde ikisine de bir günah yoktur. Karşılıklı anlaşmak, elbette en iyi yoldur. Şu bir gerçek ki nefisler, bencil ve menfaatlerine düşkün olarak yaratılmışlardır. Bu bakımdan ey kocalar, siz eşlerinize güzel davranır ve onlara haksızlık etmekten sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptığınız her şeyden haberdârdır. Tefsir: اَلنُّشُوزُ (nuşûz) kelimesi sözlük olarak “yüksek yer, yüksek yere çıkmak, bulunduğu yerden ayrılmak” gibi mânalara gelir. Hanımın nüşûzü “kocasından nefret etmesi, baş kaldırması, ona itaat etmeyi kendine yedirememesi, başkasına göz koyması” gibi durumlardır. Kocanın nüşûzünden maksat ise “nefret, uzaklaşma, normal evlilik ilişkilerini aksatma, söz ve fiille incitme, sert davranma, kötü muamele etme” gibi durumlardır. İki taraftan veya taraflardan birinden kaynaklanan böyle bir duygu veya davranış sebebiyle aile hayatının devamı tehlikeye düşmekte, evlilik bağının kopması ihtimali ortaya çıkmaktadır. Kocasının serkeşliği, geçimsizliği, kötü muamelesi ve yüz çevirmesi sebebiyle zor durumda kalan bir kadın, aslında hâkime müracaat etmek suretiyle boşanma talebinde bulunabilir. Fakat âyet-i kerîme hemen boşanmayı değil, aileyi dağılmaktan kurtarmak için alınacak tedbirler üzerinde durmaktadır. O da iki tarafın, hususiyle de kadının bir kısım fedakârlıklar yaparak aralarında anlaşmaya varmalarıdır. Çünkü barışmak ve anlaşmak, evliliğin devamı, aile hayatının bekâsı ve çocukların fazla zarar görmeden sıhhatli bir şekilde yetiştirilmeleri açısından büyük bir ehemmiyet arzetmektedir. Şu hâdise, hangi şartlar altında olursa olsun eşlerin bir şekilde anlaşarak aralarında mutlaka barış ve huzuru temine gayret göstermeleri gerektiğine ne güzel bir misaldir: İmran b. Hattan el-Haricî, insanların en çirkinlerinden biri idi. Hanımı ise son derece güzeldi. Hanımı bir gün ona baktı ve: “Elhamdülillah” dedi. Bunun üzerine kocası, “Ne oldu?” diye sorunca da: “Hem ben, hem de sen cennetliklerden olduğumuz için, Allah’a hamdettim. Çünkü sana, benim gibi güzel bir kadın nasip oldu, sen de şükrettin. Bana da senin gibi bir adam nasip oldu, ben de sabrettim. Şüphe yok ki Allah hem şükreden kullarına, hem de sabreden kullarına cennetini vaadetmiştir” dedi. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 276) Âyette insan tabiatının ayrılmaz ve derin bir özelliğine dikkat çekilmektedir. O da onun mal-mülk edinme sevdası ve menfaatine karşı aşırı düşkünlüğüdür. Bu özellik hem kadında hem de erkekte vardır. Her ikisi de kendi tutkularını gerçekleştirmek ve lehlerine olanı elde etmek isterler. Dolayısıyla kocası tarafından kötü muameleye maruz kalan bir kadın, ona bir takım menfaatler sağlamak, mehir, nafaka ve benzeri özel haklarından vazgeçmek suretiyle onun sert ve incitici davranışlarını engelleyerek kendisine karşı iyi davranmasını sağlayabilir. Fakat bundan daha güzeli, Allah’ın her şeyden haberdar olduğu inancıyla, O’nun azabından korkup rahmetini umarak kocaların eşlerine iyi davranması ve evlilik hayatını zedeleyecek her türlü kötü muameleden vazgeçmesidir. Nisâ sûresinin 3. âyetinde eşler arasında adâleti sağlamaktan korkulduğu takdirde tek kadınla yetinilmesi tavsiye edilmişti. Şimdi tekrar çok evlilik ve eşler arasında adâleti sağlama konusuna temas edilerek şöyle buyruluyor:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri وَلَنْ تَسْتَط۪يعُٓوا اَنْ تَعْدِلُوا بَيْنَ النِّسَٓاءِ وَلَوْ حَرَصْتُمْ فَلَا تَم۪يلُوا كُلَّ الْمَيْلِ فَتَذَرُوهَا كَالْمُعَلَّقَةِۜ وَاِنْ تُصْلِحُوا وَتَتَّقُوا فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ غَفُورًا رَح۪يمًا ﴿١٢٩﴾ Meal 129: Ne kadar isteseniz de eşleriniz arasında adâleti sağlamaya güç yetiremezsiniz. Hiç olmasa birine büsbütün meyledip, diğerini ne kocalı ne de kocasız bir halde askıda bırakmayın. Eğer yanlış davranışlarınızı düzeltir ve birbirinize haksızlık etmekten sakınırsanız, şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır ve engin merhamet sahibidir. وَاِنْ يَتَفَرَّقَا يُغْنِ اللّٰهُ كُلًّا مِنْ سَعَتِه۪ۜ وَكَانَ اللّٰهُ وَاسِعًا حَك۪يمًا ﴿١٣٠﴾ Meal 130: Eğer karı-koca boşanıp birbirinden ayrılacak olurlarsa, sınırsız lutuf ve keremiyle Allah, onlardan her birinin ihtiyacını giderir. Çünkü Allah’ın hazînesi geniştir, O’nun her işi ve hükmü hikmetli ve sağlamdır. Tefsir:129. âyette ne kadar çalışılsa çalışılsın eşler arasında tam olarak adâleti sağlamanın mümkün olmadığı bildirilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm, çok evliliği yasaklamadığına göre her iki âyette bahsedilen “adâlet”e farklı mânalar vermek gerekir. Anlaşılan o ki, kadınlar hakkında iki çeşit adâletten söz etmek mümkündür: Birincisi; nafaka yani yiyecek, içecek, giyecek ve barınma ihtiyaçları ile gece birlikte kalma gibi hukukta adâlet ve eşitliktir. Bunlar insanın güç yetirebileceği; istek ve iradesine bağlı olan işlerdir. Yerine getirilmesi emredilen adâlet de budur. Sakınılması gereken adâletsizlik ise birine bütünüyle meyledip diğerini hanımlık muamelesinden tamamen mahrum etmek, büsbütün terk ve ihmal edilmiş gibi bırakarak eziyet etmektir. İkincisi; gönül ilişkisi, sevgi ve bağlılıkta adâlet ve eşitliktir ki, bu insanın güç ve iktidarının dışındadır. Âyet-i kerîmede bu gerçeğe temas edilerek, erkekler bu hususta mazur görülmekte, bir bakıma işin böyle bir derûnî ciheti olduğu göz ardı edilmeksizin, buna rağmen luzûmu hâlinde çok evliliğe ışık yakılmaktadır. Ancak birden çok evlilik yapan erkeğin, gönül ilişkilerini bir tarafa bırakırsak, hususiyle maddî konularda, iradeye bağlı ve ölçülebilir hak ve menfaatlerde hanımların hepsine adâletle muamele etmesi, birine teveccüh gösterip diğerini ne kocalı ne kocasız sayılabilecek şekilde askıda bırakmaması istenmektedir. Allah Resûlü (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “İki hanımı olup da birine büsbütün meyleden ve diğerini ihmal eden kimse kıyamet gününde bir tarafı eğik olarak gelir.” (Ebû Dâvûd, Nikah 38; Tirmizî, Nikah 42) Zaruri sebepler yüzünden hanımlar arasında adâletsiz bir uygulama söz konusu olduğunda hemen aralarını düzelttiğiniz, bozulan tarafları tamir edip iyileştirdiğiniz, bundan böyle de yanlış meyillerden sakındığınız takdirde, Cenâb-ı Hak çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olduğundan, geçmişte yaptıklarınızı affedecek ve sizi rahmetiyle bu hususta başarıya eriştirecektir. Ancak eşler arasında bir sıkıntı olduğunda ıslah için tavsiye edilen bu çare yolarına başvurmanın her seferinde mutlaka müspet bir netice vermesi mümkün olmayabilir. Dolayısıyla yapılan girişimler sonuçsuz kalır, herhangi bir yolla eşler arasında barış ve anlaşma sağlanamaz, her ikisi de kendi istekleriyle birbirlerinden ayrılırlarsa, Allah Teâlâ kendi kudret, kuvvet ve zenginliği ile her birine ikramda bulunur, ihtiyaçlarını karşılar ve birini diğerine muhtaç etmez. Çünkü Allah’ın ilmi, kudreti ve rahmeti sonsuz geniştir; hazineleri bitip tükenmez. O’nun her hükmü ve işi sağlam ve hikmetlidir. Dolayısıyla Allah’ı iyi tanımalı, her türlü hal ve harekette O’na karşı gelmekten sakınılmalıdır. Zâten takvâ, bütün insanlardan istenilen açık bir ilâhî emirdir: وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَلَقَدْ وَصَّيْنَا الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَاِيَّاكُمْ اَنِ اتَّقُوا اللّٰهَۜ وَاِنْ تَكْفُرُوا فَاِنَّ لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَنِيًّا حَم۪يدًا ﴿١٣١﴾ Meal 131: Göklerde olan ve yerde olan herşey Allah’ındır. Yemin olsun ki biz, sizden önce kendilerine kitap verilenlere de size de Allah’tan korkup sakınmanızı emrettik. Eğer inkâra sapıp nankörlük ederseniz bunun Allah’a hiçbir zararı olmaz. Çünkü göklerde olan ve yerde olan her şey Allah’ındır. Allah, hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir; her türlü övgü O’na âittir. وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَك۪يلًا ﴿١٣٢﴾ Meal 132: Evet, göklerde ne var, yerde varsa hepsi Allah’ındır. Vekîl olarak Allah yeter. اِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ اَيُّهَا النَّاسُ وَيَأْتِ بِاٰخَر۪ينَۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٰى ذٰلِكَ قَد۪يرًا ﴿١٣٣﴾ Meal 133: Ey insanlar! Allah dilerse sizi yok eder, yerinize başkalarını getirir. Bunu yapmaya Allah’ın kudreti elbette yeter. مَنْ كَانَ يُر۪يدُ ثَوَابَ الدُّنْيَا فَعِنْدَ اللّٰهِ ثَوَابُ الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۜ وَكَانَ اللّٰهُ سَم۪يعًا بَص۪يرًا۟ ﴿١٣٤﴾ Meal 134: Kim dünya nimet ve mutluluğunu istiyorsa, şunu bilsin ki, dünyanın da âhiretin de nimet ve mutluluğu Allah katındadır. Allah, her şeyi hakkıyla işiten ve kemâliyle görendir. Tefsir:Müslümanları kadınlara ve yetimlere karşı merhametli, şefkatli ve adâletli olmaya teşvik etmek için Allah Teâlâ, anlatılan konunun neticesi sayılabilecek bu âyetlerde kısa fakat son derece tesirli bir tavsiyede bulunarak şu hususları yeniden hatırlatmaktadır: Birincisi; Allah önceki Ehl-i kitaba ve onlardan sonra gelen bütün mü’minlere, hatta tüm insanlara her türlü işlerini yaparken kalplerinde Allah korkusu olmasını, O’nun azabından ve sevgisini kaybetmekten sakınmalarını emretmiştir. Bu emir, Allah için değil, şüphesiz insanların iyiliği içindir. Eğer bu emirlere uygun davranırlarsa, doğacak netice onların iyiliğine olacaktır. Eğer uymazlarsa, Allah’a hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Zira kâinatın yaratıcısı ve hakimi olan Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir. Allah’ın emirlerini uygulamadıkları takdirde, ilâhî emirlere bigâne kalan ve isyankâr bir tutum içine giren o topluluğu yok edip devreden çıkarır ve yerlerine başka bir topluluk getirir. Allah buna elbette hakkiyle güç yetirecek bir kudrete sahiptir. Ayrıca bazı grupların helak edilip ortadan kaldırılması, Allah’ın mülkünün büyüklüğünden hiçbir şey eksiltmez. İkincisi; Allah hem dünyanın fâni hem de âhiretin bâkî tüm nimet, fayda ve mükâfatlarının yegâne sahibidir. Bunlardan kâbiliyet, istidat, gayret ve cesaretleri ölçüsünde seçim yapmak insanlara düşmektedir. Eğer insanlar bu dünyanın geçici nimetlerini isterlerse, hatta âhiretin ebedi saadetini bunlara feda ederlerse, Allah onlardan dilediğine istediği kadar dünyalık nasip eder. Fakat onlar için âhirette bir nasip olmayacaktır. (bk. Bakara 2/200; İsrâ 17/18) Böyle davrananlar, kendi akılsızlıkları ve basîretsizlikleri yüzünden Allah’ın lutuf deryasından sadece bir damlayı seçtiklerini unutmamalıdırlar. O halde onların, hem bu dünyanın hem de âhiretin sonsuz nimetlerine kavuşmalarını sağlayacak olan, iman ve itaat yolunu tercih etmeleri şüphesiz daha hayırlı olacaktır. Bu tavsiyelerin, “Allah, her şeyi hakkiyle işiten ve kemâliyle görendir” (Nisâ 4/134) ifadesiyle bitirilmesi çok mânidârdır. Allah hakkiyle işiten ve kemâliyle gören bir Zât olduğu için rahmet ve lütfunu kimlere nasıl taksim edeceği hususunda en ince ayrıntıları hesaplama kudretine sahiptir. Şüphesiz O, her şeyi bilmektedir, herkesin niyet ve gayretlerinden haberdardır. O halde, Allah’a âsi olan kimse, O’nun mü’min, müttakî ve itaatkâr kullarına tahsis ettiği nimet ve lutuftan pay beklememelidir. Bu ebedî sermayeden pay almak isteyenler de, gelen âyetlerde beyân edildiği şekilde kâmil bir imanla birlikte hak ve adâlet ölçülerine azami dikkat göstermelidir: يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَٓاءَ لِلّٰهِ وَلَوْ عَلٰٓى اَنْفُسِكُمْ اَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَب۪ينَۚ اِنْ يَكُنْ غَنِيًّا اَوْ فَق۪يرًا فَاللّٰهُ اَوْلٰى بِهِمَا فَلَا تَتَّبِعُوا الْهَوٰٓى اَنْ تَعْدِلُواۚ وَاِنْ تَلْوُٓ۫ا اَوْ تُعْرِضُوا فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرًا ﴿١٣٥﴾ Meal 135: Ey iman edenler! Kendinizin, ana-babanızın ve yakın akrabanızın aleyhinde bile olsa, Allah için doğru dürüst şâhidlik yaparak, adâleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun! Hakkında şâhidlik yaptığınız kimse zengin de olsa fakir de olsa böyle davranın. Çünkü Allah, ikisine de sizden daha yakındır, hâllerini daha iyi bilir. Şu hâlde, sakın âdil davranmaktan yüz çevirip nefsin arzularına uymayın. Eğer dilinizi eğip büker, gerçeği olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün ondan yüz çevirirseniz, başınıza geleceği siz düşünün! Zira Allah, yaptığınız her şeyden hakkıyla haberdârdır. Tefsir::Önceki âyetlerde yetimlere ve kadınlara adâletle davranmak emredilmişti. Şimdi ise bütün hususlarda âdil davranılması, adâletin hayatın her safhasına yaygınlaştırılması ve bunun bir îcâbı olan doğru şâhitlik emredilmektedir. اَلْقَوَّامُونَ (kavvâmûn) kelimesinin mübâlağa sîgasında gelmesi, adâletin ne kadar ehemmiyetli olduğunu göstermektedir. Böylece “Adâleti ayakta tutmakta devamlı olun, haksızlığa hiç yaklaşmayın, hiçbir zaman ve hiçbir durumda adâleti zedelemeyin!” denilmektedir. Âyet-i kerîme, muhâkemenin iki aslî unsuru olan hüküm verme ve şâhitliği bir araya getirmiştir. Hâkimlerin âdil ve müstakim olması, şâhitlerin de Allah için hakkı müdâfaa etmesi ve güzel ahlâklarıyla insanlara örnek şahsiyetler hâline gelmesini arzu edilmektedir. Bir ism-i şerifi de Adl olan Cenâb-ı Hak katında adâlet öyle ehemmiyetlidir ki, kişi kendi aleyhine bile olsa Allah için doğru şâhitlik yapmalıdır. Üzerinde başkalarının hakkı varsa ikrar ve itiraf etmelidir. Aynı şekilde, anne-babası ve akrabaları aleyhine de olsa âdil hüküm ve doğru şâhitlikten kaçınmamalıdır. Diğer taraftan, kişinin üçüncü şahıs aleyhine yapacağı şâhitlik, kendisinin ve akrabalarının herhangi bir zarara uğramasına sebep olacaksa bile yine dosdoğru şâhitlik yapmalıdır. Hüküm ve şâhitlik esnâsında kişilerin zenginlik ve fakirlik durumları kesinlikle dikkate alınmamalıdır. Zengine yaranmak veya fakire merhamet etmek için hak ve adâletten ayrılmak doğru değildir. Allah zengine de fakire de herkesten daha yakındır, onları insanlardan daha iyi koruyup gözetir. Adâlet onlara zarar verecek olsaydı Allah ona göre hüküm indirirdi. Adâlet, zenginliğe veya fakirliğe göre belirlenecek bir konu değildir. O ancak hakka ve doğruluğa göre belirlenir. Zenginlik ve fakirliğin hikmetleri ise başkadır. Bunlar,kulluk imtihanının bir gereğidir. Bu sebeple doğru şâhitlik ve adâletle muamele etme konusunda Allah zengin ile fakir arasında herhangi bir fark gözetmemiştir. O halde nefsin arzularına uymayıp, ilâhî murakabe altında bulunduğumuz şuuruyla adil davranmak icap etmektedir. Adâletle hükmetme ve şâhitlik husûsunda dili eğip bükmemeli, bir tarafa meyletmemeli, yanlış yaparım korkusuyla bunlardan büsbütün yüz de çevirmemeli, adâletin yerini bulmasına ve insanların doğru şâhitlik yapmalarına da mâni olunmamalıdır. Çünkü Allah, şâhitliği doğru veya eğri yapanları da, ondan kaçanları da hem görür hem de bilir. Doğrulara mükâfatlarını verirken, yalancıları şiddetle cezalandırır. Adâleti ikâme ve doğru şâhitlik hususunda Resûlullah (s.a.v.) şöyle ikaz buyurmaktadır: “Sizler bana muhâkeme olmak üzere geliyorsunuz. Belki biriniz, delilini getirmekte diğerinden daha becerikli olabilir ve merâmını daha iyi anlatabilir. Ben de dinlediğime göre o kimsenin lehinde hüküm veririm. Şunu bilin ki kimin lehine kardeşinin hakkını alıp hüküm vermişsem, ona cehennemden bir pay ayırmış olurum.” (Buhârî, Şehâdât 27; Müslim, Akdiye 4) Başka bir hadiste de şöyle buyrulur: “Kim ırzı çiğnenmek ve mahremiyeti lekelenmek üzere olan bir müslümana yardım etmeyip yüzüstü bırakırsa, Allah Teâlâ da onu, yardımını beklediği yerde yüzüstü bırakır. Kim de ırzı çiğnenmek ve mahremiyeti lekelenmek üzere olan bir müslüman kardeşine yardım ederse, Allah da ona, yardımını beklediği yerde yardım eder.” (Ebû Dâvûd, Edeb 36) Adâlet ve doğru şâhitlik gibi Allah Teâlâ’nın tüm emirlerini yerli yerince ve zamanında îfa edebilmek için devamlı surette sağlam bir iman ve istikâmet üzere bulunmak şarttır:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَالْكِتَابِ الَّذ۪ي نَزَّلَ عَلٰى رَسُولِه۪ وَالْكِتَابِ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ مِنْ قَبْلُۜ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا بَع۪يدًا ﴿١٣٦﴾ Meal 136: Ey iman edenler! Allah’a, Rasûlü’ne, Rasûlü’ne indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaplara imanda sebât edin! Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhireti inkâr ederse, koyu bir sapıklığa sapmış, haktan tamâmen uzaklaşmış olur. Tefsir:Rivayet edildiğine göre yahudi âlimlerden bir topluluk, Peygamber Efendimiz’e gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü! Biz sana, kitabına, Mûsâ’ya, Tevrat’a ve Üzeyr’e iman ediyoruz ve bunlardan başka kitapları ve peygamberleri tanımıyoruz” demişlerdi. Allah Resûlü (s.a.s.) de: “Hayır, Allah’a, bütün peygamberlerine, Muhammed’e ve kitabı Kur’an’a ve ondan önceki kitaplara iman ediniz” buyurdu. “Yapmayız” dediklerinde bu âyet nâzil oldu ve hepsi iman ettiler. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 60) Âyet-i kerîme iman etmek isteyen kimselerin, nelere ve nasıl inanmaları gerektiğini bildirmektedir. Buna göre son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) gönderildikten ve ona Kur’ân-ı Kerîm indirildikten sonra yeryüzünde yaşayan ve iman etmek isteyen kimseler Allah’a, meleklere, Kur’ân-ı Kerîm’e ve ondan önce gönderilen kitaplara, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e, ondan önce gönderilen bütün peygamberlere ve âhiret gününe iman etmek mecburiyetindedirler. Bunlardan birine bile inanmayan kimsenin imanı geçerli değildir, bunlardan birini bile inkâr eden kimse geçerli ve kurtarıcı imana kavuşamamış, dolayısıyla hak dinden sapmış ve yolunu bulamayacak derecede şaşırmış sayılır. Böylelerini bekleyen âkıbet, dünyada alçaklık, âhirette ise elim bir azaptır: اِنَّ الَّذٖينَ اٰمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا ثُمَّ اٰمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا ثُمَّ ازْدَادُوا كُفْراً لَمْ يَكُنِ اللّٰهُ لِيَغْفِرَ لَهُمْ وَلَا لِيَهْدِيَهُمْ سَبٖيلاًؕ ﴿١٣٧﴾ Meal (Kur'an Yolu) ﴾137﴿ İman edip sonra inkâr edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak ne de onları doğru yola iletecektir. Tefsir (Kur'an Yolu) İslâm tarihinin ilk döneminde iman ile inkâr arasında gidip gelenler, bunu kötü maksatla yapanlar veya iman henüz yeterince kafalarına ve gönüllerine yerleşmemiş bulunduğu için böyle hareket edenler olduğu gibi tarihin başka devirlerinde de benzeri durumlara rastlanmıştır. Önemli ve muteber olan son durumdur; insanlar sonunda imana karar verir, bunda sebat ederlerse kurtulurlar, daha önceki inkârları da bağışlanır. Çünkü “Müslüman olmak, geçmişi siler” (Müsned, IV, 199). Sonu inkâr olan ve bu halde ölenler (inkârlarını arttıranlar) bağışlanmazlar, inkârcıların doğru yolda oldukları da iddia edilemez. İnkâr ile –iman bakımından– doğru yolda olmak çelişkilidir, ikisi bir arada bulunamaz.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 161 بَشِّرِ الْمُنَافِقٖينَ بِاَنَّ لَهُمْ عَذَاباً اَلٖيماًۙ ﴿١٣٨﴾ ﴾138﴿ Münafıklara haber ver ki, onlar için acı bir azap vardır! اَلَّذٖينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِرٖينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنٖينَؕ اَيَبْتَغُونَ عِنْدَهُمُ الْعِزَّةَ فَاِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ جَمٖيعاًؕ ﴿١٣٩﴾ Meal (Kur'an Yolu) ﴾139﴿ Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah’a aittir. Tefsir:Daha önce iman ve küfür kavramları üzerinde durulmuş, muteber bir imanın şartları açıklanmıştı. Buradaki on âyette ise açık ve gizli kâfirlere karşı Allah’ın muamelesiyle müminlerin karşılıklı ilişkilerde uyacakları ilkeler ve kurallar ortaya konmaktadır. Münafığın “ikiyüzlü, inananların arasında onlardan gözüken kimse” mânasına geldiği bilinmektedir. Âyette münafıkların acı âkıbeti haber verildikten sonra iki özelliklerinden daha söz ediliyor: Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmek, güçlü ve şerefli olabilmek için onların himayesine sığınmak, beraberliklerini tercih etmek. Bu iki niteliğin özellikle zikredilmesinde müminler için bir işaret sezinlememek mümkün değildir. Müminlerin asıl güvenecekleri, dayanacakları, kader birliği yapacakları kimseler iman kardeşleridir. Başka din ve ideoloji mensuplarına bu ölçüde güvenmek doğru değildir. Eşyanın tabiatına göre onlara bel bağlamak risklidir. Bunun da ötesinde “mümini bırakıp kâfiri dost ve veli edinen” kimsenin imanında, müminlerle ilişkilerinde bir ârıza bulunması, imanının nifaka yakın olması ihtimali vardır. Aynı şekilde güçlü ve saygın olmak için müminleri bırakıp kâfirlere sarılan, onların himayelerine sığınan kimselerde de aşağılık duygusu, özgüven eksikliği ve iman zayıflığı bulunması ihtimali kuvvetlidir. Mutlak güç ve üstünlük Allah’a aittir. Başka hiçbir kimse Allah’a dayanan ve güvenen mümin kadar güçlü ve şerefli olamaz. Müminler de Allah’a güvendikleri, O’na sığındıkları, şerefi ve saygınlığı O’na kul olmakta aradıkları ve buldukları için mânevî bakımdan güçlü ve şereflidirler. Maddî bakımdan da güçlü olmamaları için bir sebep yoktur. Buna rağmen onları bırakıp kâfirlerle beraber olmakta şeref ve güç arayanların imanlarında zaaf, kendilerinde münafıklıktan bir iz bulunduğu anlaşılmaktadır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 164-165
اِنْ يَدْعُونَ مِنْ دُونِه۪ٓ اِلَّٓا اِنَاثًاۚ وَاِنْ يَدْعُونَ اِلَّا شَيْطَانًا مَر۪يدًاۙ ﴿١١٧﴾ Meal 117: Onlar, Allah’ı bırakıp, kendilerine dişi isimler verdikleri putlara taparlar. Böyle yapmakla aslında başkasına değil, ancak hayırsız ve azgın şeytana tapmış olurlar. Tefsir:Müşrikler, taptıkları putları daha ziyade kadın şeklinde tasvir ediyor, onlara kadınların kullandıkları zînet eşyaları takıyor ve onlara Lât, Menât, Uzzâ gibi kadın isimleri veriyorlardı. Melekleri de “Allah’ın kızları” diye isimlendiriyor (bk. Necm 53/27) kendileri için Allah katında şefaat edeceklerine inanıyorlardı. Bu sebeple âyette özellikle اَلْإنَاثُ (inâs) “dişiler” ifadesi kullanılmıştır. Onlar, yanlış düşüncelerine uygun olarak ürettikleri putlarından hem bir kısım menfaatler elde etmeye çalışıyor, hem de onları duygusal yönden bir tatmin vasıtası olarak görüyorlardı. Özellikle ruhlarında kadına karşı duydukları derin alakayı, kadın suretinde putlar edinerek ortaya koyuyorlardı. Onlar, bu şekilde bir davranışla başka değil ancak şeytana tapıyorlar, ondan medet umuyorlardı. Çünkü buna onları teşvik eden ve yaptıran hayırsız, isyankâr, azgın ve inatçı şeytandan başkası değildir. Gerçekten de gönüllerindeki kulluk duygularını ve en yüksek sevgilerini Allah’a yönlendirmeyip de putlara, kadınlara, makam ve şöhrete tahsis edenler, şeytana aldanmış ve ona kul olmuşlardır. Halbuki: لَعَنَهُ اللّٰهُۢ وَقَالَ لَاَتَّخِذَنَّ مِنْ عِبَادِكَ نَص۪يبًا مَفْرُوضًاۙ ﴿١١٨﴾ Meal 118: Allah o şeytana lânet etmişti. O da bunun üzerine şöyle demişti: “Yemin olsun ki senin kullarından bana uyup neticede bana ait olacak bir pay edineceğim.” وَلَاُضِلَّنَّهُمْ وَلَاُمَنِّيَنَّهُمْ وَلَاٰمُرَنَّهُمْ فَلَيُبَتِّكُنَّ اٰذَانَ الْاَنْعَامِ وَلَاٰمُرَنَّهُمْ فَلَيُغَيِّرُنَّ خَلْقَ اللّٰهِۜ وَمَنْ يَتَّخِذِ الشَّيْطَانَ وَلِيًّا مِنْ دُونِ اللّٰهِ فَقَدْ خَسِرَ خُسْرَانًا مُب۪ينًاۜ ﴿١١٩﴾ Meal 119: “Onları mutlaka doğru yoldan saptıracağım. Onları boş ümitler ve yalan sevdâlarla oyalayacağım. Onlara emredeceğim, hayvanların kulaklarını yaracaklar. Yine onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığı şekli değiştirecekler.” O halde kim Allah’ı bırakıp şeytanı dost edinirse, elbette o, açıktan açığa büyük bir zarara uğramış olur. يَعِدُهُمْ وَيُمَنّ۪يهِمْۜ وَمَا يَعِدُهُمُ الشَّيْطَانُ اِلَّا غُرُورًا ﴿١٢٠﴾ Meal 120: Şeytan onlara bir takım vaatlerde bulunur ve onları boş ümitlerle oyalar. Zâten şeytanın onlara olan va‘di, boş bir aldatmadan başka bir şey değildir. اُو۬لٰٓئِكَ مَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُ وَلَا يَجِدُونَ عَنْهَا مَح۪يصًا ﴿١٢١﴾ Meal 121: İşte onların barınakları cehennemdir; oradan kaçıp kurtulacak bir yer de bulamayacaklardır. Tefsir:Emrine isyân etmesi sebebiyle Allah Teâlâ şeytanı lânetlemiş, azametine yaraşır bir kahır ve gazap ile onu huzurundan kovmuş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Buna mukâbil şeytan, yemin ederek kıyamete kadar insanları Allah yolundan saptırmak üzere harekete geçmiştir. Onlardan belli bir pay almaya azmetmiş ve ihlâsa erenler hariç herkesi aldatacağını söylemiştir. (bk. Sād 38/83) Gerçekten de insanlık tarihi boyunca görülen manzara şeytanın bu iddiasını tahakkuk ettirdiğini göstermeye kâfidir. Nitekim şu âyet-i kerîme işin hazîn neticesini şöyle haber vermektedir: “Gerçekten de İblîs’in insanlar hakkındaki zan ve temennîsi doğru çıktı. Çünkü bir kısım mü’minler dışında herkes ona uyup gitti.” (Sebe’ 34/20) Şeytanın elde etmek istediği payla alakalı olarak Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur: “Allah Teâlâ kıyamet günü: «- Ey Âdem! Cehenneme gidecek kâfileyi gönder» buyuracak, Âdem: «- Cehennem kâfilesi de nedir?» diyecek, bunun üzerine Cenâb-ı Hak: «- Her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuz kişi» buyuracaktır.” (Müslim, İman 379) Şeytan akıl, irade ve imanı zayıf olan kimseleri doğru yoldan saptırmaya çalışır. Onları gerçekleşmesi mümkün olmayan dipsiz emeller, boş ümitler ve temennîlerle oyalar, uğraştırır durur. Her insanı yaşı, bilgisi, mevkisi, ihtiyaçları, arzu ve isteklerine göre ümitlere boğar. Özellikle günahta ısrar etmelerini sağlamak üzere ömürlerinin uzun olacağını, iyilik yapacak daha çok zaman bulabileceklerini, ileride tevbe edip Allah’a dönebileceklerini söyler ve bu düşünceyi onların zihinlerine yerleştirmeye çabalar. Onları daima Allah’ın razı olmayacağı yanlış işlere yönlendirir. Buna âyet-i kerîmede iki muşahhas misal verilmektedir: Birincisi; putlara adanan veya belli vasıfları taşıyan hayvanların kulaklarını yarmak, gözlerini çıkarmak. Bu misal, din ve akıl dışı bütün yanlış anlayış ve hurafelerin şeytanın bir aldatmacası olduğuna işaret etmektedir. İkincisi; Allah’ın yaratışını ve yarattıklarını değiştirmek. Bu misal de fıtrata ve selim tabiata uymayan sapmalara işaret etmektedir. Örnek olarak şu hususlara temas etmek mümkündür: › İnsanların faydalanması için yaratılan güneş, yıldız, ay, taş ve ateş gibi yaratıkları putlaştırmak. › Helâle haram, harama helâl, iyiye kötü, kötüye iyi demek; hayır yerine şer işlemek, imar edilmesi gerekeni yıkıp, yıkılması gerekeni imar etmek. › Yaratılış kanunu zıddına işler yapmak; kadını erkek, erkeği kadın yapmaya çalışmak; kadın yerine erkek, erkek yerine kadın çalıştırmak. › Erkekleri iğdiş edip hadım ağası yapmak; uzuvları yaratılış görevlerinin dışında kullanmak; nikâh yerine zina etmek, temizi bırakıp pisliklere koşmak. › Bıyıkları sakalları yolmak, yüzleri boyamak, kılıklarını değiştirmek; kulak, burun kesip göz çıkarmak. › Menfaati bırakıp zararı seçmek, ciddilikleri atıp eğlenceye heves etmek, doğruluğu budalalık, eğriliği hüner saymak. › Ruhların yaratılışındaki selamet ve saflıklarını bozmak; hidâyet yolunu ve Allah’a kulluğu terk etmek; yaratılanı yaratıcı yerine koymak, tevhitten uzaklaşıp bâtıl dinler ve fikirler arkasında koşmak ve şeytanın peşinden gitmek. İşte dünya hayatında insanlara apaçık düşman olan, akıllarını şaşırtan, kalplerine nüfuz ederek onları hak ve hayırdan uzaklaştıran melun bir kuvvet vardır ki, o şeytandır. Dolayısıyla Allah’ı bırakıp da şeytanı dost ve amir edinenler, Allah’ın emrini dinlemeyip şeytana itaat edenler, artık çok açık ve büyük bir ziyan içindedirler. Zira şeytan onlara devamlı boş vaatlerde bulunur, nefsânî arzularını kamçılar, ağızlarının suyunu akıtır. Fakat o melunun vesveseleri ve telkin ettiği kuruntular apaçık aldanıştan başka bir şey değildir. Bütün bu ikazlara rağmen şeytanın izini takip edenler, eğer tevbe edip bundan vazgeçmez iseler, yürüdükleri yolun tabii bir neticesi olarak cehenneme varacak ve oradan asla bir çıkış kapısı bulamayacaklardır. İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince: Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَنُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَدًاۜ وَعْدَ اللّٰهِ حَقًّاۜ وَمَنْ اَصْدَقُ مِنَ اللّٰهِ ق۪يلًا ﴿١٢٢﴾ Meal 122: İman edip sâlih ameller işleyenleri, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere yerleştireceğiz. Bu, Allah’ın gerçek va‘didir. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir? Tefsir:İmanla beraber sâlih amellerin zikredilmesi, küfürle beraber taatin fayda vermeyeceği gibi, imanla beraber taatsizliğin ve masiyetin de kişiye zarar vereceği gerçeğine işaret etmektedir. Allah, imanıyla ameliyle emrine uygun kulluk hayatı yaşayan mü’minleri cennetlerle mükâfatlandıracaktır. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın değişmesi mümkün olmayan gerçek bir va‘didir. Allah’tan daha doğru sözlü olan ve vaadini tutan başka bir kimse olamaz. Allah’ın haber verdiği gerçekler, insanların şahsî düşüncelerine göre değişmez: لَيْسَ بِاَمَانِيِّكُمْ وَلَٓا اَمَانِيِّ اَهْلِ الْكِتَابِۜ مَنْ يَعْمَلْ سُٓوءًا يُجْزَ بِه۪ۙ وَلَا يَجِدْ لَهُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلِيًّا وَلَا نَص۪يرًا ﴿١٢٣﴾ Meal 123: Gerçek, ne sizin boş temennîleriniz ne de Ehl-i kitabın asılsız kuruntularına bağlıdır. Gerçek şudur ki; kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görecek ve Allah’tan başka da ne bir dost bulabilecek ne de bir yardımcı. Tefsir: Rivayete göre yahudilerle hıristiyanlar: “Cennete bizden olandan başkası girmeyecektir” dediler. Kureyşliler: “Biz, öldükten sonra diriltilmeyeceğiz” dediler. Bunun üzerine 123. âyet nâzil oldu. Diğer bir rivayete göre ise mü’minlerle Ehl-i kitap birbirlerine karşı övünmeye koyuldular. Kitab ehli: “Peygamberimiz sizin peygamberinizden öncedir. Kitabımız kitabınızdan öncedir ve biz sizden daha çok Allah’a yakınız” dediler. Mü’minler de: “Peygamberimiz peygamberlerin sonuncusudur. Kitabımız ise, diğer kitaplara karşı hakem mevkiindedir” dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Kurtubî, el-Câmi‘, V, 396) Dinî gerçekler, hiç kimsenin asılsız temennî ve boş kuruntularına bağlı değildir. Allah Teâlâ, nasıl bir ilâhî kanun koymuşsa onun hükmü câridir, onu engelleyecek hiçbir güç yoktur. Bu açıdan kötülük yapan cezasını çekecek, iyilik yapan da mükâfatını görecektir. İyilik yapanlar, güzel güzel işler başaranlar cennete girecek ve onlar en küçük bir haksızlığa uğramayacaklardır.[1] Hz. Ebubekir şöyle anlatır: Birgün Resûlullah (s.a.s.)’in yanında bulunurken “Gerçek şudur ki; kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görecek ve Allah’tan başka da ne bir dost bulabilecek ne de bir yardımcı” (Nisâ 4/123) âyeti nâzil oldu. Efendimiz: “- Ebubekir, bana indirilen bu âyeti sana okutayım mı?” buyurdu. Ben: “- Tabii ki ya Rasûlallah” dedim. Bana bu âyeti okuttu. Sanki belimin kırılıp ayrıldığını hissettim ve öylece kasılıp kaldım. Peygamberimiz: “- Neyin var, ne oldu?” diye sordu. Ben: “- Anam babam sana fedâ olsun ya Rasûlallah, hangimiz günah işlemez ki! Şimdi biz işlediklerimiz yüzünden mutlaka cezalandırılacak mıyız?” diye üzüntümü ifade ettim. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.) şu açıklamayı yaptı: “- Ey Ebubekir! Sen ve diğer mü’minler hatalarınız sebebiyle dünyada bazı sıkıntı ve meşakkatlere uğratılarak cezalandırılırsınız. Öyle ki Allah’a günahsız olarak kavuşursunuz. Diğerlerine gelince onların yaptıkları biriktirilir ve cezaları kıyamet gününe bırakılır.” (Tirmizî, Tefsir 4/3039) Yine bu âyetin tesiriyle sarsılan müslümanlara Allah Resûlü (s.a.s.) şu teskin ve teselli edici nasihatte bulunmuştur: “İtidali kaybetmeyin, doğruluktan ayrılmayın. Şunu bilin ki, müslümanın karşı karşıya kaldığı her bir musibette -ayağının sürçmesi, parmağının kanaması gibi küçük sıkıntıları ve herhangi bir tarafına batan bir diken de dâhil olmak üzere- günahlarına bir kefaret vardır.” (Müslim, Birr 52) Şunu ifade etmek gerekir ki: [1] Hurma çekirdeğinin üstündeki, hurma fidanının kendisinden neş’et edip büyüdüğü çok ince beyaz çukurcuğa اَلنَّق۪يرُ (nakîr), yarığındaki ipliğe اَلْفَت۪يلُ (fetîl), çekirdeğe yapışık ince kabuğa da اَلْقِطْم۪يرُ (kıtmîr) denilir. Bu kelimeler, en küçük ölçü ve miktarları belirtmek için kullanılır. وَمَنْ يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ مِنْ ذَكَرٍ اَوْ اُنْثٰى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَاُو۬لٰٓئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ وَلَا يُظْلَمُونَ نَق۪يرًا ﴿١٢٤﴾ Meal 124: İster erkek ister kadın olsun, kim mü’min olarak sâlih ameller işlerse, işte onlar cennete girecek ve hurma çekirdeğinin küçücük oyuğu kadar bile haksızlığa uğramayacaklardır. Tefsir: Rivayete göre yahudilerle hıristiyanlar: “Cennete bizden olandan başkası girmeyecektir” dediler. Kureyşliler: “Biz, öldükten sonra diriltilmeyeceğiz” dediler. Bunun üzerine 123. âyet nâzil oldu. Diğer bir rivayete göre ise mü’minlerle Ehl-i kitap birbirlerine karşı övünmeye koyuldular. Kitab ehli: “Peygamberimiz sizin peygamberinizden öncedir. Kitabımız kitabınızdan öncedir ve biz sizden daha çok Allah’a yakınız” dediler. Mü’minler de: “Peygamberimiz peygamberlerin sonuncusudur. Kitabımız ise, diğer kitaplara karşı hakem mevkiindedir” dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Kurtubî, el-Câmi‘, V, 396) Dinî gerçekler, hiç kimsenin asılsız temennî ve boş kuruntularına bağlı değildir. Allah Teâlâ, nasıl bir ilâhî kanun koymuşsa onun hükmü câridir, onu engelleyecek hiçbir güç yoktur. Bu açıdan kötülük yapan cezasını çekecek, iyilik yapan da mükâfatını görecektir. İyilik yapanlar, güzel güzel işler başaranlar cennete girecek ve onlar en küçük bir haksızlığa uğramayacaklardır.[1] Hz. Ebubekir şöyle anlatır: Birgün Resûlullah (s.a.s.)’in yanında bulunurken “Gerçek şudur ki; kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görecek ve Allah’tan başka da ne bir dost bulabilecek ne de bir yardımcı” (Nisâ 4/123) âyeti nâzil oldu. Efendimiz: “- Ebubekir, bana indirilen bu âyeti sana okutayım mı?” buyurdu. Ben: “- Tabii ki ya Rasûlallah” dedim. Bana bu âyeti okuttu. Sanki belimin kırılıp ayrıldığını hissettim ve öylece kasılıp kaldım. Peygamberimiz: “- Neyin var, ne oldu?” diye sordu. Ben: “- Anam babam sana fedâ olsun ya Rasûlallah, hangimiz günah işlemez ki! Şimdi biz işlediklerimiz yüzünden mutlaka cezalandırılacak mıyız?” diye üzüntümü ifade ettim. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.) şu açıklamayı yaptı: “- Ey Ebubekir! Sen ve diğer mü’minler hatalarınız sebebiyle dünyada bazı sıkıntı ve meşakkatlere uğratılarak cezalandırılırsınız. Öyle ki Allah’a günahsız olarak kavuşursunuz. Diğerlerine gelince onların yaptıkları biriktirilir ve cezaları kıyamet gününe bırakılır.” (Tirmizî, Tefsir 4/3039) Yine bu âyetin tesiriyle sarsılan müslümanlara Allah Resûlü (s.a.s.) şu teskin ve teselli edici nasihatte bulunmuştur: “İtidali kaybetmeyin, doğruluktan ayrılmayın. Şunu bilin ki, müslümanın karşı karşıya kaldığı her bir musibette -ayağının sürçmesi, parmağının kanaması gibi küçük sıkıntıları ve herhangi bir tarafına batan bir diken de dâhil olmak üzere- günahlarına bir kefaret vardır.” (Müslim, Birr 52) Şunu ifade etmek gerekir ki: [1] Hurma çekirdeğinin üstündeki, hurma fidanının kendisinden neş’et edip büyüdüğü çok ince beyaz çukurcuğa اَلنَّق۪يرُ (nakîr), yarığındaki ipliğe اَلْفَت۪يلُ (fetîl), çekirdeğe yapışık ince kabuğa da اَلْقِطْم۪يرُ (kıtmîr) denilir. Bu kelimeler, en küçük ölçü ve miktarları belirtmek için kullanılır. وَمَنْ اَحْسَنُ د۪ينًا مِمَّنْ اَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلّٰهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ وَاتَّبَعَ مِلَّةَ اِبْرٰه۪يمَ حَن۪يفًاۜ وَاتَّخَذَ اللّٰهُ اِبْرٰه۪يمَ خَل۪يلًا ﴿١٢٥﴾ Meal 125: Allah’ı görürcesine iyilik yapan bir kimse olarak bütün varlığıyla Allah’a teslim olan ve şirkten uzak dupduru bir tevhid inancıyla İbrâhim’in dînine uyan kimseden daha güzel bir dine kim sahiptir ki? Üstelik Allah, İbrâhim’i dost edinmiştir. وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَكَانَ اللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ مُح۪يطًا۟ ﴿١٢٦﴾ Meal 126: Göklerde olanlar da yerde olanlar da hepsi Allah’ındır. Allah, ilim ve kudretiyle her şeyi kuşatmıştır. Tefsir:Bir insanın dinini en güzel şekilde yaşamasının ve yüksek seviyede dindâr bir kişiliğe sahip olmasının en mühim şartları şunlardır: › İnanılması gereken esaslara kâmil mânada iman edip kalbini, ruhunu ve benliğini her türlü mânevî kirliliklerden arındırıp tam olarak Allah’a teslim etmek. › İbadet, ahlâk ve muamelâtla alâkalı vazifelerini ihsan kıvamında yerine getirmek. Allah Resûlü (s.a.s.) ihsanı: “Allah’ı görüyormuş gibi ona kulluk etmendir. Zira her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görmektedir” (Buhârî, İman 37; Müslim, İman 57) şeklinde tarif etmektedir. › Gerçek bir müvahhid olarak, tevhid esasına dayanan Hz. İbrâhim’in dinine tâbi olmak. Zira Hz. İbrâhim’in dini, bütün dinler arasında sıhhati ve makbûliyeti hususunda ittifak edilen ve İslâm’a en uygun olan bir dindir. Hz. İbrâhim de peygamberler arasında üstün bir yeri olan ve “Ebu’l-Enbiyâ” diye yâd edilen bir peygamberdir. Cenâb-ı Hak, onun getirdiği dine uymaya teşvik için, mümeyyiz bir vasfını öne çıkararak “Allah, İbrâhim’i dost edinmiştir” (Nisâ 4/125) buyurmuştur. Âyette geçen اَلْخَل۪يلُ (halîl), dost demektir. Dosta bu ismin verilmesi, onun sevgisinin kalbin en ücra köşelerine sızıp yerleşmesi ve doldurmadığı en ufak bir gedik bırakmamasından dolayıdır. Dolayısıyla halîl, muhabbetinde en küçük bir halel, eksiklik bulunmayan kimse demektir. İşte İbrâhim (a.s.) yüce Allah’ı çok seven ve Allah tarafından da çok sevilen bir peygamber idi. Onun Allah dostu oluşuyla ilgili dikkat çekici misallerden ikisi şöyledir: Rivayete göre Allah Teâlâ, Hazret-i İbrâhim’e sayılamayacak kadar koyun sürüleri ihsân etmişti. Cebrâil (a.s.) insan sûretinde gelerek: “Bu sürüler kimin? Bana sürülerden birini satar mısın?” diyerek sordu. İbrâhim (a.s.): “Bu sürüler Rabbimindir. Şu anda benim elimde emânet olarak bulunuyor. Bir kere zikredersen, üçte birini; üç kere zikredersen hepsini al, götür!” dedi. Cebrâil (a.s.) üç defâ: سُبُّوحٌ قُدُّوسٌ رَبُّنَا وَ رَبُّ الْمَلٰئِكَةِ وَ الرُّوحِ (Subbûhun kuddûsun rabbunâ ve rabbu’l-melâiketi ve’r-rûh) “Bizim Rabbimiz, Rûh’un ve melâike-i kirâmın Rabbi, bütün kusurlardan münezzeh, cümle eksikliklerden pâk ve yücedir” diye zikredince Hz. İbrâhim: “Al hepsi senin olsun, al götür!” dedi. Hz. Cebrâil: “Ben insan değil, meleğim, alamam” dedi. İbrâhim (a.s.) da: “Sen meleksen, ben de halîlim; Allah’ın dostuyum. Verdiğimi geri almak bana yakışmaz” diyerek karşılık verdi. Nihâyet Hz. İbrâhim, sürülerinin hepsini sattı. Mülk alıp vakfetti. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, II, 356-357) Diğer bir rivayete göre Hz. İbrâhim, kâfirlerin elebaşılarını misafir etmiş, kendilerine birtakım hediyeler vermiş, onlara ihsanda bulunmuştu. Onun bu misafirperverliği ve cömertliği karşısında hayran kalan misafirler kendisine herhangi bir ihtiyacı olup olmadığını sormuşlar, o da: “Rabbime bir defa secde etmenizi istiyorum” demişti. Bunun üzerine onlar secde ettiler, o da yüce Allah’a şöylece dua etti: “Allahım! Ben ancak elimden gelen bir işi yaptım. Allahım sen de sana layık olanı yap.” Yüce Allah, bunun üzerine onlara İslâm’la şereflenmeyi lütfetti. (Kurtubî, el-Câmi‘, V, 401- 401) İbrâhim (a.s.), canı, evlâdı ve malı ile ağır bir imtihan geçirmiş, hepsinde de Rabbine büyük bir teslîmiyet ve muhabbetle râm olmuştur. Allah’ın halîli, sevgili bir dostu olarak kulluğun zirvesine erişmiştir. Allah, İbrâhim’i güzel kulluğu ve itaati dolayısıyla dost edinmiştir. Emirlerine harfiyen uyması vesilesiyle ona büyük bir ikramda bulunmuştur. Yoksa, -hâşâ- bir ihtiyacı sebebiyle, yahut da bununla mülkünü artırması ya da desteğini alması kastıyla onu dost edinmiş değildir. Zira göklerde ve yerde bulunan her şey hem mülkiyet hem de yaratma itibariyle Allah’a ait iken böyle bir şey olması mümkün değildir. Unutmamak gerekir ki, Allah’ın sevdiği bir kul olabilmek ve O’nun dostluğu istikâmetinde mesafe alabilmek için kul hakları hususunda titiz davranmak; hele yetimler, zayıflar ve çaresiz kadınlar gibi ezilen kesimlerin hukukuna son derece dikkat etmek lazımdır. Bu sebeple buyruluyor ki: Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
وَلَا تُجَادِلْ عَنِ الَّذ۪ينَ يَخْتَانُونَ اَنْفُسَهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ خَوَّانًا اَث۪يمًاۚ ﴿١٠٧﴾ Meal 107: Haksızlık yaparak kendilerine hâinlik edenleri savunma! Şüphesiz Allah, hâinlikte ve günah işlemekte aşırı gidenleri hiç sevmez. Tefsir: “Nefse hıyanet”, kişinin kendini aldatması, bir menfaat elde edeceği zannıyla hareket edip, beklentisinin tam aksine büyük bir zarara uğramasıdır. Bu bakımdan bir insanın haksızlık yapmaya veya bir günah işlemeye cür’et ederek kendini cehennem azabına maruz bırakması, kendini aldatmak ve Allah’ın emaneti olan nefse hainlik etmek anlamına gelmektedir. Allah bu tür pek hâin, pek günahkâr olan; hâinlikten sakınmayan ve günahtan çekinmeyen kimseleri hiç sevmez. O halde böyle kimseleri savunmak, avukatlığını yapmak, onu haklı çıkarma niyetiyle lehinde deliller bulmaya çalışmak doğru bir davranış değildir. Şimdi “nefse hıyanetin” açık bir misali verilmektedir:
يَسْتَخْفُونَ مِنَ النَّاسِ وَلَا يَسْتَخْفُونَ مِنَ اللّٰهِ وَهُوَ مَعَهُمْ اِذْ يُبَيِّتُونَ مَا لَا يَرْضٰى مِنَ الْقَوْلِۜ وَكَانَ اللّٰهُ بِمَا يَعْمَلُونَ مُح۪يطًا ﴿١٠٨﴾ Meal 108: Onlar, yaptıkları hâinlik ve işledikleri günahları insanlardan gizlemeye çalışırlar da, hayâ edip Allah’tan gizlemezler. Halbuki onlar, bilhassa gece karanlığında gizli gizli Allah’ın râzı olmayacağı ihânet planları yaparken Allah onların yanıbaşındaydı. Zâten Allah, onların yaptıkları her şeyi ilmiyle kuşatmış durumdadır. Tefsir:Burada “nefse hıyânetin” açık bir misâli verilmektedir: Kendilerine hıyanet edenler, insanlardan utandıkları ve zararlarından korktukları için planladıkları günahlarını onlardan gizliyorlar. Fakat her şeyi hakkiyle bilen ve gören, dolayısıyla haya edilmeye ve azabından sakınılmaya en layık varlık olan Allah’ı hesaba katmıyorlar. Halbuki Allah, gece gündüz hep onlarla beraberdir. Geceleyin gizlice bir araya gelip, Allah’ın razı olmayacağı sözleri düzüp, bunu nasıl uygulayacaklarını planlarken O hep yanlarında bulunmaktadır. Allah, onların bütün yaptıklarını ilmiyle her yönden kuşatmıştır. Hiçbir şeyi gözden kaçırmaz ve cezasını bir gün mutlaka verir. Bu, yanlış olma ihtimali bulunmayan değişmez bir gerçektir. O halde kulun, bütün niyet, söz ve fiillerini, kendinden bir an bile gafil olmayan bir yüce Rabbin murakabesinde ve O’nun muradına uygun tarzda tanzim etmesinden başka bir çıkar yol yoktur. Şunu unutmamak gerekir ki: هَٓا اَنْتُمْ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ جَادَلْتُمْ عَنْهُمْ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا فَمَنْ يُجَادِلُ اللّٰهَ عَنْهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَمْ مَنْ يَكُونُ عَلَيْهِمْ وَك۪يلًا ﴿١٠٩﴾ Meal 109: Haydi diyelim, siz dünya hayatında onları savunmaya çalıştınız; peki kıyâmet günü Allah’a karşı onları kim savunacak? Yahut kim onlara vekil olacak? Tefsir:Dünya iyilerle kötülerin birbirinden ayrılmasını sağlayacak bir imtihan sahası olduğu için burada iyiler iyiliklerini, kötüler de kötülüklerini yapacaklardır. Haksızlık yapanlar olacağı gibi, o haksızları savunanlar da bulunacaktır. Fakat yapılanlar dünya hayatıyla sınırlı kalmayacak, bunların âhiret hayatını, cennet ve cehennemi alakadar eden çok ciddî bir boyutunun olduğu bir gün bütün açıklığıyla ortaya çıkacaktır. Kıyamet günü Allah Teâlâ ne emrederse sadece o geçerli olacak, hiç kimsenin O’nun emrine ve hükmüne aykırı davranması mümkün olmayacaktır. Çünkü o günün tek hâkimi Cenâb-ı Hak’tır. (Fâtiha 1/3; Mü’min 40/16) Hâsılı, dünya hayatında haksızların yanında yer alanlar, onların savunuculuğunu yapmaya çalışanlar, âhirette bu imkândan mahrum kalacakları için, onları Allah’a karşı kesinlikle savunamayacak, kendileri de o hıyanete ortak olacaklardır. Onları savunacak veya onlara vekillik yapacak başka bir kimse de bulunmayacaktır. Neticede haksızlık yapanlar da, haksızlığa destek çıkanlar da hepsi birlikte Allah’ın hesâbı ve azabıyla yüz yüze geleceklerdir. Ancak, henüz dünyada yaşarken elbette tevbe ve istiğfar kapısı açıktır: وَمَنْ يَعْمَلْ سُٓوءًا اَوْ يَظْلِمْ نَفْسَهُ ثُمَّ يَسْتَغْفِرِ اللّٰهَ يَجِدِ اللّٰهَ غَفُورًا رَح۪يمًا ﴿١١٠﴾ Meal 110: Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan bağışlanma dilerse, şüphesiz Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olarak bulur. وَمَنْ يَكْسِبْ اِثْمًا فَاِنَّمَا يَكْسِبُهُ عَلٰى نَفْسِه۪ۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَل۪يمًا حَك۪يمًا ﴿١١١﴾ Meal 111: Günah işleyen kimse, onu ancak kendi aleyhine işlemiş olur. Allah, her şeyi hakkıyla bilen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır. وَمَنْ يَكْسِبْ خَط۪ٓيـَٔةً اَوْ اِثْمًا ثُمَّ يَرْمِ بِه۪ بَر۪ٓيـًٔا فَقَدِ احْتَمَلَ بُهْتَانًا وَاِثْمًا مُب۪ينًا۟ ﴿١١٢﴾ Meal 112: Kim de bir hata yapar veya günah işler de sonra onu suçsuz birinin üzerine atarsa, muhakkak ki büyük bir iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olur. Tefsir:Kur’an, son nefese kadar tevbe kapısını açık tutar. İnsana hatasından dönüp halini ıslaha fırsat verir. Dolayısıyla hırsızlık etmek ve iftira atmak suretiyle başkasına kötülük yapan veya şirk ve benzeri gibi herhangi bir günahı işleyerek kendine zulmeden kul, tevbe edip Allah’tan mağfiret talep ettiği zaman, bağışlanma ihtimali vardır. Çünkü günahları bağışlayacak olan sadece Allah’tır. Allah ise çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.): “Her hangi bir kul eğer bir günah işler, sonra abdest alır iki rekat namaz kılar ve Allah’tan bağışlanma dilerse, mutlaka Allah onu bağışlar” buyurmuş, sonra da: “Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan bağışlanma dilerse, şüphesiz Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olarak bulur” (Nisâ 4/110) âyetini okumuştur. (Tirmizî, Salât 181; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 9)Günah, kesinlikle onu işleyen kişinin aleyhinedir. Çünkü günah, fıtratı bozar. Onun kiri, kişinin berrak kalp aynasında hemen ortaya çıkar; onu gerçeği görüp dinlemeye karşı kör ve sağır eder. Âyet-i kerîmede: “Hayır, gerçek hiç de öyle değil! Aslında onların işledikleri günahlar, kalplerini bütün bütün paslandırmıştır” (Mutaffifîn 83/14) buyrularak bu hususa işaret edilir. Bu sebeple her günah, kişinin bizzat nefsine, insanlık cevherine yaptığı bir hâinlik olup, onun zararını görecek ve cezasını çekecek olan da yine kendisidir. Yapılan bir kötülüğü veya günahı, bunlarla hiçbir ilgisi bulunmayan suçsuz birinin üzerine atmak ise daha büyük bir günahtır. Bunu yapan kişi hem iftira etmiş hem de apaçık bir günah işlemiş olur. Günahlar bir yük ve ağırlık olduğundan, buna işaret edilmek üzere âyette özellikle “yüklenmek” fiili kullanılmıştır. Nitekim bir başka âyette: “Gerçek şu ki onlar kendi günahlarını yüklenecekler, kendi günahlarıyla beraber saptırdıkları insanlara ait nice günahları da yükleneceklerdir…” (Ankebût 29/13) buyrulur. Âyette geçen اَلْخَط۪يئَةُ (hatîe) kelimesine küçük günah; اَلْإثْمُ (ism) kelimesine büyük günah; birincisine “yapanla sınırlı kalan küçük günah”, ikincisine ise “zulüm ve öldürme gibi başkasına tecavüz eden günah”; birincisine “gerek isteyerek olsun, gerek bilmeden olsun, yapılması uygun olmayan”, ikincisine ise “isteyerek yapılan günah” gibi mânalar verilmiştir. Başkasına, yapmadığı bir kötülüğü iftira etmek, ağır ve büyük bir günah olduğu gibi, kendi günahını başkasına yüklemeye çalışmak, o günaha bu ağır ve büyük günahı ilave etmektir. Yani günahın katlanarak daha ağır ve büyük hale gelmesidir. Böyle bir duruma düşen kulun yapacağı şey pişman olmak, tövbe etmek, hakkı sahibine teslim etmek, adâlete başvurmak, Allah’a yönelmek ve O’ndan bağışlanmayı dilemektir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bir gün ashâbına: “Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar, “Allah ve Rasulü daha iyi bilir”, dediklerinde şöyle buyurdu: “Kardeşin hakkında duyduğunda hoşuna gitmeyecek şekilde konuşmandır.” Bu kez Efendimiz’e, “Şayet söylediğim kardeşimde bulunuyorsa bunun hakkında ne dersin?” diye soruldu. O da şöyle buyurdu: “Eğer dediğin onda varsa onun gıybetini yapmış olursun. Eğer dediğin onda yoksa, ona iftirada bulunmuş olursun.” (Müslim, Birr 70) Bütün bu hatırlatmalardan sonra Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.s.)’e olan özel ihsanlarını ve mü’minlerin uymaları gereken yolu şöyle beyân ediyor: وَلَوْلَا فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكَ وَرَحْمَتُهُ لَهَمَّتْ طَٓائِفَةٌ مِنْهُمْ اَنْ يُضِلُّوكَۜ وَمَا يُضِلُّونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَضُرُّونَكَ مِنْ شَيْءٍۜ وَاَنْزَلَ اللّٰهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُۜ وَكَانَ فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكَ عَظ۪يمًا ﴿١١٣﴾ Meal 113: Rasûlüm! Eğer üzerinde Allah’ın lutuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir grup vereceğin hükümde seni bile adâletten saptırmaya kesinlikle yeltenmişti. Fakat onlar, başkasını değil ancak kendilerini saptırırlar ve sana da hiçbir zarar veremezler. Çünkü Allah, sana kitabı ve hikmeti indirmekte ve sana bilmediğin şeyleri öğretmektedir. Allah’ın sana olan lutfu gerçekten çok büyüktür. Tefsir:Allah Teâlâ, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e diğer bütün nimetlerden üstün olarak peygamberlik nimetini ve günah işlemekten korunmuş olma hususiyetini vermiştir. İlâhî teyid hep onun yanındadır. Dolayısıyla Peygamber’in yanılması ve yanlış yapması mümkün değildir. Haksızlık, yalan ve iftira yoluyla Peygamberi yanıltmaya çalışanlar, sadece kendilerini yanıltırlar ve ona hiçbir zarar veremezler. Üstelik Allah Peygamberine kitap ve hikmeti indirmiştir. Kitap, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Hikmet ise sünnettir; dini bütün inceliği ile anlayıp tatbik edebilme özelliğidir. Ona bilmediği şeyleri de öğretmiştir. Allah Resûlü (s.a.s.), daha önce kitabın ve imanın ne olduğunu bilmezken, Cenâb-ı Hakk’ın öğretmesiyle bunlardan haberdar olmuş, yolu aydınlanmış ve gerçekleri görme imkânı bulmuştur. (bk. Şûrâ 42/53) Yine onu, münafıkların sırlarına müttali kılmış, onların çeşitli hile ve tuzaklarından sakınabilecek yolları göstermiştir. Bu sebeple herhangi bir art niyetli kimsenin, Peygamberi aldatmaya, saptırmaya ve ayağını kaydırmaya hiçbir zaman gücü yetmeyecektir. Onlar ne kadar gizli toplantılar tertip etseler de bu konuda istedikleri neticeye ulaşamayacaklardır. Bu sebeple Yüce Rabbimiz, gizli yapılabilecek toplantıların mahiyetini, şartlarını ve gayesini belirlemek üzere şöyle buyuruyor: لَا خَيْرَ ف۪ي كَث۪يرٍ مِنْ نَجْوٰيهُمْ اِلَّا مَنْ اَمَرَ بِصَدَقَةٍ اَوْ مَعْرُوفٍ اَوْ اِصْلَاحٍ بَيْنَ النَّاسِۜ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِ فَسَوْفَ نُؤْت۪يهِ اَجْرًا عَظ۪يمًا ﴿١١٤﴾ Meal 114: Onların kendi aralarında yaptıkları gizli görüşmelerin ve fısıldaşmaların çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi, iyilik yapmayı ya da insanların arasını düzeltmeyi emredenlerinki bunun dışındadır. Kim bunu Allah’ın rızâsını kazanmak niyetiyle yaparsa, ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz. Tedsir: Başkalarının da bulunduğu bir yerde iki veya daha fazla kişinin bir araya gelerek gizli görüşme yapmaları ve kendi aralarında fısıldaşarak bir şeyler konuşmaları dinimizce hoş karşılanmamıştır. Bu tür davranışlar insanların tecessüs ve meraklarını celbederek şüphe içine düşmelerine sebep olmaktadır. Bu bakımdan âyet-i kerîme gizli olarak yapılan toplantı ve fısıldaşmaların çoğunda hayır olmadığını haber vermekte; bundan sadece hayırlı işlerin hepsini içine alan şu üç durumu istisna etmektedir: › Sadaka vermek, › Şeriatin ve aklın güzel gördüğü her türlü iyiliği emretmek, › İnsanların arasını ıslaha çalışmak. Bu hususla ilgili olarak diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Aranızda gizli konuşacak olursanız sakın günah işlemek, düşmanlık etmek ve Peygamber’e karşı çıkmak için fısıldaşmayın. Ancak iyilik ve takvâ üzere bir araya gelin ve konuşun. Bir gün huzurunda toplanacağınız Allah’a karşı gönülden saygı besleyin ve O’na itaatsizlikten sakının!” (Mucâdile 58/9) Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) de şöyle buyurur: “Üç kişi olduğunuzda iki kişi, arkadaşlarını bir kenara bırakarak kendi aralarında gizlice fısıldaşmasınlar. Çünkü bu durum, arkadaşlarını üzer.” (Müslim, Selâm 38) Hasılı çıkar yol, Allah Resûlü (s.a.s.)’in yoluna ve tüm samimiyetleriyle bu yola bağlanmış mü’minlerin yoluna uymaktır: وَمَنْ يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدٰى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَب۪يلِ الْمُؤْمِن۪ينَ نُوَلِّه۪ مَا تَوَلّٰى وَنُصْلِه۪ جَهَنَّمَۜ وَسَٓاءَتْ مَص۪يرًا۟ ﴿١١٥﴾ Meal115: Kim de, kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra Peygamber’e aykırı davranır, mü’minlerin yolundan başka bir yol tutarsa, onu döndüğü o bâtıl yolda bırakır ve cehenneme atarız. Cehennem ise, varılacak ne kötü bir yerdir. Tefsir:Bu âyet, hırsızlık yapan ve bunu başkasının üzerine atmaya çalışan Tu‘me b. Ubeyrık hakkında inmiştir. O, tevbe edip günahından af dileyecek yerde Mekke’ye kaçıp müşriklere katıldı. Dinden dönerek Allah Resûlü’ne muhalefet etti ve kâfir olarak öldü. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, V, 376) Cenâb-ı Hak, peygamber göndermek, ona kitap ve hikmeti öğretmek suretiyle insanlara doğru yolu bütün berraklığıyla beyân buyurmuştur. Peygamber ve beraberindeki mü’minler, bu yolda istikamet üzere yürüyerek, sonradan gelenlere örnek olacak pek güzel bir İslâmî hayat yaşamışlardır. Dolayısıyla gidilecek yol, yolda uyulması gereken işaretler ve varılacak menzil bellidir. Bu yol, itikat ve amelde tevhidi esas alan sapasağlam İslâm dinidir. Bu yol, Allah ve Rasûlü’ne kayıtsız şartsız itaat yoludur. Varılacak menzil ise dünyada huzur ve saadet, âhirette de cennet ve rızâ-i ilâhîdir. Şimdi kim, tercihini Peygamber’e muhalefetten yana kullanır, ona düşmanlığı seçer ve mü’minlerin yolundan başka bir yola girerse, varacağı yer çok fenâ bir mekan olan cehennemdir. Âyet-i kerîmede “Peygamber’e karşı gelmek” ile “mü’minlerin yolundan başkasına tâbi olmak” ayrı birer fiil olarak zikredilir. Âyetin bu sarih ifadesiyle, Allah Resûlü’ne uymak istendiği gibi, müminlerin yoluna uymak da açıkça istenmektedir. Zira “kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra Peygamber’e aykırı davranma” ifadesinden sonra “mü’minlerin yolundan başka bir yol tutma” (Nisâ 4/115) kaydının getirilmesi, her iki şıkkın da bizzat matlup ve gerekli olduğunu gösterir. Buna göre Resûlullah (s.a.s.)’e karşı çıkmak, müminler yoluna gitmemek demek olduğu gibi, müminler yoluna gitmemek de Resûlullah (s.a.s.)’e karşı çıkmak demek olduğu açıkça belirtilmiştir. Bundan dolayıdır ki, Ehl-i Sünnet âlimleri, âyetin bu kısmını icma-ı ümmete uymanın farz olduğunu ifade için sevkolunmuş bir delil olarak anlamışlardır. Böylece icma-ı ümmet yani İslâm âlimlerinin ittifakı ile doğrunun ortaya çıkabileceği ve ona da uymanın farz olduğu kabul edilmiştir. Zaten âyette kullanılan اَلْإتِّبَاعُ (ittibâ) kelimesi de asıl meselenin “uyma” esası üzerinde cereyan ettiğini göstermektedir. Ümmetin icmâsının önemini gösterme bakımından Enes (r.a.)’ın naklettiği şu hâdise pek anlamlıdır: “Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ile bâzı sahâbîler birlikte bulunurlarken yanlarından bir cenâze geçti. Ashâb-ı kirâmdan bâzıları o cenâzeyi hayırla yâd ettiler. Bunun üzerine Efendimiz: “–Vecebet: Vâcib oldu, kesinleşti!” buyurdu. Sonra bir cenâze daha geçti. Orada bulunanlar onun kötülüğünden bahsettiler. Resûl-i Ekrem Efendimiz yine: “–Vecebet: Vâcib oldu, kesinleşti!” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer: “–Yâ Rasûlallah, kesinleşen nedir?” diye sordu. Peygamber Efendimiz: “–Önce geçen cenâzeyi iyilikle yâd ettiniz, bu sebeple onun cennete girmesi kesinleşti. Sonrakinin de kötülüğünden bahsettiniz, onun da cehenneme girmesi kesinleşti. Çünkü siz mü’minler, Allah’ın yeryüzündeki şâhitlerisiniz.” buyurdu. (Buhârî, Cenâiz 86; Müslim, Cenâiz 60) Dolayısıyla müslümanların, bugün bu âyet-i kerîmenin mesajı üzerinde önemle durmaları gerekmektedir. İslâm hakkında yapılan yayınlar ve söylenen sözler bu açıdan büyük bir ehemmiyet taşımaktadır. Zira müslümanları ne kadar derinden yaraladığını düşünmeden rastgele söylenen sözler, birçok tahribata sebep olmaktadır. Çünkü bu yolla müslümanların tuttuğu yoldan farklı ve onlara zıd görüşler sanki İslâm’ın görüşü gibi sunulabilmekte, bu da müslümanlar arasında düşünce, inanç ve amel zaafına neden olabilmektedir. Hatta onlara bir kısım günahların kapısını aralayabilmekte ve onları şeytanın tuzağına düşme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmaktadır:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه۪ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَٓاءُۜ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا بَع۪يدًا ﴿١١٦﴾ Meal 116: Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ama dilediği kimselerin bunun dışındaki günahlarını bağışlar. Artık kim Allah’a şirk koşarsa, doğru yoldan çok uzak bir sapıklığa düşmüş olur. Tefsir:Rivayete göre yaşlı bir kimsenin, Peygamberimiz’e gelip: “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben büyük küçük günahlara batmış yaşlı bir adamım. Ancak şu kadar var ki ben, Cenâb-ı Hakk’ı bildiğim ve O’na îman ettiğim günden beri O’na hiçbir şeyi ortak koşmadım. Şimdi benim Allah katındaki durumum ne olacak” demesi üzerine bu âyet nâzil olmuştur. (Kurtubî, el-Câmi‘, V, 386) Allah’a şirk koşmak, en büyük günahtır. Kul tevbe etmediği müddetçe bu günah bağışlanmayacaktır. Allah Teâlâ, şirkin dışındaki günahları ise, tevbe olsun veya olmasın dilediği kulları için bağışlayabilir. (Bk. Nisâ 4/48) Allah’a şirk koşan kimse, doğru yoldan çok uzaklara sapar ve bütün hayırlardan mahrum kalır. Neticede cennetten de uzak düşer. Kişi, haktan uzaklaştığı nispette cennetten de uzak kalacaktır. Onu rızâ-i ilâhîden ve cennetten en çok uzaklaştıracak günah ise şüphesiz şirk olacaktır. Bu sebeple şirkin, açık ve gizli bütün yönlerini en iyi şekilde bilip onlardan uzak durmak, kulun yapması gereken en mühim vazifelerin başında yer almaktadır. Şirkin en açık şekli, Allah’ın dışında putlar edinip onlara tapmaktır: