Foren Suche

  • Thema von Kurban im Forum Makale/Artikel/Anregun...

    Mektubat Ve Bazı Mesaili Mühimme/Salahuttın Ibni Mevlana Siracüttin Kds 68-

    Müşaru ileyh:Bu Yolda Nefsini Fravundan ala gören olda vasılı hakikat olamaz.,der.Bu sözler uzun şerhe ve izaha muhtaçdır.
    Malumdur ki:Masumiyet peyğamberlere mahsur,mahfuziyetde müminlere maksurdur.Nubuvvete tealluk eden umurda kati vardır.Velayete terettub eden umurda zan vardır.
    HATİME:Allah bildirmedikce herkese mechuldur.İmanada ,küfüre de muncer olması muhtemeldir.İş böyle olunca Fravunla karşılaştırıp eşleştirmek nasıl olur?
    Peyğamberlerden maadasının hatimesi mechuldur.Elde vahiy yoktur.İlham ve keşif sahibinden ma adsına huccet olmaz.Hatta kendisine de yukardaki kaideler mucibince ve hatime itibarile huccet değildir.Bu takdirde hatime hususunda daima lerzan olmak lazım gelir.Allaha iltica ve karar eylemek gerekir.Havf ile reca beyninde bulunmak eslem ve ahkem ahvaldir.

  • Enam Süresi Meal Ve Tefsiri 67-Datum26.03.2024 22:57
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Enam Süresi Meal Ve Tefsiri 67-

    لِكُلِّ نَبَأٍ۬ مُسْتَقَرٌّؗ وَسَوْفَ تَعْلَمُونَ ﴿٦٧﴾
    Meal ﴾67﴿ Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında siz de gerçeği bileceksiniz.
    TefsiriHz. Peygamber, tebliğ ettiği Kur’an vasıtasıyla müşrikleri ve genel olarak dünyadaki bütün inkârcıları açık açık uyardığına göre, artık inkârcılık ve kötülüklerde direnenlerin müstehak oldukları felâketlerin vuku bulması kaçınılmazdır. “Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında siz de gerçeği bileceksiniz” meâlindeki tehdit, esasta özellikle müşriklere ve hakkı tekzip eden bütün inkârcılaradır; ancak, İslâm’ın hakikatlerinden, Kur’an’ın hikmetlerinden uzaklaşacak derecede fikir ayrılıklarına düşen; hakkı bir yana bırakarak fırkalara, mezheplere bölünüp gurur, kibir, bencillik, menfaat ve ihtiraslar uğruna birbiriyle çarpışan müslümanlar için de âyetten alınacak dersler olduğunda kuşku yoktur.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 421-422
    وَاِذَا رَاَيْتَ الَّذٖينَ يَخُوضُونَ فٖٓي اٰيَاتِنَا فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ حَتّٰى يَخُوضُوا فٖي حَدٖيثٍ غَيْرِهٖؕ وَاِمَّا يُنْسِيَنَّكَ الشَّيْطَانُ فَلَا تَقْعُدْ بَعْدَ الذِّكْرٰى مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِمٖينَ ﴿٦٨﴾
    Meal ﴾68﴿ Âyetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar kendilerinden uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma!
    Tefsir:“Allah’ın âyetleri hakkında ileri-geri konuşmaya dalmak”tan maksat, Kur’an-ı Kerîm’i alaya almak veya eleştirmeye kalkışmaktır. Âyet, bu şekilde davrananların –eğer engel olmak mümkün değilse– başka bir konuya geçinceye kadar yanlarından ayrılmayı emretmektedir. Aynı buyruk, daha sonra gelen bir başka âyette de tekrar edilmiştir (Nisâ 4/140). Fahreddin er-Râzî’nin naklettiğine göre âyetin asıl mâna ve maksadını dikkate alan bazı âlimler, inançsızların Kur’an’la ilgili kötü sözlerine karşı, yanlarından uzaklaşmanın dışında başka tepkiler de gösterilebileceğini belirtmişlerdir (XIII, 25). Aynı müfessir bu âyetteki havd kelimesini açıklarken –haklı olarak– “Havd, sözlükte eğlence tarzında ve aşırı derecede dalmayı ifade eder... Binaenaleyh, bazı Haşviyye’nin zannettiğinin aksine bundan, ilâhiyyât meselelerini derinlemesine inceleyip araştırmanın, istidlâl ve münazaranın, Allah’ın âyetlerine dalmaktır diye, haram olduğu sonucunu çıkarmaya kalkışılmamalıdır” der.
    Bazı müfessirler, âyette sadece Hz. Peygamber’e hitap edildiğini, dolayısıyla buyruğun da yalnız ona yönelik olduğunu ileri sürmüşlerse de yaygın kanaate göre âyetin asıl muhatabı hem Resûlullah hem ümmetidir (bk. Taberî, VII, 228-229; İbn Atıyye, II, 303-304; M. Reşîd Rızâ, VII, 508). Muhatabın Hz. Peygamber dışındaki müslümanlar olduğu da söylenmiştir. Ancak, beşer olması itibariyle Hz. Peygamber’in de bazı şeyleri unutabileceğini, bunu bizzat kendisinin kabul ettiğini bildiren hadisler de vardır. Bu hadislerin birinde Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Ben, ancak bir beşerim; sizin gibi ben de unutabilirim...” (Buhârî, “Salât”, 31; Müslim, “Mesâcid”, 89, 92, 93, 94).
    Âyette bu tâlimatın unutulması halinde oturmaktan ötürü günahkâr olunmayacağı (zira unutma meşrû bir mazerettir), ancak hatırlayınca artık “zalimler”le oturmamak gerektiği ifade ediliyor. Kur’an aleyhinde konuşanlara “zalimler” denilmesi, onların konuşmalarının iyi niyetli, adaletli, gerçeklere dayalı olmadığını; aksine tahkir, tezyif ve iptal amacı taşıyan asılsız ve gerçek dışı konuşmalar olduğunu ortaya koymaktadır.
    Bu âyet bize, Allah’ın âyetlerine dil uzatmadıkları, İslâmî değerlere karşı saygısızca sözler sarfetmedikleri sürece, yanlış inanç ve görüşteki insanlarla bir arada oturulup konuşulabileceğini göstermektedir. Kanaatimizce “Allah’ın âyetleri hakkında ileri-geri konuşmaya dalma”, onlarla eğlenme ya da onları reddetme, bu birlikteliği ortadan kaldıran en temel sebepse de, bu bir örnek olup, düşmanlık duygularına dayalı daha başka kötü ve yanlış söz veya davranışta bulunan kimseleri de terketmek gerekir. Nitekim gıybet eden kimselerin meclislerini terketmeyi emreden hadisler de vardır (Dârimî, “Mukaddime”, 23). Esasen “Hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma” ifadesindeki “zalimler” nitelemesi de bunu gösteriyor. Çünkü “zulüm”, başta inkârcılık olmak üzere her türlü haksızlık ve adaletsizliği, kasıtlı kötülükleri kapsamaktadır (zulüm hakkında bilgi için bk. Bakara 2/54).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 423-424
    وَمَا عَلَى الَّذٖينَ يَتَّقُونَ مِنْ حِسَابِهِمْ مِنْ شَيْءٍ وَلٰكِنْ ذِكْرٰى لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ ﴿٦٩﴾
    Meal ﴾69﴿ Takvâ sahiplerine, onların hesabından bir sorumluluk yoktur. Fakat, belki korunurlar diye hatırlatmak gerekir.
    Tefsir:Takvâ sahibi müminler yani Allah’a ve O’nun kanunlarına saygı duyup bunları ihlâl etmekten sakınan müslümanlar, şayet Allah’ın âyetlerine dil uzatan zalimlerin yanında bulunmak zorunda kalırlarsa, belki sakınırlar ve vazgeçerler diye onları uyarmalıdırlar. Bu durumda kendileri de sorumluluktan kurtulurlar. Abdullah b. Abbas’ın belirttiğine göre bazı sahâbîler, inkârcıların her tarafta Kur’an’a dil uzattıklarını söyleyerek, bu durum karşısında onlardan uzaklaşmaları mecbur kılınırsa Harem-i şerif’te bulunmalarının bile imkânsız hale geleceğinden endişe ettiklerini belirtmişler, bunun üzerine ruhsat mahiyetindeki 69. âyet nâzil olmuştur (Begavî, Meâlimü’t-Tenzîl, II, 105).
    Âyette herkesin hesabının (sorumluluk) kendisine ait olduğu belirtilerek, bir bakıma, müslümanların görevinin, ne pahasına olursa olsun, diğerlerinden gelen saçma itirazlara, haksız tenkitlere cevap yetiştirmek, böylece faydasız, hatta daha da inatlaşmaya yol açabilecek polemiklere girmek olmadığı, sadece işin doğrusunu beyan edip uyarmanın yeterli bulunduğu anlatılmak istenmiştir. Nitekim 70. âyetin başlangıcı da bunu göstermektedir.
    وَذَرِ الَّذٖينَ اتَّخَذُوا دٖينَهُمْ لَعِباً وَلَهْواً وَغَرَّتْهُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَذَكِّرْ بِهٖٓ اَنْ تُبْسَلَ نَفْسٌ بِمَا كَسَبَتْࣗ لَيْسَ لَهَا مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلِيٌّ وَلَا شَفٖيعٌۚ وَاِنْ تَعْدِلْ كُلَّ عَدْلٍ لَا يُؤْخَذْ مِنْهَاؕ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذٖينَ اُبْسِلُوا بِمَا كَسَبُواۚ لَهُمْ شَرَابٌ مِنْ حَمٖيمٍ وَعَذَابٌ اَلٖيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْفُرُونَࣖ ﴿٧٠﴾
    Meal﴾70﴿ Dünya hayatının aldattığı, dinlerini bir oyuncak ve eğlence edinen kimseleri bir tarafa bırak. Yaptıkları sebebiyle hiç kimsenin bir felâket yaşamaması için Kur’an ile nasihat et. O kimse için, Allah’tan başka ne koruyucu vardır ne de şefaatçi! O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar, yapıp ettikleri yüzünden felâkete sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır.
    Tefsir:Kuşkusuz her konu gibi din hususunda da ilmî ve fikrî değerlendirmeler önemli olmakla birlikte; insanların maddî ve mânevî, ferdî ve sosyal, dünyevî ve uhrevî yönleriyle bütün hayatlarını çok yakından ilgilendiren, tarihin bütün dönemlerinde insanlığı derinden etkileyen din müessesesini önemsiz gibi telakki ederek oyun ve eğlence haline getiren insanlar artık kendileriyle konuşup tartışmaya bile değmeyecek kadar bayağılaşmış olurlar. Bu tür insanlar dünya hayatını yegâne ilgi konusu yaparak dünyanın geçici zevklerine kapıldıkları, onları her şeyin üstünde tuttukları için dini bir tür eğlence gibi düşünerek putları veya buna benzer şeyleri tanrılaştırırlar; yahut ferdin ve toplumun mânevî, ruhî, zihnî, bedenî ve dünyevî hayatını şekillendirecek olan hak dini, üzerinde ciddiyetle düşünüp benimseyecekleri yerde, alaya alırlar.
    Fahreddin er-Râzî’ye göre (XIII, 27-28) çeşitli âyetlerde geçen ve dünya hayatının gerçekte bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu bildiren açıklamalar (meselâ bk. En‘âm 6/32; Ankebût 29/64; Hadîd 57/20) dikkate alındığında bu âyetteki “dini bir oyuncak ve bir eğlence edinme” ifadesinin mânası daha iyi anlaşılır. Buna göre asıl oyun ve eğlence sayılması gereken şey dünya hayatıyla ilgili geçici arzu ve tutkulardır. Hakiki dindarlar, gerçeklik ve doğruluğu delillerle ispatlanmış olan hak dine bağlanıp destek olan kimselerdir. Buna karşılık dini, mevki ve mansıp kazanmak, rakiplerini yenilgiye uğratmak ve servete ulaşmak için araç haline getirenler dine sadece dünya menfaatleri için bağlanır ve bu suretle aslında dünya hayatını değil de dini oyun ve eğlence haline getirmiş olurlar. Râzî’nin getirdiği bu yorum, sahte dindarlığı çok iyi tanımlaması bakımından önemli sayılabilir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 425
    قُلْ اَنَدْعُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَا لَا يَنْفَعُنَا وَلَا يَضُرُّنَا وَنُرَدُّ عَلٰٓى اَعْقَابِنَا بَعْدَ اِذْ هَدٰينَا اللّٰهُ كَالَّذِي اسْتَهْوَتْهُ الشَّيَاطٖينُ فِي الْاَرْضِ حَيْرَانَࣕ لَهُٓ اَصْحَابٌ يَدْعُونَهُٓ اِلَى الْهُدَى ائْتِنَاؕ قُلْ اِنَّ هُدَى اللّٰهِ هُوَ الْهُدٰىؕ وَاُمِرْنَا لِنُسْلِمَ لِرَبِّ الْعَالَمٖينَۙ ﴿٧١﴾
    Meal﴾71﴿ De ki: “Allah’ı bırakıp, bize fayda da zarar da veremeyecek olan şeylere mi tapalım? Allah bizi doğru yola ilettikten sonra gerisin geri (küfre) dönelim de, arkadaşları “Bizim tarafa gel” diye çağırırken, şeytanların kendisini nefsî arzularına uymaya davet edip açık arazide şaşkın bıraktığı kimse gibi mi olalım? De ki: “Allah’ın hidayeti doğru yolun ta kendisidir. Bize âlemlerin rabbine teslim olmamız emredilmiştir.”
    Tefsir:Müslümanlar, kendilerini eski bâtıl dinlerine döndürmeye çalışan müşriklerin kötü emellerine karşı uyarılmaktadır. Nitekim müşrikler kendi akraba ve dostları olan müslümanları İslâm’dan dönmeleri için ikna etmeye çalışmışlar; hatta giderek onlara bu yönde şiddetli baskılar uygulamışlardır. Kur’an başka yerlerde bu sözlü ve fiilî baskıyı veya bu baskı sebebiyle dinden dönmeyi ölmekten daha büyük ve daha şiddetli bir fitne olarak nitelemiştir (Bakara 2/191, 217; fitnenin anlamı konusunda geniş bilgi için bk. Bakara 2/191). Bu âyette, güzel bir teşbihle, müslümanları inkâr ve irtidada çağıran müşrikler, insanların aklını çelip yolunu şaşırtan şeytanlara; onların bu çağrısına aldananların durumu, şeytanların veya cinlerin aldatması ya da büyüsüyle aklî dengesi bozulduğu için yolunu kaybedip ne yapacağını bilemez bir halde ortalıkta şaşkın kalan kimsenin durumuna; Allah’ın insanları hak dine ve imana davet etmesi de bir kimseyi gerçek dostlarının doğru yola çağırmasına benzetilmiştir (İbn Âşûr, VI, 302-303).
    Âyette “... Bize fayda da zarar da veremeyecek olan şeylere mi tapalım?” ifadesinden putlar kastedilmiştir. Bununla birlikte âyetin maksadı göz önüne alındığında burada her dönemdeki müslümanların, gerek sapık inançlı ve kötü fikirli insanlar, gerekse akılları karıştırıp zihinleri bulandıran çevreler, kurumlar tarafından gelebilecek ve kendilerini dinlerinden döndürecek veya dinlerinin gereklerini yerine getirmekten alıkoyacak olan bütün menfi teşebbüslere karşı bir uyarı olduğunda kuşku yoktur. Böyle durumlarda müslüman, “Allah’ın hidayeti, doğru yolun ta kendisidir. Bize âlemlerin rabbine teslim olmamız emredilmiştir” demeyi bilmelidir.
    Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 427
    وَاَنْ اَقٖيمُوا الصَّلٰوةَ وَاتَّقُوهُؕ وَهُوَ الَّـذٖٓي اِلَيْهِ تُحْشَرُونَ ﴿٧٢﴾
    Meal﴾72﴿ “Namazı dosdoğru kılın ve Allah’tan korkun” diye de (emrolundu). O, huzuruna varıp toplanacağınız Allah’tır.
    وَهُوَ الَّذٖي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّؕ وَيَوْمَ يَقُولُ كُنْ فَيَكُونُؕ قَوْلُهُ الْحَقُّؕ وَلَهُ الْمُلْكُ يَوْمَ يُنْفَخُ فِي الصُّورِؕ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِؕ وَهُوَ الْحَكٖيمُ الْخَبٖيرُ ﴿٧٣﴾
    Meal:﴾73﴿ O, gökleri ve yeri hak (ve hikmet) ile yaratandır. “Ol!” dediği gün her şey oluverir. O’nun sözü gerçektir. Sûr’a üflendiği gün de hükümranlık O’nundur. Gizliyi ve açığı bilendir ve O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.
    Tefsir:“Üflendiğinde ses çıkaran boynuz biçiminde bir boru” diye tanım­lanan sûrun benzer açıklamaları hadislerde de geçmektedir. Geleneksel İslâmî inanca göre dört büyük melekten biri olan İsrâfil, sûr adı verilen ve çok güçlü ses çıkaran boruyu iki defa üfleyecek, ilk üflemede kâinattaki bütün canlılar ölecek, ikinci üflemede ise canlılar tekrar dirilecektir. Âhiretle ilgili diğer haberler gibi sûr hakkındaki bilgiler de insan aklının kapasitesini aşan, naslarda nasıl bildirilmişse öylece inanılması gereken hususlardır. Ancak sûru, sûretin çoğulu olarak suver şeklinde okuyanlar da vardır. Buna göre âyetin mânası şöyledir: Sûretlere (ölülerin bedenlerine ruhları veya hayatları) üfleyeceği günde hükümranlık Allah’ındır (Râzî, XIII, 33).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 427-428
    وَاِذْ قَالَ اِبْرٰهٖيمُ لِاَبٖيهِ اٰزَرَ اَتَـتَّخِذُ اَصْنَاماً اٰلِهَةًۚ اِنّٖٓي اَرٰيكَ وَقَوْمَكَ فٖي ضَلَالٍ مُبٖينٍ ﴿٧٤﴾
    Meal ﴾74﴿ İbrâhim, babası Âzer’e, “Putları tanrılar mı sayıyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapkınlık içinde görüyorum” demişti.
    Tefsir:Kur’an-ı Kerîm’de sadece bu âyette Hz. İbrâhim’in babasının ismi olarak geçen Âzer kelimesinin menşei ve söz konusu kişinin asıl ismi olup olmadığı tartışmalıdır. Bu ismin, “işini sağlam yapan, güçlü” anlamındaki İbrânîce âzûr kelimesinden Arapçalaştırıldığı veya yine İbrânîce elizer kelimesinin galat-ı meşhuru olduğu gibi çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.
    Tevrat’ta ve diğer İbrânîce kaynaklarda Hz. İbrâhim’in babasının ismi Terah şeklinde geçmektedir. Nitekim Zemahşerî de buna işaret eder (II, 23). Batılı bazı araştırmacılara göre eski bir kaynaktaki Therra isminin değiştirilmiş şekli olan Athar, İslâm dünyasına Âzer olarak geçmiştir. Müslüman tarihçiler ve müfessirler bu kişiyi hem Âzer hem de Târih (veya Târah) b. Nahor diye anarlar ve bu isim farklılığını değişik şekillerde açıklarlar. Gerek eski dönemlerde gerekse zamanımızda bir dilden başka bir dile geçen isimlerin çeşitli değişikliklere uğradığı görülür. Hz. İbrâhim’in babasının ismi de Araplar’a Âzer olarak geçmiş, Kur’an’da da bu ismi zikredilmiştir. Çünkü eğer Kur’an’da bu kişi Târah diye anılsaydı, her konuda Hz. Peygamber’in açığını arayan müşrikler Resûlullah’ın sözünü ettiği kişinin ismini bile yanlış bildiğini söyleyerek itibarını sarsmaya kalkışacaklardı.
    Âzer’in hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Ahd-i Atîk’te Nahor’un oğlu olduğu, putlara taptığı, 205 yaşında Harran’da öldüğü söylenir (Tekvîn, 11/31-32; Yeşû, 24/2). Tevrat tefsirlerinde put ustası olduğu, sonraları tövbe ettiği ileri sürülmüşse de Kur’an-ı Kerîm’e göre (Tevbe 9/114; Meryem 19/41-49) o, oğlu İbrâhim’in bütün ısrar ve ikazlarına rağmen putperestlikten vazgeçmemiş ve bu yüzden İbrâhim’in, onun affedilmesi için yaptığı dua kabul edilmemiştir (Hz. İbrâhim’in hayatı ve şahsiyeti hakkında bilgi için bk. Bakara 2/ 124).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 429-430
    وَكَذٰلِكَ نُرٖٓي اِبْرٰهٖيمَ مَلَكُوتَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلِيَكُونَ مِنَ الْمُوقِنٖينَ ﴿٧٥﴾
    Meal:﴾75﴿ Böylece biz İbrâhim’e göklerin ve yerin melekûtunu görüp kavrama imkânı veriyorduk ki kesin inananlardan olsun.
    Tefsir:Melekût aslında milk gibi masdar olup dilcilere göre sonundaki “ût” eki kelimeye mübalağa anlamı kazandırmaktadır. Buna göre melekût, “tam olarak sahip ve mâlik olmak” demektir. Nitekim Zemahşerî, bu anlamını dikkate alarak kelimeyi “rubûbiyyet ve ulûhiyyet” şeklinde tefsir etmiştir (II, 24). Melekût, “mülk”le eş anlamlı olarak “Allah’ın hükümranlık ve yönetimi” şeklinde de açıklanmıştır. İbn Âşûr, her iki halde de kelimenin mecazi olarak geçtiğini ve buradaki hakiki anlamının “memlûk” (sahip ve mâlik olunan şeyler) olduğunu ifade eder (VII, 316). 83. âyeti dikkate alarak “hüccet” anlamı taşıdığını da düşünmek mümkündür. Biz, bu anlamı da dikkate alarak ilgili kısmı “İbrâhim’e göklerin ve yerin melekûtunu görüp kavrama imkânı veriyorduk” şeklinde çevirdik. Nitekim Zemahşerî de bu kısmı, “Onun düşünce yeteneğini güçlendiriyorduk, istidlâl yöntemine ulaştırıyorduk” şeklinde açıklamıştır (II, 24). Bu açıklamalara göre âyet şu mânaya gelmektedir: Putlara tapan kavminin ve babasının dalâlette olduğunu gören, bu yüzden babasını ikaz eden İbrâhim’e biz, göklerde ve yerde mülkiyet ve tasarrufumuz altında bulunan şeylerin mahiyetlerini, hakikatlerini açık seçik gösterdik; bunların bizden başka yaratıcısı ve yöneticisi olmadığı hususunda onu bilgilendirdik ve bütün bunları, kuşku götürmez kesinlikte bir imana ulaşsın diye yaptık.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 430
    فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ الَّيْلُ رَاٰ كَوْكَباًۚ قَالَ هٰذَا رَبّٖيۚ فَلَمَّٓا اَفَلَ قَالَ لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِلٖينَ ﴿٧٦﴾
    Meal﴾76﴿ Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü. “Rabbim budur” dedi. Yıldız batınca da “Batanları sevmem” dedi.
    فَلَمَّا رَاَ الْقَمَرَ بَازِغاً قَالَ هٰذَا رَبّٖيۚ فَلَمَّٓا اَفَلَ قَالَ لَئِنْ لَمْ يَهْدِنٖي رَبّٖي لَاَكُونَنَّ مِنَ الْقَوْمِ الضَّٓالّٖينَ ﴿٧٧﴾
    Meal﴾77﴿ Ayı doğarken görünce, “Rabbim budur” dedi. O da batınca, “Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette yolunu şaşırmış kimselerden olurum” dedi.
    فَلَمَّا رَاَ الشَّمْسَ بَازِغَةً قَالَ هٰذَا رَبّٖي هٰذَٓا اَكْبَرُۚ فَلَمَّٓا اَفَلَتْ قَالَ يَا قَوْمِ اِنّٖي بَرٖٓيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَ ﴿٧٨﴾
    Meal ﴾78﴿ Güneşi doğarken görünce, “Rabbim budur; zira bu daha büyük” dedi. O da batınca dedi ki: “Ey kavmim! ben, sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.”
    اِنّٖي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذٖي فَطَرَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ حَنٖيفاً وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُشْرِكٖينَۚ ﴿٧٩﴾
    Meal﴾79﴿ “Ben, O’nun birliğine inanarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan yaratana çevirdim ve ben müşriklerden değilim.”
    Tefsir:Milâttan önce 2100’lerde yaşadığı kabul edilen ve Allah’ın birliği esasına dayalı dinî geleneğin (Hanîflik) önderi olarak bilinen Hz. İbrâhim’in kavmi ay, güneş ve yıldızlarla bu gök cisimlerini sembolize eden putlara taparlardı. Tevrat’a göre Hz. İbrâhim’in doğum yeri olan Ur şehrinde yapılan kazılar sonucu bulunan tabletlerde 5000 civarında tanrı ismi geçmektedir. İbrâhim aleyhisselâm, muhtemelen kendisi bu gözlemlere girişmeden önce de tevhid ehlinden olmakla birlikte, kavminin bu bâtıl inançlarından hareket ederek onları tevhid akîdesine ikna etmek düşüncesiyle önce, belki de yıldızlar içinde en parlak olan birinin, sonra ayın ve ardından da güneşin tanrı olup olamayacağını tartmış; gelip geçici ve değişken bir varlığın tanrı olamayacağı, tanrısal bir sevgiyle benimsenemeyeceği şeklindeki temel gerçeğe dayanarak bunların hiçbirini ilâh diye kabul etmenin mümkün olmadığını, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’tan başka gerçek ilâh bulunmadığını ispatlamış; nihayet sahip olduğu veya gözlemlerinden sonra ulaştığı yakînî imanı “Ben, Hanîf olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan yaratana çevirdim ve ben müşriklerden değilim” ifadesiyle ortaya koymuştur. Böylece Hz. İbrâhim pek çok müslüman ilim ve fikir adamının Allah’ın varlık ve birliğini aklî delillerle ispat etmek bakımından önemle üzerinde durdukları, gözleme dayalı bu istidlâli ile hem putperest kavminin inançlarını çürütmüş hem de hak dinin en temel ilkesi olan doğru bir ulûhiyyet inancının nasıl olması gerektiğini göstermiş bulunmaktadır.
    İbn Âşûr, 78. âyetteki “Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım” şeklindeki ifadeden, İbrâhim’in bu gözlemi tek başına yapmadığı, yanında kavminden bir grup insanın da bulunduğu sonucunu çıkarmıştır (VII, 319). Ayrıca aynı ifadeden, başka birçok insan topluluğu gibi bu kavmin de aslında Allah’ın varlığına inandıkları, fakat gök cisimlerini ve bunları sembolize eden putları O’na ortak koşmak suretiyle tevhid inancından saptıkları anlaşılmaktadır. Esasen Kur’an’ın temel tavrı, tanrı tanımazlardan ziyade şirkle mücadeledir. Bu da Kur’an’ın insanlarda ulûhiyyet fikrinin fıtrî olduğu, ancak bunun birçok şirk çeşidiyle, çok tanrıcılık inancıyla bozulduğu şeklindeki yaklaşımından kaynak­lanmaktadır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 430-431

  • Enam Süresi Meal Ve Tefsiri 54-66Datum20.03.2024 21:18
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Enam Süresi Meal Ve Tefsiri 54-66
    وَاِذَا جَٓاءَكَ الَّذٖينَ يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِنَا فَقُلْ سَلَامٌ عَلَيْكُمْ كَتَبَ رَبُّكُمْ عَلٰى نَفْسِهِ الرَّحْمَةَۙ اَنَّهُ مَنْ عَمِلَ مِنْكُمْ سُٓوءاً بِجَهَالَةٍ ثُمَّ تَابَ مِنْ بَعْدِهٖ وَاَصْلَحَ فَاَنَّهُ غَفُورٌ رَحٖيمٌ ﴿٥٤﴾
    Meal 54:﴾54﴿ Âyetlerimize inananlar sana geldiğinde onlara de ki: “Selâm size! Rabbiniz kendine, merhamet etmeyi yazdı. Gerçek şu ki, sizden kim bilmeyerek bir kötülük yapar da ardından tövbe edip kendisini düzeltirse, bilsin ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”
    Tefsir:Her ne kadar –İbn Atıyye’nin kaydettiği gibi (III, 296)– müfessirlerin çoğunluğu âyetin ilk cümlesindeki “inananlar”la bilhassa Hz. Peygamber’in yanındaki yoksul müslümanlar olduğunu söylemişlerse de aynı müfessire göre âyet, herhangi bir zümre kastetmeksizin bütün müslümanları içermektedir. Âyetteki cehâlet kelimesi “günah olduğunu bile bile sefihlere ve hoyratlara özgü bir şekilde” veya –meâlinde gösterildiği gibi– “(günah olduğunu) bilmeyerek” şeklinde açıklanmıştır (bk. Zemahşerî, II, 17). Yüce Allah’ın, daha önce bilerek veya bilmeyerek bazı kötülükler işledikleri halde, sonradan tövbe edip inanç ve yaşayışlarını düzeltenlere merhamet edeceğini bu şekilde kesin bir ifadeyle vaad etmesi, O’nun iyi kulları için eşsiz bir lutuf ve keremidir. Ayrıca burada, ilâhî rahmete mazhar olabilmek için yalnızca tövbe edip hakka ve hayra yönelmenin şart koşulduğu, dolayısıyla insanların makam, servet, cinsiyet veya milliyet gibi durumlarına bakılmayacağı, böylece İslâm’ın –kelimenin en doğru anlamıyla– adaletçi ve eşitlikçi bir din olduğuna işaret edildiği görülmektedir. Yine bu âyette İslâm dininin en güzel ve köklü şiarlarından olan selâmlaşmanın önemine dikkat çekildiğini görüyoruz. Meâlinde “selâm size!” diye çevrilen cümlenin âyetteki karşılığı “selâmünaleyküm”dür. Diğer bazı âyetlerde ise bu ifade “esselâmüaleyküm” şeklindedir (ayrıca bk. Nisâ 4/86).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 411-412
    وَكَذٰلِكَ نُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ وَلِتَسْتَبٖينَ سَبٖيلُ الْمُجْرِمٖينَࣖ ﴿٥٥﴾
    Meal 55:﴾55﴿ Böylece suçluların yolu belli olsun diye âyetlerimizi iyice açıklıyoruz.
    Tefsir:Bazı tefsirlerde, “suçlular” diye çevirdiğimiz âyetteki “müc­rim­ler”den, özellikle Hz. Peygamber ve çevresindeki mâsum müslümanlara karşı haksız tutumlarıyla cürüm (suç) işleyen, türlü şekillerde hakarete yeltenen müşriklerin kastedildiği belirtilmektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 412
    قُلْ اِنّٖي نُهٖيتُ اَنْ اَعْبُدَ الَّذٖينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِؕ قُلْ لَٓا اَتَّبِـعُ اَهْوَٓاءَكُمْۙ قَدْ ضَلَلْتُ اِذاً وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُهْتَدٖينَ ﴿٥٦﴾
    Meal 56: De ki: “Allah’ın dışında taptığınız şeylere tapmak bana yasak edildi.” De ki: “Ben sizin arzularınıza uymam; aksi halde yolumu şaşırırım, hidayete erenlerden olamam.”
    Tefsir:Hz. Peygamber’e, inançsızlar istiyor diye onların taptıklarına tapmaktan, böylece tebliğinin birinci esası olan tevhid ilkesini ihlâl etmekten menedildiğini açıklaması emrolunmaktadır. Bu, onun şahsında bütün müslümanlara yöneltilen ve imanlarından tâviz vermelerini yasaklayan bir tâlimattır. 56-57. âyetler, Hz. Peygamber’in, tebliğ ettiği din ve ondaki esasların doğruluğu hakkında en küçük bir tereddüdü bulunmadığının güzel bir örneğidir. Zira, burada açıkça ifade edildiği gibi, Hz. Muhammed, Allah’tan gelmiş bulunan bir “delil”e, yani kesin bilgiye (veya başka bir yoruma göre Kur’an’a) dayanmakta, imanının gücünü, gerek kendisi gerekse sağlıklı düşünen her insan için apaçık olan bu gerçeklerden almaktadır. Hak peygamberi yalancılardan, sahte önderlerden ayıran en belirgin özelliklerden biri de onun, savunduğu inanç ve fikirlerin doğruluğuna, önerdiği hayat tarzının güzelliğine öncelikle kendisinin kuşkusuz olarak inanması ve yaşamasıdır. Bu açıdan hiçbir gerçek peygamber, kendisini yükümlülük ve sorumlulukların dışında, kural ve kanunların üstünde görmemiştir. Bu âyette, Hz. Muhammed’in de –farzımuhal– tevhidden sapması halinde “dalâlete düşmüş ve hidayete erenlerden ayrılmış” olacağı açıkça ifade edilmiştir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 413-414
    قُلْ اِنّٖي عَلٰى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبّٖي وَكَذَّبْتُمْ بِهٖؕ مَا عِنْدٖي مَا تَسْتَعْجِلُونَ بِهٖؕ اِنِ الْحُكْمُ اِلَّا لِلّٰهِؕ يَقُصُّ الْحَقَّ وَهُوَ خَيْرُ الْفَاصِلٖينَ ﴿٥٧﴾
    Meal:﴾57﴿ De ki: “Şüphesiz ben, rabbimden gelen apaçık bir delile dayanıyorum. Siz ise onu yalanladınız. Çabucak gelmesini istediğiniz (azap) benim yanımda değildir. Hüküm ancak Allah’ındır ve Allah hakkı anlatır; O, doğru hüküm verenlerin en hayırlısıdır.”
    قُلْ لَوْ اَنَّ عِنْدٖي مَا تَسْتَعْجِلُونَ بِهٖ لَقُضِيَ الْاَمْرُ بَيْنٖي وَبَيْنَكُمْؕ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالظَّالِمٖينَ ﴿٥٨﴾
    Meal 58:﴾58﴿ De ki: “Acele istediğiniz şey (azap) benim elimde olsaydı, elbette benimle sizin aranızda iş bitirilmişti. Allah zalimleri daha iyi bilir.”
    وَعِنْدَهُ مَفَاتِـحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَٓا اِلَّا هُوَؕ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِؕ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ فٖي ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖي كِتَابٍ مُبٖينٍ ﴿٥٩﴾
    Meal﴾59﴿: Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıklarındaki tek bir taneyi bile bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.
    Tefsir:İlk âyet, bir bakıma, inkârcıların Resûlullah’ı “şair, sihirbaz, mecnun” gibi hiçbir gerçeklik taşımayan ifadelerle itham etmelerine karşı bir cevap teşkil etmekte; onun tebliğlerinin kesin ve apaçık delile (beyyine) dayandığını haber vermektedir. 57-59. âyetlerde, müşriklerin, güya Hz. Peygamber’i zor durumda bırakmak ve âciz olduğunu göstermek için “Eğer iddialarında doğruysan, hadi şu bizi tehdit ettiğin azap ve musibetleri başımıza getir de görelim!” gibi sözler sarfetmelerine karşılık, Resûlullah’ta tanrısal bir güç bulunmadığı, onun böyle bir iddia da taşımadığı, azap ve musibet gibi hususlardaki hükmün yalnız Allah’a ait olduğu bildirilmiştir. Hz. Peygamber’in, Kur’an’daki bu açıklamaları, yani Allah’ın kendisine tanıdığı yetki ve görevin ötesinde ilâhî güçler taşımadığını, gaybı da bilmediğini –kendilerini olduğundan daha kudretli göstermeye çalışan sahte önderlerin aksine– hiçbir komplekse kapılmadan tam bir dürüstlük ve içtenlikle insanlara bildirmesi, onun nübüvvetinin en belirgin delillerinden biridir.
    59. âyet, yüce Allah’ın ilminin ne kadar geniş, ne kadar kapsamlı olduğunun çok veciz ve eşsiz ifadelerindendir: Gaybın anahtarları (başka bir kıraate göre gaybın hazineleri) Allah’ın yanındadır (gayb terimi için bk. Bakara 2/3). Burada Allah’ın ilminin, karalar ve denizler gibi en geniş varlık ve olaylardan, düşen bir yaprağa, yerin karanlıklarındaki bir bitki tanesine, kuruluk, yaşlılık vb. keyfiyetler gibi en basit varlık ve olaylara kadar her şeyi kuşatıp kapsadığı, dolayısıyla bütün bunların en yüce, en ince bilgi ve kudretle yaratılıp düzenlendiği ifade buyurulmuştur. Bundan dolayı kelâm bilginleri tarafından söz konusu âyet, bazı düşünürlerin, ilm-i ilâhînin cüz’iyyâtı (değişken varlık ve olayları) kapsamadığı yolundaki iddialarını çürüten en kesin delillerden biri olarak gösterilmiştir. “Apaçık bir kitap” diye çevirdiğimiz “kitâbin mübîn” tamlaması, “hafaza melekleri tarafından tutulan amel defteri”, “levh-i mahfûz” veya “Allah’ın her şeyi kuşatan ilmi” olarak açıklanmıştır (Zemahşerî, II, 19; İbn Atıyye, II, 300). Râzî son yorumu tercih eder (XIII, 11).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 414-415
    وَهُوَ الَّذٖي يَتَوَفّٰيكُمْ بِالَّيْلِ وَيَعْلَمُ مَا جَرَحْتُمْ بِالنَّهَارِ ثُمَّ يَبْعَثُكُمْ فٖيهِ لِيُقْضٰٓى اَجَلٌ مُسَمًّىۚ ثُمَّ اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ثُمَّ يُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَࣖ ﴿٦٠﴾
    Meal 60:Geceleyin sizi öldüren, gündüzün de neler yaptığınızı bilen; sonra belirlenmiş eceliniz tamamlansın diye (her) sabah sizi dirilten O’dur. Sonra dönüşünüz yine O’nadır. Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir.
    Tefsir:Bu ve bundan sonraki âyetler, sûrenin genel muhtevasına uygun olarak yüce Allah’ın varlığını ve birliğini, kudret ve ilminin mükemmelliğini gösteren yeni deliller ve örnekler ortaya koymaktadır.
    “Geceleyin öldürme”den maksat, insanın uykuya daldırılması, “diriltme”den maksat da uykudan uyandırılmasıdır. Uyku ve uyanma için vefat ve ba‘s kökünden fiillerin kullanılması, uyku ile ölüm, uyanma ile de yeniden dirilme arasında, bir ölçüde ruhî ve fizyolojik bir benzerlik olmasından dolayıdır. Uyku sırasında organizmanın faaliyetlerinin bir kısmı tamamen durmakta, bir kısmı da yavaşlamaktadır. Özellikle görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyularının; hareket, konuşma gibi faaliyetlerin; ayrıca birçok duygusal tepkilerin durması yahut yavaşlaması, uykunun ölümü hatırlatan bir olay olduğunu gösterir. Uyanma ise çeşitli bedenî ve psikolojik faaliyetlerin yeniden normale dönmesini sağladığından, bir bakıma yeniden hayata dönüştür. Âyette dikkati çeken önemli bir husus da öldürme (uyutma) ve diriltme (uyandırma) fiillerinin Allah’a nisbet edilmesi, böylece insanın uyuması ve uyanmasının kendi iradesine bağlı olmadığının gösterilmesidir. Uyuma, bedenin ve ruhun dinlenmesi için bir ihtiyaç olarak görülmektedir. Allah’ın değişmez kanunları uyarınca beden ve ruh, uyku yoluyla dinlenme ihtiyacı hissettiği zaman normal şartlarda ve zorunlu olarak uyku olayı meydana gelir. Hiçbir insan bu zorunluluğu ortadan kaldırma gücüne sahip değildir.
    “Sizi öldüren ... sizi dirilten O’dur” şeklindeki vurgulu ifadeler, yüce Allah’ın hem kudretini hem de lutfunu göstermektedir. Zira bu ifadeler “O istemeseydi siz uyuyamazdınız; uyuduğunuz takdirde de uyanamazdınız” anlamını taşıyor. Âyetteki “ceraha” fiili genellikle “işleme, yapma” mânasında kullanılmakla birlikte, kök anlamı (delme, yırtma, yaralama) itibariyle öncelikle kötülük işlemeyi ifade eder ve Allah’ın belirtilen lutfuna karşı kulun nankörlüğüne işaret eder. Yine de Allah her insanı “belirlenmiş ecel”ine kadar yaşatmak suretiyle rahmetini tecelli ettirir. Ancak eninde sonunda herkes O’na dönecek ve O, bütün insanlara neler yaptıklarını haber verecektir.
    Tefsirlerde uyku sırasında ruhun durumunun ne olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Şevkânî âyetin “yeteveffâküm bi’l-leyli” kısmını şöyle açıklamıştır: “Allah sizi uyutunca, kendileriyle temyiz sahibi olduğunuz nefislerinizi (ruhlarınızı) kabzeder. Ancak bu hakiki ölüm değildir. Bir görüşe göre uyku sırasında ruh bedenden çıkmakla birlikte hayat bedende kalmaya devam eder. Başka bir görüşe göre ruh bedenden çıkmaz; fakat sadece zihin çıkar (şuur faaliyetleri durur). Ancak, doğrusu şudur ki, bu olayın mahiyetini yüce Allah’tan başkası bilemez (Şevkânî, II, 143).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 416-417
    وَهُوَ الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِهٖ وَيُرْسِلُ عَلَيْكُمْ حَفَظَةًؕ حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَ اَحَدَكُمُ الْمَوْتُ تَوَفَّتْهُ رُسُلُنَا وَهُمْ لَا يُفَرِّطُونَ ﴿٦١﴾
    Meal﴾61﴿ O, kullarının üstünde yegâne kudret ve tasarruf sahibidir. Size koruyucular gönderir. Nihayet birinize ölüm geldi mi elçilerimiz (görevli melekler) onun canını alırlar. Onlar vazifede kusur etmezler.
    Tefsir:“Koruyucular” diye tercüme edilen hafaza kelimesi, eski tefsirlerde genellikle “Kirâmen Kâtibîn” (değerli yazıcılar) adı verilen ve insanların bütün amellerini kaydetmekle görevlendirilen melekler şeklinde yorumlanmıştır. Şevkânî, daha ihtiyatlı bir ifade ile, hafazayı “sizi koruyan melekler” şeklinde açıklamıştır. Ayrıca “Oysa sizi gözetleyen muhafızlar, değerli yazıcılar var” (İnfitâr 82/10) meâlindeki âyeti de zikrederek, bunların insanları “âfetlerden koruyan” ve “amelleri tesbit eden kimseler” (melekler) olduklarını belirtir (Şevkânî, II, 144). Bazı yeni tefsirlerde hafaza kelimesinin yukarıdaki anlamı yanında, canlıların bedenî ve ruhî varlığını koruyan çeşitli psikolojik güçler, yetenekler ve organlar olabileceği yönünde görüşler de yer alır (bk. Elmalılı, II, 1951; Ateş, III, 160).
    Şüphesiz –59. âyette açık olarak belirtildiği üzere– yüce Allah’ın ilmi, böyle yazıcı meleklerin tuttukları amel defterlerine gerek kalmayacak şekilde, insanların bütün yaptıklarını kuşatmaktadır. Bu durumda meleklerin amelleri yazmalarının hikmeti, “insanların, yapmakta oldukları işlerin anında yazıldığını ve âhirette yazıcı meleklerin şahitliğiyle amel defterlerine kaydedilmiş olan işlerinin kendilerine tek tek okunacağını düşünerek daha dikkatli davranmalarını sağlama” gibi mânalarla açıklanmıştır (Zemahşerî, II, 19).
    Yine 61. âyette geçen “elçiler”den maksat, müfessirlerin çoğunluğuna göre, Azrâil ismiyle bilinen “ölüm meleği” ile onun yardımcıları olan başka meleklerdir. Bu melekler insanların amellerini kaydetmekte veya ömrü bitenlerin ruhunu kabzetmekte asla kusur etmezler (ayrıca bk. Bakara 2/30; Secde 32/11).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 417
    ثُمَّ رُدُّٓوا اِلَى اللّٰهِ مَوْلٰيهُمُ الْحَقِّؕ اَلَا لَهُ الْحُكْمُ وَهُوَ اَسْرَعُ الْحَاسِبٖينَ ﴿٦٢﴾
    Meal ﴾62﴿: Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah’a döndürülürler. Bilesiniz ki hüküm yalnız O’nundur ve O, hesap görenlerin en çabuğudur.
    Tefsir:Sonunda insanlar “gerçek mevlâlarına döndürüleceklerdir”. Hüküm yalnız O’na aittir ve O insanların hesabını çok çabuk görecektir.
    Bazı müfessirler, âyetteki hak kelimesini “adaletli” diye açıklamışlarsa da (Nesefî, I, 327), bu âyetlerin genellikle müşriklere hitap ettiği, onların da Allah’tan başka tanrılar, mevlâlar tanıdıkları göz önüne alınarak, âyetin ilgili kısmı “Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah’a döndürülürler” şeklinde tercüme edilmiştir.
    قُلْ مَنْ يُنَجّٖيكُمْ مِنْ ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ تَدْعُونَهُ تَضَرُّعاً وَخُفْيَةًۚ لَئِنْ اَنْجٰينَا مِنْ هٰذِهٖ لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرٖينَ ﴿٦٣﴾
    Meal:﴾63﴿ De ki: “Karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?” O’na açık gizli yalvararak, “Eğer bizi bundan kurtarırsa andolsun şükredenlerden olacağız” diye dua edersiniz.
    قُلِ اللّٰهُ يُنَجّٖيكُمْ مِنْهَا وَمِنْ كُلِّ كَرْبٍ ثُمَّ اَنْتُمْ تُشْرِكُونَ ﴿٦٤﴾
    Meal﴾64﴿ De ki: “Ondan ve bütün sıkıntılardan sizi Allah kurtarır.” Sonra siz yine O’na ortak koşarsınız.
    Tefsir:Müfessirlere göre 63. âyette geçen “karanın ve denizin karanlık-ları”ndan maksat, insanların buralarda karşılaştıkları tehlikeler, acılar, felâketlerdir. Bu suretle müşrikler, inkârları ve günahları sebebiyle, benzer durumdaki eski kavimler gibi, türlü felâketlere mâruz bırakılmakla tehdit edilmekte ve bu durumlardan kendilerini ancak Allah’ın kurtarabileceği hatırlatılmaktadır. Âyette “Karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?” diye sorulması, müşriklerin Allah’a inandıklarını gösterir. Nitekim cevap müsbet olacağı için zikredilmeye gerek görülmemiştir. Şevkânî’nin de belirttiği gibi, Allah’ın kurtarıcılığının soru şeklinde ifade buyurulması, müşrikler hakkında bir kınama anlamı da taşımaktadır (II, 145). Buna göre 63-64. âyetlerin anlamını şöylece açmak mümkündür: Sizi karanın ve denizin tehlikelerinden ancak Allah’ın koruduğunu bildiğiniz, üstelik O’na gizli gizli yalvararak “Eğer bizi bundan kurtarırsa andolsun şükredenlerden olacağız” diye söz de verdiğiniz halde, nasıl olur da daha sonra tekrar eski halinize dönerek birer cansız ve âciz nesneler olan putlarınızı Allah’a ortak koşarsınız!”
    Bu iki âyet insanoğlunun önemli bir zaafına işaret etmektedir: İnsanlar çoğunlukla sağlık, güvenlik, bolluk ve rahatlık gibi imkânlar içinde yaşarken; özellikle ihtiraslarının, hevâ ve heveslerinin peşinde koşarken mânevî hayatlarını, hâlika ve mahlûka karşı ödevlerini ihmal eder, bunları düşünmek istemezler. Açıktan veya dolaylı bir şekilde Allah’ın varlığını ve birliğini inkâr veya göz ardı ederek başka nesnelere ya da insanlara tapar yahut taparcasına bağlanır, boyun eğerler; yalnız Allah’tan beklemeleri gereken şeyleri fânilerden bekler; onları önder, rehber, hatta rab edinirler. Buna karşılık, genellikle Allah’tan başkasının gideremeyeceği türlü felâketlerin insanlar üzerinde bir uyarıcılık ve onları kendine getirme, sağlıklı düşünmelerini, değerlendirme yapmalarını ve sonuçta Allah’ı hatırlayıp O’na yönelmelerini sağlama gibi olumlu tesirleri sayesinde insanlar Allah’a yönelip kurtuluş için O’na yalvarır, hatta bundan böyle iyi birer kul olarak ödevlerini yerine getireceklerine söz verirler. Geçmişte ve günümüzde felâket anlarında Allah’ı anıp O’na sığınmayan pek az insan vardır. Ancak, birçok insan, sıkıntıdan kurtulup da her şey tekrar yoluna girince yeniden eski yanlış ve isyankâr tutumlarına döner. Söz konusu âyetler insanları bu zaafları hususunda uyarmakta, kendilerini dert ve kederlerden kurtaranın Allah olduğunu, dolayısıyla zor zamanlarda olduğu gibi rahata kavuştuklarında da O’nu tanımaları, O’ndan yüz çevirmemeleri gerektiğini hatırlatmaktadır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 419-420
    قُلْ هُوَ الْقَادِرُ عَلٰٓى اَنْ يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عَذَاباً مِنْ فَوْقِكُمْ اَوْ مِنْ تَحْتِ اَرْجُلِكُمْ اَوْ يَلْبِسَكُمْ شِيَعاً وَيُذٖيقَ بَعْضَكُمْ بَأْسَ بَعْضٍؕ اُنْظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّهُمْ يَفْقَهُونَ ﴿٦٥﴾
    Meal﴾65﴿:
    De ki: “Allah size üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azap göndermeye ya da sizi muhalif gruplara ayırıp birbirinize güçlerinizin acısını tattırmaya kādirdir.” Bak, anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz!
    Tefsir:İnsanları bir belâdan kurtaran Allah, başka bir veya birçok belâya uğratmaya; onlara “üstlerinden veya ayaklarının altından” yani gökten ve yerden türlü felâketler göndermeye; hatta onların ihtiraslarını birbiriyle çatıştırarak, değişik mezhep, fırka gibi gruplara ayırarak birbirleriyle çarpışmalarını, savaşmalarını sağlamaya da kadirdir. Geçmişte insanoğlu beklemediği, ummadığı birçok semavî ve dünyevî felâketlerle karşılaşmış, şimdi de karşılaşmaktadır. İnsanoğlu, Allah’ın koyduğu kanunlardan sapmanın bedeli olarak, tabii âfetler denilenlerin yanında, bizzat kendi eliyle ortaya çıkardığı umulmadık belâlara da duçar olmaktadır. Nükleer felâketler, çevre kirlenmesi, tabiat düzeninin bozulması; ihtiraslardan veya ideoloji ayrılıklarından, din ve mezhep ayrılıklarından, ırkçılıktan ve bölgesel çıkar hesaplarından kaynaklanan ve kısa sürelerde yüz binlerce insanın ölümüne ve yaralanmasına, sakat düşmesine, aç ve açık kalmasına, ülkelerin harap olmasına yol açan savaşlar bu belâlardan bazılarıdır.
    Âyetin, bölünüp parçalanmayı bir felâket olarak gösteren kısmı özellikle mânidardır. Gerçekten, Allah’ı tanıyıp O’nun buyruk ve kanunları uyarınca hayatlarını düzenlemekten uzaklaşan toplumlar genellikle ortak inanç ve fikirlerden, istek ve ideallerden uzaklaşmakta, sonuçta bu farklı fikir ve isteklerin çatışması insanları fiilî çatışmalara, fitne ve fesada, nihayet savaşlara kadar götürmektedir ki, âyet-i kerîmede bu durum, insanların Allah’tan yüz çevirmelerinin, O’nu unutarak fâni şeyleri birer tanrı gibi kabul edip onların peşine takılmalarının, nihayet onları Allah’a eş ve ortak tutmalarının bir sonucu olarak gösterilmiştir. Öyle görülüyor ki, insanoğlu malın mülkün, şan ve şöhretin, ihtiras ve şehvetin ve nihayet hak yoldan saptıran sahte önderlerin esiri olmaktan, onlara tapmaktan kurtularak yalnız Allah’ı rab bilip sadece O’ndan yardım dilemediği, O’nun buyruklarını kesin kanunlar olarak tanıyıp bunları hayata hâkim kılmadığı sürece âyetlerde işaret edilen bu tehlikelere de müstahak olacak, bilinen ve bilinmeyen birçok felâkete, âyetteki deyimiyle azaba mâruz kalacak ve Allah’tan başka hiçbir güç, hiçbir zekâ, hatta Allah’ın kitabında yer alan “hikmet”ten nasipsiz olan bilim ve teknoloji de bu felâketleri önleyemeyecek; aksine hikmetten mahrum kaldığı sürece bilim ve teknoloji yeni felâketlere yol açacaktır. Bu bakımdan yukarıdaki âyetler bütün insanlara, insanlığın selâmeti için mutlaka dikkate alınması gereken bir uyarıdır. Dolayısıyla 65. âyetin sonunda “anlasınlar diye...” buyurulmuştur.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 420-421
    وَكَذَّبَ بِهٖ قَوْمُكَ وَهُوَ الْحَقُّؕ قُلْ لَسْتُ عَلَيْكُمْ بِوَكٖيلٍؕ ﴿٦٦﴾
    Meal ﴾66﴿: O (Kur’an) hak olduğu halde kavmin onu asılsız saydı. De ki: “Ben size kefil değilim.”
    Tefsir:Bu âyete göre Hz. Peygamber’in kavmi (Mekke müşrikleri) onun peygamberliğinin ve bildirdiklerinin gerçek olduğunu gereğince anlayıp kavramadıkları gibi onu yalanlamışlardır. Bazı müfessirler burada “hak” (gerçek) olduğu belirtilenden maksadın Hz. Muhammed’in peygamberliği, bazıları da Kur’an-ı Kerîm olduğunu ifade etmişlerdir. Ancak 63-66. âyetler topluca dikkate alındığında bu gerçeğin söz konusu âyetlerde yer alan azap uyarısı olduğu görüşü ağır basar. Müşrikler gerçeği yani Hak kelâmı olan Kur’an’ı veya hak peygamber olan Hz. Muhammed’in risâletini ya da Allah’ın, aslında kendileri ve bütün insanlık için hayatî önem taşıyan uyarılarını gerektiği gibi anlamamışlar ve bu yüzden yalanlayıp reddetmişlerdir. Artık onlar helâke müstehak olmuşlardır. Bu sebeple 66. âyette Resûlullah’a “Ben size kefil değilim” demesi emredilmiştir. “Kefil” olarak çevirdiğimiz vekîl kelimesi Kur’an dilinde “koruyan, kol­layan, savunan, esirgemeye çalışan” gibi anlamlara gelir. Hz. Peygamber’in inkârcılara karşı aslî görevi davet, tebliğ ve uyarıdır; onların kalplerindeki bâtıl inançları zorla değiştirmek onun elinde değildir; dolayısıyla onlar adına bir kefalet yükümlülüğü de yoktur.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 421

  • Enam Süresi Meal Ve Tefsiri 36-53Datum14.03.2024 05:46
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Enam Süresi Meal Ve Tefsiri 36-53

    اِنَّمَا يَسْتَجٖيبُ الَّذٖينَ يَسْمَعُونَؕ وَالْمَوْتٰى يَبْعَثُهُمُ اللّٰهُ ثُمَّ اِلَيْهِ يُرْجَعُونَ ﴿٣٦﴾
    ﴾36﴿ Ancak (samimiyetle) dinleyenler daveti kabul eder. Ölülere gelince, Allah onları diriltecek, sonra da O’na döndürülecekler.
    Tefsir:İlk âyete göre Hz. Peygamber, bir kısım insanların doğru yolu kabul etmemelerinden dolayı ne kadar üzülse de onun bu husustaki gücü sınırlıdır. O, Allah’ın izni olmadan insanları hidayete kavuşturamayacağı gibi yine Allah murat etmedikçe mûcize de gösteremez. Bütün insanları hidayette toplama kudreti yalnız Allah’a aittir. Bununla birlikte O, insanları hidayette toplanıp birleşmeye zorlamamış; doğru yolu kendi akıl ve iradeleriyle bulmalarını tercih etmiştir. Nitekim 36. âyette “Ancak (samimiyetle) dinleyenler daveti kabul eder. Ölülere gelince, Allah onları diriltecek, sonra da O’na döndürülecekler” buyurularak hakikat karşısında kulakları ve kalpleri açık olanların, akıl ve iradeleriyle doğru yolu bulacakları belirtilirken, İslâm’ın sesine kulaklarını ve gönüllerini kapatanlardan “ölüler” diye söz edilmiş; bunların işinin âhirete kaldığına işaret edilmiştir.
    وَقَالُوا لَوْلَا نُزِّلَ عَلَيْهِ اٰيَةٌ مِنْ رَبِّهٖؕ قُلْ اِنَّ اللّٰهَ قَادِرٌ عَلٰٓى اَنْ يُنَزِّلَ اٰيَةً وَلٰكِنَّ اَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٣٧﴾
    Meal:﴾37﴿ “Ona rabbinden bir mûcize indirilseydi ya!” dediler. De ki: Şüphesiz Allah mûcize indirmeye kādirdir. Fakat onların çoğu bilmezler.
    Tefsir:Aslında Hz. Muhammed’e birçok âyet indiği ve vahiy başlı başına bir mûcize olduğu halde müşrikler inatlarından dolayı bu indirilenlere inanmayıp yeni bir mucize indirilmesini veya Resûlullah’tan Safâ tepesinin altına çevrilmesi (Müsned, I, 242, 258), Mekke arazisinin genişletilmesi ve bu topraklar içinden nehirler akıtılması ya da 8. âyette işaret edildiği üzere melekler gönderilmesi gibi kendi istedikleri şekilde mûcizeler göstermesini istiyorlardı (krş. İsrâ 17/90-95). Yüce Allah onların bu sözlerine, istedikleri şekilde bir mûcize ve âyet indirmeye de kadir olduğunu, ancak onların çoğunun bunu da doğru dürüst değerlendirmeyeceklerini belirterek, bazılarının ise âyetleri bilip anladıkları halde inatlarından dolayı inanmayacaklarına işaret ederek cevap veriyor. Zira âyet ve mûcize indirmekten maksat, insanların bunu doğru olarak anlayıp hakka teslim olmalarıdır. Ayrıca Allah Resulü kendisine indirilen âyetleri onlara eksiksiz bildirmiştir ve doğru düşünenlerin inanmaları için bu âyetler yeterlidir. Şu halde müşrikler, daha önce indirilen âyetlere ve mûcizelere karşı nasıl davrandılarsa bu istedikleri gerçekleştirilince de öyle davranacaklardı.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 398-399
    وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِي الْاَرْضِ وَلَا طَٓائِرٍ يَطٖيرُ بِجَنَاحَيْهِ اِلَّٓا اُمَمٌ اَمْثَالُكُمْؕ مَا فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ شَيْءٍ ثُمَّ اِلٰى رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ ﴿٣٨﴾
    Meal :﴾38﴿ Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve gökyüzünde iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi sizin gibi topluluklardır. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp rablerinin huzuruna getirileceklerdir.
    Tefsir:Görenler, düşünenler için yeryüzünde ve insanları kuşatan tabiatta da birçok âyet, mûcize, Allah’ın kudretini apaçık gösteren deliller vardır. Âyette bu delillerden birkaçına işaret edilmektedir. Buna göre yeryüzünde yürüyüp dolaşan bütün canlılar, gökyüzünde kanat çırpıp uçan bütün kuşlar da insanlar gibi birer “ümmet”, düzenli birer topluluktur; insanlar gibi onlar da birer canlı sınıfıdır. Hepsi de Allah’ın kudretinin eseri olup O’nun verdiği rızıkla beslenmekte, O’nun verdiği canla yaşamakta ve üremekte, ilâhî kudretin birer nişanesi olarak cinsler, türler oluşturmaktadır. Bütün bunları düzenleyen kanunlar Allah tarafından konulmuş olup O’nun varlığına, ilmine ve kudretine delâlet etmektedir.
    Âyette “Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” buyuruluyor. Buradaki kitap birkaç şekilde anlaşılmıştır. Bir görüşe göre bu kitap levh-i mahfûzdur. Yüce Allah, âlemde olmuş ve olacak her şeyi, her varlığı ve her olayı, ilm-i ezelîsinin bir ifadesi olarak levh-i mahfûzda bütün ayrıntı ve kanunlarıyla tesbit ve tayin etmiştir. Âlemde vuku bulan her şey O’nun ilmi, O’nun kurduğu düzen içinde gerçekleşmekte, ilmine ve kudretine şahadet etmektedir. Daha zayıf bulunan diğer bir görüşe göre bu kitap, Kur’an-ı Kerîm’dir. Çünkü Kur’an’da insanların muhtaç olduğu pek çok bilgi, Allah’ın varlığına ve birliğine inanmayı gerekli kılan yeteri kadar delil mevcuttur. Buna rağmen inanmayanlar, Kur’an’da eksik bilgi verildiğinden değil, inatlarından veya İslâm’ın getirdiği hükümleri kendi menfaatlerine aykırı bulduklarından dolayı inanmamaktadırlar. Fakat sonunda onlar rablerinin huzurunda haşrolunacaklar ve birbirlerinden gördükleri zarar, ziyan ve acıların karşılığını bulacaklardır.
    Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 399-401
    وَالَّذٖينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا صُمٌّ وَبُكْمٌ فِي الظُّلُمَاتِؕ مَنْ يَشَأِ اللّٰهُ يُضْلِلْهُؕ وَمَنْ يَشَأْ يَجْعَلْهُ عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ ﴿٣٩﴾
    Meal:﴾39﴿ Âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağırlar ve dilsizlerdir. Allah kimi dilerse onu şaşırtır; dilediği kimseyi de doğru yola iletir.
    Tefsir:Yüce Allah, insanlara muhtaç oldukları her bilgiyi ulaştırdığı, her uyarıyı yaptığı halde yine de inanmamakta direnenler hakkında şöyle buyuruyor: “Âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağırlar ve dilsizlerdir.” Tıpkı karanlıkta kalanın nereye gittiğinin farkında olmaması, bastığı yeri görememesi gibi bunlar da hak ile bâtılı ayıramaz, hayatın anlamının ve hakikatinin ne olduğundan habersiz olarak yaşarlar; bundan dolayı ne hakka kulak verirler ne de hakkı konuşurlar. Bu yüzden Allah onları dalâlete düşürmüş yani böyleleri için dalâlet yolunu açmıştır. Bu âyete göre “Allah kimi dilerse onu şaşırtır.” Diğer bir âyete göre ise “Gerçek şu ki Allah insanlara zerrece kötülük etmez, fakat insanlar kendilerine kötülük ediyorlar” (Yûnus 10/44). Böyle olunca Allah, yalnızca hakka karşı direnenlerin dalâlete düşmesini ister. Bu, O’nun kötülüğü istemesinden değil, adaleti istemesinden ileri gelir. Buna karşılık, “O, dilediği kimseyi de doğru yola iletir”; sırât-ı müstakîm üzere yaşatır. Her kim inattan, peşin hükümlerden ve kötü niyetlerden arınmış olarak kulağını hakkı dinlemeye açık tutar, dilini hakkı söylemeye âmâde kılarsa yüce Allah böylelerinin de hidayette olmalarını ister ve onları doğru yolda yaşatır. Bu da Allah’ın adalet ve lutfunun bir sonucudur. Bu ve benzeri âyetlerden anlaşılması gereken, Cebriyye mezhebi mensuplarının ileri sürdükleri gibi, Allah’ın adaletsiz, hikmetsiz ve nizamsız olarak insanları rastgele iyilik veya kötülük yapmaya mecbur ettiği değil; O’nun irade ve kudretinin hiçbir kayıt ve şartla sınırlanamayacağı, O’nun mutlak hükümran olduğudur. Hükümranlık, ancak kötüler tarafından zalimce kullanılır. Allah ise mutlak iyidir; zulüm ve haksızlık yapmaktan münezzehtir. Bu sebeple hükümranlığını kendi adaletiyle uyum halinde kullanır ve sonuçta, tamamen hür ve sınırsız olan iradesiyle kötüleri dalâlete, iyileri hidayete yöneltir. Mu‘tezile mezhebi, Allah’ın bu şekilde adaletli iş yapmasını hikmet olarak adlandırmış ve hikmete uymayı Allah için “gerekli” görmüştür. İmam Mâtürîdî bu görüşü eleştirirken özetle şöyle der: Allah’ın fiillerinin hikmete uygun olması O’nun için bir mecburiyet değildir. Nasıl ki tecrübî âlemde adalet ve hikmete uygun iş yapan insanlar bunun aksini yapmaya kadirseler, aynı şekilde Allah da hikmetin zıddına kadirdir. Ancak, insanların hikmetten sapmalarının sebepleri ya “ihtiyaç” veya “bilgisizlik”tir. Yüce Allah bu nevi kusurlardan münezzeh olduğu için adalet ve hikmetin dışına çıkması düşünülemez; dolayısıyla hiçbir insanı, hak etmediği halde dalâlete düşürmez (Kitâbü’t-Tevhîd, s. 216).
    قُلْ اَرَاَيْتَكُمْ اِنْ اَتٰيكُمْ عَذَابُ اللّٰهِ اَوْ اَتَتْكُمُ السَّاعَةُ اَغَيْرَ اللّٰهِ تَدْعُونَۚ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقٖينَ ﴿٤٠﴾
    Meal:﴾40﴿ De ki: “Ne dersiniz, size Allah’ın azabı gelse yahut kıyamet vakti gelip çatsa size, Allah’tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru sözlü iseniz (söyleyin bakalım)!”
    بَلْ اِيَّاهُ تَدْعُونَ فَيَكْشِفُ مَا تَدْعُونَ اِلَيْهِ اِنْ شَٓاءَ وَتَنْسَوْنَ مَا تُشْرِكُونَࣖ ﴿٤١﴾
    Meal :﴾41﴿ Aksine, yalnız Allah’a yalvarırsınız. O da kendisine yalvarmanıza konu olan belâyı dilerse kaldırır, siz de ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz.
    [وَلَقَدْ اَرْسَلْـنَٓا اِلٰٓى اُمَمٍ مِنْ قَبْلِكَ فَاَخَذْنَاهُمْ بِالْبَأْسَٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ لَعَلَّهُمْ يَتَضَرَّعُونَ ﴿٤٢﴾
    Meal :﴾42﴿ Andolsun ki senden önceki ümmetlere de elçiler gönderdik. Ardından, belki yalvarıp yakarırlar diye onları darlık ve hastalıklara uğrattık.
    Tefsir:Bundan önceki iki âyette inkârcılar, kendilerine Allah’ın azabı ve ölüm (veya kıyamet) gerçeği hatırlatılarak uyarılmışlardı. Bu âyette ise onlara daha önce bu şekilde cezalandırılmış olan âsi kavimlerden söz edilerek bundan ibret almaları amaçlanmıştır. Ayrıca burada müşriklerin inat ve inkârlarından dolayı üzüntü duyan Hz. Peygamber için de bir teselli vardır. Çünkü kendilerine bildirilen ilâhî hakikatleri reddedenler sadece Arap müşrikleri değildir. Bu âyette verilen bilgilere göre Hz. Muhammed’den önceki ümmetlere de peygamberler gönderilmiş; yüce Allah, bunlar arasında inkârcı olanların, akıllarını başlarına toplayıp doğru yolu seçmeleri için peygamberlerini tasdik ederek kendisine niyazda bulunmaları, yalvararak af dilemeleri için onları geçim derdi, hastalık gibi sıkıntılara mâruz bırakmıştı.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 401-402
    فَلَوْلَٓا اِذْ جَٓاءَهُمْ بَأْسُنَا تَضَرَّعُوا وَلٰكِنْ قَسَتْ قُلُوبُهُمْ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٤٣﴾
    Meal :﴾43﴿ Hiç olmazsa kendilerine tarafımızdan bir sıkıntı geldiğinde içten bir niyazda bulunsalardı! Fakat kalpleri iyice katılaştı; şeytan da onlara yaptıklarını şirin gösterdi.
    Tefsir:Bu ümmetlerin, musibet gibi görünen bu fırsatlardan yararlanarak Allah’a tazarru ve niyazda bulunmaları gerekirdi. Çünkü az çok basîreti olanların, olaylardan ibret almaya yatkınlığı bulunanların, bunun bir uyarı olduğunu farketmeleri gerekirdi. Nitekim bazı âyetlerde insanların genellikle, hiç olmazsa zor durumda kaldıklarında, Allah’ın dinini tanıyarak ihlâsla O’na yalvardıkları bildirilmektedir (meselâ bk. İsrâ 17/67; Ankebût 29/65; Lokmân 31/32). Ancak burada ifade buyurulduğuna göre söz konusu eski ümmetlerin “kalpleri iyice katılaşmış, şeytan da onlara yaptıklarını (tuttukları bâtıl yolu) şirin göstermiş” ve bu yüzden onlar kötüyü iyi görmüşlerdi. Sonuçta terbiye olmaları için uğratıldıkları musibetler de kâr etmedi.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 403-404
    فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِهٖ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ اَبْوَابَ كُلِّ شَيْءٍؕ حَتّٰٓى اِذَا فَرِحُوا بِمَٓا اُو۫تُٓوا اَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً فَاِذَا هُمْ مُبْلِسُونَ ﴿٤٤﴾
    Meal :﴾44﴿ Onlar, kendilerine yapılan uyarıları unutunca her şeyin kapılarını onlara açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık! Böylece onlar birden bire bütün ümitlerini yitirdiler.
    فَقُطِـعَ دَابِرُ الْقَوْمِ الَّذٖينَ ظَلَمُواؕ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ ﴿٤٥﴾
    Meal :﴾45﴿ Sonunda zulmeden kavmin kökü kesildi. Her türlü övgü, âlemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur.
    Tefsir:İnsanlar kıtlıktan bolluğa, hastalıktan sağlığa, sıkıntıdan esenliğe kavuştukları zaman, bunlarda kendileri için imtihanlar bulunduğunu düşünmeli ve her zamankinden daha dikkatli, daha sorumlu hareket etmeli, bu nimet ve imkânları veren Allah’a minnet ve şükran hissi duymalıdırlar. Âyette söz konusu edilen kavimler, bu imkânların bir imtihan olduğunu düşünerek uyarılara önem verecekleri yerde, kendileri için bir istidrâc (insanın günahlarını daha da arttırmasına yol açabilecek nimetler; bilgi için bk. A‘râf 7/182), bir imtihan olan bu bolluk ve rahatlığa aldandılar; “sonunda kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları sırada” Allah Teâlâ onları ansızın yakaladı. “Bir anda bütün ümitlerini yitirdiler.” Böylece artık zulmeden –yani şükretmeleri gerekirken küfredip başkaldıran– kavmin kökü kesildi. Bu şekilde ıslah olma ümidi kalmamış olan kötülerin Allah tarafından yok edilmesi iyiler hakkında bir rahmet olduğu için, bu gelişmeleri anlatan âyetlerin sonunda “Her türlü övgü, âlemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur” buyurulmuştur. Rivayete göre Hz. Peygamber, “Bir topluluk günah işlemekte ısrar ederken yine de Allah’ın onlara istedikleri şeyleri verdiğini görürseniz bilin ki bu bir istidrâcdır” buyurmuşlar, ardından da bu âyeti okumuşlardır (İbn Atıyye, II, 292).
    قُلْ اَرَاَيْتُمْ اِنْ اَخَذَ اللّٰهُ سَمْعَكُمْ وَاَبْصَارَكُمْ وَخَتَمَ عَلٰى قُلُوبِكُمْ مَنْ اِلٰهٌ غَيْرُ اللّٰهِ يَأْتٖيكُمْ بِهِؕ اُنْظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الْاٰيَاتِ ثُمَّ هُمْ يَصْدِفُونَ ﴿٤٦﴾
    Meal:﴾46﴿ De ki: “Ne dersiniz; eğer Allah kulaklarınızı sağır, gözlerinizi kör eder, kalplerinizi de mühürlerse bunları size geri verebilecek Allah’tan başka tanrı kimdir?” Bak, delilleri nasıl açıklıyoruz. Onlar hâlâ yüz çeviriyorlar!
    قُلْ اَرَاَيْتَكُمْ اِنْ اَتٰيكُمْ عَذَابُ اللّٰهِ بَغْتَةً اَوْ جَهْرَةً هَلْ يُهْلَكُ اِلَّا الْقَوْمُ الظَّالِمُونَ ﴿٤٧﴾
    Meal :﴾47﴿ De ki: “Söyler misiniz; size Allah’ın azabı ansızın veya açıkça gelirse, zalim toplumdan başkası mı helâk olur?”
    Tefsir:Muhatabın ve özellikle müşriklerin akıl ve iz‘anlarına hitap eden âyetlerde Allah’ın sınırsız kudretine dikkat çekilmektedir. 46. âyette bu kudretle, insanın en dikkat çekici yeteneklerinden olan işitme ve görme duyularıyla akıl gücünün yok edilmesi halinde, Allah’tan başka, onu bu imkânlara yeniden kavuşturacak bir kudret bulunmadığı vurgulanmaktadır. Âyette geçen “Bunları size Allah’tan başka hangi tanrı geri verebilir?” sorusundan da anlaşılacağı üzere müşrikler, putları Allah’a ortak koşsalar da, yaratanın yalnızca Allah olduğuna inanıyorlardı. Nitekim başka âyetlerde benzer sorulara, dünyanın, göklerin ve bunlardaki bütün varlıkların gerçek sahip ve mâlikinin Allah olduğu cevabını verecekleri belirtilmiştir (meselâ bk. Mü’minûn 23/84-89). Onların asıl suçu, put denilen nesneleri Allah’a eş tutmaları, bunlara kulluk etmeleri, putların kendilerine yardım ve şefaat edeceklerine inanmaları ve genel olarak İslâm dininin itikadî ve amelî hükümlerini reddetmeleridir.
    Hz. Peygamber’in çeşitli vesilelerle belirttiği üzere Allah Teâlâ, engin merhametinden dolayı, kullarının tövbe edip bağış dileyerek yanlışlardan dönmesini ister; O’nun bu müsbet davranıştan duyduğu memnuniyet, Resûlullah’ın teşbihiyle ağır bir savaş sırasında kaybettiği çocuğu için çırpınan annenin, onu bulduğu andaki sevincinden daha büyüktür (Buhârî, “Edeb”, 18; Müslim, “Tevbe”, 22; İbn Mâce, “Zühd”, 35). Bu sebeple sonsuz merhamet sahibi olan Allah, gerek burada gerekse daha pek çok âyette yanlış inançlıları, kötü yaşayışlıları ikna yoluyla düzeltmek, doğru yolu bulmalarını sağlamak için birçok delil göstermiştir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 405-406
    وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَلٖينَ اِلَّا مُبَشِّرٖينَ وَمُنْذِرٖينَۚ فَمَنْ اٰمَنَ وَاَصْلَحَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ ﴿٤٨﴾
    Meal :﴾48﴿ Biz peygamberleri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kim iman eder ve halini düzeltirse onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmeyecekler.
    Tefsir:Peygamberler yalnız “müjdeciler ve uyarıcılar olarak” gönderilmiş olup onlara samimiyetle kulak vererek “iman eden ve (böylece) halini düzelten” yani gerek kendilerini gerekse başkalarını ıslah edenler için artık korku kalmayacaktır. “Onlar üzüntü de çekmeyecekler”; çünkü gerçek anlamda güven de sevinç ve mutluluk da Allah yolundadır. Âhirette böyle olacağı gibi, bazı maddî ve geçici sıkıntılara rağmen dünyada da müminler inanmanın, ibadet ve faziletin verdiği sükûn ve güvenle huzur bulurlar. Bu sebeple Allah’ın azabı ancak “zalim toplum”u kapsayacaktır. Dünyadaki herhangi bir musibet müminleri de etkilese bile, onların âhiretteki hayatları imanlarının ve iyi amellerinin kazandıracağı mutluluk ve nimetlerle bezenecektir.
    وَالَّذٖينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا يَمَسُّهُمُ الْعَذَابُ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ ﴿٤٩﴾
    Meal :﴾49﴿ Âyetlerimizi yalan sayanlara gelince, yoldan çıkmalarından dolayı onlar azap çekeceklerdir.
    ]قُلْ لَٓا اَقُولُ لَكُمْ عِنْدٖي خَزَٓائِنُ اللّٰهِ وَلَٓا اَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَٓا اَقُولُ لَكُمْ اِنّٖي مَلَكٌۚ اِنْ اَتَّبِعُ اِلَّا مَا يُوحٰٓى اِلَيَّؕ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْاَعْمٰى وَالْبَصٖيرُؕ اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَࣖ ﴿٥٠﴾
    Meal :﴾50﴿ De ki: “Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyarım.” De ki: “Hiç kör ile gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?”
    Tefsir:Hz. Peygamber gerek kendi kavmine gerekse bütün insanlara yalnızca “Allah’ın âyetleri”ni, akıl ve kalplere, vicdanlara hitap eden delillerini duyuruyordu. Kureyş müşrikleri ise öteden beri kâhin, sâhir, arrâf gibi isimlerle andıkları kişilerde olağanüstü güçlerin mevcut olduğuna inanıyor; peygamber olduğunu ve Allah katından bilgiler getirdiğini söyleyen Hz. Muhammed’de de bu şekilde güçler bulunması gerektiğini düşündükleri için ondan meselâ bir dağı altın kütlesi haline getirmesini (Müsned, I, 242, 258), gökten melekler indirmesini ve onlarla konuştuğunu kendilerine göstermesini... (En‘âm 6/8) istiyorlardı. Âyet, Hz. Peygamber’in bu cahilce taleplere vermesi istenen çarpıcı cevabı içermektedir. Aslında zihni ve gönlü hakikate açık, önyargılardan uzak, ruhu ihtiraslarla kirlenmemiş, kalbi inkâr ve isyan duygularıyla körleşmemiş insanlar için, Allah’tan vahiy aldığı birçok kanıtla anlaşılan bir kimsenin, hiçbir komplekse kapılmadan, engin bir tevazu hali sergileyerek böylesine gerçekçi ve samimi beyanlarda bulunması, dağları altına çevirmekten daha güçlü ve ikna edici bir delildir. Fakat “Hiç kör ile gören bir olur mu?” Onun için âyetin sonunda “Hiç düşünmez misiniz?” buyurulmuştur.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 407
    وَاَنْذِرْ بِهِ الَّذٖينَ يَخَافُونَ اَنْ يُحْشَرُٓوا اِلٰى رَبِّهِمْ لَيْسَ لَهُمْ مِنْ دُونِهٖ وَلِيٌّ وَلَا شَفٖيعٌ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ ﴿٥١﴾
    Meal:﴾51﴿ Kendileri için rablerinden başka bir koruyucu ve bir aracı bulunmaksızın O’nun huzurunda toplanmanın kaygısını duyan insanları onunla (Kur’an) uyar ki günahlardan sakınsınlar.
    Tefsir:Uyarı ve sakındırma ancak öldükten sonra ba‘s (yeniden dirilme) ve haşir (mahşerde toplanma) gibi âhiret hallerinin vuku bulacağına inanan veya en azından böyle bir ihtimali göz önüne alan, bunun kaygı ve korkusunu hisseden kimseler üzerinde etkili olabileceği için âyette özellikle bunların uyarılması emredilmiştir. Zemahşerî, uyarıdan yararlanması umulan zümreleri şöyle sıralamıştır: a) Müslüman oldukları halde yanlış işler yapanlar, b) âhirete inanan Ehl-i kitap mensupları, c) ba‘s ile ilgili haberleri duyup da bunların doğru olabileceğini düşünerek kaygılanan müşrikler (II, 16). Aynı müfessir, âyetin “Kendileri için rablerinden başka bir koruyucu ve bir aracı bulunmaksızın” meâlindeki bölümünü, Mû‘tezile mezhebinin görüşlerini benimsediği için, âhirette Allah’tan başka hiçbir kimsenin şefaat edemeyeceği şeklinde yorumlamışsa da, Ehl-i sünnet mensubu müfessirler, özellikle Bakara sûresindeki “Âyetü’l-kürsî” diye bilinen 255. âyeti ve benzeri delilleri göz önüne alarak, Allah’ın iznine bağlı olmak üzere, peygamberler ve diğer Allah dostlarının şefaat etmesinin câiz olduğunu düşünmüşlerdir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 408-409
    وَلَا تَطْرُدِ الَّذٖينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدٰوةِ وَالْعَشِيِّ يُرٖيدُونَ وَجْهَهُؕ مَا عَلَيْكَ مِنْ حِسَابِهِمْ مِنْ شَيْءٍ وَمَا مِنْ حِسَابِكَ عَلَيْهِمْ مِنْ شَيْءٍ فَتَطْرُدَهُمْ فَتَكُونَ مِنَ الظَّالِمٖينَ ﴿٥٢﴾
    Meal :﴾52﴿ Rablerinin rızâsını isteyerek sabah akşam O’na yalvaranları kovma! Onların hesaplarından sana sorumluluk yoktur, senin hesabından da onlara sorumluluk yoktur ki onları yanından uzaklaştırıp da zalimlerden olasın.
    Tefsir:Bu âyetin işaret ettiği bir olayla ilgili olarak Müslim’in Sahîh’i (“Fezâilü’s-sahâbe”, 45-46) ve diğer bazı hadis kaynaklarında yer alan bir rivayete göre Hz. Peygamber’in, Abdullah b. Mes‘ûd, Bilâl-i Habeşî, Ammâr b. Yâsir gibi bazı yoksul ve kimsesiz sahâbîlerin de bulunduğu bir toplulukla birlikte olduğu bir sırada müşriklerin ileri gelenleri Hz. Muhammed’le görüşmek istediklerini, ancak bunun için yanındaki müslümanları oradan uzaklaştırması gerektiğini, zira kölelerle ve yoksullarla bir arada bulunmayı kendilerine yakıştıramadıklarını bildirmişlerdi. Resûlullah “Ben müminleri kovamam” cevabını verince, hiç olmazsa kendileri geldiğinde onların ayakta durmasını istemişler; Hz. Peygamber, belki onlara İslâm’ı kabul ettirebileceği ümidiyle bu son teklifi kabul etmeyi düşünürken kendisini ikaz edip bu düşüncesinden vazgeçiren 52. âyet inmiştir. Ancak müfessirlerin çoğu bu sûrenin, parça parça değil, tamamının bir defada indiğini bildiren haberleri de dikkate alarak, bu âyetin söz konusu olayla ilişkisi olamayacağını ifade etmişlerdir. Âyetin böyle bir olay üzerine indiği kabul edilse bile, bu olayın sadece âyetteki evrensel ahlâkî öğretinin ortaya konması için bir vesile oluşturduğu düşünülmelidir.
    “Onların hesaplarından sana sorumluluk yoktur...” cümlesindeki “onlar” zamiriyle müşriklere işaret edildiğini düşünenler olmuşsa da ağırlıklı görüş, bununla yukarıda anılan müslümanların kastedildiği yönündedir. Rivayete göre müşrikler, Hz. Peygamber’in çevresinde toplanan söz konusu kişilerin, aslında –samimi dindarlıklarından değil– barınma imkânı buldukları, yiyip içtikleri için orada toplandıklarını ileri sürmüşlerdi. İşte –bir görüşe göre– âyet-i kerîmede, öyle olsa bile, Resûlullah ile o yoksul müslümanların sorumluluklarının ayrı olduğu, herkesin kendi yapıp ettiklerinin sorumluluğunu yine kendisinin taşıdığı bildirilerek Resûl-i Ekrem’in onlara olan ilgisini sürdürmesi istenmiş, aksi halde haksızlık yapmış olacağı ifade edilmiştir. Başka bir yoruma göre bu insanlar sabah akşam ibadet ve taatle meşgul oldukları için maişetlerini temin edemeyecekler kaygısıyla Hz. Peygamber’in onları –işlerine güçlerine baksınlar diye– meclisinden ayrılmaya zorlamaması istenmiş; onların geçimleriyle ilgili hesabın kendisine ait olmadığına yani ne yiyip ne içeceklerini hesap etmesi gerekmediğine, çünkü herkesin rızkını verenin Allah Teâlâ olduğuna işaret buyurulmuştur (Râzî, XII, 236-237).
    Hangi şekilde yorumlanırsa yorumlansın bu âyet, İslâm dininde insanın, mevki, zenginlik ve soyuna göre değil iman zenginliğine, Allah’a saygı ve ruh yüceliğine göre değer taşıdığını ortaya koyması, ayrıca Hz. Peygamber’in yüce ahlâkının Kur’an ilkelerine göre şekillendiğini göstermesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Âyetin sonunda Resûlullah’a sorumluluğu hatırlatıldıktan sonra, kâfirlerin gözünde değersiz olsalar bile, iman ve yaşayışlarıyla Allah nezdinde değerli olan insanlara karşı küçültücü davranışlarda bulunan bir kimsenin, –farzımuhal bu kimse peygamber bile olsa– zalim olarak gösterilmesi son derece ilgi çekicidir. Muhtemelen yukarıda sözü edilen altı kişiden biri olan Habbâb’ın anlattığına göre bu âyetin inmesinden sonra Hz. Peygamber’le yoksul ve kimsesiz müslümanlar arasındaki yakınlık o kadar artmıştır ki meclislerde diz dize oturur olmuşlar; Hz. Peygamber daha önce, bir aradayken yanındakilerin kalkmasını beklemeden kendisi kalkarken bu âyet geldikten sonra incitici olmasın diye daima onların kalkmasını beklemiştir (Zemahşerî, II, 16).
    وَكَذٰلِكَ فَتَنَّا بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لِيَقُولُٓوا اَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ مَنَّ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنْ بَيْنِنَاؕ اَلَيْسَ اللّٰهُ بِاَعْلَمَ بِالشَّاكِرٖينَ ﴿٥٣﴾
    Meal :﴾53﴿ “Aramızda Allah’ın kendilerine lütufta bulunduğu kimseler de bunlar mı?” demeleri için onların bir kısmını diğerleriyle işte böyle imtihan ettik. Allah şükredenleri bilmez mi?
    Tefsir:Yüce Allah, insanların kimine türlü nimetler, kimine de sıkıntılar vermek suretiyle birbirlerine karşı nasıl tutum takınacakları hususunda onları sınamaktadır. İnsanların soy sop, makam ve mal gibi fâni ve aldatıcı durumlara göre değer taşıdıklarını zanneden inkârcıların ileri gelenleri “Aramızda Allah’ın kendilerine lutufta bulunduğu kimseler de bunlar mı?”; yani “Biz büyükler ve soylu önderler varken Allah’ın gerçeğe ulaştırdığı, hidayete kavuşturduğu kimseler bunlar olamaz!” şeklindeki alaylı ifadelerle onları küçümsemişler; sahip oldukları imkânlar kendileri için birer fitne olmuş; küstahça davranışlarıyla Allah’a karşı kötü bir imtihan vermişlerdir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 410

  • Enam Süresi Meal Ve Tefsiri 17-35Datum12.03.2024 04:13
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Enam Süresi Meal Ve Tefsiri 17-35

    وَاِنْ يَمْسَسْكَ اللّٰهُ بِضُرٍّ فَلَا كَاشِفَ لَهُٓ اِلَّا هُوَؕ وَاِنْ يَمْسَسْكَ بِخَيْرٍ فَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدٖيرٌ ﴿١٧﴾
    ﴾17﴿ Eğer Allah seni bir zarara uğratırsa onu kendisinden başka giderecek yoktur; ve eğer sana bir hayır verirse bilesin ki O her şeye kādirdir.
    وَهُوَ الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِهٖؕ وَهُوَ الْحَكٖيمُ الْخَبٖيرُ ﴿١٨﴾
    Meal :﴾18﴿ O, kullarının üstünde tam bir tasarrufa sahiptir. O hakîmdir, her şeyden haberdardır.
    Tefsir:Hayır ve şerrin Allah’tan olduğu şeklindeki Ehl-i sünnet itikadını destekleyen bu âyetlere göre hastalık, yoksulluk gibi insanlara elem veren ve istenmeyen durumlar da sağlık ve zenginlik gibi arzu edilen durumlar da Allah’ın kudreti dahilinde olup Allah bir kimseye bunlardan birini veya ötekini takdir ederse bunu önleyecek, takdire karşı koyabilecek hiçbir güç yoktur. Allah’tan gelebilecek zararı da faydayı da ancak dilerse yine kendisi önler. İnsanlar ne dilerse dilesin, sonunda yine O’nun dilediği olur. O’nun her şeye gücü yeter ve O kulları üzerinde tam bir hâkimiyete, karşı konulamaz bir kudrete sahiptir. Ayrıca O, tam bir hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olduğu için kimlerin fayda veya zarara müstahak olduğunu bilir; herkesin her halinden haberi olur ve hakîm olmasının bir sonucu olarak herkese, haline münasip ne ise onu verir, dolayısıyla hiç kimseye haksızlık etmez.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 384-385
    قُلْ اَيُّ شَيْءٍ اَكْبَرُ شَهَادَةًؕ قُلِ اللّٰهُ شَهٖيدٌ بَيْنٖي وَبَيْنَكُمْ وَاُو۫حِيَ اِلَيَّ هٰذَا الْقُرْاٰنُ لِاُنْذِرَكُمْ بِهٖ وَمَنْ بَلَغَؕ اَئِنَّكُمْ لَتَشْهَدُونَ اَنَّ مَعَ اللّٰهِ اٰلِهَةً اُخْرٰىؕ قُلْ لَٓا اَشْهَدُۚ قُلْ اِنَّمَا هُوَ اِلٰهٌ وَاحِدٌ وَاِنَّنٖي بَرٖٓيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَۘ ﴿١٩﴾
    Meal:﴾19﴿ De ki: “Hangi şahidin şahitliği daha güvenilirdir?” De ki: “Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur’an bana, hem sizi hem de ulaştığı herkesi onunla uyarmam için vahyedildi. Yoksa siz Allah ile beraber başka tanrılar olduğuna şahitlik mi ediyorsunuz?” De ki: “Ben buna şahitlik etmem.” De ki: «O, ancak bir tek Allah’tır; ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden kesinlikle uzağım.”
    Tefsir.İlk cümlenin harfî tercümesi “Şahitlik bakımından hangi şey daha büyüktür?” şeklindedir. Ancak biz, Zemahşerî’nin getirdiği yorumu (II, 7) esas alarak anlamayı kolaylaştırmak için söz konusu cümleyi “Hangi şahidin şahitliği daha güvenilirdir?” şeklinde çevirmeyi uygun bulduk. Bundan önceki âyetlerde ağırlıklı olarak Allah Teâlâ’nın zât ve sıfatlarıyla ilgili deliller üzerinde durulmuştu. Bu âyette ise Hz. Muhammed’in risâletinin ispatına geçilerek bu hususta en büyük şahidin kim olduğu sorusuna –cevabın açıklığından dolayı– hemen “Benimle sizin aranızda Allah şahittir” cevabı verilmiştir. Vâhidî’nin, bu âyetin inmesine sebep olduğunu kaydettiği bir rivayete göre (Esbâbü’n-nüzûl, s. 160; el-Vecîz, I, 347) Mekke ileri gelenleri Resûlullah’a hitaben “Ey Muhammed, söylediklerinle ilgili olarak hiç kimsenin seni tasdik ettiğini görmedik. Hatta yahudilere ve hıristiyanlara sorduk; onlar, senin ismin veya niteliklerinle ilgili olarak kendi kitaplarında ve dinlerinde herhangi bir bilgi olmadığını söylüyorlar. Bize, senin Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik edecek birini göster” demişler, bunun üzerine yukarıdaki âyet nâzil olmuştur.
    “Bu Kur’an bana, hem sizi hem de ulaştığı herkesi onunla uyarmam için vahyedildi” meâlindeki ifade, Hz. Peygamber’in ve Kur’an-ı Kerîm’in bütün insanlığa gönderildiğini, dolayısıyla İslâm’ın evrensel bir din olduğunu göstermektedir. Bu âyet, insanları hem Allah’ın birliğine hem de Hz. Muhammed’in peygamberliğine şehadet etmeye çağırdığından, kelime-i şehâdeti anlam olarak ihtiva etmektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 385-386
    اَلَّذٖينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ اَبْنَٓاءَهُمْۘ اَلَّذٖينَ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَࣖ ﴿٢٠﴾
    Meal:﴾20﴿ Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Kendilerini ziyan edenlere gelince, işte onlar inanmazlar.
    Tefsir:Zemahşerî ve diğer birçok müfessir, âyette Ehl-i kitabın tanıdıkları ifade edilenin Hz. Muhammed olduğunu belirtmişler, bazıları da bunun Kur’an-ı Kerîm olduğunu söylemişlerdir (Zemahşerî, II, 7; Şevkânî, 122; İbn Âşûr, VII, 171; Elmalılı, III, 1893). İlk anlayışa göre Ehl-i kitap, özellikle hıristiyanlar kendi kutsal kitaplarında Hz. Muhammed’in peygamberliğine ilişkin bazı işaretler bulunduğunu biliyorlardı (bk. A‘râf 7/157). İkinci anlayışın daha isabetli olduğunu düşünen İbn Âşûr’a göre Ehl-i kitap âlimleri Kur’an’ın Allah katından geldiğini biliyorlardı. Çünkü Kur’an, onların kitaplarında da haber verilmiş olan bilgiler ihtiva etmekteydi. Ayrıca onların kitaplarında, son peygamberle ilgili bilgiler bulunduğundan, Kur’an’ı bildireni de bu bakımdan tanıyorlardı (ayrıca bk.Bakara 2/146).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 387
    وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا اَوْ كَذَّبَ بِاٰيَاتِه۪ۜ اِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ ﴿٢١﴾
    Meal 21: Allah hakkında yalan uyduran veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Şüphe yok ki zâlimler kurtuluşa eremezler.
    Tefsir:Allah’ın ortakları olduğunu iddia eden, kendi kendilerine helâl, haram hükümler koyup bunları Allah’ın buyruğu gibi gösteren, Kur’an’ın ayetlerini yalanlayan, Allah’ın varlığını gösteren delilleri ve mûcizeleri görmezlikten gelen müşriklerden daha zalim kimse olamaz. Bununla birlikte eğer Peygamber, kendi uydurduğu sözleri Allah’a mal edip, “Bunlar Allah’ın vahyidir” derse, ondan da daha zalim kimse olamaz. Halbuki Hz. Muhammed (s.a.s.) Allah’tan korkan, doğru ve emin bir insandır. O halde onun getirdiği hakikatleri yalanlayanlar en zalim duruma düşmüş olurlar.
    Şimdi de bu yalancı zâlimlerin mahşer yerindeki çaresiz ve perişen hallerine bakın:
    وَيَوْمَ نَحْشُرُهُمْ جَم۪يعًا ثُمَّ نَقُولُ لِلَّذ۪ينَ اَشْرَكُٓوا اَيْنَ شُرَكَٓاؤُ۬كُمُ الَّذ۪ينَ كُنْتُمْ تَزْعُمُونَ ﴿٢٢﴾
    Meal 22: Kıyâmet günü onları bir araya toplayacağız, sonra da Allah’a ortak koşanlara: “Hani nerede o, Allah’a ortak saydıklarınız?” diye soracağız.
    ثُمَّ لَمْ تَكُنْ فِتْنَتُهُمْ اِلَّٓا اَنْ قَالُوا وَاللّٰهِ رَبِّنَا مَا كُنَّا مُشْرِك۪ينَ ﴿٢٣﴾
    Meal 23: Bunun üzerine onların: “Rabbimiz Allah’a yemin olsun ki, biz O’na asla ortak falan koşmuş değiliz” demekten başka bir çareleri olmayacak.
    اُنْظُرْ كَيْفَ كَذَبُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ ﴿٢٤﴾
    Meal 24: Şunlara bak, hâlâ yalan söyleyip, hem de kendi kendilerini yalanlıyorlar! Dünyada iken uydurdukları sahte tanrılar da onları nasıl yüzüstü bırakıp görünmez oluverdi!
    Tefsir:Allah Teâlâ, bütün insanları mahşer yerinde toplayacak, özellikle müşriklere, onları azarlamak, kınamak ve mahşerî kalabalığın huzurunda zor durumda bırakmak üzere, dünyada Allah’a ortak sandıkları putlarının hani nerede olduğunu soracaktır. Onlar orada davalarının boş olduğunu görecek, işledikleri bu büyük günahın yükü altında ezilecek, ne diyeceklerini şaşıracak, inkâr etmeye kalkışarak: “Allah’a yemin olsun ki, biz O’na ortak falan koşmuş değiliz” (En‘âm 6/23) demekten başka çareleri kalmayacaktır. Böylece kendilerine karşı, yani söylediklerinin asılsız olduğunu bile bile yalan söyleme gereğini duyacaklardır. Bu sırada dünyada tanrı diye peşine takıldıkları o sanal şeyler de kaybolup gidecektir. Çünkü onlar gerçek değil, sadece zandan ibaretti. Halbuki gerçekler âleminde zannın, vehmin yeri yoktur. Gerçekler ortaya çıkınca zanlar, vehimler, tahminler yok olur gider. Allah’ın huzurunda kendilerine o putlardan ne bir yardımcı ne de bir dost bulabilirler. Gerçeğin karşısında büyük bir dehşet ve ürperti içinde sarsılırlar.
    وَمِنْهُمْ مَنْ يَسْتَمِعُ اِلَيْكَۚ وَجَعَلْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اَكِنَّةً اَنْ يَفْقَهُوهُ وَف۪ٓي اٰذَانِهِمْ وَقْرًاۜ وَاِنْ يَرَوْا كُلَّ اٰيَةٍ لَا يُؤْمِنُوا بِهَاۜ حَتّٰٓى اِذَا جَٓاؤُ۫كَ يُجَادِلُونَكَ يَقُولُ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِنْ هٰذَٓا اِلَّٓا اَسَاط۪يرُ الْاَوَّل۪ينَ ﴿٢٥﴾
    Meal 25: İçlerinde sana kulak verip okuduğun Kur’an’ı dinleyenler var. Halbuki biz, onu anlayamasınlar diye kalpleri üzerine kat kat perdeler gerdik, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Artık hangi delil, işaret ve mûcizeyi görürlerse görsünler, yine de iman etmezler. Hatta yanına geldiklerinde seninle münakaşaya girişirler ve inkâra saplanıp kalmış o kâfirler: “Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değil” derler.
    Tefsir:İçlerinde Ebu Süfyan ve Velid b. Muğîre’nin de bulunduğu bir grup müşrik, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in okuduğu Kur’an’ı dinleyip daha sonra aralarında bulunan ve acem kıssalarını anlatmakla meşhur olan Nadr b. Hâris’e: “Ey Ebu Katîle, Muhammed ne diyor?” diye sorarlar. Nadr: “Kâbe’yi kendi evi yapana yemin ederim ben de onun ne söylediğini bilmiyorum. Şu kadar ki dudaklarını oynattığını görüyorum. Benim size anlattıklarım gibi geçmiş‏‏lerin masallarını anlatıyor” der. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme iner. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 217)
    Âyetin haber verdiğine göre müşriklerin bazıları zaman zaman Kur’ân-ı Kerîm’i dinliyorlardı. Fakat onların maksadı Kur’an’ın neler bil­dirdiğini samimiyetle öğrenmek, anlamak ve eğer doğru bulurlarsa onu tasdik etmek niyetiyle değildi. Bilakis itiraz etmek, karşı çıkmak, alay ve hakaret etmek için bahaneler bulmak amacıyla dinliyorlardı. Gurur, kibir, bencillik, ihtiras gibi kötü huylarla, sihir, hurafe, şirk gibi bâtıl inanç­larla ruhları kirlenmiş; fıtrî tabiatlarının istikrarı bozulmuştu. Bu şekilde ruhları kararmış insanların, aklî melekelerini, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma kabiliyetlerini de kaybetmeleri ilâhî bir kanundur. Bu sebepledir ki onların kalpleri üzerinde Kur’an’ı anla­malarını engelleyen perdeler, kulaklarında da bir ağırlık, bir sağırlık meydana getirildiği ifade buyrulmuştur. Şu halde onların inkârları, ilâhî kanun uyarınca kalplerinin perdelenmesi kendi tutum ve davranışlarının, bencil duygula­rının, ön yargılarının, taassup ve inatlarının bir sonucudur; bundan dolayı da yan­lış inançlarından ve kötü fillerinden sorumludurlar. Böyle kimselere Kur’an tesir etmez. Allah’ın ne kadar ayeti varsa hepsini görseler, bütün açık deliller gözleri önüne serilse yine inanmazlar. Çünkü onlar inanmamakta ısrar eder; üstelik davasının bâtıl olduğunu, okuduğu ayetlerin öncekilerin masallarından başka bir şey olmadığını ileri sürerek Peygamber’le mücâdele ederler. Küfür ve inkârda bu kadar ileridedirler:
    وَهُمْ يَنْهَوْنَ عَنْهُ وَيَنْـَٔوْنَ عَنْهُۚ وَاِنْ يُهْلِكُونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ ﴿٢٦﴾
    Meal 26: Böylece onlar hem insanları Kur’an ve Peygamber’den uzaklaştırırlar hem de kendileri ondan uzak dururlar. Ama böyle yapmakla sadece kendilerini helâk ederler de bunun farkına bile varmazlar.
    Tefsir:Bu karakterdeki insanlar, kendileri Kur’an’a inanmadıkları ve Peygamber’e tabi olmadıkları gibi, başka insanların da Kur’an dinlemelerine, ona inanmalarına ve Peygamber’e itaat etmelerine mani olurlar. Böylece hem kendilerini sapıtırlar, hem de başkalarını şaşırtırlar. Bu ilâhî sofradan ne kendileri faydalanırlar ne de başkalarının faydalanmasına fırsat verirler. Bu şekilde davranmak suretiyle neticede farkında olmadan kendi kendilerini mahvettikleri gibi, tesir sahalarına giren kimseleri de mahvederler.Bu insanların âhirette duyacakları pişmanlıklar şöyle haber veriliyor:
    وَلَوْ تَرٰٓى اِذْ وُقِفُوا عَلَى النَّارِ فَقَالُوا يَا لَيْتَنَا نُرَدُّ وَلَا نُكَذِّبَ بِاٰيَاتِ رَبِّنَا وَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿٢٧﴾
    Meal 27: Nihâyet ateşin karşısında durdurulduklarında onların hâlini bir görsen! O zaman: “Ah ne olurdu, dünyaya bir daha geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak, mü'minlerden olsak!” diye hayıflanırlar!
    بَلْ بَدَا لَهُمْ مَا كَانُوا يُخْفُونَ مِنْ قَبْلُۜ وَلَوْ رُدُّوا لَعَادُوا لِمَا نُهُوا عَنْهُ وَاِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ ﴿٢٨﴾
    Meal 28: Hayır, bu sözlerinde de samimi değiller! Aslında onlar öteden beri gizledikleri iç yüzleri, günahları, mü’minlere kurdukları tuzaklar bütün açıklığıyla
    karşılarına çıktığı için böyle söylüyorlar. Yoksa dünyaya geri döndürülecek olsalar, yine kendilerine yasaklanan kötülükleri yapmaya girişir, aynı inkârlarında diretirler. Çünkü onlar gerçekten yalan söylüyorlar.
    وَقَالُٓوا اِنْ هِيَ اِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا وَمَا نَحْنُ بِمَبْعُوث۪ينَ ﴿٢٩﴾
    Meal 29:Onlar dünyada: “Hayat, ancak yaşadığımız şu dünya hayatından ibarettir. Biz öldükten sonra bir daha diriltilecek değiliz” demişlerdi.
    وَلَوْ تَرٰٓى اِذْ وُقِفُوا عَلٰى رَبِّهِمْۜ قَالَ اَلَيْسَ هٰذَا بِالْحَقِّۜ قَالُوا بَلٰى وَرَبِّنَاۜ قَالَ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ۟ ﴿٣٠﴾
    Meal 30: Bir de onları Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman bir görsen! Allah onlara: “Nasıl, yeniden diriliş gerçek değil miymiş?” diye soracak, onlar: “Rabbimize yemin olsun ki evet gerçekmiş” diyecekler, bunun üzerine Allah da: “Öyleyse inkâr etmeniz sebebiyle tadın azabı!” buyuracak.
    Tefsir:Müşrikler ve kâfirler âhirette cehennem azabıyla yüz yüze gelip, o korkunç ateşin apaçık bir gerçek olduğunu gözleriyle gördükleri zaman çok pişman olacaklar, tekrar dünyaya dönmeyi isteyeceklerdir. “Dönsek de Allah’ın ayetlerini, Kur’an’ın verdiği haberleri yalanlamasak, mü’minlerden olsak” diye temenni edeceklerdir. Çünkü önceden beri gizledikleri şeyler; amel defterlerindeki kötülükler; küfür, şirk ve nifaklarının gerçek yüzü, âhireti, cennet ve cehennemi yalanlamalarının yanlışlığı hepsi apaçık karşılarına çıkacaktır. Şu âyet-i kerîmede haber verilen hakikat vuku bulacaktır:
    “Herkesin amel defteri önüne konulacak; sen günahkârların o defterde yazılı olanlardan dolayı ödleri patlayacak şekilde korktuklarını göreceksin. Hayretler içinde: «Yazıklar olsun bize! Bu nasıl defter ki, küçük büyük demeden, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan ne yapmış, ne söylemişsek hepsini saymış dökmüş!» diyecekler. Böylece yaptıkları her şeyi amel defterlerinde bulacaklar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf 18/49)
    İşte bu gerçek karşısında şaşkına dönecekler ve tekrar dünyaya gelmeyi isteyeceklerdir. Fakat bu, onların o an ki duydukları korkunun bir neticesidir. Dünyaya gelseler o hali unutur ve tekrar inkâra saplanırlar, kendilerine yasaklanan şeyleri yine pervasızca yaparlardı. Onlar bu iddialarında da yalancıdırlar. Onlar dünyada yaşarken dünya ötesini, âhireti inkâr etmişlerdi. Dünya hayatından başka bir hayatın olmadığını sanmışlar, “varsa yoksa hayat bu hayattır, yaşarız ölürüz, tekrar diriltilmemiz mümkün değildir” demişlerdi. (bk. Mü’minûn 23/37) Fakat kıyamet günü bütün zanları, vehimleri boşa çıkıp değişmez gerçekle yüz yüze gelip hesap vermek üzere Allah’ın huzuruna çıktıklarında perişan hallerini bir görmek gerekir. O vakit Allah onlara inkâr edip durdukları “yeniden dirilişin, âhiret hayatının” gerçek olup olmadığını soracak, gözleriyle gördükleri o gerçeği inkâr etme imkânı kalmayacak ve “O halde inkâr etmeniz sebebiyle tadın azabı!” (En‘âm 6/30) şeklindeki ağır bir ilâhî hitabın kahredici ezikliği içinde ebedi azaba düçar olacaklardır. Çünkü birgün mutlaka Allah’a kavuşacağına inanmayanların kaybedenlerden olacağı şüphesizdir:
    قَدْ خَسِرَ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِلِقَٓاءِ اللّٰهِۜ حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَتْهُمُ السَّاعَةُ بَغْتَةً قَالُوا يَا حَسْرَتَنَا عَلٰى مَا فَرَّطْنَا ف۪يهَاۙ وَهُمْ يَحْمِلُونَ اَوْزَارَهُمْ عَلٰى ظُهُورِهِمْۜ اَلَا سَٓاءَ مَا يَزِرُونَ ﴿٣١﴾
    Meal 31: Allah’ın huzuruna çıkmayı yalan sayanlar elbette hüsrana uğramışlardır. Kıyâmet ansızın başlarına kopuverince onlar, sırtlarına yüklendikleri suç ve günah yükleri altında: “Dünyada yaptığımız günahlar, kaçırdığımız fırsatlardan dolayı yazıklar olsun bize!” diye dövünüp feryat ederler. Şunlara bakın! Ne kötü bir yük taşıyorlar!
    Tefsir:Âhirete inanmayan ve bir gün Allah’ın huzuruna çıkıp hayatının hesabını vereceğini düşünmeyen bedbahtlar büyük bir zarara uğrayacaklardır. Çünkü hem cennetteki ebedi nimetlerden mahrum kalacaklar, hem de büyük bir azabın içine düşeceklerdir. Bu kimseler ölüm gelip dünyadan ayrıldıklarında veya yeniden dirilip Allah’ın huzuruna çıktıklarında, günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak, pişmanlık ve üzüntülerini gizleyemeyecekler, “İmkan varken dünya hayatında yapamadığımız hayırlı ameller ve işlediğimiz günahlar sebebiyle yazıklar olsun bize!” diyeceklerdir.
    Günahın sırta yüklenilmesiyle alakalı olarak tefsirlerimizde şöyle bir açıklama yer alır: Mü’min kabrinden çıktığında onu gayet güzel yüzlü, düzgün yapılı ve mis kokulu bir yaratık karşılar ve ona: “Beni tanıdın mı?” diye sorar. Mü’min: “Hayır tanımadım” diye cevap verince o: “Ben senin sâlih amellerinim, haydi bin sırtıma, seni taşıyayım. Çünkü, dünyada iken sen beni taşımıştın” der. Nitekim bu mânaya işaretle âyet-i kerîmede “Takvâ sahiplerini, binek üzerinde ikram ile Rahman’a götürdüğümüz gün” (Meryem 19/85) buyrulur. Kâfiri ise kabrinden çıktığı anda çirkin görünüşlü ve kötü kokulu bir yaratık karşılar ve ona: “Beni tanıdın mı?” diye sorar. O: “Hayır tanımadım” diye cevap verince şöyle der: “Ben senin kötü amellerinim, dünyada iken bana çok binmiştin, bugün de ben sana bineceğim.” İşte âyetteki “sırtlarına yüklendikleri suç ve günah yükleri altında” (En‘âm 6/31) ifadesinin mânası budur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,VII, 236)
    Dolayısıyla insan, dünya hayatını âhiret penceresinden seyretmeli, dünyanın mahiyetini iyi kavramalı ve âhiret mahrumu olmamalıdır.
    وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَعِبٌ وَلَهْوٌۜ وَلَلدَّارُ الْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ يَتَّقُونَۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ ﴿٣٢﴾
    Meal 32:Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka değildir! Âhiret yurdu ise Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?
    Tefsir:Uhrevî bir gaye ve maksadı olmaksızın bütün himmetlerini dünyaya yönlendirenler ve onunla meşgul olanlar için dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. “Oyun”, kişiyi faydalı olan şeylerden alıkoyup uzaklaştıran şeylerdir. “Eğlence” ise kişinin ciddi işlerden uzaklaşıp, gayr-i ciddi ve mânasız şeylerle uğraşmasıdır. İnsan oyun ve eğlenceden onlarla meşgul olduğu anda zevk alır, ondan ayrıldıktan sonra pişman olur, huzursuzluk duyar. Eğlenceye dalınca da ömür çabuk geçer. İşte dünya hayatı da böyledir. Yaşandığı sürece zevkli gelir, çabuk geçer, fakat ondan ayrılınca kişi, kendisini başka bir hayata hazırlamamış ise dünyadan kendisine sadece pişmanlık kalır. Oyun ve eğlencenin süresi azdır, kısadır. Âhirete göre dünyanın süresi de çok azdır. Bu bakımdan fani olan hayatı anlamlı ve değerli kılan şeyler, oyun ve eğlence değil, Allah’ın rızâsını kazanma ve O’na yakınlaşma arzusuyla yapılan hayırlı işlerdir. Bu sebeple aklını kullanabilen muttaki kullar, bu eğlence ve oyalanma hayatına dalmaz, âhiret hayatı için hazırlanırlar, âhireti dünyaya tercih ederler. Âhirete inanır, onu kazanmak için hidâyet yolunda yürürler. Dünyada yaptıkları her işin hesabını Al­lah’ın huzurunda vereceklerini düşünerek yaşar; ilâhî buyruklara âsi olmak­tan, yasakları çiğnemekten sakınırlar. Böylece dünyada kendilerine tanınan fırsatı hakkıyla değerlendirdik­leri için bunlar hakkında âhiret yurdu dünyadan daha hayırlı, daha güzel olacaktır. Bu açıdan bakılınca dünyada âhiret için yapılan hayırlı ve güzel amellerin oyun ve eğlence kabilinden olmadığı anlaşılacaktır.
    Dünyanın üç yüzü vardır: Birinci yüzü Allah Teâlâ’nın isimlerine bakar. Dünyadaki her şey Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin neticesi olmakla, sıfatları ve isimleriyle Allah’ın varlık, birlik ve sonsuz kudretine delildir, işarettir. Âhirete bakan ikinci yüzüyle dünya, âhiretin tarlasıdır. Cennet ve cehennem, bu dünya tarlasında ekilen ya iman ve amel-i sâlih tohumlarının veya küfür ve günah tohumlarının boy vermiş şekli olarak karşımza çıkacaktır. Dünya bu iki yüzüyle çok önemlidir. O kadar ki “yer”, “gökler ve yer” şeklinde Kur’an’da bir arada anılmakla göklere denk tutulmuştur. Dünyanın üçüncü yüzü, insanın nefsi arzularına, oyun ve eğlenceye, beşerî tutkulara bakar ki, işte Kur’ân-ı Kerîm’de yerilen dünyanın bu yüzüdür. Bu yüzüyle dünya fânî, boş, oyun, eğlence, mal biriktirip evlat ve mal çokluğu ile övünmeden ibarettir.
    قَدْ نَعْلَمُ اِنَّهُ لَيَحْزُنُكَ الَّذ۪ي يَقُولُونَ فَاِنَّهُمْ لَا يُكَذِّبُونَكَ وَلٰكِنَّ الظَّالِم۪ينَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ يَجْحَدُونَ ﴿٣٣﴾
    Meal 33: Onların söylediklerinin seni üzdüğünü biz elbette biliyoruz. Gerçekte onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.
    Tefsir:Ayetin nüzûl sebebi ile alakalı şöyle bir rivayet nakledilir: Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Ebu Cehil ve arkadaşlarını yanından geçerken ona:” Ey Muhamed! Allah’a and olsun ki biz seni yalanlamıyoruz. Bize göre şüphesiz sen doğru söylüyorsun. Fakat senin getirdiğini yalanlıyoruz” dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. (Tirmizî, Tefsir 6/1)Şâirin şu beyti Ebû Cehil ve benzerlerinin hâlini ne güzel anlatır:
    “Hidâyet senden olmazsa dirâyet neylesin yâ Rab!
    Arapça bilse de Ebû Cehl’e Kur’an neylesin yâ Rab!”
    Şüphesiz Allah Resûlü (s.a.s.) bir insan olarak, müşriklerin kendi hakkında söyledikleri sihirbaz, mecnun, kahin, şair gibi olumsuz sözlerden, sataşmalardan mahzun olmaktaydı. Hele onların iman etmemelerine, inkârda direnmelerine son derece üzülmekteydi. (bk. Kehf 18/6) Zaman zaman nâzil olan âyetler ona sabırlı olmasını ve üzülmemesini telkin etmekteydi. Nitekim bir âyet-i kerîmede: “Rasûlüm! Sabret; şunu bil ki sabretmen de ancak Allah’ın yardımıyla olur. Davetini kabul etmiyorlar diye üzülme; kurmaya çalıştıkları tuzaklar sebebiyle de telâş edip sıkıntıya düşme” (Nahl 16/127) buyrulmaktadır. Burada dini tebliğ edecek kişilerin sahip olmaları gereken ahlâkî vasıflar içinde doğruluğun, dürüstlüğün ve güvenilirliğin önemi vurgulanmaktadır. Ayrıca bunlar ve devam eden ayetlerle Efendimiz teselli edilmekte, gönlüne ferahlık verilmektedir:
    وَلَقَدْ كُذِّبَتْ رُسُلٌ مِنْ قَبْلِكَ فَصَبَرُوا عَلٰى مَا كُذِّبُوا وَاُو۫ذُوا حَتّٰٓى اَتٰيهُمْ نَصْرُنَاۚ وَلَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِ اللّٰهِۚ وَلَقَدْ جَٓاءَكَ مِنْ نَبَا۬ئِ الْمُرْسَل۪ينَ ﴿٣٤﴾
    Meal 34: Rasûlüm! Hiç şüphesiz senden önce de nice peygamberler yalanlandılar. Fakat onlar bütün bu yalanlanmalarına ve maruz kaldıkları sözlü, fiilî her türlü eziyete katlandılar. Derken kendilerine yardımımız yetişti de, sonunda kazananlar onlar oldu. Öyle ya, Allah’ın sözlerini, yardım ve zafer va‘dini değiştirebilecek kimse yoktur. Nitekim o peygamberlerle ilgili ibret verici hâdiselerden bir kısmı zâten sana ulaşmış bulunuyor.
    Tefsir:Resûlüm ve onun yolundan giden mü’min kulum! Sen yalanlandığın gibi önceki peygamberler de yalanlandılar. Sana eziyet edildiği gibi önceki peygamberlere de eziyet edildi. Bütün bunlara rağmen onlar sabrettiler ve Allah’ın yardımına nâil oldular. Dolayısıyla sen de bunları örnek al ve Allah’ın yardımı gelinceye kadar sabret. Böyle sabredenlere Allah’ın yardımının geleceğinden şüphen olmasın. Çünkü Allah’ın vaadini, hak edene yardım ve başarı sözünü değiştirebilecek hiçbir kuvvet yoktur. Bu ilâhî teminatla alakalı âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
    “Doğrusu, peygamber kıldığımız kullarımız hakkında bizim geçmişte verdiğimiz şöyle bir söz vardır: «Onlara Allah’ın yardımı kesinlikle ulaşacaktır. Neticede üstün gelen, kesinlikle her zaman bizim ordumuz olacaktır.»” (Saffât 37/171-173)“Allah: «Ben ve peygamberlerim mutlaka ve mutlaka galip geleceğiz» diye hükmetmiştir. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, karşı konulamaz bir kudrete sahiptir.” (Mücâdile 58/21)
    Dolayısıyla âyette geçen كَلِمَاتُ اللّٰهِ (kelimâtullâh) “Allah’ın kelimeleri”, hakla bâtıl, doğruyla yanlış arasındaki mücadelede neticeyi haber veren bir ilâhî kanunu ifade etmektedir. Bu kanuna göre, doğru ve takvâ sahibi insanların sabır, metânet, doğruluk, dürüstlük, fedakârlık ve vefakârlıklarını, imanlarındaki sağlamlığı ve Allah’a olan bağlılıklarını kanıtlamaları için uzun bir süre imtihana tabi tutulmaları gerekmektedir. Bu yolda onlar zorluklara ve musibetlere uğrayacaklar; ancak bu zor ve engebeli yoldan geçmekle öğrenilen yüksek ahlâkî vasıfları kazanacaklar ve ancak bu silahlarla küfür karşısındaki savaşı kazanabileceklerdir. Yine, bu ilâhî kanuna göre, kullar gerekli manevî donanımları elde edip ilâhî yardımı celbedecek noktaya ulaştıklarında, kendilerine Allah’ın yardımı tam zamanında gelip ulaşacaktır. Dolayısıyla, Allah’ın insan ve toplum hayatını düzenleyen kanunlarını iyi tanımak ve bu kanunlara uygun hareketetmek lazımdır:
    وَاِنْ كَانَ كَبُرَ عَلَيْكَ اِعْرَاضُهُمْ فَاِنِ اسْتَطَعْتَ اَنْ تَبْتَغِيَ نَفَقًا فِي الْاَرْضِ اَوْ سُلَّمًا فِي السَّمَٓاءِ فَتَأْتِيَهُمْ بِاٰيَةٍۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَجَمَعَهُمْ عَلَى الْهُدٰى فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْجَاهِل۪ينَ ﴿٣٥﴾
    Meal 35: Buna rağmen eğer onların imandan yüz çevirmeleri sana ağır geliyorsa, o halde şâyet güç yetirebileceksen yer altından bir tünel kazıyarak veya göğe bir merdiven dayayarak onlara bir mûcize getiriver de görüp inansınlar! Halbuki Allah dileseydi hepsini hidâyet üzere toplardı. Öyleyse sakın câhillerden olma!
    Tefsir:Allah Resûlü (s.a.s.), bütün gücüyle gece gündüz İslâm’ı tebliğ ediyor, önüne çıkan engelleri aşmaya çalışıyor ve herkesin imana gelmesini arzu ediyordu. Hatta bu konuda zaman zaman ikaz edilecek derecede bir arzu ve iştiyak içindeydi. Dolayısıyla muhataplarının daveti kabul etmediğini hissettiğinde, o zaman onların kabulden başka bir ihtimalleri kalmasın diye Allah’ın açık bir mûcize göndermesini arzulamaktaydı. Bu ayette Cenâb-ı Hak, Rasûlü’nü uyarmakta ve şöyle demektedir: “Onların küfürde inat ve ısrarları karşısında sabırsızlık gösterme, vazifeni bizim gösterdiğimiz yolda ısrarla yerine getirmeye devam et. Eğer bu vazife mûcizelerle yerine getirilecek olsaydı, bunu bizzat kendimiz yapardık. Fakat, istenilen itikadî, amelî ve ahlâkî gelişmenin sağlanabilmesi ve mükemmel bir takvâ toplumunun kurulması için bu metot uygun değildir. Bununla birlikte, eğer onların yüz çevirmeleri ve hidâyete kayıtsız kalmaları sebebiyle gönlünde oluşan acıya katlanamıyorsan ve kabul edebilecekleri apaçık bir mûcizenin onların kalplerindeki katılığı dağıtıp imana gelmelerini sağlayacağını düşünüyorsan, o zaman kendin öyle bir mûcize getirmeye uğraş; gücün yeterse yer katmanlarını del geç veya göklere çık. Fakat ilâhî kanunlarımızda böyle bir şeye yer olmadığından bu arzunu yerine getirmemizi bizden bekleme!” Zira Allah’ın muradı bütün insanların hidâyete gelmesi değildir. Eğer böyle olsaydı herkesi ya melek yaparak veya mü’min olacak şekilde yaratarak hidâyet üzere birleştirirdi. O takdirde peygamberler ve kitaplar göndermeye, Allah’ın istediği hayat tarzının yavaş yavaş yerleşmesi için müminleri kâfirlerle savaştırmaya hiç gerek kalmazdı. Fakat Yüce Allah, İslâm’ın insanlara akli yoldan sunulmasını istemekte; akıllar iknâ edilerek, kalpler itmi’nana erdirilerek müslümanca bir hayat yaşanmasını murad etmektedir. Cenâb-ı Hakk’ın bu muradını iyi anlamalı, onu gerçekleştirmek için usulüne uygun çalışmalı, ilâhî kanunlara aykırı davranmaktan sakınmalı, cahillerden olmamak için akıl ve firâsetle hareket edilmelidir.

  • Enam Süresi Meal Ve Tefsiri 1-16Datum11.03.2024 05:20
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Enam Süresi Meal Ve Tefsiri 1-16

    Hakkında
    Mekke döneminde inmiştir. Kuvvetli görüşe göre, 91, 92, 93, 151, 152 ve 153. âyetler Medine’de inmiştir. 165 âyettir. Adını, 136, 138 ve 139. âyetlerde yer alan “el-En’âm” kelimesinden almıştır. En’âm, koyun, keçi, deve ve sığır cinsi ehli hayvanları ifade eden bir kelimedir. Sûrede başlıca tevhide, adalete, peygamberliğe, ahirete dair meseleler ile küfrün ve batıl inançların reddi ve bazı temel ahlâk kuralları konu edilmektedir.
    Nuzül
    Mushaftaki sıralamada 6., iniş sırasına göre 55. sûredir. Hicr sûresinden sonra, Sâffât sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur. Tamamına yakınının Mekke’de indiği hususunda ittifak vardır. Abdullah b. Ömer’e ulaşan bir rivayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “En‘âm sûresi bana toplu olarak indi. 70.000 melek tesbih ve hamd sözleriyle bu sûrenin inişine eşlik etti” (Taberânî, el-Mu‘cemü’s-sağ^r, I, 145). Abdullah b. Abbas’tan aktarılan bir rivayette de Mekke’de “bir defada” indiği teyit edilmiştir (Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr, XX, 215). Ancak birkaç âyetinin Medine’de indiğine dair görüşler de vardır (bk. İbn Atıyye, II, 265; Elmalılı, III, 1861).
    Konusu
    Ağırlıklı olarak Allah’ın birliği (tevhid), ilim, irade, kudret, adalet gibi sıfatları; peygamberlik, vahiy, yeniden dirilme, müşrik ve inkârcı zümrelerin bâtıl inançlarının reddi, doğru inanca ulaşmanın yolları vb. itikadî konulardır. Sûrede ayrıca Hz. Peygamber’in şahsına ve risâletine yapılan itirazlar cevaplandırılmış, uğradıkları sıkıntılar yüzünden kaygıya ve üzüntüye kapılan Hz. Peygamber ile arkadaşlarına teselli ve ümit verilmiştir. Hz. İbrâhim’in, aklıyla ve gözlemleriyle Allah’ın varlığı ve birliği hakkında kesin bilgi ve inanca ulaşmasını anlatan âyetler İslâm âlimlerinin özellikle ilgisini çekmiştir. Ayrıca 151-153. âyetleri İslâm ahlâkının başta gelen kurallarını ihtiva etmektedir.
    Fazileti
    Faziletine ilişkin bazı rivayetler nakledilmiştir. Bu sûrenin inişine 70.000 meleğin eşlik ettiğini bildiren yukarıdaki hadis bunlardan biridir. Başka bir rivayette Hz. Ömer’in, “En‘âm sûresi Kur’an’ın seçkin sûrelerinden biridir” dediği (Dârimî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 17) ve faziletini vurguladığı; Hz. Ali’nin de okuyan kimsenin Allah’ın rızâsını kazanacağını ifade ettiği yolunda rivayetler vardır (bk. İbn Atıyye, II, 265).Bir rivayete göre Hz. Ali, Enam Suresi'ni okuyan kişinin Allah'ın rızasını kazanacağını belirtmiştir. Sureyi okumanın faydalarından en önemlisi de Allah'ın rızasını kazanmaktır. Ayrıca Enam Suresi'ni okumak temel ahlak kurallarının ve ahiret hayatının hatırlanmaya yardımcı olur. Öğütler, batıl inançlardan uzak durmaya, başımıza kötü bir olay geldiğinde kaygıya ve üzüntüye kapılmamamız gerektiğine yorumlanır.
    Kişi başkaları hakkında fitne ve fesat düşünceler besliyor ise bu düşüncelerden Enam Suresi okuyarak kurtulabilir. Eğer öfkeniz yatışmıyor ya da şiddete eğilim gösterme gibi bir durumu içinizden geçiriyorsanız, Enam Suresi'ni okumak size fayda sağlayacaktır. Bir dileğiniz ya da bir arzunuz varsa, hayırlara vesile olması için de Enam Suresi’ni okuyabilirsiniz.İsteklerin ve dileklerin gerçekleşmesi için okunur,● Her kim namaz esnasında Enam duasını okursa, duaları kabul olur ve her türlü sıkıntıdan kurtulur,● Okuyan kişinin bahtı ve kısmeti açılır,● Kazadan ve gelebilecek tehlikelerden korur,● Kişinin öfkesini yatıştırır, fitne ve şiddeti engeller.

    En'âm Suresi 1. Ayet Tefsiri
    Ayet
    اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذٖي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَؕ ثُمَّ الَّذٖينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ يَعْدِلُونَ ﴿١﴾
    Meal (Kur'an Yolu)
    ﴾1﴿ Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve ışığı var eden Allah’a mahsustur. Ama yine de kâfir olanlar (putları) rablerine eş tutuyorlar.
    Tefsir (Kur'an Yolu)
    Sûre, her yönden övgüye lâyık bulunanın sadece Allah olduğunu insanlara bildirmekle başlıyor. Çünkü O, bütün varlıklar âleminin yaratıcısıdır ve bundan dolayı ulûhiyyet vasfı yalnızca O’na aittir. Sûrenin ilk âyeti özel olarak, sözde kendilerine yardım ettiğini düşündükleri putlara inanan, onlara ulûhiyyet vasfı yükleyen ve darda kaldıklarında onlardan yardım dileyen müşriklere karşı bir reddiyedir. Nitekim Uhud Savaşı’nda kısmî bir başarı sağlayan müşriklerin kumandanı Ebû Süfyân, bu başarıyı putlarından bilerek müslümanlara karşı “Şanın yüce olsun Hübel! (müslümanlara seslenerek) Bizim Uzzâmız var, sizin Uzzânız yok” diyerek övünmüştü (Buhârî, “Megāzî”, 17). Ayrıca nimet ve yardım kimden gelirse gelsin, asıl nimet sahibinin Allah Teâlâ olduğunu düşünerek öncelikle O’na hamd ve teşekkür etmek gerektiğine de işaret edilmiştir.
    Yüce Allah bütün mevcudatın, başka bir deyişle, var olan her bir şeyin yaratıcısı olduğu halde âyette O’nun, yer ve gökleri, karanlıkları ve ışığı yaratan olduğu hatırlatılmakla yetinilmiştir. Çünkü “yer” ve “gökler”, diğer yaratılmışları da kapsayan en kuşatıcı kavramlardır. Ayrıca realiteler âleminin pek çok nitelikleri bulunmakla birlikte, bunlar içinde bütün insanların en kolay ve yakından algılayabildikleri, genel olarak varlık kavramından sonra insan zihninin en temel gerçekler olarak farkına vardığı durumlar ışık ve karanlıktır. Nitekim ışık ve karanlığın varlık âlemiyle yakın ilgisinden dolayı bazı eski felsefî akımlarda ışık varlığın ilkesi, karanlık da yokluğun ilkesi sayılmış; yine bazı eski Doğu dinlerinde, özellikle Maniheizm’de biri “ışık tanrısı”, diğeri “karanlıklar tanrısı” olmak üzere iki tanrı kabul edilmiştir ki, söz konusu âyette ışığı da karanlıkları da yaratanın sadece Allah olduğu belirtilerek bu iki tanrı inancı reddedilmektedir. Öte yandan Hz. Îsâ ve Rûhulkudüs’e ulûhiyyet isnat eden Hıristiyanlık’la birlikte, insanlık tarihinde önemli bir yer tutmuş olan yıldız-gezegen kültüne dayalı paganist inançlar da çürütülmüş; böylece her ne suretle olursa olsun, rablerine eş koşan, başka varlıkları O’nun ulûhiyyetine denk tutarak fâni şeylere tanrı gibi sarılıp bunlara kul olan bütün zümreler tevhid ilkesinden saptıkları için “kâfirler” diye nitelenmiştir. Bu arada karanlıklar kelimesiyle inkâr çeşitlerine, ışıkla da imana işaret bulunduğu belirtilir. Nitekim birtek doğru inanç yolu bulunduğu için âyette ışık tekille (nur), birçok bâtıl inanç bulunduğu için de karanlık çoğulla (zulümât) ifade edilmiştir.
    هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ مِنْ ط۪ينٍ ثُمَّ قَضٰٓى اَجَلًاۜ وَاَجَلٌ مُسَمًّى عِنْدَهُ ثُمَّ اَنْتُمْ تَمْتَرُونَ ﴿٢﴾
    Meal 2: O, sizi çamurdan yarattı, sonra ömrünüze belirli bir süre tâyin etti. O’nun katında belirlenmiş bir ecel daha vardır. Siz ise hâlâ şüphe edip duruyorsunuz.
    Tefsir:Cenâb-ı Hak, insanlığın babası olan Hz. Âdem’i çamurdan yarattığı gibi, onun neslinden gelen her bir insanı da çamurdan yaratmaktadır. Çünkü her insan menî hayvancığı ile yumurtadan yaratılmaktadır. Bunların ikisi de kandan meydana gelir. Kan da alınan gıdalardan oluşur. Bu gıdalar ya hayvanî veya nebâtîdir. Bunlar da dolaylı veya dolaysız yollarla temelde topraktan meydana gelir. Toprak süzüle süzüle bitki olur, bitkiler gıda olarak insan ve hayvan vücuduna girer, gıdalardan insan tohumu meydana gelir ve bundan da insan yaratılır. O halde şu cansız topraktan insan başta olmak üzere bu kadar canlı varlıkları yaratan ve her biri için belirli bir ömür takdir eden Allah’ın varlığından ve birliğinden şüphe edilemez.
    Âyette geçen اَلأجَلُ (ecel) kelimesi “bir sürenin sonu” mânasına gelir. Burada iki defa tekrar edilmektedir. Birinci ecelden maksat her bir insan için takdir edilen ölüm vakti, ikincisinden maksat ise kâinatın infilak edip yeni bir düzenin kurulacağı kıyamet vaktidir. Görüldüğü üzere Allah imtihan için bir ecel, sonra imtihan neticesine göre nimet vermek için başka bir ecel takdir etmiştir. İmtihan eceli dünyada, nimet eceli ise ukbâdadır. Rabbimiz, kendi rızâsını talep etmemiz için bir ecel belirlemiştir ki, bu bizlere dünyada tanınan “mühlet vakti”dir. Sonra onun ardından bir “vuslat vakti” tayin etmiştir. Mühlet vaktinin belli bir müddeti ve nihâyeti vardır; fakat vuslat vaktinin ne belli bir müddeti ne de nihâyeti vardır. Varlığın bir başlangıç vakti olduğunda şüphe bulunmamaktadır. Fakat tevhid güneşleri bir kez doğdu mu, artık ona ebediyen batış yoktur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 287) Bu bakımdan, gönüllerde tevhid güneşinin parıldamasına vesile olması için buyruluyor ki:
    وَهُوَ اللّٰهُ فِي السَّمٰوَاتِ وَفِي الْاَرْضِۜ يَعْلَمُ سِرَّكُمْ وَجَهْرَكُمْ وَيَعْلَمُ مَا تَكْسِبُونَ ﴿٣﴾
    Meral 3: O, göklerde ve yerde ibâdete lâyık tek Allah’tır. O sizin gizlinizi de açığa vurduğunuzu da bilir; yine hayır veya şer ne kazandığınızı da bilir.
    Tefsir:Allah, göklerde de yerde de ibâdete lâyık tek ilâhtır. Gökleri, yeri ve onlarda bulunan bütün varlıkları O yarattığı gibi, onların idaresini de tek başına elinde bulundurmaktadır. Her şey O’nun koyduğu kanunlara tabidir. Farkında olsalar da olmasalar da o ilâhî kanunlara göre hareket ederler. Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. Bu sebeple O’na nazaran gizli ve açığın bir farkı yoktur; hepsini aynı derecede bilir. Yine O, insanların dünya hayatında hayır veya şer yaptıkları işleri, kazanacakları sevap ve günahları hakkiyle bilir. Buna göre, kendilerine gelen Allah’ın âyetlerini hiçe sayanlar, bunun sonucuna katlanmalıdırlar:
    وَمَا تَأْت۪يهِمْ مِنْ اٰيَةٍ مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِمْ اِلَّا كَانُوا عَنْهَا مُعْرِض۪ينَ ﴿٤﴾
    Meal 4: Böyle iken, ne zaman onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelse, hiç düşünmeden hemen ondan yüz çevirirler.
    فَقَدْ كَذَّبُوا بِالْحَقِّ لَمَّا جَٓاءَهُمْۜ فَسَوْفَ يَأْت۪يهِمْ اَنْبٰٓؤُ۬ا مَا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ ﴿٥﴾
    Meal 5: Kendilerine gerçeğin ta kendisi olan Kur’an geldiğinde onu da yalanladılar ve alaya aldılar. Elbette bir gün gelecek, alay ettikleri bu gerçekler ne imiş göreceklerdir.
    Tefsir:Burada zikredilen “âyetler”den maksat, Allah Teâlâ’nın ilâhlığını, varlığını ve birliğini haber veren Kur’an âyetleri, Peygamber Efendimiz’in gösterdiği diğer mûcizeler veya Allah’ın kudret ve azametine delâlet eden kevnî delillerdir. İşte müşrikler ve münkirler, bu âyetler üzerinde düşünüp Allah’ın birliğini ve kudretini idrak etmeye çalışacakları yerde, onlardan yüz çevirmişlerdir. Kur’an’ı dinlememişler, dinlenilmesini engellemeye çalışmışlardır. Dinleyince de ona sihir ve büyü demişlerdir. Efendimiz’in gösterdiği mûcizeleri reddetmişler ve kâinattaki ilâhî kudret akışlarından ibaret olan kevnî âyetlere karşı da derin gafletleri sebebiyle âdeta kör ve sağır kesilmişlerdir. Neticede hidâyete ermeleri için gelen Kur’an’ı ve onu kendilerine tebliğ eden Peygamberi yalanladıklarından iman etme şerefine erememişlerdir. Gördükleri bu kadar âyet ve delillerden ibret almadıkları gibi üstelik bir de bunları yalanlayan kimselere, alay edip durdukları şeyin haberleri pek yakında gelecektir. Bu haberden maksat dünyada İslâm’ın intişarı, müslümanların ilerlemesi, kâfirlerin mü’minler karşısında hezimet ve mağlubiyete uğraması; âhirette de cehennem azabının karşılarına dikilmesidir. Peki onlara akıl ve düşünme melekelerinin verilmiş olmasının hikmeti nedir:
    اَلَمْ يَرَوْا كَمْ اَهْلَكْنَا مِنْ قَبْلِهِمْ مِنْ قَرْنٍ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْاَرْضِ مَا لَمْ نُمَكِّنْ لَكُمْ وَاَرْسَلْنَا السَّمَٓاءَ عَلَيْهِمْ مِدْرَارًاۖ وَجَعَلْنَا الْاَنْهَارَ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمْ فَاَهْلَكْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْ وَاَنْشَأْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ قَرْنًا اٰخَر۪ينَ ﴿٦﴾
    Meal 6: Onlardan önce nice nesilleri helâk ettiğimizi görüp üzerinde hiç düşünmezler mi? Üstelik biz onlara yeryüzünde size vermediğimiz imkânları vermiş, üzerlerine bol bol yağmurlar yağdırmış, ev ve bağlarının altlarından ırmaklar akıtmıştık. Evet, günahları sebebiyle onları helâk ettik ve onların ardından başka nesiller meydana getirdik.
    Tefsir:Bu âyet-i kerîme kuvvet ve kudretlerine, mal ve servetlerine, makam ve mevkilerine, sahip oldukları maddî ve manevî imkânlara aldanarak şımaran, Allah’a asi olan, nimetin hakiki sahibi olan Cenâb-ı Hakk’ı unutarak azgınlaşan, günahlara boğulan fert ve toplumlara büyük bir tehdit ve uyarı taşımaktadır. Zira Allah Teâlâ daha önce de bereketli yerlerde iskan ettiği, her türlü imkânlar, bol nimetler verdiği, üzerlerine bol yağmurlar yağdırıp, evlerinin altlarından, bağ ve bahçelerinin arasından ırmaklar akıttığı nice müreffeh toplumları işledikleri günahlar yüzünden helak etmişti. Dolayısıyla sonraki dönemlerde yaşayıp onlar gibi hakkı kabule yanaşmayanlar da aynı şekilde helak olacaklardır. Öncekileri mal ve servetleri Allah’ın azabından koruyamadığı gibi, bunları da mal ve servetleri asla ilâhî azaptan kurtaramayacaktır. Öyle anlaşılıyor ki, toplumların ecellerinin gelmesinde günah ve hatalarının mühim bir yeri vardır. Nitekim Âd ve Semûd kavmi, Kârûn ve Firavun gibi önceki toplumların helak sebeplerinden bahseden şu âyet ne kadar dikkat çekicidir:
    “Biz bu topluluk ve kişilerden her birini günahları yüzünden kıskıvrak yakalayıverdik: Kiminin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Kimini o korkunç çığlık yakaladı. Kimini yerin dibine geçirdik. Kimini de suda boğduk. Allah, böyle yapmakla kesinlikle onlara zulmetmedi; lâkin onlar kendi kendilerine zulmettiler.” (Ankebût 29/40)Şimdi de Cenâb-ı Hak, kâfirlerin kendilerini Kur’an’ı inkâra nasıl şartlandırdıklarını şöyle bir misalle dikkatlerimize sunuyor:
    وَلَوْ نَزَّلْنَا عَلَيْكَ كِتَابًا ف۪ي قِرْطَاسٍ فَلَمَسُوهُ بِاَيْد۪يهِمْ لَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِنْ هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُب۪ينٌ ﴿٧﴾
    Meal 7: Rasûlüm! Şayet sana kağıt üzerine yazılmış bir kitap gönderseydik de onu elleriyle tutmuş olsalardı, o küfürlerinde diretenler yine de: “Bu, olsa olsa apaçık bir büyüdür” derlerdi.
    Tefsir:Kur’ân-ı Kerîm’in başka âyetlerinde müşriklerin Peygamber Efendimiz’den, gökten kendilerine okuyacakları bir kitap getirmesini (bk. İsrâ 17/93) ve “açılmış sahifeler” indirmesini (Müddessir 74/52) talep ettiklerine yer verilir. Rivayete göre Mekke müş‏‏‏‏rikleri, “Ey Muhammed, bize Allah katından, yanında onun Allah katından ve senin de Allah’ın elçisi olduğuna ‏‏‏şehadet edecek dört melekle birlikte bir kitap getirmedikçe asla sana iman edecek değiliz” demişler ve bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 216) Bu âyette müşriklerin ne kadar körü körüne, ne kadar büyük bir taassup ve inat içinde küfürde ısrar ettikleri haber verilir. Onlar iç dünyalarında gerçeğe inanmamak, teslim olmamak kararını verdiklerinden ve buna sımsıkı sarıldıklarından dolayı, peygamberliği bir sihir, bir hilekârlık olarak göstermek istedikleri için Resûlullah (s.a.s.)’in mûcizeleri ve özellikle Kur’an’ın icazı karşısında hemen düşünmeden ilk söz olarak “Bu apaçık büyü” dedikleri gibi, istedikleri şekilde elleriyle tutabilecekleri, dokunup yoklayabilecekleri mücessem bir kitap da indirilmiş olsa, ona da yine aynı şekilde “Bu düpedüz bir büyü” derlerdi.Müşriklerin bir diğer talebi, Peygamber’in yanına gözleriyle görebilecekleri bir meleğin gelmesi, onunla beraber dolaşması ve onun peygamber olduğunu söylemesiydi:
    وَقَالُوا لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ مَلَكٌۜ وَلَوْ اَنْزَلْنَا مَلَكًا لَقُضِيَ الْاَمْرُ ثُمَّ لَا يُنْظَرُونَ ﴿٨﴾
    Meal 8: Bir de: “Ona, bizim de görebileceğimiz bir melek indirilmeli değil miydi” dediler. Eğer biz bir melek indirseydik, elbette iş bitirilir, kendilerine göz açtırılmaz, bir an bile yaşama fırsatı verilmezdi.
    وَلَوْ جَعَلْنَاهُ مَلَكًا لَجَعَلْنَاهُ رَجُلًا وَلَلَبَسْنَا عَلَيْهِمْ مَا يَلْبِسُونَ ﴿٩﴾
    Meal 8: Bir de: “Ona, bizim de görebileceğimiz bir melek indirilmeli değil miydi” dediler. Eğer biz bir melek indirseydik, elbette iş bitirilir, kendilerine göz açtırılmaz, bir an bile yaşama fırsatı verilmezdi.
    Meal 9: Eğer peygamberi melek olarak gönderseydik, onu yine bir insan suretinde gönderir de onları içine düştükleri şüpheye yine düşürürdük.
    Tefsir:Bu âyetler, böyle bir talebin geçersiz olduğunu bildirir. Çünkü gözleriyle görebilecekleri şekilde meleğin gelmesi durumunda artık peygamber gönderilmesinin bir hikmeti kalmayacak ve imtihan sırrı çözülecektir. Diğer taraftan onlar, meleği gerçek suretinde görmeye güçleri yetmeyeceğinden, yıldırım çarpmaktan daha dehşetli bir şekilde helak olacaklardır. Özellikle Kur’an’ı getiren Cebrâil (a.s.)’ı gerçek suretinde görmek dayanılacak bir durum değildir. Ancak peygamberler içinde Allah Resûlü (s.a.s.) gibi çok nadir kimseler onu bir iki kez görebilmiştir. Peygamber Efendimiz’in vahiy alırken nasıl dehşetli bir sarsıntı ile kendinden geçtiği de bilinmektedir. Dolayısıyla sıradan insanlar meleği asli suretinde gördüğünde derhal helak olacak, tevbe etmek veya bir mazeret beyân etmek için bir anlık bile bir fırsatları olmayacaktır.
    Eğer yine müşriklerin istediği gibi peygamber bir melek olsaydı veya bir melek insanlara elçi olarak gönderilseydi, sünnetullah gereği o yine bir insan suretinde olurdu. Onlar yine “Biz senin melek olduğunu nerden bilelim, sen de bizim gibi bir insansın” diyerek önceden olduğu gibi şüpheye düşerlerdi. Çünkü az önce de ifade edildiği gibi insanların meleği asli suretinde görmesi mümkün değildir. Bu sebepledir ki melekler peygamberlere insan suretinde gelmişlerdir. Nitekim Cebrâil (a.s.), Efendimiz’e daha çok Dıhyetü’l-Kelbî şeklinde; bir kısım melekler de Hz. Dâvûd’a iki hasım şeklinde, Hz. İbrâhim ve Hz. Lût’a da misafirler şeklinde gelmişlerdir.
    Allah Resûlü (s.a.s.), kavminden gördüğü kötü muameleye karşı şöyle teselli edilmektedir:
    وَلَقَدِ اسْتُهْزِئَ بِرُسُلٍ مِنْ قَبْلِكَ فَحَاقَ بِالَّذ۪ينَ سَخِرُوا مِنْهُمْ مَا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ۟ ﴿١٠﴾
    Meal 10: Rasûlüm! Şunu unutma ki, senden önceki peygamberlerle de alay edilmişti. Fakat alay ettikleri gerçek, o alay edenleri dört bir yandan kuşatıp mahvetmişti.
    قُلْ س۪يرُوا فِي الْاَرْضِ ثُمَّ انْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ ﴿١١﴾
    Meal 11: De ki: “Yeryüzünde gezin dolaşın da, peygamberleri yalanlayanların sonu nasıl olmuş bir bakın!”
    Tefsir:Böyle bir muameleye sadece Peygamber Efendimiz maruz kalmamış, önceki peygamberler de aynı sıkıntılarla karşılaşmışlardır. İnkar edilmişler, alaya alınmışlar ve eziyet çekmişlerdir. Bu zorluklar, ilâhî dâvanın tebliğcisi ve savunucusu olmanın tabiatında vardır. Fakat netice mühimdir. Neticede peygamberler galip gelmiş, onlarla alay edenleri fazla zaman geçmeden Allah’ın azabı çepeçevre kuşatmış ve helak olmuşlardır. Dolayısıyla Peygamber Efendimiz’e: “O halde sen o kâfirlerin inkâr ve alaylarından müteessir olma. İnkar edenlere de yeryüzünü dolaşmalarını, olan biten hâdiseleri ibret nazarıyla incelemelerini, peygamberleri yalanlayanların nasıl helak olduklarını görmelerini ve böylece gaflet perdesini yırtıp intibaha gelmelerini tavsiye et” buyrulmuştur.
    Şimdi de dikkatler, peşpeşe gelen âyetlerin kendisine inanıp bağlanmayı öğütlediği Allah Teâlâ’nın kudret ve azametini anlamak için göklerde ve yerde bulunan varlıkları tefekküre yönlendirilmektedir:
    قُلْ لِمَنْ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ قُلْ لِلّٰهِۜ كَتَبَ عَلٰى نَفْسِهِ الرَّحْمَةَۜ لَيَجْمَعَنَّكُمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ لَا رَيْبَ ف۪يهِۜ اَلَّذ۪ينَ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ ﴿١٢﴾
    Meal 12: “Göklerde ve yerde olanlar kimindir” diye sor. Onlar gerçeği söylemeseler de sen: “Allah’ındır” de. O, kullarına rahmetiyle muameleyi kendine ilke edinmiştir. O sizi, geleceğinde hiçbir şüphe bulunmayan kıyâmet gününde elbette bir araya toplayacaktır. Fakat nefislerini zarara uğratanlar buna inanmazlar.
    Tefsir:Âyette yer alan soru ve cevap, Allah’a şirk koşanları, kâinatta bulunan canlı cansız, akıllı akılsız her şeyin yaratılış, mülk ve tasarruf bakımından Allah’a ait olduğunu ikrara mecbur bırakmaktadır. Zaten kişinin iman nimetine erebilmesi için de, göklerde ve yerde bulunan şeylere bakıp, bunlardaki değişmeleri görmesi ve hepsinin sebebini araştırarak “bunlar kimin?” sorusunu sorması ve bu soruya karşılık iç âleminde “Allah’ın” cevabını alması gerektiği ortadadır. Bu takdirde Allah’ın birliğini kabul edip O’na teslim olmaktan başka bir yol olmadığını anlayacaktır. Gölerin ve yerin yaratıcısı, sahibi Allah olduğuna göre, O, dünyada kâfirlere, günahkârlara çabucak azap göndermeye de, öldükten sonra onları diriltmeye de kadirdir. Fakat “O, kullarına rahmetiyle muameleyi kendine ilke edinmiştir.” (En‘âm 6/12) Mecbur olmamakla beraber, bizzat kendi lutuf ve kereminden kullarına merhamet edeceğini va‘detmiştir. O kullarına merhametli davranmakta, inkâr edenleri hemen cezalandırmamakta, kendine dönmeleri için mühlet vermekte ve tevbe ettikleri takdirde tevbelerini kabul edeceğini haber vermektedir. Çünkü “O’nun rahmeti gazabını geçmiştir.” (Buhârî, Tevhid 15, 22; Müslim, İman 14-16) Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Allah’ın rahmetinin genişliği ile alakalı olarak şöyle buyurur:
    “Allah rahmeti yüz parçaya ayırdı. Bunlardan doksan dokuzunu kendi katında tuttu. Bir parçasını yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle canlılar birbirine acıyıp şefkat gösterirler. Hatta, yavrusunu emziren hayvanın yavrusuna dokunur diye ayağını kaldırması bile bu merhamet sebebiyledir.” (Buhârî, Edeb 19; Müslim, Tevbe 17-21)
    Cenâb-ı Hak yine bu rahmeti sebebiyle, herkesin dünyada yaptığının karşılığını görmesi için insanları mutlaka kıyamet gününde toplayacaktır. Eğer dünyada zulme uğrayan âhirette hakkını almazsa; ömrünü sefalet içinde geçirmiş, Hakk’a itaat eden kul, âhirette sabrının mükâfatını görmezse ona haksızlık olur. İşte Allah rahmeti gereği insanları mahşerde bir araya toplayacak, onlara yaptıkları amellerin karşılığını verecektir. Cennet rahmetinin, cehennem gazabının tecellisi olacaktır. Fakat nefislerini zarara uğratanlar; yani sermâyeleri olan tertemiz fıtratlarını, selîm akıllarını kaybedenler, gerçekler yerine sadece vehimlerine uymaları, taklide dalmaları ve düşünmemeleri sebebiyle küfürde ısrar etmekte ve îmandan yüz çevirmektedirler. Bu sebeple iman etmeleri ve Allah’ın rahmetine ermeleri söz konusu olamaz.
    وَلَهُ مَا سَكَنَ فِي الَّيْلِ وَالنَّهَارِۜ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ ﴿١٣﴾
    Meal 13: Gecenin karanlığı, gündüzün aydınlığı içinde barınan her şey O’nundur. O hakkiyle işitendir, kemâliyle bilendir.
    Tefsir:Göklerde ve yerde olan mekana bağlı her şey Allah’ın olduğu gibi, gece ile gündüzün kuşattığı, bunlar içinde barınan zamana bağlı her şey de Allah’a aittir. Allah ister gecenin karanlığında, ister gündüzün aydınlığında olsun, isterse o kadar geniş kâinatın herhangi bir yerinde bulunsun olup biten her şeyi işitir ve bilir. O’nun işitmesinden ve bilmesinden hiçbir şey hariçte kalamaz.O halde:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
    قُلْ اَغَيْرَ اللّٰهِ اَتَّخِذُ وَلِيًّا فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ يُطْعِمُ وَلَا يُطْعَمُۜ قُلْ اِنّ۪ٓي اُمِرْتُ اَنْ اَكُونَ اَوَّلَ مَنْ اَسْلَمَ وَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ ﴿١٤﴾
    Meal 14: De ki: “Gökleri ve yeri yoktan var eden, her canlıyı besleyip doyurmasına karşılık kendisi hiçbir şekilde beslenmeye ihtiyacı olmayan Allah’tan başkasını mı kendime dost edineceğim?” Yine şöyle de: “Bana Hakk’a teslim olanların ilki olmam emredildi ve «sakın müşriklerden olma!» buyruldu.”
    قُلْ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اِنْ عَصَيْتُ رَبّ۪ي عَذَابَ يَوْمٍ عَظ۪يمٍ ﴿١٥﴾
    Meal 15: De ki: “Eğer Rabbime isyan edecek olursam, gerçekten büyük bir günün azabından korkarım.”
    مَنْ يُصْرَفْ عَنْهُ يَوْمَئِذٍ فَقَدْ رَحِمَهُۜ وَذٰلِكَ الْفَوْزُ الْمُب۪ينُ ﴿١٦﴾
    Meal 16: O gün kim azaptan uzak tutulursa, şüphesiz Allah ona rahmet etmiştir. İşte apaçık kurtuluş budur.
    Tefsir:Allah’ın isimlerinden bir olan اَلْوَلِيُّ (Velî), “dost, yardımcı, yönetici, yapılması için işlerin kendine havale edildiği varlık” demektir. Yine o isimlerden biri olan “Fâtır” ise “yokluktan varlık sahasına çıkaran, yoktan vareden” mânasındadır. Allah gökleri, yeri ve onlarda bulunan her şeyi yoktan var etmiş, bütün fıtratları yaratmış, hem de onların devamları ve birbiri ardı sıra kesilmeksizin sürmeleri için muhtaç oldukları tabii ihtiyaçlarını bahşetmiştir, bahşetmektedir. Kendisi ise her türlü ihtiyaçtan uzaktır; ikram eder fakat kendine ikram olunmaz; yedirir doyurur fakat kendinin buna ihtiyacı yoktur. Bir diğer âyet-i kerîmede: “Ben onlardan herhangi bir rızık istemiyorum; beni doyurmalarını da istemiyorum. Muhakkak ki Allah, evet O, bütün rızıkları veren, sonsuz kudret ve sarsılmaz kuvvet sahibi olandır” (Zâriyât 51/57-58) buyrulur.
    Müslüman olmak ve şirkten uzak durmak ilk defa Allah Resûlü (s.a.s.)’e emredilmiş, dolayısıyla ilk iman eden ve ilk teslim olan o olmuştur. Peygamberler, aynen diğer insanlar gibi, getirdikleri dinin emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçmakla mesüldürler. Buna karşı gelmek azabı gerekli kıldığından, hemen ardından Efendimiz’e: “Eğer Rabbime isyan edecek olursam, gerçekten büyük bir günün azabından korkarım” (En‘âm 6/15) demesi emredilmiştir. Peygamberlerin bile korkudan titredikleri o günün azabını önemsememek ve ciddiye almamak büyük bir gafletin işaretidir. Halbuki o günün azabı öyle dehşetli bir azaptır ki, o gün ondan kurtulabilene muhakkak Allah merhametiyle muamele etmiştir. O azaptan kurtulmak gerçekten büyük bir başarıdır. Burada âhirette kurtuluşun ancak Allah’ın rahmeti sayesinde mümkün olabileceğine bir işaret vardır. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) de bunu açıklar mâhiyette şöyle buyurur: “Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah’a yemin olsun ki, insanlardan hiç kimse ameliyle cennete giremez; ancak Allah’ın rahmet ve lütfuyla girer.” Ashâb-ı kirâm: “Senin amelinde mi seni cennete sokmaz ey Allah’ın Rasûlü?” diye sorduklarında şöyle cevap verir. “Benim amelim de beni cennete sokmaz, meğer Allah rahmetiyle beni korumuş ola.” (Buhârî, Rikâk 18; Müslim, Munâfikîn 71)
    Bu bakımdan:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

  • Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 189-206Datum10.03.2024 08:36
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 189-206

    هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَجَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا لِيَسْكُنَ اِلَيْهَاۚ فَلَمَّا تَغَشّٰيهَا حَمَلَتْ حَمْلًا خَف۪يفًا فَمَرَّتْ بِه۪ۚ فَلَمَّٓا اَثْقَلَتْ دَعَوَا اللّٰهَ رَبَّهُمَا لَئِنْ اٰتَيْتَنَا صَالِحًا لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِر۪ينَ ﴿١٨٩﴾
    Meal 189: Allah, sizi başlangıçta tek bir nefisten yarattı ve kendisiyle ünsiyet edip gönül huzuru bulacağı eşini de aynı cins ve mâhiyetten var etti. İnsan nesli bu ikisinden türeyip çoğalarak bugüne kadar sürüp geldi. Bilindiği üzere erkek eşine yaklaşınca, eşi hafif bir yük yüklenip hamile kalır ve onu karnında bir müddet taşır. Nihâyet hamileliği ağırlaşınca, eşler birlikte, bir endişe ve telaşla Rableri olan Allah’a yönelerek: “Eğer bize eli ayağı düzgün kusursuz bir çocuk verirsen, yemin olsun ki, biz de karşılığında şükredenlerden olacağız” diye dua ederler.
    فَلَمَّٓا اٰتٰيهُمَا صَالِحًا جَعَلَا لَهُ شُرَكَٓاءَ ف۪يمَٓا اٰتٰيهُمَاۚ فَتَعَالَى اللّٰهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ ﴿١٩٠﴾
    Meal 189: Allah, sizi başlangıçta tek bir nefisten yarattı ve kendisiyle ünsiyet edip gönül huzuru bulacağı eşini de aynı cins ve mâhiyetten var etti. İnsan nesli bu ikisinden türeyip çoğalarak bugüne kadar sürüp geldi. Bilindiği üzere erkek eşine yaklaşınca, eşi hafif bir yük yüklenip hamile kalır ve onu karnında bir müddet taşır. Nihâyet hamileliği ağırlaşınca, eşler birlikte, bir endişe ve telaşla Rableri olan Allah’a yönelerek: “Eğer bize eli ayağı düzgün kusursuz bir çocuk verirsen, yemin olsun ki, biz de karşılığında şükredenlerden olacağız” diye dua ederler.
    Karşılaştır 190: Allah onlara kusursuz bir çocuk verince, Allah’ın kendilerine bağışladığı bu nimetin meydana gelmesinde O’ndan başka güçlere de yer verip şirk koşmaya başlarlar. Oysa Allah, onların ortak koşmasından da, koştukları ortaklardan da sonsuz derecede yücedir.
    Tefsir:
    Allah Teâlâ, insanlığın başlangıcı olarak ilk önce Âdem’i, sonra aynı cins ve mâhiyetten eşi Havva’yı yarattı. İkisinin, sonra da bunların çocuklarının birbiriyle evlilikleri vasıtasıyla günümüze kadar artarak gelen tüm insanlık câmiası ortaya çıktı. Dolayısıyla bu âyetler öncelikle insanlığın başlangıcına dikkat çekmektedir. Âdem ve Havva, mü’min ve muvahhid idiler. Bir kısım hataları olmakla birlikte, Allah’a yalvardılar, tevbe ettiler ve affedildiler. Allah’a şirk koştuklarına dair sahih kaynaklarda en küçük bir bilgi yer almamaktadır. Onlarla birlikte tevhid inancı bir müddet devam etti. Fakat çocukları ve torunları arasında şirk emâreleri yüz göstermeye başladı. İnsanlık, başlangıçta doğru Allah inancına bağlı tek millet iken, şirkin zuhuruyla birlikte bölündüler, ayrılığa düştüler. (bk. Yûnus 10/19) Kur’an indiği zaman Mekke’de koyu bir putperestlik anlayışı içinde yaşayan ve bu inançlarından vazgeçmeyi kolay kolay düşünmeyen müşrikler, işte o şirk çizgisinin sımsıkı takipçileri idi. Dolayısıyla söz, insanın yaratılışından şirke, oradan da Mekke müşriklerine ve o yolda devam eden diğer müşriklere getirilmiş oldu.
    Cenâb-ı Hakka değişik yollarla şirk koşmak imkân dâhilinde iken, bu âyetlerde ana-baba olacak herkesin, dolayısıyla büyük bir nispette bütün insanların daha kolay anlayabileceği çocukla alakalı muşahhas bir misal tercih edilmiştir. Hamilelik döneminde zaman ilerledikçe, bebek büyüyüp doğum yaklaştıkça ana-babanın da heyecanı artar. Bir kısım bebeklerin sağlam, bir kısmının ise değişik noksanlıklarla dünyaya geldiğini tecrübeyle bildiklerinden, kusursuz bir yavrularının olması için Allah’a yalvarırlar. Mü’minler böyle yaptığı gibi, diğer din mensupları hatta müşrikler de böyle yaparlar. Çünkü müşrikler bile, o bebeği kusursuz olarak yaratıp dünyaya getirecek olanın sadece Allah olduğunu bilirler. Nitekim bazı ayetlerde “onlara yeri göğü, güneşi ayı kim yarattı? Yağmuru kim yağdırıyor, onunla yeryüzünü kim diriltiyor?” gibi sorular sorulduğunda “Allah” diye cevap verdikleri bildirilir. (bk. Ankebût 29/61, 63) Demek ki, mühim olan ara sıra, özellikle zorluk, sıkıntı ve ihtiyaç zamanlarında tevhid inancıyla buluşmak değil (bk. Yûnus 10/22; Ankebût 29/65), bunu hayatın vazgeçilmez bir umdesi halinde sürekli devam ettirebilmektir. Fakat bir kısım insanlar, bu kuvvetli iradeyi gösteremediklerinden şirke sapmakta, kendilerine lütfedilen çocuk nimetine şükredecekleri yerde, tam aksine onu Allah’a şirk koşmaya bir sebep yapmaktadırlar. Ya bunu bir “tabiat olayı” olarak değerlendirip tabiatı veya çocuklarına “Abdüşşems, Abdüllât, Abdüluzza” gibi isimler koyarak putları Allah’a ortak koşmaktadırlar. Halbuki Allah, onların koştukları bütün ortaklardan çok yüce, çok münezzehtir:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
    اَيُشْرِكُونَ مَا لَا يَخْلُقُ شَيْـًٔا وَهُمْ يُخْلَقُونَۘ ﴿١٩١﴾
    Meal 191: Bir şey yaratmak şöyle dursun, bizzat kendileri yaratılmış bulunan varlıkları mı Allah’a ortak koşuyorlar?!
    وَلَا يَسْتَط۪يعُونَ لَهُمْ نَصْرًا وَلَٓا اَنْفُسَهُمْ يَنْصُرُونَ ﴿١٩٢﴾
    Meal 192: Onlara hiçbir yardımı olmayan, bırakın onlara yardım etmeyi, kendilerine bile bir yardımı dokunmayan varlıkları mı?
    Tefsir:
    Bu âyetlerde ulûhiyetin en başta gelen üç özelliğine dikkat çekilir:
    › Yaratma: Her şeyi yaratan Allah Teâlâ’dır. Onun dışındaki bütün varlıklar O’nun yaratığıdır. Dolayısıyla kendisi yaratılmış olan bir varlığın ilâh olması mümkün değildir.
    › Başkalarına yardım edebilme, onların bütün ihtiyaçlarını karşılamaya güç yetirebilme: Allah, her türlü yardım taleplerine cevap vere­cek kadar zengin, lutufkâr, cömert ve merhametlidir. O’nun dışında hiçbir varlık bu vasıflara sahip olamayacağı için ilâh da olamaz.
    › Kendi kendine yetebilme. Allah kayyûmdur; bizzat kendi kendine var olduğu gibi, başka varlıkların var olması ve ayakta durması da O’na bağlıdır. Allah samettir; O kimseye muhtaç olmadığı gibi, bütün yaratıklar O’na muhtaçtır. Dolayısıyla Allah Teâlâ, kendi kendine yeterli olan ve hiçbir yönden başka bir varlığın yardımına muhtaç olmayan tek varlıktır. O’nun dışındaki varlıklar ise bizzat ken­dilerine bile yardım etmekten âciz olduğuna göre bunlara ulûhiyet kesinlikle izafe edilemez:
    وَاِنْ تَدْعُوهُمْ اِلَى الْهُدٰى لَا يَتَّبِعُوكُمْۜ سَوَٓاءٌ عَلَيْكُمْ اَدَعَوْتُمُوهُمْ اَمْ اَنْتُمْ صَامِتُونَ ﴿١٩٣﴾
    Meal 193: Ey müşrikler! Size doğru yolu göstermeleri için onlara yalvarsanız, size cevap bile veremezler. O halde onlara yalvarsanız da, sükût etseniz de sizin için birdir.
    اِنَّ الَّذ۪ينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ عِبَادٌ اَمْثَالُكُمْ فَادْعُوهُمْ فَلْيَسْتَج۪يبُوا لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ﴿١٩٤﴾
    Meal 194: Şüphesiz ki, Allah’tan başka taptıklarınız da tıpkı sizin gibi yaratılmış kullardır. Eğer siz başka türlü inanıyor ve bu konuda doğru söylüyorsanız, haydi onlara dua edin de size karşılık versinler!
    اَلَهُمْ اَرْجُلٌ يَمْشُونَ بِهَاۘ اَمْ لَهُمْ اَيْدٍ يَبْطِشُونَ بِهَاۘ اَمْ لَهُمْ اَعْيُنٌ يُبْصِرُونَ بِهَاۘ اَمْ لَهُمْ اٰذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَاۜ قُلِ ادْعُوا شُرَكَٓاءَكُمْ ثُمَّ ك۪يدُونِ فَلَا تُنْظِرُونِ ﴿١٩٥﴾
    Meal 195: Onların yürüyecekleri ayakları mı var; yoksa tutacakları elleri mi? Görecekleri gözleri mi var; yoksa işitecekleri kulakları mı? Onlara şöyle de: “Haydi Allah’a ortak koştuğunuz tüm varlıkları çağırın; sonra da elele vererek bana istediğiniz tuzağı kurun ve yapabiliyorsanız bana hiç göz açtırmayın!”
    اِنَّ وَلِيِّيَ اللّٰهُ الَّذ۪ي نَزَّلَ الْكِتَابَۘ وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِح۪ينَ ﴿١٩٦﴾
    Meal 195: “Şüphesiz ki benim dost ve yardımcım, Kur’an’ı indiren Allah’tır. O, bütün iyi kulları koruyup gözetir.”
    Tefsir:Putlar, hiçbir fayda ve zarar vermeye güçleri yetmeyen cansız ve şuursuz varlıklardır. Bunların doğruluk ve sapıklığın ne olduğunu bilmeleri mümkün değildir. O halde müşriklerin putlara, kendilerine doğru yolu göstermeleri için yalvarmaları da boşunadır. Bu konuda, dua etmeleri ile susmaları arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın yaptığı gibi, onların duaları işitip, ona cevap verebilecek güçleri yoktur. Putlar da, kendilerine tapanlar gibi, Allah’ın yarattığı ve O’nun koyduğu kevnî kanunlara uymak mecburiyetinde olan kullardır. Hatta onlardan daha aşağı seviyededirler. Çünkü kendilerine tapanların yürüdükleri ayakları, tuttukları elleri, gördükleri gözleri ve işittikleri kulakları olduğu halde, putlar, bu gibi sıradan bir canlıda bulunan imkânlara bile sahip olmaktan mahrumdurlar. O halde onları ilâh edinmek ve onlara tapmak nasıl akıl kârı olabilir?
    Küfür cephesinde inkâr, inat ve taklit duygularının zirveye tırmandığı bu noktada Peygamber’e düşen ise ancak şöyle demektir: “Ben kendi işimi yapmaya devam edeceğim. Sizin ne haliniz varsa görün. Bana karşı da ne hile yapabiliyorsanız yapın, ne tuzak kurabiliyorsanız kurun, elinizden geleni arkaya bırakmayın, bana bir an bile mühlet vermeyin. Bana göre bunların artık hiçbir ehemmiyeti yoktur; sizden de hiçbir korkum yoktur. Çünkü benim dostum, yardımcım, koruyucum ve kurtarıcım Allah’tır. Ona inanıyor, O’na güveniyor ve O’na tevekkül ediyorum. Size tebliğ ettiğim Kur’an’ı bana indiren de O’dur. O sadece beni değil, kendine inanan ve bağlanan bütün sâlih kullarını da korur, gözetir ve kollar.”
    196. âyetin “Allah, bütün iyi kulları koruyup gözetir” kısmını daha iyi tefekkür edip anlayabilmek açısından manevî şahsiyetiyle ün yapmış Emevî halîfesi Ömer b. Abdülaziz (r.h.)’le ilgili şu olay dikkat çekicidir:Bir gün vezîri, son derece yüksek bir zühd hayatı yaşayan ve oldukça dar imkânlarla geçinmeye çalışan Ömer b. Abdülaziz’e:“–Efendim, beytülmâlden aldığınız şeylerin geçiminize kâfî gelmediği görülüyor. Biraz daha fazlasını emir buyursanız da bir kısmını ihtiyaten biriktirip vefâtınızdan sonra evlât ve torunlarınızın zarûrî ihtiyaçları için bıraksanız?!” dedi.
    Bu teklif karşısında Ömer b. Abbdülazîz şu muhteşem cevâbı verdi:
    “–Eğer benim geride kalan evlâtlarım iyi, sâlih ve güzel kimselerden olurlarsa, onların sıkıntıya düşmelerinden korkmam. Zira Cenâb-ı Hak; «Allah, bütün iyi kulları koruyup gözetir» (A‘râf 7/196) buyurmaktadır. Cenâb-ı Hak, onların yardımcısı ve koruyucusu olduktan sonra onların ilerde karşılaşacakları hâllerden hiç endişe etmem. Yok, iyi ve sâlih kimseler değil de aklı ermez, ne yapacağını bilmez sefih kimseler olacaklarsa, böyleleri hakkında da yine Kur’ân-ı Kerîm’de; «Mallarınızı bir takım aklı ermez, nereye ve nasıl harcanacağını bilmez İsrâfçı kişilere vermeyin» (Nisâ 4/5) buyrulmuştur. Bu ilâhî yasağa rağmen sefih olacak çocuklarıma mal mı toplayacağım!” (Ebu’l-Ûlâ Mardin, Huzur Dersleri, İstanbul 1966, II-III, 769-770)Gelen âyetlerde tekrar putların acizliklerine, güçsüzlüklerine ve çaresizliklerine vurgu yapılır.
    وَالَّذ۪ينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِه۪ لَا يَسْتَط۪يعُونَ نَصْرَكُمْ وَلَٓا اَنْفُسَهُمْ يَنْصُرُونَ ﴿١٩٧﴾
    Meal 197: “Sizin Allah’ı bırakıp taptıklarınızın, ne size yardıma güçleri yeter, ne de bizzat kendilerine bir yardımı dokunur.”
    وَاِنْ تَدْعُوهُمْ اِلَى الْهُدٰى لَا يَسْمَعُواۜ وَتَرٰيهُمْ يَنْظُرُونَ اِلَيْكَ وَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ ﴿١٩٨﴾
    Meal 198: “Eğer size doğru yolu göstermeleri için onlara yalvarsanız, sözünüzü işitemezler. Onların sana baktıklarını sanırsın, oysa görmezler.”
    Tefsir:Putlar, kendilerine yalvaranlara yardım edebilmeyi bir tarafa bırakalım, bizzat kendilerine yardım edebilecek ve kendilerinden zararı giderebilecek güçleri bile yoktur. İster hidâyet talebiyle, ister herhangi bir yardım talebiyle olsun, bırakın gereğini yerine getirmelerini, yapılan duaları işitmekten bile acizdirler.
    198. âyetin “Onların sana baktıklarını sanırsın, oysa görmezler” kısmına iki farklı mâna verilebilir:
    Birincisi; müşrikler putlarına kıymetli taşlardan, parlak ve ışık saçan mücevherlerden gözler takar ve onları baktığı şeye doğru gözbebeğini çeviren kişi gibi şekillendirirlerdi. Dolayısıyla buradaki görme baş gözüyle görme olup, hitap, müşriklerin her birinedir. Yani sen bakınca putların sana doğru bakan kimselere benzediğini görürsün; halbuki onlar görmeye güç yetiremezler. Böylece putların işitmekten âciz oldukları belirtildikten sonra görmekten de âciz oldukları ifade edilmiştir.
    İkincisi; burada hitap Resûlullah (s.a.s.)’e yapılmıştır. Buna göre mâna şöyle olur: “Ey Rasûlüm! Müşriklerin sana baş gözleriyle baktıklarını görürsün. Fakat onlar basîretleriyle senin hakikatini göremez, seni olduğun gibi fark edemezler. Gerçekte onlar senden çok uzaktırlar. Fakat iman edip peygamberliğini kabul ettikleri takdirde, basîretleri açılır ve bu uzaklık yerini yakınlığa bırakır.”
    Peygamberin hakikatini basîret gözüyle görmenin mânasını anlamaya yardımcı olacak şu kıssa çok ibretlidir: Sultan Mahmûd Gazi, şeyh Ebü’l-Hasan Harakânî (k.s.)’u ziyarete vardı. Bir müddet oturduktan sonra şeyhe:
    “–Bâyezîd-i Bistâmî hakkında ne buyurursun?” diye sordu. Şeyh Harakânî:
    “–O öyle bir adamdır ki onu gören doğru yola ve apaçık bir saadete erer” diye cevap verdi. Sultan Mahmûd:
    “–Bu nasıl mümkün olabilir? Ebû Cehil, Resûlullah (s.a.s.)’i gördüğü halde ebedî saadete ulaşamadı ve şekavetten kurtulamadı” diye itirazda bulundu. Buna karşılık Ebü’l-Hasan:“–Ebû Cehil, Resûlullah (s.a.v.)’i görmedi. O sadece Ebû Talib’in yetimi Abdullah’ın oğlu Muhammed’i gördü. Eğer Resûlullah’ı görseydi şekavetten kurtulur, saadete nâil olurdu” diye cevap verdi, bu âyeti okudu ve: “Baş gözüyle bakmak, bu saadete ulaşmak için yetmez. Bilakis bunun için sır ve kalb gözüyle bakmak gerekir. İşte Bâyezîd’i kim bu gözle görürse saadete erer” dedi. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 378)
    Gerçeği görüp ebedî saadete erişmenin yolu, Rabbimizin şu buyruklarını can kulağıyla dinleyip gereğini yapmaktır:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
    خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَاَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِل۪ينَ ﴿١٩٩﴾
    Karşılaştır 199: Rasûlüm! Sen yine de af yolunu tut, iyiliği emret ve câhiller­den yüz çevir.
    Tefsir:Üç mühim husustan meydana gelen bu âyeti kerîme, emir ve yasaklara dair dinin bütün esaslarını hülâsa eder:
    › Af ve kolaylık yolunu tut: Öncelikle affedici ol. İnsanların eksiklerine ve kusurlarına bakma. Kusurları bağışla, suçluları ve özür dileyenleri affet. Katılık ve sertlikten uzak dur. Beşerî münâsebetlerde hep müsâmaha ve kolaylık yolunu tut. Önce sen, sana kolay gelecek şeyleri yap, insanlara da kolaylıkla yapabilecekleri şeyleri söyle. Onlara zor gelecek ve sıkıntı verecek şeyleri isteme. Şiddet ve zorluk taraftarı olma. İnsanlardan vergi alacağın zaman da, onlara zorluk ve sıkıntı vermeyecek şekilde hayatî ihtiyaçlarından fazla olan mallardan vergi al.
    › İyiliği emret: Burada “iyilik” olarak tercüme ettiğimiz اَلْعُرْفُ (örf), “Allah’ın kitabına, Peygamber (s.a.s.)’in sünnetine ve akl-i selîm sahibi kimselerin değerlendirmesine göre yapılması gerekli, yapılması yapılmamasından daha iyi, varlığı yokluğundan hayırlı, güzel ve faydalı bütün işler”dir. Buna göre “örf”, sadece yapılması farz olan işleri değil, aynı zamanda mendup olan, dinin hüküm ve hedeflerine ters düşmemek şartıyla ak­lı selimin ve kamu vicdanının hayırlı ve yararlı görüp âdet haline getirdiği her tür­lü dinî ve dünyevî konulardaki iyilik ve güzellikleri de ihtiva eder.
    › Câhillerden yüz çevir: Kendini ve Rabbini bilmez cahillerin ahmakça sözlerine, akılsızca işlerine aynı ile karşılık vermeye kalkışma. Onlarla oturup kalkma, onlarla münazara ve münakaşadan sakın. Yanlışlarını düzeltmek ve kendilerine doğruları öğretmek üzere beraber olduğunda onlara karşı hilimle muamele et. Sana yaptıkları kötülükleri görmezlikten gel. Çünkü bazı cahiller, onlarla alakadar olduğun esnada akılsızca davranmaya, sana eziyet etmeye, gülmeye ve alay etmeye kalkışabilirler. Bunlara karşı dikkatli ol.
    Hadis-i kudside şöyle buyrulur: “Faziletlerin en yükseği, seninle ilişkisini keseni arayıp sorman, seni mahrum bırakana ihsanda bulunman, sana zulmedeni affetmendir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 438)Bu ilâhî talimatlara harfiyen uyan Allah Resûlü (s.a.s.), kötü söz söylemez, çirkin iş yapmaz, çarşı pazarda bağırmaz ve kötülüğe kötülükle karşılık vermez, affeder ve bağışlardı. (bk. Tirmizî, Birr 69; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 174, 328)
    İslâm’ın bu güzelliklerini yaşamada başarılı olmanın yolu, şeytanın vesvese ve tahriklerine karşı uyanık bulunup ayaklarımızın Allah’a taatte sabit olmasıdır
    وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِۜ اِنَّهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ ﴿٢٠٠﴾
    Meal 200: Eğer şeytandan gelen bir vesvese seni dürtecek olursa hemen Allah’a sığın. Çünkü O, hakkiyle işiten, kemâliyle bilendir.
    اِنَّ الَّذ۪ينَ اتَّقَوْا اِذَا مَسَّهُمْ طَٓائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَاِذَا هُمْ مُبْصِرُونَۚ ﴿٢٠١﴾
    Meal 201: Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, içlerinde şeytandan gelen bir kışkırtı duyar duymaz, hemen Allah’ı hatırlayıp gerçeği görürler.
    Tefsir:
    200. âyette geçen اَلنَّزْغُ (nezğ) kelimesi, tahrik etmek, batırmak, kışkırtmak, vesvese vermek ve iki kimsenin arasını bozmak mânalarına gelir. Burada şeytanın kişiye vesvese verip onu günaha kışkırtması, bir kimsenin bindiği hayvanı tahrikine benzetilir. Sahibi tarafından tahrik edilen hayvan nasıl rahatsız olur, harekete geçer ve tuhaf hareketler yaparsa, şeytanın iğvâ verdiği insan da aynı şekilde davranmak durumunda kalır. Bu sebeple âyet, şeytanın, Allah’ın emrinin aksi istikamete yönlendirmek, kızdırmak, gayr-i ahlâkî şeyleri emretmek gibi tahrikleri karşısında hemen Allah’a sığınmayı emreder. Çünkü Allah’a sığınan insan, O’nun rahmetinin büyüklüğünü ve azabının şiddetini düşünerek kendine çekidüzen verme imkânı bulur. Yine Allah’a inanan, O’nun her şeyi işittiğini ve bildiğini düşünen bir insan, kurtuluşun O’na teslimiyette olduğunu anlar ve şeytanın vesveselerine yem olmaz. Bu mücadeleye devam ettikçe gönlündeki takvâ duyguları da gelişmeye başlar. Nihâyetinde müttaki bir kul olur. Takvâ mertebesine erişmiş olanların, şeytanın iğvâsına karşı dirençleri daha kuvvetli olur. Onun şerrinden tümüyle emniyette olmasalar da, şeytandan kendilerine çok az bir vesvese dokunduğu; içlerinde en küçük şeytânî bir his, zararlı bir duygu, yıkıcı bir düşünce oluştuğu zaman bile hemen durup düşünürler, Allah’a sığınmak gerektiğini hatırlarlar, böyle durumlarda Allah’ın razı olacağı en doğru davranışın nasıl olacağını tespit ederek, gerçeği görerek ona göre davranırlar. Tabir yerindeyse gözlerini dört açarlar; kendi hatalarının nerede olduğunu ve şeytanın hilesinin nereden geldiğini görürler ve hemen bu yanlıştan uzaklaşırlar.
    Şeytan taşlama sadece hac ibâdetini ifâ ederken Minâ’da olmaz. O sadece bir temsildir. Ondan devamlı Allah’a sığınmak gerekir. Çünkü “kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım” derken şeytanın vasfı olarak geçen “taşlanan” mânasındaki “racîm” kelimesi süreklilik ifade eder. Dolayısıyla onun devamlı taşlanması gerekir. Sâlih amellerle de bunun kuvvetlendirilmesi lazımdır. Allah Teâlâ: “Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ı hatırlayıp anmakla doygunluk ve huzura erer” (Ra‘d 13/28) buyurur. Kalp itminan buldukça ruh kuvvetlenir ve şeytana karşı mukavemeti ve mücadelesi artar.
    201. âyetten de şu işârî mânalar anlaşılabilir:
    “Müttakîlere şeytanın vesvesesi ve dürtmesi, Allah’ın zikrinden gâfil oldukları zamanlarda dokunur. Eğer onlar kalpleriyle Allah’ın zikrine devam ederlerse, şeytanın vesvesesi onlara dokunamaz. Çünkü şeytan, Allah’ı müşâhede etmekte olan bir kalbe yaklaşamaz. Bu durumda oradan uzaklaşır, pusup gizlenir. Fakat her bir kılıç için bir isabet edememe; her bir âlim için bir sürçme, çelişme; her bir kulluk yapan için bir zorluk; her bir hedefe yönelen için bir yorgunluk, bıkkınlık; her bir yürüyen için bir duraklama ve her bir ârif için bir perdelenme olması mümkündür. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) bile: “Bazan kalbim buğulanır” (Müslim, Zikir 41) buyurarak, kendisine de, başkalarına arız olan bazı şeylerin arız olduğunu haber vermektedir. Yine Efendimiz: “Hiddet, ümmetimin seçkinlerine bile arız olur” (Taberânî, Mu‘cemü’l-Kebîr, XI, 194) buyurarak, rütbelerinin yüksek olmasına rağmen, onların bile bazı durumlarda hiddetten kendilerini kurtaramayıp, hilim halini devam ettiremediklerini bildirir.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 375)
    Demek ki, daimî zikir halinde bulunup şeytanın vesvesesinden tam anlamıyla uzak durabilmek kolaylıkla ulaşılacak ve muhafaza edilecek bir mertebe değildir. Mühim olan onun tesirini azaltmak ve mümkün olduğunca şerrinden Allah’a sığınabilmektir. Yoksa onun, insana olan düşmanlığı ve onunla uğraşması bitecek gibi değildir. Nitekim:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
    وَاِخْوَانُهُمْ يَمُدُّونَهُمْ فِي الْغَيِّ ثُمَّ لَا يُقْصِرُونَ ﴿٢٠٢﴾
    Meal 202: Şeytanların kardeşlerine gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürükler, bir daha da yakalarını bırakmazlar.
    Tefsir: “Şeytanın kardeşi” (A‘râf 7/202) denilecek kadar inkâr ve günahlara saplanmış olanlara gelince, dostları olan şeytanlar onları azgınlığa sürükler; azgınlıklarını daha da arttırırlar. Şeytanın en küçük vesvesesi karşısında hemen Allah’a sığınan müttakîlerin aksine, bu günahkârların Allah akıllarına gelmez, böylece azgınlık yapmakta kusur etmez ve bundan geri durmazlar. Şeytanlar da onların yakalarını bir daha bırakmazlar; onların günah, fesat ve azgınlık temayüllerini daha da güçlendirirler. Böylece onlar şeytanlıkta azdıkça azar, saptıkça sapar ve helak uçurumlarına yuvarlanır giderler.
    Şeytanın insanlara olan bu düşmanlığı şu âyet-i kerîmelerde dikkat çekici bir üslupla beyân edilir:
    “İblîs şunları söyledi: «Beni azdırmana karşılık, yemin olsun ki ben de kullarını saptırmak için senin doğru yolun üzerinde pusu kurup oturacağım. Sonra onlara mutlaka önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Sen de onların çoğunu şükredici bulamayacaksın.»” (A‘râf 7/16-17)
    Artık şeytanın kardeşi haline gelmiş kâfirlerin durumuna müşahhas bir örnek olması bakımından şöyle buyruluyor:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
    وَاِذَا لَمْ تَأْتِهِمْ بِاٰيَةٍ قَالُوا لَوْلَا اجْتَبَيْتَهَاۜ قُلْ اِنَّمَٓا اَتَّبِعُ مَا يُوحٰٓى اِلَيَّ مِنْ رَبّ۪يۚ هٰذَا بَصَٓائِرُ مِنْ رَبِّكُمْ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ ﴿٢٠٣﴾
    Meal 203: Onlara istedikleri türden bir mûcize getirmediğin zaman: “Onu da bir taraftan derleyip toplasaydın ya!” derler. De ki: “Ben, ancak, Rabbimden bana vahyedilene uyarım. İşte bu Kur’an, Rabbi­nizden size gelen ve gerçeği gösteren belgeler, iman edenleri doğru yola ileten bir rehber ve rahmettir.”
    Tefsir:Bahsedildiği şekilde bütünüyle şeytanların güdümüne girmiş müşrikler, inanmak maksadıyla değil, sırf onu zor durumda bırakmak ve insanlar karşısında küçük düşürmek için Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’den dağları altın yapmak, yerden pınarlar fışkırtmak, göğü parçalayıp üzerlerine indirmek gibi (bk. İsrâ 17/90-93) mûcizeler isterlerdi. Ancak peygamberler, Allah’ın izin verdiği mûcizeyi gösterme imkânına sahipken, izin vermediğini göstermeleri olacak şey değildi. İşte Efendimiz (s.a.s.), onların istediği mûcizeyi göstermediği zaman müşrikler alaylı bir edâ içinde: “Zaten önceki gösterdiklerini de sağdan soldan toparlayarak gösteriyordun; şimdi istediğimizi de bir şekilde toparlayıp göstersene!” diyorlardı. Veya zaman zaman vahiy kesiliyor, âyetler gelmez oluyordu. Çünkü vahiy, tamâmen Allah Resûlü (s.a.s.)’in dışında, Allah Teâlâ tarafından kontrol ve idare edilen bir hadiseydi. Peygamber Efendimiz’in istediği zaman istediği vahyi alabilme hak ve salahiyeti yoktu. Bu durumlarda da yine o müşrikler atılıp: “Zaten önceki okuduğun âyetleri de oradan buradan derleyip toparlıyordun; haydi yine toparlasana” diyorlardı. Bu şekilde Allah Resûlü (s.a.s.)’in peygamberliğine dil uzatmak istiyorlardı. Bu durumlarda Efendimiz’in verdiği cevap hiç değişmiyordu: “Benim vazifem, sizin istediğiniz gibi hareket etmek, istediğiniz mûcizeleri göstermek, âyetleri getirmek değil, sadece ve sadece Rabbimden bana vahyedilen tâlimatlara tâbi olmak, onların tarif ettiği bir kulluk yapmaktır.”
    Efendimiz’in, Rabbinden gelen vahiylere, emir ve yasaklara kayıtsız şartsız uyması, şüphesiz bütün insanlık için güzel bir örnektir. İnsana düşen, o yüce Peygamber’e dil uzatmak değil, onu en büyük nimet bilip, ona ve onun getirdiği Kur’an’a bütün gücüyle ve kuvvetiyle sarılmaktır. Çünkü Peygamber bu ittibaya lâyık en büyük insan, Kur’an bu itaata lâyık en yüce kitaptır. Burada Kur’an’ın üç mühim vasfına yer verilir;
    بَصَاۤئِرُ (besâir): Kur’an, hakikatin ortaya çıkmasını sağlayan kesin bilgiler ve deliller ihtiva eder. İnsanların din ve dünya hayatlarıyla alakalı doğru bilgiler verir, akılları aydınlatır, itikadı düzeltir, kalpleri tenvir eder.
    هُدًى (hüdâ): Kur’an fert ve topluma rehberlik yapar, onların kurtuluşunu sağlar.
    رَحْمَةٌ (rahmet): Kur’an netice itibariyle kendisine inanan ve tâbi olan fert ve toplumları gerçek iyiliğe, ebedi nimete, saadet ve selâmete ulaştırır.
    O halde:
    وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْاٰنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ ﴿٢٠٤﴾
    Meal 204: Kur’an okunduğu zaman hemen dikkat kesilerek ona kulak verin, susup dinleyin ki rahmete eresiniz.
    Tefsir:Böyle pek yüce vasıflara ve tarifi imkânsız kıymete sahip olan Kur’an okunduğu zaman, inananlarına düşen vazife, onu can kulağıyla, bütün ruhuyla dinlemek, gönül kapılarını onun mânalarına açmak ve nefes almazcasına, kılı kıpırdamazcasına, tam bir teslimiyet ve konsantre içinde susup o şekilde dinlemektir. Kur’ân-ı Kerîm’i böyle dinlemek, ilâhî rahmetin tuğyan edip, coşkun bir ırmak gibi dinleyenleri kuşatmasına vesile olacaktır. Çünkü susmak güzel bir şekilde dinlemeye, iyi dinlemek basîretin açılmasına, basîretin açılması manevî duyguların harekete geçip kişinin iman ve sâlih amellere yönelmesine, iman ve sâlih ameller de ilâhî rahmete ve nimete ermeye sebep teşkil eder. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’e gösterilmesi gereken tâzim ve ihtimamın derinliğini anlamak bakımından şu misaller pek ibretlidir:Hz. Ömer ve Hz. Osman her sabah kalktıklarında Mushaf-ı Şerîf’i hürmetle öpmeyi âdet hâline getirmişlerdi. Abdullah b. Ömer (r.a.) da her sabah Mushaf’ı eline alır, büyük bir tâzîmle öper ve duygulu bir şekilde:“Rabbimin ahdi, Rabbimin apaçık fermânı!” diye bağrına basardı. (Kettânî, et-Terâtibu’l-idâriyye, II, 196-197)
    İkrime (r.a.) Mushaf-ı Şerîf’i alır, yüzüne gözüne sürerek ağlar ve:
    “Rabbimin kelâmı! Rabbimin kitâbı!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a olan tâzîm ve muhabbetini ifade ederdi. (Hâkim, el-Müstedrek, II, 272/5062)
    Önceleri, mürekkeple yazılan yazılar silinmek istendiğinde, su ile yıkanırdı. Hz. Enes, Hulefâ-i Râşidîn zamanındaki talebelerin, Kur’ân âyetlerinin yıkandığı suları rastgele sağa sola atmadıklarını, bilâkis husûsî bir kapta biriktirerek kabir kenarlarında veya ayak basılmayan yerlerde açılan temiz kuyulara döktüklerini bildirmektedir. Bu suları aynı zamanda şifa niyetiyle kullandıkları da olmuştur. (Kettânî, et-Terâtibu’l-idâriyye, II, 200)
    Âyetin işârî mânası şöyledir: Susmak, iyice dinlemek için; iyice dinlemek de kulaklar için şarttır. “Susun” emrindeki işaret şudur: Zahir kulaklarınızla dinlemek için zahir dillerinizle susun. Bâtın kulaklarınızla dinlemek için de bâtın dillerinizle susun. Umulur ki hakiki kulakla dinlemekle rahmete erersiniz. Hakiki kulak ise “Ben onun kulağı olurum da benimle işitir” (Buhârî, Rikak 38) kudsî hadisinde bahsedilen kulaktır. Kim Kur’an’ı Yaratıcısı’nın kulağıyla dinlerse onu asıl okuyandan duymuş olur. İşte “Rahman, Kur’an’ı öğretti” (Rahmân 55/1-2) ayetlerinin sırrı budur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 389)
    Bu sırra erişin en mühim yolu, zikrin ruha işlemesi ve gelen ayetlerde tarif edildiği şekilde kişinin Rabbini daimî olarak zikretmesidir:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
    وَاذْكُرْ رَبَّكَ ف۪ي نَفْسِكَ تَضَرُّعًا وَخ۪يفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالْاٰصَالِ وَلَا تَكُنْ مِنَ الْغَافِل۪ينَ ﴿٢٠٥﴾
    Meal 205: Rabbini sabah akşam içten içe, boyun büküp yalvara yakara, derin bir ürpertiyle ve ancak kendin işitebileceğin bir sesle zikret! Sakın gâfillerden olma!
    Tefsir:Âyet-i kerîme gizli zikri emretmekte ve onun âdâbını öğretmektedir: Bu zikir iç âlemle, gönülle, ruhla yapılacaktır. Tazarru ve yakarış içinde, yalvararak ve ürpererek, kalben ve fikren yapılacaktır. Sesli olmayan bir sözle, yani sırrî olanın biraz üstünde, yalnızca kendin işitecek kadar bir sesle yapılacaktır. Sabah ve akşamları, yani bütün vakitler, kesintisiz yapılacaktır. Böyle olunca gaflet gidecek, kalp daima uyanık olacak ve kişi Rabbiyle beraberlik şuuru içinde ve O’na muhabbetlerin en yücesini duyarak Allah’ı zikre devam edecektir. Bu şekilde yapılan zikir ibâdetlerin en faydalısı olup, mü’minin mâneviyatının ve ahlâk-ı hamîdesinin gelişmesine yardımcı olur.Âyetin işârî açıklaması şöyledir:
    “Rabbini içten içe zikret”: Allah’ın emrettiği amellerle nefsinin fiillerini, Allah’ın ahlâkıyla da nefsinin ahlâkını değiştirmek ve nefsinin varlığını Allah’ın zâtında yok etmek suretiyle fiillerle, ahlâkla ve zât ile O’nu içinden zikret. Nitekim bir kudsî hadiste: “Kulum beni kendi içinde zikrederse ben de onu kendi içimde zikrederim” (Buhârî, Tevhid 15, 43; Müslim, Zikir 18-19) buyrulur. Bu da “Siz beni anın, ben de sizi anayım” (Bakara 2/152) ayetinin sırrını ifade etmektedir. Tıpkı kelebeğin, kendi zâtını onun zâtında yok ederek içinden mumu anınca, mumun da onu kendi bekasıyla bâkî kılarak anması gibi. Ancak Allah misil ve misalden münezzehtir.
    “Boyun büküp yalvara yakara, derin bir ürpertiyle ve ancak kendin işitebileceğin bir sesle zikret”: Yalvarmakta zorlama vardır. Çünkü zikrin başlangıcında, nefsin fiillerini şeriatin emrettiği ameller ile değiştirmek gerektiğinden zâhiren bir kısım zorluklar olur. Zikrin orta hâli Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanıp tarikatın âdâbıyla edeplenmek sûretiyle gizli ve içten olur. Zikrin nihayeti, hakikat nurlarıyla zâtını Allah’ın zâtında ifnâ etmekle olur ki, bu makama gelen kişi sözle açıktan zikretmekten men olunur.“Sabah akşam zikret”: “Sabah”, ezel sabahına, “akşam” ise ebed akşamına işaret eder. Çünkü hakiki zikir ve hakiki mezkûr, hakiki zâkirdir. Hakikatte zâkir ve mezkûr, ezelî ve ebedî olan Allah’tır. Çünkü Allah Teâlâ ezelde “Siz beni anın, ben de sizi anayım” (Bakara 2/152) buyurmuştur. Allah’ın kulları ezelde zikretmesi, onlara hitap ettiği zamanda olmuştur. Aslında zâkir de mezkûr da O’dur. Dolayısıyla hakîki mânada Allah’ı, Allah’dan başka kimse zikredemez. Bu sebeple Allah Teâlâ: Sakın hakîkatte zâkir ve mezkûrun Allah Teâlâ olduğunu bilmeyen “gafillerden olma” buyurur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 393)
    Kalbin devamlı Allah’ın zikriyle hemhâl olması ve ondan bir an gafil kalmamasını izah bakımından şu misâl pek ibretlidir:
    Rivayete göre Îsâ (a.s.), teninde alacalar bulunan ve iki şakağı da çökmüş, hasta bir şahsa rastladı. O şahıs, üzerindeki hastalıklardan âdeta habersiz bir hâlde kendi kendine:
    “–Yâ Rabbî! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, insanların pek çoğunu müptelâ kıldığın dertten beni halâs eyledin!..” diyordu.
    Hz. İsa, muhâtabının idrâk seviyesini anlamak ve mânevî kemâlini yoklamak maksadıyla ona:
    “–Ey kişi! Allah’ın seni halâs eylediği hangi dert var ki?!.” dedi. Hasta şöyle cevap verdi:
    “–Ey Rûhullâh! En fecî hastalık ve belâ, kalbin Hak’tan gâfil ve mahrum olmasıdır. Şükürler olsun ki ben Cenâb-ı Hak ile beraber olmanın zevk, lezzet ve füyûzâtı içindeyim. Sanki vücûdumdaki hastalıklardan haberim bile yok...” (Topbaş, Faziletler Medeniyeti-1, s. 384)
    Allah’a güzel kulluğun müşahhas bir örneğini vermek üzere buyruluyor ki:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
    اِنَّ الَّذ۪ينَ عِنْدَ رَبِّكَ لَا يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِه۪ وَيُسَبِّحُونَهُ وَلَهُ يَسْجُدُونَ ۩ ﴿٢٠٦﴾
    Meal 206: Şüphesiz ki Rabbinin huzurunda bulunan melekler, asla büyüklenip O’na ibâdetten geri durmazlar. O’nu dâimâ tesbih eder ve yalnız O’na secde ederler.
    Tefsir: “Rabbin katındakiler”den maksat, “O gün melekleri de görürsün; arşın etrafını kuşatmış, Rablerini överek tesbih ediyorlar” (Zümer 39/75) âyetinde bahsedilen Allah’a yakın meleklerdir. Bunlara aynı zamanda “Mele-i A’lâ” denilir. Bunlar büyüklenip Cenâb-ı Hakk’a kulluktan bir an bile geri durmazlar. Daima O’nu tesbih ederler ve O’nun için secde ederler. Bu hususta diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
    “Göklerde ve yerde kim varsa hepsi Allah’a aittir. O’nun yakınında bulunan melekler ise, ne büyüklenip O’na ibâdetten yüz çevirirler, ne de yorulurlar. Gece gündüz usanmadan, ara vermeden Allah’ı tesbih ederler.” (Enbiyâ 21/19-20)
    Âyetlerde bahsedildiği üzere Allah’a yakınlıkları âşikâr olan melekler bile Allah’a kulluk etmekten bir an geri durmayıp tesbih ve secde ederek kulluğa devam ettiklerine göre, her an günah iş­leme durumunda bulunan insanların ibâdete daha çok ihtiyaçları bulunduğu açık­tır. Buna göre yaratılış maksatları kulluk olan insanların, Allah’a kulluğu en büyük şeref bilip dil ve kalpleriyle O’nu tesbih etmeleri, O’nun karşısında tam bir tevazu ile secdeye kapanmaları; Allah’ın rızâsını nefsânî isteklerinden üstün bilip âyette örnek gösterilen melekler gibi bir kulluk şuuruna ve yaşayışına ulaşmaları istenmektedir
    › Bu âyet-i kerîme okunduğu vakit tilâvet secdesi yapmak gerekir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) tilâvet secdesi hakkında şöyle buyurur:
    “Âdem oğlu secde âyetini okuyup da secde ettiği zaman şeytan ağlayarak çekilir ve kendi kendine «vay» diyerek hayıflanır ve «bu kişi secde ile emrolundu, secde etti, ona cennet var; ben ise secde ile emrolundum isyan ettim, bana da ateş var» der.” (Müslim, İman 133)
    Bundan sonra, bir mânada güzel ahlâk, takvâ, zikir, ibâdet ve secde ile ulaşılacak cennet ganimetlerini hatırlatan Enfâl sûresi gelmektedir:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

  • Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 179-188Datum09.03.2024 11:32
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 179-188

    وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَث۪يرًا مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۘ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَاۜ اُو۬لٰٓئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ ﴿١٧٩﴾
    Meal 179: Yemin olsun ki biz cinlerden ve insanlardan birçok kimseyi cehenneme uyumlu yaratmışızdır. Şu sebeple ki, onların kalpleri var, fakat bununla gerçeği anlamazlar; gözleri var onunla görmezler; kulakları var onunla işitmezler. Hâsılı bunlar hayvanlar gibidir, hatta onlardan daha şaşkındırlar. İşte asıl gâfil olanlar da bunlardır.
    Tefsir:
    Cenâb-ı Hak kullarına zerre kadar zulmetmez. Bütün insanları, fıtrat itibariyle eşit olarak yaratmış, her birinin özüne Allah’ın varlığını idrak ve kabul edebilecek bir cevher yerleştirmiştir. O cevher, şâirin; “Ziyâ-yı akl ile tefrîk-ı hüsn u kubh olunur”[1] (Şinâsî) diye bahsetiği akıl nûrudur. Gerçekleri idrak edebilmeleri için kalpler, görmeleri için gözler ve işitmeleri için kulaklar lütfetmiştir. Bu âyette netice itibariyle cehennemlik oldukları haber verilen kimselerin durumu da böyledir. Fakat görüldüğü üzere onlar, gerçeği araştırma, inceleme ve idrak etmelerine vesile olması için kendilerine verilen bu muazzam melekeleri gereği gibi kullanmamışlar, bu nimetlerin şükrünü îfâ edememişler ve kendi ihmalkârlıkları sebebiyle böyle hazin bir âkıbete düçar kalmışlardır.
    İnsanı hayvandan ayıran en mühim fark, gözüyle Allah’ın varlık delillerini görmesi, kulağıyla bunları duyması ve kalbiyle de bunları anlayıp hissetmesidir. Yaratılış gayesi istikâmetinde kullanılmayan bu büyük nimetler, insana faydasız yük olmaktan başka bir şeye yaramaz. Şâir Niyâzî-i Halvetî der ki:
    “Bir göz ki anın olmaya ibret nazarında
    Ol düşmanıdır sahibinin bâş üzerinde.”
    Dolayısıyla bu muhteşem melekelerini dumura uğratanlar, aradaki fark ortadan kalktığı için hayvanlar gibi olurlar. Hatta bu melekelerini yanlış yolda kullandıklarından ötürü hayvanlardan daha şaşkın duruma düşerler. Çünkü hayvanlar, yaratılıştan gelen hedeflerinden sapmazlar, takatleri nispetinde faydalarına ve zararlarına olan şeyleri seçerler, onları elde etmeye çaba gösterirler ve tehlikelerden korunmaya çalışırlar. Hiçbir uzuvlarını yaratılış gayesinin dışında kullanmazlar. Fakat, “cehennemlik” mührünü yiyenler, bunun aksine, terbiye edildiğinde ebedî saadeti elde edebilme istidadında olan fıtratlarından gereği gibi yararlanamazlar, hatta yanlış yolda kullanmak suretiyle onun bozulmasına sebep olarak ebedi hayatlarını zayi ederler. Yine hayvanlar sahiplerini tanırlar, onları hatırlayıp itaat ederler. Bu gafiller zümresi ise ne Allah’ı zikrederler ne de O’na itaat ederler. İşte asıl şaşkınlık ve gaflet de budur.
    Âyet-i kerîmeden şu işârî mânalar anlaşılmaktadır: “İnsanda bir ruhânî yön, bir de cismânî yön vardır. Ona hem akıl, hem de farklı duygular ve istekler verilmiştir. Eğer aklı, nefsinin arzularına galip gelirse meleklerden üstün olur. Nefsine ve hevasına mağlup olursa o zaman da hayvanlardan daha aşağı hale gelir.
    Allah Teâlâ, insanları kısım kısım yaratmıştır. Onlardan bir kısmını, güzellik ve cemalini göstermek üzere yakınlık ve muhabbet için yaratmıştır. Bunlar, ehlullahtır; Allah’ın seçkin kullarıdır. Bunlar Allah’ın kelamını yine Allah ile işitirler; cemâlini görürler ve kemâlini tanırlar. Onlardan bir kısmını, lutuf ve rahmetini göstermek üzere cennet ve onun nimetleri için yaratmıştır. Allah Teâlâ bunlara, tevhid ve mârifetin delillerini anlayabilecekleri kalpler ve Hakk’ın ayetlerini görecek gözler vermiştir. Diğer bir kısmını da kahır ve izzetini göstermek üzere cehennem ateşi için yaratmıştır. Bunlar cehennem yârânı olup hayvanlar gibidirler; Allah’ı sevmezler ve O’nu istemezler. Hatta onlar hayvanlardan daha sapıktırlar. Çünkü hayvanların mârifet ve Hakk’ı talep için istidatları yoktur. Onlarda ise bu istidatlar vardır. Fakat dünyaya ve süsüne meyletmek ve nefse uymak suretiyle, Hakk’ı tanıma ve O’nu taleb etmekle ilgili fıtrî istîdadlarını zâyî ederler. Dünya karşılığında dini ve âhireti satarlar, Mevlâ’yı talebi terk ederler. Böylece istîdatlarını ifsat ettikleri için hayvanlardan daha da sapık olurlar. İşte onlar, Allah’tan ve mârifet ehlinin büyüklük ve kemâlâtından gâfil olanların tâ kendileridir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 358-359)
    Bununla birlikte eğer bir kul Allah’ı tanımak isterse, bunun yolları açıktır. Çünkü Allah Teâlâ güzel isimleriyle insan ve kâinatta devamlı tecelli halindedir:
    [1] “İyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik ancak akıl nûruyla birbirinden ayırt edilebilir.”Ömer Çelik Tefsiri
    وَلِلّٰهِ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى فَادْعُوهُ بِهَاۖ وَذَرُوا الَّذ۪ينَ يُلْحِدُونَ ف۪ٓي اَسْمَٓائِه۪ۜ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿١٨٠﴾
    Karşılaştır 180: En güzel isimler Allah’ındır; siz O’na bu isimlerle dua edin. O’nun isimleri konusunda haktan sapanları kendi hallerine bırakın. Çünkü onlar, yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.
    Tefsir:
    Âyetin şöyle bir iniş sebebi vardır: Bir müslüman namaz kılarken bir keresinde Allah ismiyle, bir keresinde de Rahman ismiyle dua etmişti. Ya da “Yâ Rahmân, yâ Rahîm” diyerek Allah’a yalvarmıştı. Bunu duyan müşriklerden biri: “Muhammed ve ashâbı bir Rabbe taptıklarını iddia etmiyorlar mı? Bu adama ne oluyor ki iki Rabbe dua ediyor!” demiş, bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i indirmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘, VII, 325)
    Âyette geçen اَلْاَسْمَاۤءُ الْحُسْنٰى (el-esmâü’l-hüsnâ) ifadesi, “en güzel isimler” mânasına gelir. Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının böyle güzellikle vasıflandırılmasının hikmetlerinden bazıları şöyledir:
    Bu isimler, Yüce Rabbimizin pek yüce, müteâl bir zat olduğunu ifade eder ve kullarda büyük bir tâzim ve hürmet hissi uyandırır. Bunları işitmek kulaklara ve kalplere sonsuz bir lezzet ve halâvet verir.
    Zikir ve dua olarak okunduğunda kabule vesile olur, se­vap kazandırır.
    Kalplere huzur verir, rahmet ümidi aşılar.
    En yüce varlık olan Allah’ın isimlerini, mânalarını anlayarak okumak, okuyanının değerini yücel­tir ve güzelliğini artırır.
    Bu isimler Allah Teâlâ hakkında bilinmesi ve inanılması gereken zaruri bilgileri ifade ettiklerinden bu isimleri bilip okumak kâmil bir imanın teşekkülüne vesile olur. Bu sebeple Allah Resûlü (s.a.s.): “Allah’ın doksan dokuz ismi var­dır. Kim bunları ezberleyip sayabilirse cennete girer” (Buhâri, Da‘avat 68; Müslim, Zikir 5) hadisini de bu istikâmette anlamak gerekir.
    Rabbimizin en yüce ismi “Allah”tır. Cenâb-ı Hakk’ın zâtının eşi ve benzeri olmadığı gibi, Allah isminin de eşi ve benzeri yoktur. Yaratıklardan hiç kimseye bu isim verilemez, verilmemiştir. Bu isim, aynı zamanda, Kur’an ve sünnette geçen Allah’ın zât, sıfat ve fiillerine ait bütün esmâ-i hüsnâyı da içine alır. Allah tek olduğu halde, Kur’ân-ı Kerîm’de “Biz, biz yarattık, biz indirdik…” gibi çoğul sîğasının kullanılmasındaki azamet ve ihtişam, işte bu ilâhî isim ve sıfatların bir araya gelmesinden doğan azamet ve yüceliği beyân eder.
    Allah Teâlâ’ya, Kur’an ve sahih sünnette yer alan bu güzel isimlerle dua edilmeli; O’na nispeti doğru ve kesin olmayan isimleri zikrederek dua edilmemelidir. Allah’ın güzel isimlerini kullanmada doğru yoldan sapıp bâtıla meyledenleri de kendi hallerine bırakmak, onlarla tartışmaya bile girmemek gerekir.
    Esmâ-i hüsnâ’nın kullanılmasında eğriliğe sapmak şu yollarla olabilir:
    › Müşriklerin yaptığı gibi Allah’ın isimlerinde değişiklik yapmak. Çünkü onlar, Allah’ın isimlerini değiştirip putlarına ad ola­rak veriyorlardı. Mesela “Lât” kelimesini “Allah” lafza-i celâlinden, “Uzzâ” is­mini “Aziz” isminden, “Menât” ismini ise “Mennân” isminden almışlardı.
    › Bu isimlere fazlalık ilave etmek veya noksanlıklar yapmak.Allah’ı baba, oğul gibi sadece yaratılmışlara ait isim ve sıfatlarla anmak,Allah’ın isimlerini tamamen inkâr etmek.Dolayısıyla yüce Allah’a, O’na ait olmayan isimlerle hitap etmek, O’na, şânına yakışmayan fiiller isnad etmek, isimlerinde fazlalık veya eksiklik yapmak ve sonsuz yüceliğine uygun düşmeyecek dualar ihdas etmek açık bir sapıklıktır.
    Şunu belirtmek gerekir ki, Allah Teâlâ’yı şânına layık isim ve sıfatlarıyla tanıyıp O’na layık kul olmaya çalışanlar şu âyetin övgüyle bahsettiği hak ve adaletle mâruf erlerden olacaklardır:
    وَمِمَّنْ خَلَقْنَٓا اُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِه۪ يَعْدِلُونَ۟ ﴿١٨١﴾
    Meal 181: Yarattığımız kimseler içinde hakkı anlatıp onunla insanlara doğru yolu gösteren ve yine hakka dayanarak doğruluğu ve adâleti uygulayan bir topluluk vardır.
    Tefsir:Mûsâ (a.s.)’ın kavminden övgüye lâyık, hak ve adâlet ölçülerine göre davranan bir seçkin cemaat olduğu gibi (bk. A‘râf 7/159), Peygamber Efendimiz’in ümmeti de hak dine sarılarak rehberlik eden, insanlara yol gösteren, hal ve davranışlarında örnek olan ve yeryüzünde adâleti ikameye çalışan böyle seçkin ve en hayırlı bir ümmet olarak yaratılmıştır. Bu mânada ümmet-i Muhammed’e hitap eden bir diğer âyet-i kerîmede de:
    “Ey mü’minler! Siz, insanların iyiliği için yeryüzüne çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Çünkü siz usûlünce iyilikleri ve güzellikleri teşvik edip yayar; kötülük ve çirkinlikleri yasaklayıp önüne geçmeye çalışırsınız. Bunu da zâten Allah’a inandığınızdan dolayı, onun bir gereği olarak yaparsınız” (Âl-i İmrân 3/110) buyrulmaktadır.
    Âyetin işârî mânası şöyledir: “Hak Teâlâ, dünya durdukça orada hakka sahip çıkacak ve hakla hükmedecek ehliyetli ve liyakatli şahsiyetler var edecektir. Bunların hakla hidâyeti, insanları hakka çağırmaları ve daima hak olanı göstermeleridir. Onlar hakla hareket ederler; yine hakla hak için sükûnete bürünürler. Onlar hem hakla ayakta duran hem de hakkı ayakta tutanlardır. Hak Teâlâ onları hakla sağa sola çevirir. İşte bu kimseler, Allah’ın izniyle halkın yardım ve inâyet kaynaklarıdır. Kıtlık olunca onların hürmetine yağmur ve bolluğa kavuşurlar. Dua ettiklerinde onlar sayesinde dualarına icâbet olunur.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 371)Allah’ın âyetlerini yalanlayanlara gelince:
    وَالَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا سَنَسْتَدْرِجُهُمْ مِنْ حَيْثُ لَا يَعْلَمُونَۚ ﴿١٨٢﴾
    Meal 182: Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, biz onları hiç farkına varmayacakları şekilde ve hiç bilmeyecekleri bir yerden adım adım helâke yuvarlayacağız.
    Tefsir: اَلإسْتِدْرَاجُ (istidrâc) sözlükte derece derece yükseltmek veya alçaltmak demektir. Burada ise “Allah Teâlâ’nın bazı insanlara, bir kısım günah ve azgınlıklarına rağmen mühlet tanıması, hatta iyice şımarmaları için bol nimetler vermesi, helak olma derecesinin en üst noktasına çıktıklarında ise, onları oradan helak uçurumuna yuvarlaması” mânasında kullanılmıştır. Bu sebeple velinin gösterdiği hârikulâde hallere “keramet” denildiği halde, istikâmeti bozuk kimselerden zuhur eden bu nevi olaylara “istidrâc” denilmiştir. O halde Allah’ın sözlü ve fiilî âyetlerini yalanlayarak, yok sayarak yaşayanlar, dünyevi açıdan bazı işlerinin yolunda gitmesine aldanmasınlar. Buna rağmen kendilerine ikram edilen nimetlerin, ciddi bir imtihan mânası taşıdığını; hiç bilmedikleri, beklemedikleri bir yerden azabın gelme ihtimalinin her an mevcut olduğunu unutmasınlar. Zira Allah mühlet verebilir, azabı erteleyebilir; fakat yakaladığı zaman pek çetin ve şiddetli bir şekilde yakalar.
    Hikem-i Ataiyye’de şöyle denilir: “Devamlı kötülük işlediğin halde Cenâb-ı Hakk’ın sürekli sana iyilikte bulunmasının bir istidrâc olmasından kork. Çünkü O, hiç bilmeyecekleri yerden bu tür kimseleri yavaş yavaş helâke sürükleyeceğini haber vermektedir.”
    İstadrâcla ilgili şu işaretlere dikkat çekilmektedir: “İstidrâc, fitne korkusu olmadan nimetin ardı ardına gelmesidir. İstidrac, tuzak korkusu olmaksızın şöhretin yayılmasıdır. İstidrac, arzuladığı şeyi elde etme imkânı bulduktan sonra esas maksattan yüz çevirmektir. İstidrac, arzu ve isteklerle oyalanıp vefakârlık göstermeksizin boş emeller peşine düşmektir. İstidrâc, zâhirinin düzgün, sırrının ise Allah’ın dışındaki şeylere bağlı olmasıdır.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 367)
    “İstidrâc, gerçekte ayrılık ehlinden iken vehimlerine kendilerinin vuslat ehli oldukları kuruntusu düşmesidir. İstidrâc, Hak katında şerirliği günden güne artarken, halk arasında hayırlı bir kimse olarak ün yapmasıdır. İstidrâc, gelecekte manevî muhitlerle sohbeti arttıkça, hak ettiği manevî derecesinin gittikçe azalmasıdır. İstidrâc, temiz ve güzel bir hali terk edip kötü amelleri işlemeye yönelmektir. Eğer o temiz halinde sâdık olsaydı, amelleri de temiz ve güzel olurdu. İstidrâc, şükrün noksanlığına rağmen iyilik ve nimetlerin bol bol gelmesidir,” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 371)
    En büyük istidrâc, önlerinde Resûlullah (s.a.s.) gibi Allah’ın en sevgili peygamberi bulunduğu halde onu tanıyarak, ona inanıp bağlanarak kurtulma fırsatı varken, bu en büyük lütfun mahrumu olarak hayvanlar gibi hayatta kalmayı bir meziyet sayıp büyük bir aldanış içinde olmaktır. Bu vesileyle buyruluyor ki:
    وَاُمْل۪ي لَهُمْۜ اِنَّ كَيْد۪ي مَت۪ينٌ ﴿١٨٣﴾
    Meal 183: Onlara belli bir süreye kadar mühlet veririm. Fakat, vakti gelince, benim tuzağım pek çetindir.
    Tefsir: اَلإسْتِدْرَاجُ (istidrâc) sözlükte derece derece yükseltmek veya alçaltmak demektir. Burada ise “Allah Teâlâ’nın bazı insanlara, bir kısım günah ve azgınlıklarına rağmen mühlet tanıması, hatta iyice şımarmaları için bol nimetler vermesi, helak olma derecesinin en üst noktasına çıktıklarında ise, onları oradan helak uçurumuna yuvarlaması” mânasında kullanılmıştır. Bu sebeple velinin gösterdiği hârikulâde hallere “keramet” denildiği halde, istikâmeti bozuk kimselerden zuhur eden bu nevi olaylara “istidrâc” denilmiştir. O halde Allah’ın sözlü ve fiilî âyetlerini yalanlayarak, yok sayarak yaşayanlar, dünyevi açıdan bazı işlerinin yolunda gitmesine aldanmasınlar. Buna rağmen kendilerine ikram edilen nimetlerin, ciddi bir imtihan mânası taşıdığını; hiç bilmedikleri, beklemedikleri bir yerden azabın gelme ihtimalinin her an mevcut olduğunu unutmasınlar. Zira Allah mühlet verebilir, azabı erteleyebilir; fakat yakaladığı zaman pek çetin ve şiddetli bir şekilde yakalar.
    Hikem-i Ataiyye’de şöyle denilir: “Devamlı kötülük işlediğin halde Cenâb-ı Hakk’ın sürekli sana iyilikte bulunmasının bir istidrâc olmasından kork. Çünkü O, hiç bilmeyecekleri yerden bu tür kimseleri yavaş yavaş helâke sürükleyeceğini haber vermektedir.”
    İstadrâcla ilgili şu işaretlere dikkat çekilmektedir: “İstidrâc, fitne korkusu olmadan nimetin ardı ardına gelmesidir. İstidrac, tuzak korkusu olmaksızın şöhretin yayılmasıdır. İstidrac, arzuladığı şeyi elde etme imkânı bulduktan sonra esas maksattan yüz çevirmektir. İstidrac, arzu ve isteklerle oyalanıp vefakârlık göstermeksizin boş emeller peşine düşmektir. İstidrâc, zâhirinin düzgün, sırrının ise Allah’ın dışındaki şeylere bağlı olmasıdır.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 367)
    “İstidrâc, gerçekte ayrılık ehlinden iken vehimlerine kendilerinin vuslat ehli oldukları kuruntusu düşmesidir. İstidrâc, Hak katında şerirliği günden güne artarken, halk arasında hayırlı bir kimse olarak ün yapmasıdır. İstidrâc, gelecekte manevî muhitlerle sohbeti arttıkça, hak ettiği manevî derecesinin gittikçe azalmasıdır. İstidrâc, temiz ve güzel bir hali terk edip kötü amelleri işlemeye yönelmektir. Eğer o temiz halinde sâdık olsaydı, amelleri de temiz ve güzel olurdu. İstidrâc, şükrün noksanlığına rağmen iyilik ve nimetlerin bol bol gelmesidir,” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 371)
    En büyük istidrâc, önlerinde Resûlullah (s.a.s.) gibi Allah’ın en sevgili peygamberi bulunduğu halde onu tanıyarak, ona inanıp bağlanarak kurtulma fırsatı varken, bu en büyük lütfun mahrumu olarak hayvanlar gibi hayatta kalmayı bir meziyet sayıp büyük bir aldanış içinde olmaktır. Bu vesileyle buyruluyor ki:
    اَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا مَا بِصَاحِبِهِمْ مِنْ جِنَّةٍۜ اِنْ هُوَ اِلَّا نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ ﴿١٨٤﴾
    Meal 184: Onlar, yıllardır aralarında yaşayan arkadaşları Muhammed’de en küçük bir delilik emâresi dahi olmadığını hiç düşünmediler mi? O, ancak apaçık bir uyarıcıdır.
    Tefsir:Âyetin şöyle bir iniş sebebi olduğu rivayet edilir: Bir gün Allah Resûlü (s.a.s.) Safâ tepesine çıkıp “Ey filân oğulları, ey filân oğulları...” diye kabile kabile, aile aile Kureyş’i çağırdı. Etrafına toplandılar. Onları, iman etmedikleri takdirde Allah’ın azabı ve başlarına getireceği musibetler hakkında ikaz etti. İçlerinden birisi: “Hiç şüphe yok, bu arkadaşınız delirmiş. Bırakalım sabaha kadar bağırsın dursun” dedi de bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IX, 182)
    Resûl-i Ekrem (s.a.s.) uzun seneler onların arasında yaşamıştı. Mekkeliler onu çok iyi tanıyorlardı. Arkadaşlık ve komşuluk yapıyorlar, dostluğundan yararlanıp duruyorlardı. Onu “Muhammedü’l-Emîn” diye çağırıyorlardı. Bu sebeple Efendimiz’in şahsında delilikten en küçük bir eser, en ince bir iz olmadığını çok iyi biliyorlardı. Zaten âyette “kendi arkadaşları” ifadesinin kullanılması da onlara bu gerçeği iyice vurgulamak içindir. Fakat kapıldıkları kibir ve gurur sebebiyle ve bir takım çıkar hesapları yüzünden bunu düşünecek fırsatları bile yoktu. O halde şunu bilmeliler ki Hz. Muhammed, delilikle alakası olan biri değil, ancak ebedî azap konusunda apaçık bir uyarıcıdır.
    Madem onlar Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini anlayamıyorlar, o halde Allah’ın kudretini görmek için hiç nazarlarını varlık âlemine ve oradaki sonsuz ihtişam ve güzellikteki ilâhî kudret akışlarına da mı çevirmiyorlar:
    اَوَلَمْ يَنْظُرُوا ف۪ي مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا خَلَقَ اللّٰهُ مِنْ شَيْءٍۙ وَاَنْ عَسٰٓى اَنْ يَكُونَ قَدِ اقْتَرَبَ اَجَلُهُمْۚ فَبِاَيِّ حَد۪يثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ ﴿١٨٥﴾
    Meal 185: Onlar, göklerin ve yerin nasıl muhteşem bir hükümranlık altında idare edildiğini görmüyorlar mı? Allah’ın yarattığı bunlarca varlığa hiç ibret nazarıyla bakmıyorlar mı? Belki de ecellerinin iyice yaklaşmış olduğunu hiç akıllarına getirmiyorlar mı? Peki onlar Kur’an’a inanmadıktan sonra hangi söze inanacaklar?
    Tefsir:Allah Teâlâ’nın nihâyetsiz kudret ve azametini idrak edip, âyetlerine inanmak, gönderdiği peygamberleri tasdik ederek onlara uymak için şu hususlara ibretle bakmak ve onları düşünmek yeterlidir:
    › Göklerin ve yerin melekûtu[1]; bunların yaratılışı ve idare edilişinde tecelli eden sonsuz ilâhî kudret, rubûbiyet, saltanat ve tasarruf akışlarına ibretle bakmak. Nitekim Ebû Muhammed Tüsterî şu ikazda bulunur:
    “Bu âlemin ötesinde bir melekût âlemi vardır. Halkın orayı görmekten ve oraya ulaşmaktan yana perdeli olmasına sebep şu iki şeydir:
    Birincisi; Allah’ın haram kıldığı şeyleri yemek,
    İkincisi; Allah’ın yarattığı halka eziyet.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 259)
    › Cenâb-ı Hakk’ın zerreden küreye; atomdan, nötron, proton ve elektrondan gezegen, yıldız ve güneşe; en küçük hücreden insana; bakteriden, böcekten, karıncadan file; sebze ve meyvelerden binbir çeşit bitki ve ağaçlara, görünenden görünmeyene kadar yarattığı her varlık hakkında; orada tecelli eden ilâhî ilim, kudret ve sanatın üzerinde incelemede bulunmak.
    › Her fert ve toplumun, ister küçük kıyâmet sayılan ölüm veya helak ile, ister büyük kıyametle ecelinin yaklaştığının farkında olması; bu hususta daha önce helak olup giden fert ve toplumlardan ibret alması; ömür sermayesini iyi kullanıp, tevbe ve amel-i sâlihe yönelmesi. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
    “İnsanların hesap verme vakti iyice yaklaştı; fakat onlar hâla koyu bir gaflet ve umursamazlık içinde gerçeklerden inatla yüz çeviriyorlar.” (Enbiyâ 21/1)
    “Kıyâmet yaklaştı ve ay yarıldı.” (Kamer 54/1)
    Hâsılı akl-i selim ile bunlar üzerinde düşünen insan, Allah’ı tanıma ve O’na teslim olma imkânı bulacaktır. Böylece iman etmeye değer yegâne sözün ancak Kur’an olabileceğini kavrayacak; onun dışındaki bâtıl sözlere gönül kaptırmayacaktır.
    Âyetlerde yer alan bu ikazların hedefi, şüphesiz insanları hidâyete; itikat, ibâdet, ahlâk ve muâmelatta en doğru ve en güzel olana ulaştırmaktır. Fakat insanlar bu ilâhî davete şânına yaraşır şekilde icâbet etmez, gösterilen istikamette yürümez, hatta bunu ısrar ve inatla reddederlerse, kendi elleriyle kendilerini sapıklık çukuruna atmış olurlar. Bu zihniyette devam ettikleri sürece de onları kurtarıp doğru yola eriştirecek kimse bulunamaz.
    İşte bu yapıdaki ahmaklar, içinde bocaladıkları şaşkınlık yüzünden, önlerine serilmiş binlerce ilâhî mûcizeyi görmezlikten gelirler de, mûcize beklentisiyle gaipten haber verilmesini isterler:
    [1] “Melekût” kelimesi hakkında bilgi için bk. En‘âm 6/75.Ömer Çelik Tefsiri
    مَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَلَا هَادِيَ لَهُۜ وَيَذَرُهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ ﴿١٨٦﴾
    Meal 186: Allah kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek kimse yoktur. Allah onları kendi hallerine terk eder de, azgınlıkları içinde şaşkın şaşkın bocalayıp dururlar.
    Tefsir:Allah Teâlâ’nın nihâyetsiz kudret ve azametini idrak edip, âyetlerine inanmak, gönderdiği peygamberleri tasdik ederek onlara uymak için şu hususlara ibretle bakmak ve onları düşünmek yeterlidir:
    › Göklerin ve yerin melekûtu[1]; bunların yaratılışı ve idare edilişinde tecelli eden sonsuz ilâhî kudret, rubûbiyet, saltanat ve tasarruf akışlarına ibretle bakmak. Nitekim Ebû Muhammed Tüsterî şu ikazda bulunur:
    “Bu âlemin ötesinde bir melekût âlemi vardır. Halkın orayı görmekten ve oraya ulaşmaktan yana perdeli olmasına sebep şu iki şeydir:
    Birincisi; Allah’ın haram kıldığı şeyleri yemek,
    İkincisi; Allah’ın yarattığı halka eziyet.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 259)
    › Cenâb-ı Hakk’ın zerreden küreye; atomdan, nötron, proton ve elektrondan gezegen, yıldız ve güneşe; en küçük hücreden insana; bakteriden, böcekten, karıncadan file; sebze ve meyvelerden binbir çeşit bitki ve ağaçlara, görünenden görünmeyene kadar yarattığı her varlık hakkında; orada tecelli eden ilâhî ilim, kudret ve sanatın üzerinde incelemede bulunmak.
    › Her fert ve toplumun, ister küçük kıyâmet sayılan ölüm veya helak ile, ister büyük kıyametle ecelinin yaklaştığının farkında olması; bu hususta daha önce helak olup giden fert ve toplumlardan ibret alması; ömür sermayesini iyi kullanıp, tevbe ve amel-i sâlihe yönelmesi. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
    “İnsanların hesap verme vakti iyice yaklaştı; fakat onlar hâla koyu bir gaflet ve umursamazlık içinde gerçeklerden inatla yüz çeviriyorlar.” (Enbiyâ 21/1)
    “İnsanların hesap verme vakti iyice yaklaştı; fakat onlar hâla koyu bir gaflet ve umursamazlık içinde gerçeklerden inatla yüz çeviriyorlar.” (Enbiyâ 21/1)
    “Kıyâmet yaklaştı ve ay yarıldı.” (Kamer 54/1)
    Hâsılı akl-i selim ile bunlar üzerinde düşünen insan, Allah’ı tanıma ve O’na teslim olma imkânı bulacaktır. Böylece iman etmeye değer yegâne sözün ancak Kur’an olabileceğini kavrayacak; onun dışındaki bâtıl sözlere gönül kaptırmayacaktır.
    Âyetlerde yer alan bu ikazların hedefi, şüphesiz insanları hidâyete; itikat, ibâdet, ahlâk ve muâmelatta en doğru ve en güzel olana ulaştırmaktır. Fakat insanlar bu ilâhî davete şânına yaraşır şekilde icâbet etmez, gösterilen istikamette yürümez, hatta bunu ısrar ve inatla reddederlerse, kendi elleriyle kendilerini sapıklık çukuruna atmış olurlar. Bu zihniyette devam ettikleri sürece de onları kurtarıp doğru yola eriştirecek kimse bulunamaz.
    İşte bu yapıdaki ahmaklar, içinde bocaladıkları şaşkınlık yüzünden, önlerine serilmiş binlerce ilâhî mûcizeyi görmezlikten gelirler de, mûcize beklentisiyle gaipten haber verilmesini isterler:[1] “Melekût” kelimesi hakkında bilgi için bk. En‘âm 6/75.
    يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ السَّاعَةِ اَيَّانَ مُرْسٰيهَاۜ قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّ۪يۚ لَا يُجَلّ۪يهَا لِوَقْتِهَٓا اِلَّا هُوَۜ ثَقُلَتْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ لَا تَأْت۪يكُمْ اِلَّا بَغْتَةًۜ يَسْـَٔلُونَكَ كَاَنَّكَ حَفِيٌّ عَنْهَاۜ قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ ﴿١٨٧﴾
    Meal 187: Rasûlüm! Sana kıyâmetin ne zaman kopacağını soruyorlar. Şöyle de: “Onun ilmi sadece Rabbimin yanındadır; zamanı gelince de onu ortaya çıkaracak olan sadece O’dur. Onun ağırlığına ne gökler dayanabilir, ne de yer. O, beklemediğiniz bir anda sizi ansızın yakalayacaktır.” Sanki onun vaktini araştırıp da öğrenmişsin gibi sana ısrarla soruyorlar. De ki: “Onun ilmi sadece Allah katındadır, fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmezler.”
    Tefsir:Âyetin iniş sebebi hakkında iki rivayet nakledilir:
    › Bir grup yahudi Peygamber (s.a.s.)’e gelip: “Eğer peygamber isen bize kıyametin ne zaman kopacağını haber ver. Çünkü biz, onun ne zaman kopacağını biliyoruz” dediler ve bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 231)
    › Diğer rivayete göre ise soranlar yahudiler değil, Mekke müş‏rikleridir. Gelip, “Ey Muhammed, biliyorsun aramızda akrabalık bağı var. Bize gizlice söyle, kıyamet ne zaman kopacak?” demiş‏lerdi. Onların bu istekleri üzerine bu âyet-i kerîme indi‏. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 231)
    Âyette iki kez “Sana soruyorlar” (A‘râf 7/187) ifadesinin geçmesi, bir anlamda bu iki iniş sebebine işaret sayılabilir. Burada kıyâmetin ismi اَلسَّاعَةُ (saat) olarak geçmektedir. Arapçada “saat”, bizdeki meşhur olan şekliyle altmış dakikalık bir zaman dilimi değil, saniyeyi hatta saliseyi bile ifade eden bir kelimedir. Kıyametin göz açıp kapamadan her an kopabileceğini haber vermek için bu kelime özellikle seçilmiştir. Nitekim kıyametin ansızın kopacak bir büyük olay olduğu bu ayette beyân edildiği gibi, bu durum şu âyet-i kerîmede daha net belirtilir:
    “…Kıyâmetin kopması ise başka değil ancak bir göz kırpması süresi, hatta ondan daha kısa bir zaman içinde olup bitecektir. Şüphesiz ki Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Nahl 16/77)
    Kıyâmet gerçekten son derece dehşetli bir hadisedir. Kâinatın yıkımıdır. Kur’ân-ı Kerîm kıyâmet üzerinde çok durmakta; kalpleri yerinden sökecek, akılları durduracak dehşetteki kıyâmet sahnelerini, canlı ve hareketli manzaralar halinde takdim etmektedir. Gerçekten o, göklere yere ağır gelen; ağırlığı hepsinin tahammülünün dışında ve dayanılmaz boyutta olan bir durumdur. Gelince onun şiddetine ne gökler ne de yer dayanabilir. Onun dehşetiyle, Allah’ın diledikleri hariç, gökte ve yerde kim varsa hepsi bayılır, ölür giderler. (bk. Zümer 39/68) O gün yer başka bir yerle, gökler başka göklerle değiştirilir. (bk. İbrâhim 14/48) Fakat onun vuku bulacağı vakti sadece Allah Teâlâ bilmektedir. Peygamberimiz dâhil, kullarından hiç kimseye bu sırrı bildirmemiştir. Bu gizlilik, onun dehşetini bir kat daha artırmaktadır.
    Bu bakımdan Peygamber’in görevi, işi olmayan şeylerle uğraşmak değil, belirlenen çerçevede tebliğ, irşat, uyarı ve müjdeleme vazifesini yerine getirmektir:
    Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

    قُلْ لَٓا اَمْلِكُ لِنَفْس۪ي نَفْعًا وَلَا ضَرًّا اِلَّا مَا شَٓاءَ اللّٰهُۜ وَلَوْ كُنْتُ اَعْلَمُ الْغَيْبَ لَاسْتَكْثَرْتُ مِنَ الْخَيْرِۚ وَمَا مَسَّنِيَ السُّٓوءُ اِنْ اَنَا۬ اِلَّا نَذ۪يرٌ وَبَش۪يرٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ۟ ﴿١٨٨﴾
    Meal 188: De ki: “Allah dilemedikçe kendim için ne bir faydaya ne de bir zarara gücüm yetebilir. Eğer gaybı bilseydim, elbette bundan bol bol faydalanırdım ve başıma hiçbir kötülük de gelmezdi. Fakat, ben ancak iman edecek kimseler için bir uyarıcı ve müjdeciyim.”
    Tefsir:
    Mekkeliler “Ey Muhammed, Rabbın fiyatlar ucuz iken sana haber vermez mi ki yükselmeden satın alıp kâr edesin. Kuraklık ve kıtlık vereceği yeri sana haber vermez mi ki oradan bolluk ve bereket verdiği yere gidesin” dediler de bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s.232)
    Resûlullah (s.a.s.), kendisine vahiy gelen bir insandı. (bk. Kehf 18/110) Cenâb-ı Hak, zaman zaman “Rasûlüm, söyle!” hitabıyla kendisinin beşer bir peygamber olduğunu; vazifesinin Allah’ın buyruklarını insanlara ulaştırmak, onları ebedi azapla korkutup sonsuz nimetlerle müjdelemek olduğunu; bunun dışında kendisine gaybı bilmek gibi beşer üstü bir kısım özellikler izafe edilmesinin doğru olmadığını; bilgi ve tasarrufunun, kabiliyet ve imkânlarının, diğer insanlarda olduğu gibi, ancak Allah Teâlâ’nın müsaade buyurduğu sınırlar içinde geçerli olduğunu söylemesini ister. Bunun dışında kendiliğinden bir fayda sağlamaya veya bir zararı gidermeye muktedir olmadığını; eğer gaybı bilebilseydi, kendine dokunacak zararlara, kötülüklere engel olup, gelecek iyilikleri artırma cihetine gitmesinin mümkün olabileceğini belirtir. Dolayısıyla, âyette kendisine söylemesi emredilen bu sözle Efendimiz, bir taraftan peygamberin kimliği hakkında net bir çerçeve çizerken, diğer taraftan Allah’a olan gönül bağlılığını beyân ederek, aslında, insanın Allah kar­şısında sahip olması gereken kulluk şuuru hususunda da örnek bir davranış sergilemektedir.
    Nitekim onun, insanları bu istikâmette irşad etmek üzere Rabbinden getirdiği mesajların özü şudur:

  • Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 169-178Datum08.03.2024 07:24
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 169-178
    فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ وَرِثُوا الْكِتَابَ يَأْخُذُونَ عَرَضَ هٰذَا الْاَدْنٰى وَيَقُولُونَ سَيُغْفَرُ لَنَاۚ وَاِنْ يَأْتِهِمْ عَرَضٌ مِثْلُهُ يَأْخُذُوهُۜ اَلَمْ يُؤْخَذْ عَلَيْهِمْ م۪يثَاقُ الْكِتَابِ اَنْ لَا يَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّ وَدَرَسُوا مَا ف۪يهِۜ وَالدَّارُ الْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ يَتَّقُونَۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ ﴿١٦٩﴾
    Meal 169: Derken onların ardından hayırsız bir nesil türedi ve Tevrat onların eline geçti. Ama onlar bu kitabın âyetlerini şu dünyanın geçici ve değersiz geçimliğine değişir, tam bir aldanmışlık içinde “Allah’ın sevgili kulları olarak nasıl olsa bağışlanacağız!” derler. Aynı şekilde yine meşrû olmayan bir kazanç zuhur etse onu da almaktan çekinmezler. Peki onlardan, Allah hakkında doğru olandan başka bir şey söylemeyeceklerine dair o kitap gereğince sağlam bir söz alınmamış mıydı? Evet, alınmıştı. Üstelik kendileri de kitapta olanları okuyup öğrenmişlerdi. Şunu bilin ki, âhiret yurdu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?
    Tefsir:Dünyanın her bir tarafına dağılan yahudilerin çocuklarından, daha hayırsız, değersiz ve âdi bir nesil onların yerine geçti. Tevrât, öncekilerden bunlara miras kaldı. Okumasını ve yazmasını öğrendiler. Eğitim, öğretim, fetvâ ve hüküm verme; Tevrat’tan istifadeyle Allah adına söz söyleme mevkilerini ele geçirdiler. Kendileri kitabın muhtevâsına göre yaşamadıkları gibi, üstelik onu geçici dünya menfaatini kazanmada alet olarak kullanıyorlardı. Azıcık bir dünya menfaati karşılığında Allah’ın âyetlerini yanlış yorumluyor ve tahrif ediyorlardı. Bunun büyük bir günah olduğunu bilseler de, Allah’ın yakınları, sevgilileri oldukları kuruntusuyla, “Nasıl olsa bağışlanacağız” diyorlar, samimi bir tevbeye yanaşmıyorlardı. Bu sebeple rüşvet veya faiz ne bulurlarsa her seferinde alıyorlar, kitabı da bunun için vasıta olarak kullanmaktan çekinmiyorlardı. Halbuki onlardan, okudukları o kitapta da açıkça beyân edildiği gibi, Allah adına yalan söylememeleri, ancak doğru olanı söylemeleri hususunda sağlam bir söz alınmıştı. Onlar bu bilgileri okumuşlar, öğrenmişler ve çocuklarına da öğretmişlerdi. Bugün inkâr ettikleri bütün o gerçekleri; Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ile ilgili müjdeleri ve nasıl takvâ sahibi olunacağı ile alakalı tâlimatları çok iyi biliyorlardı. Fakat bu doğru bilgilere göre hareket etmek hiç de işlerine gelmiyordu. Bu yüzden yanlış yollara sapıyorlardı. Âhiret yurdunun öyle haksız kazançlardan ve diğer günahlardan uzak duran takvâ sahipleri için daha hayırlı olduğunu unutuyorlardı. Eğer akıllarını kullansalardı bunu anlayabileceklerdi.
    Bu âyet-i kerîme, her ne kadar Tevrat’ı dünya menfaati için yanlış bir şekilde kullanan yahudileri kınamakta ise de, âyetin mesajı bütün insanları ve özellikle de Peygamberimiz (s.a.s.)’den sonra Kur’an’a vâris olan müslümanları yakından ilgilendirmektedir. Çünkü Allah’ın âyetlerini az bir pahaya satmak, rüşvet ve faiz almak gibi haramlar işleyip sonra da “Nasıl ol­sa Allah affeder” şeklinde boş kuruntulara kapılmak, sadece yahudilere mahsus bir hastalık değildir. Günümüzde bir takım müslümanların da bu şekilde günahlar işledikleri görülmektedir. Hem ilâhî emir ve yasaklar istikâmetinde yaşamak sadece yahudilerden istenen bir sorumluluk değil, bütün müslümanların da en mühim vazifesidir. Buna göre:
    وَالَّذ۪ينَ يُمَسِّكُونَ بِالْكِتَابِ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَۜ اِنَّا لَا نُض۪يعُ اَجْرَ الْمُصْلِح۪ينَ ﴿١٧٠﴾
    Meal 170: Kitaba sımsıkı sarılanlar ve namazı dosdoğru kılanlara gelince, şüphesiz ki biz, hem kendilerinin, hem de toplumun ıslahına adanmışların mükâfatını asla zâyi etmeyiz.
    Tefsir:Âhiret yurdu kendileri için daha hayırlı olan takvâ sahipleri, Allah’ın hidâyet rehberi olarak gönderdiği kitabın buyruklarına sımsıkı sarılan, onu hayatının her alanına ulaştıran, o kitap muhtevasında diğer ibâdetlere devamla birlikte, özellikle namazı dosdoğru kılmaya itina gösteren kimselerdir. İşte bunlar hem kendi hallerini ıslah eden, hem de başkalarını ıslaha çalışan olgun kimselerdir. Allah Teâlâ, bu şekilde hep iyilik ve ıslah yolunda çalışan kullarının ecrini asla zayi etmeyecek; onlara bol bol ihsanda bulunacaktır. Ameldeki ihlas ve titizliklerinin derecesine göre bire on, bire yüz, bire yedi yüz ve daha fazla olmak üzere onlara kat kat mükâfâtlar verecektir.
    Kitaba sımsıkı sarılmakla alakalı bir misal olmak üzere Hasan Basrî (k.s.)’un ashâb-ı kirâm hakkındaki şu müşahedesi câlib-i dikkattir: “Bedir savaşına katılmış yetmiş sahâbî gördüm. Onlar helâllerden, sizin haramlardan sakındığınızdan daha çok sakınırlar; belalara, sizin iyiliklere sevinmenizden daha çok sevinirlerdi. Siz onları görseydiniz deli derdiniz. Onlar, sizin en hayırlılarınızı görselerdi, «Bunların herhalde âhiretten hiç nasibi yok» derlerdi. Şerlilerinizi görselerdi, onların hesap gününe inanmadıklarına hükmederlerdi. Kendilerine, helâl olan şeylerden verilmek istense, kalplerinin bozulması korkusuyla almazlardı.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 345)Şimdi kitabın emirlerine sıkı sarılmayan yahudilere, daha önce tâbi tutuldukları bir imtihan hatırlatılmaktadır:
    وَاِذْ نَتَقْنَا الْجَبَلَ فَوْقَهُمْ كَاَنَّهُ ظُلَّةٌ وَظَنُّٓوا اَنَّهُ وَاقِعٌ بِهِمْۚ خُذُوا مَٓا اٰتَيْنَاكُمْ بِقُوَّةٍ وَاذْكُرُوا مَا ف۪يهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ۟ ﴿١٧١﴾
    Meal 171: Bir zamanlar o dağı yerinden sökerek üzerlerine sanki bir gölgelik gibi kaldırmıştık da onun başlarına düşüvereceğini sanmışlardı. Biz de onlara şöyle demiştik: “Size verdiğimiz kitaba bütün gücünüzle sarılın ve içindeki kanun, irşat ve tavsiyeleri belleyip aklınızdan kesinlikle çıkarmayın. Belki böylece Allah’a karşı gelmekten ve O’nun azabına uğramaktan sakınırsınız.”
    Tefsir:Tevrat hükümleri oldukça ağır ve zor olduğundan dolayı yahudiler bunu kabule yanaşmamışlar, Allah Teâlâ da onları bunu kabule mecbur tutmak için dağı yerinden sökerek bir gölgelik gibi üzerlerine kaldırmıştı. (bk. Bakara 2/63)
    Burada bu kıssanın hatırlatılmasındaki hikmet şudur: Allah’ın hükmüne ve kudretine karşı koymak mümkün değildir. Gönül rızâsıyla O’na itaat etmeyenler, nihayet zorla boyun eğmeye mecbur kalacaklardır. Bu açıdan dağın yerinden sökülüp bir gölgelik gibi üzerlerine sarkıtılması gibi o dayanılması mümkün olmayan zorlama ve baskı mûcizesinin hükmünü unutmamak lazım gelir. Çünkü o ve onun gibi ilâhî baskılar; deprem, heyelan, tufan, yanardağ patlaması ve yangın gibi büyük musibetler her zaman vuku bulabilmektedir. Buna göre esas akıllılık, o duruma düşmeden, hürriyet içinde ve gönül rızâsıyla hakkın emrine boyun eğmek ve kitabın ahkâmına sarılmaktır. İnsanların her günah ve isyanlarına mukâbil dağlar yerinden oynamasa da, her vakit Hz. Mûsâ’nın mûcizesi gibi bir mûcize olmasa da, Allah’ın emrini tanımayan ve hakkın koyduğu ahkam ile mücadele etmek sevdasında bulunanlar, Allah Teâlâ’nın, her zaman için dağlar kadar belaları insanların başına yıkabilecek bir kudret ve kuvvete sahip olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdırlar. Cenâb-ı Hak mühlet verir, fakat ihmal etmez. Zaman zaman hem kelâmî hem de kevnî olarak ikaz ve inzar da bulunarak intibaha davet eder. Bunlardan gerekli dersleri çıkarıp doğru yola gelmeyenleri ise ebedî azabına uğratır. Şu âyet-i kerîme ne kadar inzar yüklü ve kalpleri sarsıcı mâhiyettedir:
    “Rasûlüm! Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah onları cezalandırmayı, dehşetten gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne ertelemektedir.” (İbrâhim 14/42)Bu ilâhî gerçekleri gönlümüzde canlı tutabilmek için Rabbimizle yaptığımız şu fıtrî misaka dikkatlerimizi çevirmemiz gerekir:
    وَاِذْ اَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَن۪ٓي اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَاَشْهَدَهُمْ عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْۚ اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۜ قَالُوا بَلٰىۚۛ شَهِدْنَاۚۛ اَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّا كُنَّا عَنْ هٰذَا غَافِل۪ينَۙ ﴿١٧٢﴾
    Meal 172: Hani Rabbin Âdem oğullarının bellerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine şâhit tutarak: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuştu. Onlar da: “Evet, şâhitlik ederiz ki sen bizim Rabbimizsin” demişlerdi. Böyle yaptık ki kıyâmet günü: “Doğrusu bizim bundan haberimiz yoktu!”demeyesiniz.
    اَوْ تَقُولُٓوا اِنَّمَٓا اَشْرَكَ اٰبَٓاؤُ۬نَا مِنْ قَبْلُ وَكُنَّا ذُرِّيَّةً مِنْ بَعْدِهِمْۚ اَفَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ الْمُبْطِلُونَ ﴿١٧٣﴾
    Meal 173: Veya: “Çok önceden beri atalarımız Allah’a şirk koşmuşlardı; biz de onların ardından gelip yapabileceği başka bir şey olmayan bir nesil idik. Şimdi kalkıp, o bâtıl şirk yolunu başlatanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin?” şeklinde bir mazerette bulunmayasınız.
    وَكَذٰلِكَ نُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ وَلَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ ﴿١٧٤﴾
    Meal 173: 174: İşte biz âyetleri böyle detaylı bir şekilde açıklıyoruz ki, belki onlar doğru yola dönerler.
    Tefsir: Allah Teâlâ ile Âdem oğulları arasında cereyan eden bu ahitleşmeyi ve Allah’ın onları rubûbiyetine şâhit tutmasını hem hakîki hem de temsilî mânada anlamak mümkündür.
    Hakiki mânaya göre; Allah Teâlâ dünyayı yaratmadan önce dünyaya gelecek olan bütün in­sanların ruhlarını “Elest Bezmi” diye meşhur olan ruhlar âleminde bir araya getirerek onları kendi varlığına şâhit tutmuştur. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” süaline “Evet!” cevabını alarak, kendisinin onların rabbi olduğunu yine onlara ikrar ettirmiştir. Böylece kendisi ile dünyaya gele­cek bütün insanlar arasında Rab-kul ilişkisi bağlamında bir sözleşme yapmıştır. Ayrıca bu sözleşmeye bizzat kendilerini şâhit tutmuş veya bizzat kendisi ve melekleri bu sözleşmeye şâhit olmuşlardır. Nitekim, “Allah, adâleti ayakta tutarak, kendisinden başka hiçbir ilâhın olmadığına bizzat şâhittir. Ayrıca bütün melekler ve kendilerine ilim verilmiş olanlar da tam bir doğruluk, adâlet ve hakkâniyet içinde aynı gerçeğe şâhittirler” (Âl-i İmran 3/18) âyeti bu şâhitliğe işaret etmektedir. Günümüzde genetik ilmi, bütün insanların aslını teşkil eden genlerin, babaları Hz. Âdem’in sulbüne rahatlıkla sığabileceğini söylemektedir. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın rûhlar âleminde bu ilk ahdi almasına ve bizlerin de “kalû belâ”dan beri müslüman olmamıza bir mâni gözükmemektedir.
    Tasavvuf erbâbı âlimler de bu hakiki mâna üzerinden hareket ederek âyet-i kerîmede şu işaretlerin olduğunu söylemişlerdir:
    “Yaratılmışların alması, mevcut olan bir şeyden mevcut olan bir şeyi almak şeklindedir. Yaratanın alması ise bazan yok olan bir şeyi, yokluktan almak şeklinde olur. Nitekim “Daha önce de, sen hiçbir şey değilken, seni yoktan ben yaratmıştım” (Meryem 19/9) ayeti bu türlü bir almaya delâlet eder. Bazan de yok olan bir şeyi, yine yok olan bir şeyden almak şeklinde olur. Nitekim “Rabbin Âdem oğullarının bellerinden zürriyetlerini almıştı” (A‘râf 7/172) ayeti sözü edilen ikinci almaya örnek verilebilir. Çünkü ayette bahsedilen “alma” zamanında Âdemoğulları, onların belleri ve zürriyetleri yoktu. Allah Teâlâ kemâl-i kudretiyle onların kıyamete kadar vücuda gelecek olan, fakat o anda yok bulunan zürriyetlerini, yok olan Âdem oğullarının yok olan bellerinden almış ve onları o anda var ederek içinde bulundukları duruma uygun bir vücut vermiştir.
    Allah Teâlâ, Âdem (a.s.)’ın belinden çocuklarının zerrelerini, çocukların bellerinden de kıyamete kadar gelmesi mukadder olan zürriyetlerinin zerrelerini çıkardığı zamanda ruhlar, üç saf halinde dizilmiş bir ordu gibiydi: Birinci saf, hayırda önde olanların ruhlarıdır. İkinci saf, amel defterini sağ taraftan alacakların ruhlarıdır. Üçüncü saf ise amel defterini sol taraftan alacakların ruhlarıdır. Babalarının bellerinden alınan zerreler, kendilerine ait ruhlar ile aydınlanıp rabbânî bir vücudla ruhânî vücud elbisesini giydiler. Kulaklar, gözler ve kalpler de ruhânî bir örtüye büründüler.
    Sonra Hak Teâlâ onlara: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurdu. Hayırda önde olanlar, Allah Teâlâ’nın bu hitabını nûrânî ve ruhânî bir kulakla dinleyip nûrânî gözlerle O’nun cemâlini müşâhede ettiler. O’nu, O’na vuslat arzusuyla nurlanmış rabbânî ve ruhânî bir kalple sevdiler. Bu sevgi üzere O’nun: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna icâbet ederek: “Evet, sen bizim mahbûbumuz ve mabûdumuz olan Rabbimizsin. Senin mahbûbiyetine ve rubûbiyetine şâhid olduk” dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ onlardan, sadece kendisini sevip kulluk etmeleri hususunda söz aldı. Amel defterini sağ taraftan alanlar, Hak Teâlâ’nın hitabını ruhânî bir kulakla işitip ruhânî gözlerle O’nun celâlinin ruhâniyetini gördüler. İlâhî ve rabbânî bir kalple O’na inanıp kulluk üzere davetine icâbette bulunarak: “Evet, sen bizim taptığımız, kulluk ettiğimiz Rabbimizsin. İşittik, itaat ettik” dediler. Allah Teâlâ da onlardan, sadece kendisine kulluk etmeleri hususunda söz aldı. Amel defterini sol taraftan alanlar ise Hak Teâlâ’nın hitabını ruhânî bir kulakla izzet perdesinin arkasından işittiler. Kulaklarında gaflet ağırlığı, gözlerinde şekavet perdesi, kalplerinde ise mihnet mührü vardı. Hak Teâlâ’nın buyruğuna mecbûren icâbet edip: “Evet, sen bizim Rabbimizsin. Fakat biz bunu istemeyerek işittik” dediler. Allah Teâlâ da, kendisine kulluk etmeleri için onlardan söz aldı. Şimdi iman ve küfür bakımından insanlar arasında var olan farklılıklar, onlara verilen rabbânî ve ruhânî istîdatların farklılığından kaynaklanmaktadır.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 351)
    Temsilî mânaya göre ise; Allah Teâlâ insanı fıtrat olarak Rabliğini kabul edecek şekilde yaratmıştır. Ona hissetme, düşünme, akletme, idrak ve iman etme özelliklerini vermiştir. Ayrıca hem insanın varlığına hem de kâinata pek çok deliller koyup, insanın bunlara bakarak kendi Rabliğini tanımasına imkân hazırlamıştır. İşte sözleşmeden murat budur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buna benzer temsilî anlatımlar vardır. Şu ayette yer alan: “Bundan başka, gaz halinde olan göğe yöneldi. Hem ona, hem de yeryüzüne: «İsteseniz de istemeseniz de gelin!» buyurdu. İkisi de: «İsteyerek geldik» dediler” (Fussılet 41/11) şeklindeki konuşma bunlardan biridir.İster hakiki ister temsilî olsun yapılan bu sözleşmenin ve alınan bu ahdin hikmeti, insana kulluk mesuliyetini hatırlatmak; kıyâmet günü, “bizim böyle bir şeyden haberimiz yoktu” veya “bâtıl yola sapmış müşrik bir toplumun içinde dünyaya geldik, böyle dinî hakîkatlerin farkında bile olamadık” şeklinde mazeretler ileri sürmesine mâni olmaktır. Allah Teâlâ’ya karşı samimi bir kulluk sorumluluğu olduğu ve hiçbir kimsenin diğerinin günahından sorumlu olmayacağı şuurunu, ilâhî kudret elinden kendine has müstesnâ bir güzellikle varlık sahasına çıkan her bir insanın aklına tek tek yerleştirmektir. Âyetlerin böyle açık ve anlaşılır bir şekilde beyân edilmesinin hedefi de yine insanın taklidi bırakıp tahkike ermesine, gittiği yanlış yolları terk edip doğru yola dönmesine ve Allah’a yönelmesine yardımcı olmaktır.
    Ancak Allah’ın âyetlerine kulak verip doğru yolu bulanlar da, bu nimetin kıymetini bilmeli, var gücüyle buna şükretmeye çalışmalı ve tekrar küfre dönmek gibi kötü bir sonuçtan Allah’a sığınmalıdır. Anlatılan şu kıssa, bu konuda ne ibretli bir misâldir:
    وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ الَّذ۪ٓي اٰتَيْنَاهُ اٰيَاتِنَا فَانْسَلَخَ مِنْهَا فَاَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ فَكَانَ مِنَ الْغَاو۪ينَ ﴿١٧٥﴾
    Meal 175: Rasûlüm! Onlara şu kimsenin ibret verici haberini anlat: Biz ona âyetlerimizi vermiştik. Fakat o, gurura kapılarak, âyetlerimizden sıyrılıp çıktı. Böylece şeytan onu kandırıp peşine taktı. Sonunda yolunu yitirip azgın sapıklardan biri hâline geldi.
    وَلَوْ شِئْنَا لَرَفَعْنَاهُ بِهَا وَلٰكِنَّهُٓ اَخْلَدَ اِلَى الْاَرْضِ وَاتَّبَعَ هَوٰيهُۚ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ الْكَلْبِۚ اِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ اَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثْۜ ذٰلِكَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَاۚ فَاقْصُصِ الْقَصَصَ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ ﴿١٧٦﴾
    Meal 176: Eğer dileseydik, onu âyetlerimiz sâyesinde yüceltirdik; fakat o dünyaya saplandı ve nefsinin isteklerine uydu. Onun hâli, köpeğin hâline benzer ki, üzerine varıp kovalasan da dilini çıkarır solur, kendi hâline bıraksan da solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan bir toplumun hâli böyledir. Sen kendilerine bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.
    سَٓاءَ مَثَلًاۨ الْقَوْمُ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَاَنْفُسَهُمْ كَانُوا يَظْلِمُونَ ﴿١٧٧﴾
    Meal 177: Âyetlerimizi yalanlayan ve bizzat kendilerine zulmedip duran bir toplumun hâli gerçekten ne kötüdür!
    مَنْ يَهْدِ اللّٰهُ فَهُوَ الْمُهْتَد۪يۚ وَمَنْ يُضْلِلْ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ ﴿١٧٨﴾
    Meal 178: Allah kimi doğru yola erdirirse, işte doğru yolu bulan kimse odur. Kimi de saptırırsa, işte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir.
    Tefsir:Bu ayetlerde şöyle bir insan tipinden bahsedilmektedir: O insana Allah Teâlâ ayetlerini veriyor; tevhidinin delillerini gösteriyor, kendi keremiyle donatıyor, ilmiyle hilafet bahşediyor, hidâyet ve yücelmenin bütün yollarını, en mükemmel fırsatlarını ona ihsan ediyor. Fakat o bunların hepsini tamamen bir kenara bırakıyor, koyunun derisinin yüzülmesi gibi hepsinden sıyrılıp çıkıyor. Şeytan onu kendine uyduruyor, böylece sapıklardan oluyor. Allah dilese onu, kendisine verdiği bu ayetlerle, bilgilerle yükseltmeğe kadirdir. Fakat o zelil kişi bu delillere itibar etmiyor, kendisini yüce ufuklara yükseltecek bütün vesileleri elinin tersiyle bir tarafa itiyor, nefsinin arzularına uyuyor ve yere saplanıyor, çamurlara batıyor.
    Bahsedilen bu kimsenin Hz. Mûsâ zamanında İsrâiloğulları âlimlerinden Bel‘am b. Ebr veya Kenanîlerden Bel‘am b. Ba‘ûra isminde birisi olduğuna yahut Araplardan Ümeyye b. Ebî Salt Sekafî olduğuna; bu ayetin de bunlardan biri hakkında indiğine dair bazı rivayetler vardır. Bel’am bir kısım ilâhî kitaplar hakkında bilgisi olan duası kabul olunur bir veli iken Arz-ı Mukaddes’e girerken Hz. Mûsâ’nın veya Yuşa’nın karşısında dünya sevgisiyle zalimlere tarafdarlık etmişti. Mekke’nin önde gelen şairlerinden olan ve şiirlerinde sıkça mânevî hususlara temas eden Ümeyye de bir kısım ilâhî kitapları okumuş, bir peygamber geleceğine kanaat getirmiş ve fakat onun kendisi olabileceğini düşünmüş, o sırada Resûlüllah (s.a.s.) gönderilince hasedinden küfre sapmıştı. Diyebiliriz ki asıl kıssa, Bel’am’ın olduğu halde ayetin iniş sebebi Ümeyye b. Ebi Salt olmuştur. (Fahreddin er-Râzî,Mefâtîhu’l-gayb, XV, 54) Fakat ayetin nüzûl sebebi hususi olsa da mânası, bu durumda olan herkese şamildir.
    Allah Teâlâ böyle bir insanın durumunu çok dikkat çekici bir misalle şöyle canlandırmaktadır:
    Karşımızda yere saplanmış, çamura batmış, üstü başı çamurla iyice sıvanmış perişan bir adam bulunmaktadır. Çamurun içinde kıvranıyor, kıvrandıkça batıyor, battıkça perişanlığı artıyor. Sonra bir de bakıyoruz ki bu adam şekil değiştiriyor, köpek suretine giriyor. Şimdi karşımızda her tarafı pis ve kirli adi bir köpek dilini sarkıtmış soluyor. Kovduğunuz zaman da soluyor, kovmadığınız ve kendi haline bıraktığınız zaman da soluyor. İşte Allah’ın ayetleri kendilerine verildiği, gözlerine, iz’an ve idraklerine sunulduğu halde ondan uzaklaşan, yeryüzünün çamurlarına saplanıp ilâhî ayetlerden sıyrılan, heva hevese tabi olan, ne ilk ahdi tutan ne de doğru yolu gösteren ayetlere bağlanan, dolayısıyla şeytanı dost edinip Allah’ın muhafazasından kovulan herkesin durumu işte bu soluyan köpeğin durumu gibidir. Bunlar hiçbir zaman rahat yüzü görmezler, huzur nedir bilmezler, sükûnet ve karara eremezler. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, III, 1396-1397)
    Dikkat edilirse, benzetmenin bütün köpeklere değil sadece soluyan köpeklere yapıldığı görülür. Bu benzetmeden maksat şöyle izah edilebilir:
    Soluyan her canlı ya yorgunluğundan veya susuzluğundan dolayı soluduğu halde soluyan köpek böyle olmayıp, yorgun veya rahat, susuz veya değil her halükarda solur. Çünkü bu onun huyudur; bir ihtiyaçtan dolayı değil, o adi huyundan dolayı solur. İşte Allah, kendisine ilim ve din nasip ettiği bir kimseyi, insanların mallarının kirlerine bulaşmaktan zengin kılmış olur. Sonra o kimse kalkar, dünya peşine düşer, kendisini onun içine atarsa bunun durumu, aynen ihtiyaç ve zaruretten dolayı değil de sırf kötü nefsinden, adi huyundan ötürü çirkin işlere devam eden o soluyucu köpeğin durumu gibi olur.Ömer Çelik Tefsiri

  • Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 158-168Datum07.03.2024 07:46
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 158-168

    قُلْ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنّ۪ي رَسُولُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْ جَم۪يعًاۨ الَّذ۪ي لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ يُحْي۪ وَيُم۪يتُۖ فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهِ النَّبِيِّ الْاُمِّيِّ الَّذ۪ي يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَكَلِمَاتِه۪ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ ﴿١٥٨﴾
    Meal 158: Rasûlüm! Bütün insanlara ilan et: “Ey insanlar! Şüphesiz ben Allah’ın, sizin hepinize gönderilmiş peygamberiyim. O Allah ki, göklerin ve yerin mülkiyeti ve hâkimiyeti O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur; hayat verir ve öldürür. O halde Allah’a iman edin; Allah’a ve O’nun bütün sözlerine, kitaplarına inanan o Ümmî Peygamber'e de iman edip ona uyun ki doğru yolu bulasınız.”
    Tefsir:Bu âyet-i kerîme, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’in risâletinin, diğer peygamberlerin aksine bir kavme veya bir bölgeye hususi değil, bütün insanları, cinleri ve bütün çağları içine alacak şekilde umûmî olduğunu gösteren açık beyânlardan biridir. (bk. Sebe’ 34/28) Bu âyetle ayrıca bazı yahudilerin, “Muhammed gerçekten peygamberdir, ama sadece Araplar’ın peygamberidir; yahudilere gönderilmemiştir” tarzındaki iddiaları da reddedilmektedir. Peygamberimiz ve Kur’an geldikten sonra artık bütün eski dinler geçerliliğini kaybetmiş olduğundan, kitap ehli de dâhil olmak üzere herkes, doğru yolu bulup kurtuluşa erebilmek için Allah’a ve peygamberi Hz. Muhammed’e inanıp ona uymaya çağrılmaktadır. Zira cennete ve Allah’a varan yol, Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz’e uymaya bağlıdır. Âyet-i kerîmede: “Rasûlüm! De ki: «Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir»” (Al-i İmrân 3/31) buyrulur. Bu sebeple Resûlullah (s.a.v.)’in izini takip edip onun sünnetine uyan ve onun yolundan yürüyenlerden başkasına Hakk’a varan bütün yollar kapalıdır. Çünkü bütün hayır yolları onun yolundan gidenlere ve sünnetine uyanlara açıktır.
    Allah Resûlü (s.a.s.)’e itaat ve sünnetine uyma hususunda sahâbe-i kirâmın ve sâlih zatların sergilediği çok güzel örnekler vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:
    Muhyiddin İbn Arabi (k.s.) der ki: “Birisi hariç Peygamberimiz’den sâdır olan bütün sünnetleri yerine getirmeye çalıştım. Yapamadığım sünnet şuydu: Resûlullah (s.a.v.) kızı Fatıma’yı Hz. Ali ile evlendirmişti. Onun evinde tekellüfsüz gecelerdi. Benim kız çocuğum olmadığı için bu sünneti işleyemedim.”
    Ahmed b. Hanbel (r.h.) de şöyle demiştir: Bir gün, bir grup insanla beraber bulunuyordum. Onlar soyunup suya girdiler. Ben ise “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse peştemalsiz olarak hamama girmesin” (Tirmizî, Edep 43) hadisiyle amel ederek soyunmadım ve suya girmedim. O gece rüyamda bir adamın bana şöyle dediğini gördüm: “Ey Ahmed, sana müjdeler olsun! Sünnete uygun davrandığın için Allah seni bağışladı ve kendisine uyulacak bir imam kıldı.” Adama: “Sen kimsin?” diye sordum, “Cebrâilim” diye cevap verdi. (bk. Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 329-330)
    Nitekim Hz. Mûsâ’nın kavmi arasında da böyle seçkin kimseler vardı:
    وَمِنْ قَوْمِ مُوسٰٓى اُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِه۪ يَعْدِلُونَ ﴿١٥٩﴾
    Meal 159: Mûsâ’nın kavmi içinde hakkı anlatıp onunla insanlara doğru yolu gösteren ve yine hakka dayanarak doğruluğu ve adâleti uygulayan bir topluluk vardı.
    Tefsir:Hz. Mûsâ’nın kavminin hepsi, yukarıda bir kısım kötü halleri bildirilenler gibi haksız ve zâlim insanlar değillerdi. İçlerinden dinin emirlerine uygun yaşayan, insanları da doğrulukla hak dine davet eden ve insanlar arasında adâletle hükmeden iyiler de vardı. Peygamber Efendimiz’e iman edenler de bu iyilerin halefleridir.İsrâloğulları’ndan kısaca bahsetmek gerekirse:
    وَقَطَّعْنَاهُمُ اثْنَتَيْ عَشْرَةَ اَسْبَاطًا اُمَمًاۜ وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اِذِ اسْتَسْقٰيهُ قَوْمُهُٓ اَنِ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَۚ فَانْبَجَسَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًاۜ قَدْ عَلِمَ كُلُّ اُنَاسٍ مَشْرَبَهُمْۜ وَظَلَّلْنَا عَلَيْهِمُ الْغَمَامَ وَاَنْزَلْنَا عَلَيْهِمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوٰىۜ كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْۜ وَمَا ظَلَمُونَا وَلٰكِنْ كَانُٓوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ ﴿١٦٠﴾
    Meal 160: Biz İsrâiloğulları’nı, Yâkub’un on iki oğlundan türeyen oymaklar hâlinde on iki kabileye ayırdık. Çölde susuz kalıp da kavmi Mûsâ’dan su isteyince ona: “Asanla taşa vur!” diye vahyettik. O da vurur vurmaz taştan on iki pınar birden fışkırıverdi. Böylece her kabile su alacağı yeri öğrendi. Yine çöl sıcağında üzerlerine bulutu gölge yaptık; kendilerine kudret helvası ile bıldırcın eti ikram ettik. “Size verdiğimiz temiz ve helâl rızıklardan yiyin” dedik. Onlar bu nimetleri hiçe saymakla aslında bize bir zarar veremediler, fakat böylelikle sadece kendilerine zulmediyorlardı.
    Tefsir:
    اَلأسْبَاطُ (esbât) kelimesi “torun” mânasına gelen “sıbt” kelimesinin çoğuludur. Burada Hz. Yakub’un on iki oğlundan gelen nesilleri ifade etmek üzere “boy, oymak” mânasında kullanılmıştır. Buna ilâveten “ümmetler” mânasındaki اَلأمَمُ (ümem) kelimesinin getirilmesi ise, bunların sadece birer boy değil, her biri bir ümmet olmak üzere on iki ayrı cemaate ayrıldıklarına işaret eder.
    Tih çölünde susuz kalan İsrâiloğulları, Mûsâ (a.s.)’dan su isterler. Allah’ın emriyle Mûsâ asasını taşa vurur ve oradan on iki pınar fışkırır. Bir kargaşa olmaması için her kabilenin kullanacağı pınar belli olur. (bk. Bakara 2/60) Cenâb-ı Hak onları bulutla gölgelendirir; kudret helvası ve bıldırcın etiyle besler. Fakat onlar bu nimetlerin kıymetini bilemez, nankörlük yapar; zulüm ve haksızlık yolunu tutarlar. Fakat bunun cezasını da yine kendileri çekerler. (bk. Bakara 2/57)
    O İsrâiloğulları ki:
    وَاِذْ ق۪يلَ لَهُمُ اسْكُنُوا هٰذِهِ الْقَرْيَةَ وَكُلُوا مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ وَقُولُوا حِطَّةٌ وَادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّدًا نَغْفِرْ لَكُمْ خَط۪ٓيـَٔاتِكُمْۜ سَنَز۪يدُ الْمُحْسِن۪ينَ ﴿١٦١﴾
    Meal 161: Bir zamanlar onlara şöyle buyurduk: “Şu şehre yerleşin, oradaki nimetlerden istediğiniz gibi yiyin, için. «Günahlarımızı bağışla ey Rabbimiz!» deyip şehrin kapısından alçakgönüllülükle eğilerek girin ki biz de hatalarınızı bağışlayalım. Böyle doğru ve güzel davranışlarda bulunanları fazlasıyla ödüllendireceğiz.”
    فَبَدَّلَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ قَوْلًا غَيْرَ الَّذ۪ي ق۪يلَ لَهُمْ فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِجْزًا مِنَ السَّمَٓاءِ بِمَا كَانُوا يَظْلِمُونَ۟ ﴿١٦٢﴾
    Meal 162: Fakat onlardan zulmedenler, kendilerine söylenen sözü değiştirip başka bir şekle koydular. Biz de, zulmü âdet hâline getirmelerinden dolayı üzerlerine gökten korkunç bir azap indirdik.
    Tefsir:
    Bahsedilen şehir Kudüs veya Erîha’dır. İsrâiloğulları’ndan oraya girip yerleşmeleri, orada istedikleri nimetlerden yiyip içmeleri, bağışlanma dilemeleri ve şehrin kapısından da başlarını eğerek tevâzu içinde girmeleri istenir. Böyle yaptıkları takdirde büyük mükâfatlara nâil olacakları müjdelenir. Fakat onlar bu konuda da haksız davranma yolunu tercih ederler ve gökten üzerlerine inen büyük bir azaba uğrarlar. (bk. Bakara 2/58-59)
    İsrâiloğulları’nın “Ya Rabbi! Affet, günahlarımızı bağışla!” mânasında الحطة (hıtta) değil de bir harf ilâvesiyle arpa dânesi mânasında اَلْحِنْطَةُ (hınta) demeleri ve bu yüzden azaba uğramalarında şöyle bir nükte yer almaktadır: “Onlar, söylemeleri istenen kelimeye bir harf ekleyerek «hıtta» yerine alayvâri bir şekilde «hınta» dediler ve bahsedilen azaba uğradılar. Bu hâdise, dini mevzularda bir ilavede bulunmanın ve bidat çıkarmanın gerçekten ne kadar tehlikeli ve zararlı bir durum olduğunu göstermektedir. Ayrıca söz amelden her bakımdan noksan ve geridedir. Şu halde sözü değiştirmek böyle bir azabı gerektirdiğine göre, fiil ve ameli değiştirmenin ne kadar daha büyük bir cezayı gerektirdiğini düşünmek lazımdır. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 363)
    Şimdi anlatılacak olan “Ashâb-ı Sebt” kıssası, Allah’ın buyruklarına karşı gelmenin dünyada bile nasıl acı sonuçlara sebep olduğunu çok ibretli sahneler halinde gözler önüne serer:
    وَسْـَٔلْهُمْ عَنِ الْقَرْيَةِ الَّت۪ي كَانَتْ حَاضِرَةَ الْبَحْرِۢ اِذْ يَعْدُونَ فِي السَّبْتِ اِذْ تَأْت۪يهِمْ ح۪يتَانُهُمْ يَوْمَ سَبْتِهِمْ شُرَّعًا وَيَوْمَ لَا يَسْبِتُونَۙ لَا تَأْت۪يهِمْۚ كَذٰلِكَ نَبْلُوهُمْ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ ﴿١٦٣﴾
    Meal 163: Rasûlüm! O yahudilere deniz kenarında bulunan şehir halkının başına gelenleri sor: Onlar Cumartesi günü Allah’ın koyduğu balık avlama yasağını alenen çiğniyorlardı. Çünkü balıklar onlara Cumartesi günü sürüler hâlinde su yüzünde görülerek geliyorlardı. Cumartesi dışındaki günlerde ise gelmiyorlardı. Kendileri için konan hükümleri açıktan çiğneyip durmaları sebebiyle onları böyle imtihan ediyorduk.
    وَاِذْ قَالَتْ اُمَّةٌ مِنْهُمْ لِمَ تَعِظُونَ قَوْمًاۨۙ اللّٰهُ مُهْلِكُهُمْ اَوْ مُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا شَد۪يدًاۜ قَالُوا مَعْذِرَةً اِلٰى رَبِّكُمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ ﴿١٦٤﴾
    Meal 164: İçlerinden bir grup: “Allah’ın dünyada helâk edeceği veya âhirette çok şiddetli bir şekilde azap edeceği bir gürûha ne diye boş yere öğüt verip duruyorsunuz?” dedi. Öğüt verenler ise: “Rabbinize karşı tebliğ sorumluluğumuzdan kurtulmak için; bir de belki onlar da Allah’ın yasaklarını çiğnemekten sakınırlar diye böyle yapıyoruz” şeklinde cevap verdiler.
    Tefsir:Kendilerinden sorulması istenen kimseler, Resûlullah (s.a.v.) döneminde yaşayan yahudilerdir. Sorudan maksad ise, soranın bilmediği bir şeyi öğrenmeye çalışması değil, bilakis Resûlullah (s.a.s.)’in onları, eskiden beri nankör olduklarını, Allah’ın koyduğu sınırları tecavüz ettiklerini ve seleflerinden gördükleri şekilde peygamberlere muhalefetlerini ikrara zorlaması ve bu yolla onları kınamasıdır. Ayrıca Peygamberimiz, bu kıssayı doğru bir şekilde anlatarak, kendisinin, bilmediklerini vahiy yoluyla öğrenen gerçek bir peygamber olduğunu ispatlayan bir mûcize göstermiştir.
    Âyette bahsedilen yer, Medyen ile Tûr arasında bulunan Eyle kasabasıdır. Cumartesi, yahudilerin kutsal günüdür. O günde çalışmak ve dolayısıyla avlanmak yasaktı. İsrâil oğullarından Eyle kasabası halkı, Cumartesi günü bütün işleri tatil edip ibâdet etmeleri gerektiği hâlde balık avlıyorlardı. Cumartesi yasağına uydukları gün, balıklar onlara açıktan açığa sürüler hâlinde gelirdi. O gün saldırıya uğramamaya alıştıkları ve kendilerine dokunulmayacağını hissettikleri için kaçmıyorlardı. Diğer günlerde ise gelmiyorlardı. Allah’ın emirlerini hiçe sayan bu halk, Cumartesi günleri balıkların akın akın gelmesine imrendiler, hırslarını yenemediler ve balıkları avlamaya başladılar.
    Bir müddet sonra halk ikiye ayrıldı. Bir kısmı yasakları çiğneyen günahkâr kimseler, diğer kısmı da dindar ve iyiliksever insanlardı. Fakat sâlihler azınlıkta kalmışlar ve âsilere söz geçiremez, onları önleyemez olmuşlardı. Nihâyetinde iyiler de kendi aralarında iki gruba ayrıldılar. Bir grup uğraşıp didindi, her yolu ve usûlü deneyerek zahmetler çekti, nasihat etti, sonunda bıkarak ümitsizliğe kapıldı. Sayıca çok az denecek bir başka grup daha vardı ki onlar ümitsizliğe kapılmadan, bütün zorluklara göğüs gererek ve her türlü zahmete katlanarak o söz dinlemez halka vaaz ve nasihate devam ettiler. İşte o ümitsizler grubu:
    “– Ne diye kendinizi boşuna yoruyorsunuz? Bu söz dinlemez azgınlara niçin boş yere nasihat edip duruyorsunuz?” diyerek bunları tebliğden vazgeçirmeye çalıştılar. Diğerleri ise bu menfî telkinlere aldırış etmeyip âhiretteki hesâbı düşünerek, tebliğ vazifelerini yaptıklarına dair ellerinde Allah Teâlâ’ya arzedecekleri bir mazeret olması için; bir de o insanların azgınlıktan vazgeçebilecekleri ümidiyle tebliğe devam ettiler.
    Aslında dini tebliğ, her müslüman için son nefesine varıncaya kadar pek mühim bir vazifedir. Ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar, insanların doğru yola ulaşmasını arzu etmek ve bu husûsta ümitsizliğe düşmemek gerekir. Bu güne kadar hiç söz dinlemeyen bir kısım insanlar belki yarın söze kulak verip günahlardan sakınmaya başlayabilir. Yasakları bütünüyle terk etmese bile, onların bir kısmından uzaklaşarak bu sâyede çekeceği azâbı hafifletebilir. Dolayısıyla hangi durum ve şartlar altında olursa olsun tebliğ yapmaya ve öğüt vermeye devam etmek, bunları tamâmen terk etmekten evlâdır. Zira tebliği bütünüyle terketmek ümit kapısını tamamen kapatmak anlamına gelir. Bu ise İslâm’ın yasakladığı son derece hazin bir durumdur. Şurası açıktır ki, hiç bir mukâvemetle karşılaşmayan fenâlıklar, daha süratli yayılır. O halde herhangi bir fenalığı ortadan kaldırmak mümkün olmasa bile, hızını azaltmanın önemi de göz ardı edilmemelidir. (bk. Elmalılı, Hak Dini, IV, 2313)Netice şöyle oldu:
    فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِه۪ٓ اَنْجَيْنَا الَّذ۪ينَ يَنْهَوْنَ عَنِ السُّٓوءِ وَاَخَذْنَا الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا بِعَذَابٍ بَـ۪ٔيسٍ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ ﴿١٦٥﴾
    Meal 165: Onlar, kendilerine yapılan uyarıları tamâmen kulak ardı ettiler. Biz de kötülükten sakındıranları kurtardık; zulmedenleri ise, alışkanlık hâline getirdikleri günahlar yüzünden dehşetli bir yoksulluk azabıyla cezalandırdık.
    فَلَمَّا عَتَوْا عَنْ مَا نُهُوا عَنْهُ قُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِـ۪ٔينَ ﴿١٦٦﴾
    Meal 166: Yine onlar, iyice azgınlaşıp, kendilerine yasaklanan şeyleri küstahça işlemeye devam edince, biz de onlara “Aşağılık maymunlar olun!” dedik.
    Tefsir:Kasaba halkı, bu kadar nasihat ve hatırlatmalara rağmen yine de yasağı çiğnemekten vazgeçmediler. Uyarılara aldırış etmediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, tebliğ vazifesine devam edip kötülüklerden sakındıranları kurtardı. Günah, isyan ve azgınlığı itiyat haline getiren zâlimleri ise cezalandırdı. Onları kıtlık, fakirlik ve yoksullukla terbiyeyi murad etti. Fakat yine de uslanmadılar. Aksine azdıkça azmaya ve kendilerine yasak kılınan şeyleri ısrarla ve küstahça işlemeye devam ettiler. Buna engel olmak isteyenlere de kin besleyip düşmanlık yapmaya başladılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onları, her taraftan hoşt hoşt diye kovulan alçak, zelil ve aşağılık maymunlara çevirdi. (bk. Bakara 2/66; Mâide 5/60, 78)Allah Teâlâ’nın yahudilere verdiği cezalar bununla da sınırlı değildir:
    وَاِذْ تَاَذَّنَ رَبُّكَ لَيَبْعَثَنَّ عَلَيْهِمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ مَنْ يَسُومُهُمْ سُٓوءَ الْعَذَابِۜ اِنَّ رَبَّكَ لَسَر۪يعُ الْعِقَابِۚ وَاِنَّهُ لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿١٦٧﴾
    Meal 167: Bu yüzden Rabbin şu kesin hükmünü ilân etti: Yahudiler bu kötü huylarından vazgeçmedikleri sürece tâ kıyâmet gününe kadar onlara en ağır işkenceleri çektirecek kimseleri başlarına musallat edeceğim. Şüphesiz senin Rabbin, vakti gelince cezalandırması çok süratli olandır; elbette O çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
    وَقَطَّعْنَاهُمْ فِي الْاَرْضِ اُمَمًاۚ مِنْهُمُ الصَّالِحُونَ وَمِنْهُمْ دُونَ ذٰلِكَۘ وَبَلَوْنَاهُمْ بِالْحَسَنَاتِ وَالسَّيِّـَٔاتِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ ﴿١٦٨﴾
    Meal 167: Bu yüzden Rabbin şu kesin hükmünü ilân etti: Yahudiler bu kötü huylarından vazgeçmedikleri sürece tâ kıyâmet gününe kadar onlara en ağır işkenceleri çektirecek kimseleri başlarına musallat edeceğim. Şüphesiz senin Rabbin, vakti gelince cezalandırması çok süratli olandır; elbette O çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
    Meal 168: Daha sonra onları parçalanmış topluluklar hâlinde yeryüzünün her tarafına dağıttık. İçlerinde iyi olanlar da vardır, iyi olmayanlar da. Belki gittikleri yanlış yollardan, işledikleri günahlardan dönerler diye onları bazan nimetlerle, bazan de musîbetlerle imtihan ettik.
    Tefsir:
    Gerçekten yahudiler, zulüm ve isyanları sebebiyle Mûsâ (a.s.)’dan Peygamberimiz (s.a.s.)’e, asr-ı saadetten de günümüze kadar âyette haber verilen şiddetli sı­kıntılara mâruz kalmışlar, özellikle çeşitli vergi yükleri altına sokulmuşlardır. İnsanlık tarihinde ilk defa Hz. Mûsâ yahudilere yedi veya on üç yıl süreyle vergi yüklemiştir. (bk. Kurtubî, el-Câmi‘, VII, 310) Daha sonraki dönemlerde Yunan ve Keldânî krallarının, ardından hıristiyanların boyunduruğu altına girip onlara vergi ödemişler; Peygamberimiz zamanında da müslümanların hükümranlığı al­tında bulunarak onlara haraç ve cizye ödemişlerdir. Sonraki dönemlerde vuku bulan, hatta Almanya’daki Nazilerin yahudi düşmanlığından kaynaklanan ceza ve baskılara kadar dünyanın çeşitli yerlerinde ve çeşitli dönem­lerde yahudilerin mâruz kaldıkları her türlü baskı ve sıkıntıları bu âyet çerçevesinde değer­lendirmek mümkündür. Âyetin açık beyânına göre, zulüm ve azgınlıkta devam ettikleri takdirde, kıyâmete kadar bu durum sürecektir. Çünkü Allah, istediği zaman çok çabuk cezalandırmaktadır. Ancak O’nun bağış ve merhameti de sınırsızdır. İster yahudi ister başkalarından olsun tevbe edip hakka dönenleri bağışlayacak, onlara merhamet edecek; çok güzel ikram ve ihsanlarda bulunacaktır.
    Yahudiler, yine bu inkârcı ve ısyancı tutum ve davranışları sebebiyle parça parça gruplar halinde dünyanın her bir tarafına dağılmışlardır. Kurulan İsrâil devleti, bu parçalanmış grupları toplamak için yıllardır büyük harcamalar yapmakla birlikte hâlâ bunu tam olarak başaramamıştır. Yalnız bu durum, onlar içinde hiç iyilerin olmadığı mânasına gelmemelidir. Onlar içinde gerçekten çok iyi kimseler vardır. Nitekim “Mûsâ’nın kavmi içinde hakkı anlatıp onunla insanlara doğru yolu gösteren ve yine hakka dayanarak doğruluğu ve adâleti uygulayan bir topluluk vardı” (A‘râf 7/159) âyetiyle bunlara işaret edilmişti. Peygamber Efendimiz’e iman edenler bunlardandı. Fakat içlerinde iyiliğe yakın olanlardan başlayıp derece derece en alt basamaklara kadar son derece bayağı kimseler bulunmaktaydı. Bunlar hem sayıca çok, hem de yönetimi elinde tutan kimselerdi. Esas sıkıntılar da buradan kaynaklanmaktaydı. Cenâb-ı Hak onları, uyanıp kendilerine gelmeleri ve Allah yolunu tutmaları için tarih boyunca böyle zaman zaman sıhhat, servet ve refah gibi iyiliklerle; zaman zaman da hastalık, kıtlık ve yokluk gibi sıkıntılarla imtihan etmiştir.

  • Thema von Kurban im Forum Makale/Artikel/Anregun...

    Mektubat Ve Bazı Mesaili Mühimme/Salahuttın Ibni Mevlana Siracüttin Kds Trcm Eden Mck Kurban Hoca 58-68

    Muhibbin bütün varlığını mahbubuna nisar edeceği bedihi bir keyfiyettir.Zühdün,sabırın,tevekkülün ilh..semeresi muteallikatı olan fedaili sıfatiyeye nailiyetdir.mahbubiyetin semeresi ise muhibbin bütün sıfatı ve zatı varlığının ibzaline mazhariyettir.Bütün fedail ve fevadili mümkine mahbub içundür.Mahbub muhibbin bila noksan herşeyine malik olmak mevkindedir.Şu halde enakrab ve eshel ve enfa ve efdal ve ekmel yol tarikı mahbubiyettir.Buda mahbubi külle ittibadan ibarettir.Fakat emr ittibayı emri azimdir.Alettahkik mahbubiyet zatiyenin mazharı habibullah,muhabbeti zatiyenin mazharı kelimulah,Mahbubiyeti sıfatiyenin mazharı halilüllahdır.Alyhimussali vetteslimat..
    Bir Mektupdan ...İstirşad Şartları
    Ey Birader! Siz de daiyeyi taleb,sureti aşk ve muhabbet,mebzül bulubuyor.Bu halatı şerifenin tehammi inayeti hakla merhum ve mağfurun leh muktedanızın tevessutu ile anılmıştır.Bu günkü haletde neşvu nema bulmuştur. Semeratı halatı mezkurenin manıki olmayarak devamıdır.bu devam dan netayici esasiye ve sabite istihsal olunabiliyor.
    Malumunuz olsun ki:Terki kevneyn rehrevler içun seyru ilallahın muntehasında sekir ve fena zımnında bi tarikl ahval husule gelir.Fakat kevneyn içinde terki kevneyn hakkında vaki olmaz.Yalınız sahibi sekir ve fenaya böyle görünür.Çünki kevneynden bir cüzü olan ferdi kevnin mahiyetini ve ecnasını terk ile başka bir mahiyetiktisab etmesine imkan mefkuddur.Bu gibi sözlerin menşeyi ba ğalebeyi haldir.Yahud ğalebeyi haldir.Yahut taklidi erbabı ehvaldir.
    Ahvalin mağlubiyetinden kurtularak hayaıkı umuru layıkıyla görmek bütün hallere ğalebe çalmak,onlarda tasarruf etmek lazım.Bu hal ve kemal seyru fillahe mazhar olmaya tevekkuf eyler.Seyru fillah mertebeyi bikadir.Sahu bu mertebenin mebdeinde başlar.Her ferdin bu mertebede tehakkuk nisbeti mütefavittir.
    Velayeti fena ve baka mezkurdan ibaret bulunmakla ancak mazheri fena ve baka olana ismi velayet sahih olur.Bu mebhas tefasil ister.Ona bu mahalde imkan yoktur.Yne malumunuz olsun ki:Mutehakkıkler indinde malu ve mersum ve mutearif olan cezbe,seyrullahda zuhur eder.Zira seyru fillah
    Yine malumunuz olsun ki:Ehli irşad olanların vücudu çok enderdir.Onları bilmek ve anlamkta-Allah izhar buyurmazsa-çok saab ve müşkildir.Onların izzet ve enderiyeti takdir edilsun ki:
    Erbabı Velayet ve Vüsul iki Türliüdür.
    Biri fena ve bakayı,tabir diğerle seyru ilallah ve seyru fillah ihraz eder.Fakat fıtratın da Kemalatı nubuvvete-velayet cihetinden nubuvvet cihetinden değil-kabiliyet bulunmamak hebut ve nüzule yol verilmez.Bu zümre kamil ve vasıldır.Lakin tamssülük değildir.Kendilerinden istirşad olunmaz.İrşadın ğayrı halat ve bazı fazilet iktibas edilebilir.
    İkinci kısım:Fena ve bakayı ihraz dan sonra,fıtratlarında irşad davete kabiliyet bulunmakla seyru anillah ve billah ile muşerref kılınır.Bu rücu ve nüzul tamamladıktan sonra irşad mecaz memur olur.İşte sahibi irşad bu cins evliya dır.Lakin sülükunu bi şekilde itmam ve ikmal eden mebaliği usuli nase tenzil olunan bir zümrede de fena ve baka yekdiğerine muctemi zahiri avamdan farksız,-halatı mezkure-bitarikıl ilim-vicdanında yani batınında cari ve hükmü ferma ve zahirine ğayri hakim ve ğayri muteaddi olduğundan malik bulunduğu kemalatı tevfik ve fazlı hak tealluk etmedikc bilmek ve anlamak,mümkin değildir.
    Bu gibi zevata tevssül,aynı vuslet demektir.Zira vusulu maksud olmayanlar bir vasılı hakikiye isal edilmezler.Vasıla isal bil kuvve vusulun aynı adebilir.
    Cünkü vasıla vasıl kılınan bihimme hal ve vusul olur.
    Yukarda zikredilen dört nevi seyirden seyri ilallah ile seyiri fillah velayetin nısfını,syeru anillah ile seyru billah nısfı diğerini teşkil eder.Seyru ilallaha syeri afakı seyru fillahe seyru enfusi de dirler.Ammeyi ehli turuka göre nisbi urucu seyru fillahde tmam olur.Makamı tekmil ve irşad bu esfarı erbanın tamamına menutdur.Yalınız ilk nısfını haiz olmak bittabi tekmili tam değildir.Fakat erbabına velayet itlakı sahihdir.Bu icmal ammeyi erbabı velayetin hulasayı makamatı,irşadın zübdeyi meratibini muşir,Ve mubindir.Şu cihete dahi dikkat edilsun ki:Meratib ve makamatı mezkureye neyl ve vuslet kolay zan edilmemelidir.Süluk tarikıyle bu devlete ancak kırk elli senede,yahut yahut daha çok zamanda nailiyet elverir.Umumi turuku aliyyenin hakiki mesleklerinin tavır ve hareketleri boyleir.Nakşilerin bu süluk ve kemal cihatinden müşarikleri de bu vaziyetdedir.Bununla beraber tekmili sülükidiasında bulunanlar ve tam süluk olduğunu bila temyiz ve teayun,zan ve itikad edilen,ekseri meşhurinin kemalatı mezkureyi ğayri haiz bulundukları,belki ekseri atvarı seba nın,veya latayifi seba nın ve fena ve bakanın sureti ile zılali şibhi ve misali ile kaldıkları vakidir.
    bir şeyin sureti ile hakikati başka,zıllı ile aslı başkadır.Zıl bi hasıldır.Asıl ve hakikate talib ve muteveccih olanların zılle teveccühleri zindir.
    Yine malum olsun ki:yukarıda mevzuyu bahis olan uruc ve nüzuldan kemal ve tekmilden başka makamat ve meratib fenalar ve bakalar mazhariyetler ve ve tehakkuklar vardır ki:Bunlar kemalatı nubuvveti Muhammediyeye veraset tarıkıyla husule gelir.Zira cenabı seyyidiul kevneyn ve efdalil vücudun kemalatı iki asla raci olur.Anın biri kemalatı velayeti Muhammediyedir.Diğeri kemalatı nubuvveti Ahmediyedir.Ümmetin her iki kemalatın varisleri vardir.Kemalatı velayete varis tam olanların ğaye kemalatı tecelliyi zati bergiyi mazhardır.Bu mazheriyet velayeti kubra ve velayeti ulya mertebesinde hasıl olur.kemalatı nubuvvete varis olanların ilk kemali kemalatı varislerin son kemali olan teelliyi zati bergiye daimi ve sermedi olarak mazhariyetdir.Sadatı Nekşibendiyenin (Yadi daşt)kelimesiyle müşar olan nisbeti kemalatı budur.Bundan sonra kemalatı budur.Bundan sonra kemalatı risalete,daha sonra kemalatı zatiyeyi Ahmediye ye,bir kaç mertebe sonra da Hak subhanehu veteala hazretlerinnin hakayıı ilahiyeye ve marifeti zatiyesine vüsul ve nailiyet husule gelir.Fakat kemalatı nubuvvet varisleri milyonlarca veli içinde enderdir.Daha yukariki kemalat ve hakayıka mazhar olan ecelle ise endeunnevadirdendir.
    Yine malum olsun ki:Nakşibendiyun ve sıddikiyyun kendilerine nisbet ettikleri nisbet ve huzuru siddikye ve nakşibendiye didikleri ve her nisbetin fevkınde olduğunu söyledikleri nisbet (Yadi daşt)den ibaret oab huzur bi ğaybettir ki:tecelliyi zatiyi daimi anın başka dürlü ifadesidir.Sıddıkların nisbeti hakikileri cenabı sıddıı ekberden,Badel enbiya efdalülbeşer den mevrus nisbetleri işte budur.Zira sıddıkı ekber hazretleri varis ve kasımı kemalatı [nubuvveti Muhammediye]dir.
    Aliyul Murtaza Hz.de bu mazharyeti kemalatı nubuvvetden veraseti haiz olmadığı manasını ifade etmez.Zira bir mansıbın medariyeti başka,verasetlere mazhariyetler meselesi başkadır.]Binaen aleyh herhangi muksime muteveccih olanlar muksemin kasımının cinsi mazhariyetinden olan kemalate mahariyet hasıl ederler.Hamili ve kasimi kemalatı bari muhammediye olan sıddıkı ekberin silsileyi varisanı ve tabianı nisbeti mezkureyi celile ile muhtasdırlar.Tarikatı Sıddıkiyetin e immeyi kibarı bu nisbeti tahsi içun usul ve kaide vaz ve tesis buyurmuşlar.(Kaddsallahu ervahahum)Mevlayı muteal cümlemizi bu kemalatı asile ve aliye ile muşerref buyursun,zatı pakine mutevecihen,marifeti zatiyesine nayil ve vuslet yollarına hidayet eylesun.Her neşemiz de rızayı akdesi zatisine mazhariyet devletiyele muşerref kılsun.
    Rabıta Hakkında:
    Rabıta Vasfı muhabbetle aureti piri istifade ve istifaza mulahazasıyla kalben tasavvur eylemektir.Not (Şeyha Rabıta)Şahsan gahsen görülmemişse ruhaniyeti tasavvur eylemektir.(Ruhen Rabıta).Kablel fena turuku musilenin en muessir ve nefaı budur.Bu nisbeti muktedi ile mukteda arasında eşed münasebeti,muktedadaki ulum,ve muarifin cezbini,azamı istifade ve istifazayı müstelzimdir.Anın içun tariki rabıta akrabı turuktur.denilmiştir.
    Mürşidden Süale Dair Esasatı Mühimme
    Dinde kesreti süal[ihtimamsızlık demek olduğundan]haramdır.Süale verilecek cevapda saile birtakım vazifeler ve mesuliyetler tevlid ve tahmil eder.Uhdesinden gelemez müşkil bir vaziyet hasıl olur.[İstişareler müstesna]talib müşkillerinin kendi kendine hal edilmesine veya münhal olunmasına intizar etmeli.Sabır eylemelidir. Vaktinde her şeyin haledileceğini munhal olacağını kati olarak bilmelidir.Mubtediler için sabır edemezse süal vardır;Mtevassıtlar ve muntehiler içun süal ğayrı caizdir.belki gunahdır.
    Mutevassıt ve muntehi oldur ki:Hiçbier süale ihtiyac kalmamış buluna..Bütün derdi iman ve islamdan ibaret kala..Mevsiminde olmayan herhangi bir ahız ve halli harekatı boşuna gidr.Mevsimi gelince her hareket ve ifad birer hucceti katiadır.Her umur vaktine ve mevsimine merhundur.Bu yolda eslem tavıt,enfa ve eşref vazı budur.
    Mea Haza;Her nevi süallere halli taleplerine,kapularımız her an keşadedir.Siz her istediğinizi yazınız.Bu sözlerden sizler içun tarafımızdan muaheze varid olacağı manasını almayınız.Zira benim sizlere karşı kalbim daima ve mutlak suretde ve her vecihle ifade ve ifada halinde muteharriktir.Sizleri ben naz ve naiym içinde yetiştirmeyi mevladan diliyorum.Her zahmet ve meşakkat bana ayitdir.Bu bana büyük nimetdir.
    NEFSİ EMMARE VE İTTİHAMI NEFSİ
    ALlah Yolunda,Allah içun harekatkarlık ve tazimkarlık vardır.Bunun mutedilate istimalı laımdır.Aynı zamanda ittihamı nefse tealluk eden hususatı ve ifadatda hakiki vaziyeti tecavüz etmemek evladır.Tasfiye ve tezkiye yolunda talibi hak ve hakikatın nefsini bedliğiyle anlaması ve anı daima muttehem kılması kadri nafi bir hal yoktur.Bu hal cari ve hakim olunca sülükü ğayet kolaylaşır.Nefsi emmare bir tarafdan en fena ve şerir bir mahluktur.Badettasfiye ve ttezkiye en ala ve ve en ekmel bir mahluku kudsi olur.Emmarlikteyken fenalıkta,şiraretde bir derece de bulunur ki:Bu haliyle herkesin kendisinin mahkumu olmasını ister.Kendininde herkesin hakim olmasını ister.
    Herkesin kendini muhabbet etmesibni ister.Kendisini de kimseye muhabbet ile mukayyed olmamasına talibtir.Herkesin kendisne muhtac olmasını,kendisinin kimseye muhtac olmaması maksududur.Hatta herkesin kendine ibadet etmesini,kendinin Allahı mabud ittihaz etmemesi daiyesindedir.Yine bu cibilliyeti şiraret de bir mertebede dir ki:Mevlayı muteal ile şirkete bile razi değildir.Zatı akdesi ilahinin bile kendine mahkum olmasını isteyicidir.Anın bu hali davayı üluhitden başka bir şey değildir.Nefsi emmarelikte bulunanların halatı maneviyeleri şuuru,şuursuz...işte böyledir.Fakat bu umura şuur ğafletin ve cehaletin ğalazıtı sebebiyle batın gözü ve idrakı meftuh olmayanlar içun mumkinsiz gibidir.Anınçun mevlayı muteal hadisi kudsisinde (Adi nefsek feinnehentesabat limuadatı]buyurmuştur ki;meali :nefsine adavetde ol..Zira o benim adavetime nasbi nefis etmiştir.demektir.Şuhalde;nefsine,anın iştahlarına,hevalarına tabi,olan mevlanın emirlerine,rızalarına asidir.Nefsi ile beraber olan,anınla Alaha adavetdedir.Allaha dadavetde anın nasırıdır.Nefsine muhalaefet ise Allaha ve emrine itaatdır.Ana adavetdir.Ademi nusretdir.Böyle bir kimse elbetde Allah ile beraberdir.Allah anınladir. Mevlaya dostluk yolundadır.hubbi mevlaya mahal ve mevrid olacak mevkidedir.Şüphesiz dostanı hudadan olacaktır.
    İmdi nefsine muvafakatın nasıl bir felaketi ebediyeye muncer olacağı ana muhalefetin nederece seadeti sermediyehasıl eyleyeceği teemul eylemek lazımdır.
    Anıniçun:Şahul kul Şahu Nakşibendi,hace Behaeddin muhammed hz.(Ben Allaha en akreb bir yol buldum]Oda nefsin şiraretini anlayarak daima ona muhalefetdir.buyurdular.Yine muşaru ileyh:Nefsini fravundan ala gören bu yolda vasılı hakikat olamaz.

  • Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 144-157Datum06.03.2024 05:00
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 144-157

    قَالَ يَا مُوسٰٓى اِنِّي اصْطَفَيْتُكَ عَلَى النَّاسِ بِرِسَالَات۪ي وَبِكَلَام۪يۘ فَخُذْ مَٓا اٰتَيْتُكَ وَكُنْ مِنَ الشَّاكِر۪ينَ ﴿١٤٤﴾
    Meal 144: Allah şöyle buyurdu: “Ey Mûsâ! Seni peygamberlikle, buyruklarımı tebliğle görevlendirmek ve seninle vasıtasız olarak konuşmak sûretiyle insanlar arasında sana seçkin bir mevki verdim. O halde sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol!”
    Tefsir:
    Cenâb-ı Hak Mûsâ (a.s.)’ı, halinin ıslahı ve varlığının devamı için kendisini görmekten men etmişti. Bu hitapla onu teselli etti, keder ve üzüntüden kurtardı. Onu pek çok faziletlerle diğer insanlardan üstün kıldı. Bunların başında onu peygamber yapması, emir ve yasaklarını ona bildirmesi ve kendisiyle vasıtasız konuşmasıdır. Bu sebeple ondan, ilâhî emirlere göre hareket etmesi, verilen bu nimetlerin kadrini bilip şükretmesi ve şikâyet makâmında bulunmaması istenmiştir.
    “Şükredenlerden ol” (A‘râf 7/144) emrinde şöyle latîf bir işaret vardır: “Sakın şikâyet edenlerden olma. Yani eğer dileğini geri çevirdik ve istediğini vermediysek, döndüğünde bana şikâyette bulunma!” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 355)Şükredilecek nimetlerin başında Tevrat ve orada yer alan hükümler bulunmaktadır:
    وَكَتَبْنَا لَهُ فِي الْاَلْوَاحِ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ مَوْعِظَةً وَتَفْص۪يلًا لِكُلِّ شَيْءٍۚ فَخُذْهَا بِقُوَّةٍ وَأْمُرْ قَوْمَكَ يَأْخُذُوا بِاَحْسَنِهَاۜ سَاُر۪يكُمْ دَارَ الْفَاسِق۪ينَ ﴿١٤٥﴾
    Meal 145: Biz Mûsâ için Tevrat levhalarında her türlü öğüdü verdik; yapılacak her şeyin açıklamasını yaptık. Sonra da şunu söyledik: “Bunlara kuvvetle sarıl! Kavmine de buradaki hükümleri hayatlarında en güzel şekilde uygulamalarını emret. Yakında size doğru yoldan çıkanların yurdunu göstereceğim.”
    Tefsir:Hz. Mûsâ’ya verilen vahiyler levhalar üzerine yazılmıştı. Burada her mevzuda en güzel öğütler; yapılması ve terk edilmesi gereken hususlarda lazım gelen dinî açıklamalar, emirler ve yasaklar yer almaktaydı.
    Hz. Mûsâ’dan bu levhaları sağlam ve güvenilir bir şekilde muhafaza etmesi, orada yer alan hükümlerle amel etmesi, kavmine de bu hükümlerin muhtevâsına uygun olarak en güzel şekilde davranmalarını emretmesi istenir. Şüphesiz iyinin daha iyisi, güzelin daha güzeli vardır. Azimetle amel etmek ruhsatlara sarılmaktan, affetmek ve bağışlamak kısastan, farz ve vacipleri yerine getirmek mübahlarla amel etmekten daha güzeldir. Dolayısıyla burada takvâ hayatının geliştirilmesine ve olabildiği kadar ruhen olgunlaşmaya bir teşvik vardır. Onların da buna ihtiyacı bulunmaktadır. Zira Cenâb-ı Hak onlara yakın bir gelecekte doğru yoldan çıkmış günahkâr kimselerin yurdunu göstereceğini haber vermektedir. Bu haber hem bir müjdeyi, hem de bir tehdidi şumülüne almaktadır: Bir taraftan günahlar içinde ömür geçiren zorbalar kavminin diyarlarına girip onlara mirasçı olacaklarını müjdelemektedir. Buna erişmelerinin de ancak işlerin ve amellerin en güzeline sarılmalarıyla mümkün olabileceğini hatırlatmaktadır. Diğer taraftan ise onları, yurtlarına girecekleri o fâsıkların uğradıkları feci âkıbetle tehdit ederek, fısk u fücûrdan uzak durmaya yönlendirmekte, aynı zamanda kendilerinden zuhur edecek fâsıklara karşı da uyanık olmaya çağırmakta, netice itibariyle fısk yolunu tutup cehennemi boylamaktan da sakındırmaktadır.Mühim olan, Allah’ın âyetlerini anlamayı engelleyen kalbî hastalıkları iyi tanıyıp onlardan arınabilmektir:
    سَاَصْرِفُ عَنْ اٰيَاتِيَ الَّذ۪ينَ يَتَكَبَّرُونَ فِي الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّۜ وَاِنْ يَرَوْا كُلَّ اٰيَةٍ لَا يُؤْمِنُوا بِهَاۚ وَاِنْ يَرَوْا سَب۪يلَ الرُّشْدِ لَا يَتَّخِذُوهُ سَب۪يلًاۚ وَاِنْ يَرَوْا سَب۪يلَ الْغَيِّ يَتَّخِذُوهُ سَب۪يلًاۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَكَانُوا عَنْهَا غَافِل۪ينَ ﴿١٤٦﴾
    146: Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimi anlamaktan uzaklaştıracağım. Çünkü onlar her ne mûcize görseler, ona inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler. Buna karşılık azgınlık ve taşkınlık yolunu görseler hemen onu uyulacak yol olarak benimserler. Bunun sebebi, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve bunları anlamaktan büsbütün uzak durmalarıdır.
    وَالَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَلِقَٓاءِ الْاٰخِرَةِ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْۜ هَلْ يُجْزَوْنَ اِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ۟ ﴿١٤٧﴾
    Meal 147: Âyetlerimizi ve bir gün âhiretle yüz yüze gelecekleri gerçeğini yalanlayanların bütün amelleri boşa gitmiştir. Hem başka nasıl olacaktı ki? Yoksa yaptıklarından başka bir şeyin karşılığını mı göreceklerdi?
    Tefsir:
    Hakları olmadığı halde, tamâmen nefsâniyetlerinin tesir ve sâikiyle kendilerini büyük görenler, kendilerini insanların en faziletlisi sayıp başkalarına yukarıdan bakanlar, Cenâb-ı Hakk’ın kelâmî, kevnî ve enfüsî ne kadar âyeti, varlığının delili varsa onları idrakten, onların istikâmetinde hareketten ve onların müjdelediği şeref ve saadeti tatmaktan alıkonacaklardır. Bu bir ilâhî kanundur. Zira bu haksız davranışları sebebiyle kalpleri mühürlenmiştir.
    Allah Resûlü (s.a.s.) kibrin ne büyük bir günah olduğu hususunda şöyle buyurur:
    “Kibir hakkı kabul etmemek ve insanları küçümsemektir.” (Müslim, İman 147; Ebû Dâvûd, Libâs 26)
    “Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse cennete giremez.” ( Ebû Dâvûd, Libâs 26)
    Kur’ân-ı Kerîm, kendisini, Allah’a kul olmaktan, O’nun emirlerine boyun eğmekten daha üstün gören; gönderdiği peygamberler, indirdiği kitaplar ve gösterdiği mûcizelere aldırış etmeyen; sanki o Allah’ın kulu ve Allah da onun Rabbi değilmiş gibi davrananları, “kibirli, gururlu ve kendini beğenmiş” kimseler olarak vasıflandırır. Allah’a karşı açıkça sergilenen böyle bir küstahlığın hiçbir haklı gerekçeye dayanması mümkün değildir. Zira hiçbir kulun Allah’ın arzında ve sadece O’nun verdiği nimetler ile yaşarken, sanki O’nun kulu değilmiş gibi bir tavır içinde olmaya elbette hakkı yoktur. Bu sebeple âyette “haksız yere büyüklük taslayanlar” (A‘râf 7/146) kaydı getirilmiştir.
    Âyette geçen سَب۪يلَ الرُّشْدِ (sebîle’r-rüşd), Kur’ân-ı Kerîm’de iman ve sâlih amellerle ifade buyrulan bütün iyilik ve güzellikleri içine alan ve dosdoğru yol olan İslâm yoludur. سَب۪يلَ الْغَيِّ (sebîle’l-gayy) ise başta küfür, şirk, nifak olmak üzere her türlü sapıklık, azgınlık, kötülük ve bozgunculuğu içine alan azgınlık yoludur. İşte kibir ve gurur hastalığına yakalananlar, bunu tedavi etmedikleri sürece ne bir peygambere kulak verme, ne de ona tabi olma istidadı gösterebilirler. Hangi tür bir mûcize, işaret ve delil görürlerse görsünler, ona iman etmezler; kalplerinin kuvveti inanma başarısını göstermeye yetmez. Az önce tarif edildiği üzere “doğru yolu” görseler, onu yol edinmeye yanaşmazlar. Ona tabi olmak nefislerine ağır gelir. Fakat “azgınlık yolu”nu görür görmez hemen ona yönelirler. Bunun da esas sebebi Allah’ın âyetlerini yalanlamaları ve onları yeterince okuma, araştırma, anlama ve tefekkürden gafil olmalarıdır.
    Allah’ın âyetlerini ve âhiret gününün varlığını yalanlayıp, o artık gecesi olmayan ebedî günde Allah’ın huzurunda hesap vereceklerini kabul etmeyenlerin dünyadaki akrabayı ziyaret, darda kalmışlara yardım, fakirlere iyilik ve buna benzer diğer amelleri boşa çıkacak ve bu amellerden hiçbir fayda göremeyeceklerdir. Bütün emekleri heba, bütün akıbetleri zarar ve felaket olacaktır. Zira yaptıklarının karşılığı ancak budur.
    وَاتَّخَذَ قَوْمُ مُوسٰى مِنْ بَعْدِه۪ مِنْ حُلِيِّهِمْ عِجْلًا جَسَدًا لَهُ خُوَارٌۜ اَلَمْ يَرَوْا اَنَّهُ لَا يُكَلِّمُهُمْ وَلَا يَهْد۪يهِمْ سَب۪يلًاۢ اِتَّخَذُوهُ وَكَانُوا ظَالِم۪ينَ ﴿١٤٨﴾
    Meal 148: Mûsâ’nın kavmi, kendisinin Tūr’a gitmesinin ardından süs takılarından böğürür gibi ses çıkaran bir buzağı heykeli yapıp ona tapınmaya başladılar. O heykelin kendileriyle konuşmadığının ve onlara bir yol göstermediğinin de mi farkında değillerdi? Buna rağmen onu tanrı edindiler ve zâlimlerden oldular.
    وَلَمَّا سُقِطَ ف۪ٓي اَيْد۪يهِمْ وَرَاَوْا اَنَّهُمْ قَدْ ضَلُّواۙ قَالُوا لَئِنْ لَمْ يَرْحَمْنَا رَبُّنَا وَيَغْفِرْ لَنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ ﴿١٤٩﴾
    Meal 149: Onlar, doğru yoldan saptıklarını anlayıp yaptıklarına pişmanlık içinde kıvranarak: “Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa, yemin olsun ki biz elbette bütün bütün kaybedenlerden oluruz” dediler.
    Tefsir:
    Denizi geçince karşılaştıkları putperest kavimden etkilenerek içlerinde puta tapma sevdası alevlenen, fakat Hz. Mûsâ’nın son derece sert tepkisiyle karşılaşan İsrâiloğulları, bu arzularını gerçekleştirmek için âdeta fırsat kolluyorlardı. İşte Mûsâ (a.s.)’ın Tûr’a gidip orada 40 gün gibi uzun bir süre kalması bunun için bir fırsat teşkil etti. Tâhâ sûresinin 83-98. âyetlerinde daha geniş bir şekilde anlatıldığı üzere İsrâiloğulları, Mısır’dan çıkarken yanlarına almış oldukları Kıptîlere ait süs takılarını bir yere topladılar. İyi bir kuyumcu olan Sâmirî, bunları eritip buzağı şeklinde bir heykel yaptı. İçine bir takım özel borular yerleştirdi ve onu rüzgârın estiği istikâmete doğru çevirdi. Rüzgâr estikçe ondan buzağı sesine benzer bir böğürtü geliyordu. Bunun üzerine: “İşte sizin de, Mûsâ’nın ilâhı da budur. Fakat Mûsâ bunu unuttu, başka ilâh aramak üzere kalkıp dağlara gitti” (Tâhâ 20/88) dediler. Buzağıya tapıp, onun etrafında dönmeye başladılar. Belki biraz düşünebilselerdi, buzağı heykelinin kendileriyle konuşamayacak ve bir yol gösteremeyecek kadar değersiz bir şey olduğunu görecekler ve ona tapmaya cüret etmeyeceklerdi.
    Burada uluhiyet sıfatı olarak “konuşmanın” ve “yol göstermenin” seçilmesi çok mânidardır. Çünkü Allah Teâlâ Hz. Mûsâ vasıtasıyla İsrâiloğulları ile konuşmuş, onların peygamberi olan Mûsâ (a.s.)’ı kelâmına muhatap kılmakla şereflendirmişti. İkinci olarak da Allah Teâlâ, bilhassa Mısır’dan çıkmak üzere harekete geçtikleri andan itibaren Mısır içinde, denizde ve çölde kendilerine yol gösteriyordu. İsrâiloğulları, Cenâb-ı Hakk’ın bu her iki büyük nimetine ve icraatına şâhittiler. Bunlara gücü yetmeyen bir şeyin ilâh olamayacağı açıktı. Fakat onların, bunu düşünecek halleri bile yoktu. Bu sebeple onu tanrı edindiler, câzibesine kapılıp ona tapındılar. Allah’ın emrine uygun davranmadıkları; Allah’a kulluğu bırakıp buzağıya taptıkları; hakikati bulmaları için verilen gözlerini, kulaklarını ve akıllarını yok saydıkları ve Hz. Mûsâ’nın talimatlarını unuttukları için zâlimler oldular.
    Hz. Mûsâ Tûr’dan dönüp kavmini bu halde görünce, onlara yanlış bir iş yaptıklarını ve dinden saptıklarını söyledi. Onları azarlayıp buzağı heykelini ateşe attı (bk. Tâhâ 20/97). Bunun üzerine yaptıklarına son derece pişman oldular ve kendilerini bağışlaması için Allah’a yalvardılar.
    149. âyetin haber verdiği bu durum, belirtildiği gibi Hz. Mûsâ’nın Tûr’dan dönmesinden sonra olmakla birlikte, onların yaptıkları işlerin bütünüyle pişmanlığa dönüştüğü daha net bir şekilde anlaşılması için önce zikredilmiş, bu işin nasıl gerçekleştiği de bu âyetin bir açıklaması olarak aşağıdaki âyetlerde şöyle haber verilmiştir:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
    وَلَمَّا رَجَعَ مُوسٰٓى اِلٰى قَوْمِه۪ غَضْبَانَ اَسِفًاۙ قَالَ بِئْسَمَا خَلَفْتُمُون۪ي مِنْ بَعْد۪يۚ اَعَجِلْتُمْ اَمْرَ رَبِّكُمْۚ وَاَلْقَى الْاَلْوَاحَ وَاَخَذَ بِرَأْسِ اَخ۪يهِ يَجُرُّهُٓ اِلَيْهِۜ قَالَ ابْنَ اُمَّ اِنَّ الْقَوْمَ اسْتَضْعَفُون۪ي وَكَادُوا يَقْتُلُونَن۪يۘ فَلَا تُشْمِتْ بِيَ الْاَعْدَٓاءَ وَلَا تَجْعَلْن۪ي مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ ﴿١٥٠﴾
    Meal 150: Musa, son derece öfkeli ve üzgün bir halde kavmine dönünce: “Ben gittikten sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız. Rabbinizin emrini çarçabuk terk mi ediverdiniz?” diye çıkıştı. Elindeki Tevrat levhalarını yere bıraktı; kardeşi Hârûn’un başından tutup kendine doğru çekmeye başladı. Kardeşi de: “Anamın oğlu! İnan ki bu topluluk beni bir hiç yerine koydu. Az kalsın beni öldürüyorlardı. Şimdi kalkıp bana düşmanları sevindirecek bir şey yapma ve beni bu zâlimler güruhuyla bir tutma” dedi.
    Tefsir:Hz. Mûsâ Tur’dan dönerken kavminin buzağıya taptığını haber almıştı. (bk. Tâhâ 20/85) Bu sebeple son derece kızgın, öfkeli ve üzgün bir halde döndü.[1] Kendisi yokken yaptıkları, Allah’ın gazabını celbedecek fevkalâde kötü işten dolayı onları azarladı. Öfkesine hâkim olamayarak elindeki Tevrat levhalarını yere bıraktı. Kavmini buzağıya tapmaktan alıkoymadığını, en azından bu vazifesini îfâda gevşek davrandığını sanarak kardeşi Hârûn’un kafasını tutup kendine doğru çekmeye başladı. Hz. Hârûn, ana-baba bir öz kardeş olmalarına rağmen, kardeşinin şefkat ve merhamet duygularını harekete geçirip kendisine yumuşak davranmasını sağlamak niyetiyle Hz. Mûsâ’ya “Anamın oğlu!” diye hitap etti. Sonra da hakkındaki yanlış düşüncesini gidermek maksadıyla, onları buzağıya tapmaktan alıkoymak için tüm gücünü harcadığını, fakat buna muvaffak olamadığını, sonunda kendisini hırpalayıp neredeyse öldürmeye kastettiklerini anlatmaya çalıştı. Son olarak ondan, düşmanlarını sevindirecek ve üzerine güldürecek bir davranışta bulunmamasını ve kendisini zalimlerle bir tutmamasını istedi.
    Hz. Hârûn, kardeşinin öfkesini böyle zarîf ve belîğ bir yumuşaklıkla karşıladı. Bu itidalli ve vakur davranış, Mûsâ (a.s.)’ın öfkesinin sakinleşmesine yardımcı oldu. Bu vesileyle kendisine gelen Hz. Mûsâ, Cenâb-ı Hakk’a yalvararak kendisi ve kardeşi için bağışlanma diledi. İşlediği bir suçu olmadığı halde kardeşine yaptığından dolayı kendisini; kavminin buzağıya tapmalarına mani olmakta bir kusuru varsa, mesela savaşması gerektiği halde savaşmadıysa, kardeşini bağışlamasını istedi. Bu, aynı zamanda kardeşine bir özür dileme ve düşmanlarına karşı ona bir sevgi ızhârı mânası taşımaktaydı. Sonra Mûsâ (a.s.) Allah’tan, yalnız günahlarını bağışlamakla kalmayıp, kendilerini rahmetine, fazlasıyla nimet ve ikramına eriştirmesini, lutuf ve ihsanına garketmesini niyaz etti. Çünkü Allah, merhametlilerin en merhametlisidir. Kuluna ana-baba ve diğer dostlarından daha çok merhamet eder. O halde kulun dünya ve âhirette dâimâ Allah’ın nihâyetsiz rahmeti içinde bulunmayı ümid etmesinden daha tabii bir durum yoktur.
    Buzağıya tapanların durumuna gelince:
    [1] Burada şöyle bir işâri mâna hissedilir: Tûr dağında Cenâb-ı Hak ile buluşan, O’nun beşer hissiyatına akseden yönüyle tarifsiz halâvetteki kelâmını işiten Mûsâ (a.s.), oradan döndüğünde kavmini binlerce derece bir titizlikle ilâhî buyruklara ve kendi tâlimatlarına uyduklarını, kendi aralarında son derece bir uyum, birlik ve beraberlik halinde olduklarını görseydi bile, Allah’ın kelâmını işitmekten mahrum bırakılarak ağyârı müşâhedeye döndürülmekle tabi tutulduğu imtihan sebebiyle yine de bir ıstırab ve huzursuzluk içinde olması beklenirdi. Halbuki, Tûr’da yaşadığı o ulvî hâlin ve teneffüs ettiği o lahûtî demlerin akabinde, dönüp geldiğinde kavmini hak yoldan sapmış ve buzağıyı ilâh edinmiş halde görünce nasıl bir sıkıntı, üzüntü ve ıstırab içine düştüğünü düşünmek gerekir. Gerçekten şu mihnetlerden hangisinin Mûsâ (a.s.) daha ağır geldiği bilinemez:
    1. Allah’ın kelâmını işitmek nimetini kaybetmiş olmak,
    2. “Sen beni asla göremezsin” hitabıyla Allah’ı görmeyi istemekten engellenmiş olmak,
    3. İsrâiloğullarının fitneye düşüp, şehvetlerinin kalplerini istila etmesi sebebiyle buzağıya ibâdet ettiklerini görmek. Sübhânallah! Allah’ın, peygamberlerine ve velîlerine olan belâ ve imtihanları ne kadar da şiddetli! (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 358)Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
    Karşılaştır 151: Mûsâ şöyle yalvardı: “Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetine eriştir. Şüphesiz sen merhametlilerin en merhametlisisin.”
    قَالَ رَبِّ اغْفِرْ ل۪ي وَلِاَخ۪ي وَاَدْخِلْنَا ف۪ي رَحْمَتِكَۘ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ۟ ﴿١٥١﴾
    Meal 151: Mûsâ şöyle yalvardı: “Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetine eriştir. Şüphesiz sen merhametlilerin en merhametlisisin.”
    TefsirHz. Mûsâ Tur’dan dönerken kavminin buzağıya taptığını haber almıştı. (bk. Tâhâ 20/85) Bu sebeple son derece kızgın, öfkeli ve üzgün bir halde döndü.[1] Kendisi yokken yaptıkları, Allah’ın gazabını celbedecek fevkalâde kötü işten dolayı onları azarladı. Öfkesine hâkim olamayarak elindeki Tevrat levhalarını yere bıraktı. Kavmini buzağıya tapmaktan alıkoymadığını, en azından bu vazifesini îfâda gevşek davrandığını sanarak kardeşi Hârûn’un kafasını tutup kendine doğru çekmeye başladı. Hz. Hârûn, ana-baba bir öz kardeş olmalarına rağmen, kardeşinin şefkat ve merhamet duygularını harekete geçirip kendisine yumuşak davranmasını sağlamak niyetiyle Hz. Mûsâ’ya “Anamın oğlu!” diye hitap etti. Sonra da hakkındaki yanlış düşüncesini gidermek maksadıyla, onları buzağıya tapmaktan alıkoymak için tüm gücünü harcadığını, fakat buna muvaffak olamadığını, sonunda kendisini hırpalayıp neredeyse öldürmeye kastettiklerini anlatmaya çalıştı. Son olarak ondan, düşmanlarını sevindirecek ve üzerine güldürecek bir davranışta bulunmamasını ve kendisini zalimlerle bir tutmamasını istedi.
    اِنَّ الَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا الْعِجْلَ سَيَنَالُهُمْ غَضَبٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَذِلَّةٌ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۜ وَكَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُفْتَر۪ينَ ﴿١٥٢﴾
    Meal 152: Buzağıyı tanrı edinenlerin başına hiç şüphesiz Rablerinden bir gazap çökecek ve böylece dünya hayatında bir zillete mahkum olacaklardır. İşte biz, gerçeği çarpıtarak Allah adına yalan uyduranları böyle cezalandırırız.
    T:efsir:Allah Teâlâ, buzağıyı ilâh edinip tevbe etmeyenleri şiddetli bir şekilde cezalandıracak; akıl ermez uhrevî bir cezaya çarptıracaktır. Onları, dünya hayatında da müthiş bir zillete maruz bırakacaktır. Bu zillet, düşmanları karşısında mağlup duruma düşmeleri veya isyankârlıkları sebebiyle, kendilerine va‘dedilen kutsal topraklardan mahrum bırakılarak vatansız bir hâle gelmeleridir. Sâmirî’ye isâbet eden zillet insanlardan uzaklaşması; onun insanlara, insanların da ona dokunmasının yasaklanmasıdır. (bk. Tâhâ 20/97) اَلْمُفْتَر۪ي (müfteri) olmaları ise, hiçbir haklı bir gerekçeye dayanmadan, tamâmen nefislerinin arzusu istikametinde hareket ederek âdi bir nesneden yapılmış buzağı heykeline tapmalarıdır. Bu âyetle Allah Teâlâ, sadece İsrâiloğullarını değil, kendisi dışında bir kısım ilâhlar edinip onlara tapan başka toplumları da cezalandırıp zillete düşüreceğini, bunun bir sünnetullâh olduğunu haber vermektedir.
    وَالَّذ۪ينَ عَمِلُوا السَّيِّـَٔاتِ ثُمَّ تَابُوا مِنْ بَعْدِهَا وَاٰمَنُواۘ اِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿١٥٣﴾
    Meal 153: Kötülükler yaptıktan sonra ardından tövbe edip inananlara gelince, şüphesiz ki Rabbin, bu tevbe ve imandan sonra onlar için çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
    Tefsir:Şirk ve inkâr dâhil hangi kötülük olursa olsun bunları işledikten sonra, bu kötülükleri işlemede ısrar etmeyip tevbe ettikleri, bunları tekrar işlemeyecek şekilde bıraktıkları, bununla beraber iman edip onun gereğini de yerine getirdikleri takdirde, Allah onların günahlarını bağışlayacak ve onlara merhamet edecektir.Bu arada Mûsâ (a.s.)’ın durumuna bakılacak olursa
    وَلَمَّا سَكَتَ عَنْ مُوسَى الْغَضَبُ اَخَذَ الْاَلْوَاحَۚ وَف۪ي نُسْخَتِهَا هُدًى وَرَحْمَةٌ لِلَّذ۪ينَ هُمْ لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُونَ ﴿١٥٤﴾
    Meal 154: Mûsâ’nın öfkesi yatışınca levhaları aldı. O levhalarda, Rablerinden korkanlar için doğru yolu gösteren öğütler ve Allah’ın rahmet edeceği yazılıydı.
    Tefsir:Aradan geçen belli bir müddet ve bahsedildiği üzere vâki olan bir kısım hâdiselerden sonra Hz. Mûsâ’nın öfkesi dindi, sakinleşti, kızgınlığın yerini sükûnet aldı. Mûsâ (a.s.) da yere bırakmış olduğu levhaları tekrar eline aldı. Burada öfkenin insana, doğru olmayan bazı işler yaptırdığına dair dolaylı bir işaret vardır. Ayrıca “öfkenin susması” ifadesiyle Kur’ân-ı Kerîm, öfkeyi canlı bir varlık gibi somutlaştırmakta; onu Mûsâ’nın üzerine çullanan, onu durmadan şiddete sarılmaya iten, “şunu yap, şöyle söyle, levhaları bırak, kardeşinin başını tut” tarzında emirler veren canlı bir varlık gibi tasvir etmektedir. Bu canlı varlık, ondan el çekip, onu kendi haline terk ettiğinde Mûsâ kendine gelmekte; öfke saikiyle yaptığı bir kısım yanlışları düzeltmektedir. Attığı levhaları tekrar eline alması bunlardan biridir. Bu levhalarda, Rablerinden korkup günahlardan sakınanlar için doğru yolu gösteren öğütler ve ilâhî rahmete ermeyi sağlayacak hayırlı ameller ile manevî terakkiye irşat eden bilgiler bulunmaktaydı.
    Ayette özellikle “Rablerinden korkanlar için” buyrulur. Çünkü, Allah’ın kitabının ayetlerinden istifade edebilecek olanlar yalnız onlardır. Kul, samimi bir istekle Allah’ı, güzel amel ile de cenneti arzular; Allah’tan uzak kalmanın ve cehenneme girmenin can yakıcı azabından korkarsa tam korku ile ümit arasında olmuş olur. Korku ve ümitle de arzuladığı şeye ulaşır. Hak Teâlâ’nın sıfatlarını tanıdığı nispette kulun kalbinde korku hisleri canlanmaya başlar. Bunun dışa yansıyan alameti ise, kalben dünyayı ve insanları terk etmek, nefis ve şeytan ile savaşmaktır.Şimdi kavminin yaptıkları yüzünden Hz. Mûsâ’nın çekildiği bir diğer imtihanı ibretle izlemeye başlıyoruz:
    وَاخْتَارَ مُوسٰى قَوْمَهُ سَبْع۪ينَ رَجُلًا لِم۪يقَاتِنَاۚ فَلَمَّٓا اَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ قَالَ رَبِّ لَوْ شِئْتَ اَهْلَكْتَهُمْ مِنْ قَبْلُ وَاِيَّايَۜ اَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَهَٓاءُ مِنَّاۚ اِنْ هِيَ اِلَّا فِتْنَتُكَۜ تُضِلُّ بِهَا مَنْ تَشَٓاءُ وَتَهْد۪ي مَنْ تَشَٓاءُۜ اَنْتَ وَلِيُّنَا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَاَنْتَ خَيْرُ الْغَافِر۪ينَ ﴿١٥٥﴾
    Meal 155: Mûsâ halkı arasından temsilci olarak yetmiş kişi seçip, tâyin buyurduğumuz vakitte dağa geldi. (Ama oraya gelince bunlar Allah’ı görmek istediler; Allah’ı görmedikçe inanmayacaklarını söylediler.) Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakalayıverdi. Mûsâ şöyle yalvarmaya başladı: “Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizdeki bir takım beyinsizlerin yaptıkları yüzünden mi hepimizi helâk edeceksin? Bu iş, ancak senin bir imtihanındır ki, onunla dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola erdirirsin. Sen bizim dostumuz ve yardımcımızssın. Bizi bağışla ve bize merhamet et. Çünkü sen, bağışlayanların en hayırlısısın!”
    وَاكْتُبْ لَنَا ف۪ي هٰذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْاٰخِرَةِ اِنَّا هُدْنَٓا اِلَيْكَۜ قَالَ عَذَاب۪ٓي اُص۪يبُ بِه۪ مَنْ اَشَٓاءُۚ وَرَحْمَت۪ي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍۜ فَسَاَكْتُبُهَا لِلَّذ۪ينَ يَتَّقُونَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَالَّذ۪ينَ هُمْ بِاٰيَاتِنَا يُؤْمِنُونَۚ ﴿١٥٦﴾
    Meal 156:
    “Bize dünyada da âhirette de iyi ve güzel olanı takdir buyur. Şüphesiz biz sana yöneldik, senin yolunu tuttuk.” Allah şöyle buyurdu: “Azabım var, onu kimi dilersem onun başına dolarım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Fakat rahmetimi özellikle bana karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize iman edenlere nasip edeceğim.”
    Tefsir:Allah Teâlâ Hz. Mûsâ’ya, buzağıya tapmalarından dolayı özür dilemek üzere kavminin en iyilerinden yetmiş kişi seçerek belirlenen vakitte huzuruna getirmesini emretmişti. Mûsâ (a.s.) da bunları seçip Tûr’a götürdü. Rivayete göre Hz. Mûsâ onlardan oruç tutmalarını, yıkanıp temizlenmelerini ve elbiselerinin de temiz olmasını istemişti. Bunlar dağa yaklaştıklarında, dağı bir sis kapladı. Mûsâ da onlarla beraber sisin içine girdi, hepsi secdeye kapandılar. Allah Teâlâ, Mûsâ’ya dilediği gibi emirler veriyor ve yasakları bildiriyordu, onlar da işitiyorlardı. Sis açılınca, “Ey Mûsâ! Biz Allah’ı açıkça görmedikçe sana inanacak değiliz!” (Bakara 2/55) diyerek direttiler. İhtimal ki, bununla “Sen işittiğimiz bu sesin Allah’ın sesi olduğunu söylüyor «nefislerinizi öldürün» (bk. Bakara 2/54) diyenin Allah olduğunu bildiriyorsun, fakat biz Allah’ı göremediğimiz takdirde senin bu sözünün doğruluğunu tasdik edemeyiz” demek istiyorlardı. Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakaladı. Bakara sûresi 55-56. âyetlerde geçtiği üzere onları yıldırım çarptı veya dağda bir zelzele oldu; onlar da düşüp bayıldılar, hatta öldükleri rivayet edilir. Bunun üzerine Mûsâ (a.s.) şöyle bir münâcatta bulundu:

    “Rabbim! Dileseydin bunları, buraya gelmeden önce, buzağıya tapanlara engel olmadıkları, vazifelerini ihmal edip o sapıklara karşı koymadıkları ve onlardan uzak durmadıkları sırada helak edebilirdin. Beni de daha önce seni görmek isteğinde bulunduğum zaman mahvedebilirdin. Yani, bizi günahlarımız yüzünden helâk etmek isteseydin, o vakit ederdin. Biz o zamanlar helâke daha çok müstehak idik ve bunu yapmana hiç bir engel yoktu. Ancak sen o zaman bizim helâkimizi dilememiş idin. O zaman lutfettin, bizi helâk etmedin de şimdi içimizden bazı sefîhlerin, görüşü zayıf beyinsizlerin; dinin hikmetini bilmez, ayağı kayacak noktalarda kendini tutamaz hafif akıllıların yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin? Ne olur, bizi helak etme ya Rabbi! Bu ancak senin imtihanından başka bir şey değildir. Bu beyinsizlerin içine düştükleri fitne, sırf senden gelen bir mihnet, bir imtihan ve iptiladır. Bu cihetle onlar bir anlamda mazur sayılırlar. Zira onlara kelâmını işittirdin sana meftun oldular, duramadılar, kendilerine hakim olamayıp daha fazlasına arzu duydular da seni görmek istediler. Sen böyle bir imtihanla dilediğini şaşırtırsın, o kendini tutamaz olur. Dilediğine hidâyet eder, bir hakikati anlatırsın, onun imanı kuvvet kazanır da benzeri olaylarda sarsılmaz olur. Sen bizim yegane velimizsin; dünya ve âhiret işlerimizde hâkimimiz, yardımcımız, koruyucumuz ve sığınağımız ancak sensin. Şu halde bizi mağfiret eyle, günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört ve bize merhamet eyle, bizi rahmetine ve nimetine nâil eyle. Sen bizim velimiz olduğun gibi, mağfiret edenlerin, kusur bağışlayanların en hayırlısısın; garazsız, ivazsız, karşılıksız en güzel mağfireti ancak sen yaparsın. Tekrar tekrar niyaz ederim ve yalvarırım ki, bize en hayırlı bir mağfiret ver, bu sarsıntıdan ve bu helâkten bizi kurtar. Bizim için dünyada bir iyilik yaz; bu sarsıntıdan kurtarmakla beraber bize nimet ve afiyet ihsan eyle. Hayırlı ameller yapabilecek güzel bir hayat ihsan eyle. Şiddetten, meşakkatten ve fenalıktan arınmış, önü sonu temiz bir hayat takdir eyle. Âhirette de bize güzel bir âkıbet ihsan buyurup, güzel güzel sevaplar yaz. Âhiret yurdumuzun da cennet, felâh ve mutluluk olmasını değişmeyecek bir şekilde takdir buyur. Çünkü biz sana döndük, yeniden hidâyete geldik ve tevbe ettik. Hani sen, “Kötülükler yaptıktan sonra ardından tövbe edip inananlara gelince, şüphesiz ki Rabbin, bu tevbe ve imandan sonra onlar için çok bağışlayıcı, engin merhamet sahibidir” (A‘râf 7/153)(A‘râf 7/153) buyurarak tevbeden sonra mağfiret ve rahmeti kesin olarak va‘detmiştin. Biz de tevbemizin kabulü için bütün kavmimiz namına sana geldik. Şu halde heyet halindeki bu müracaatımızı kabul eyle ve bizi mağfiret ve rahmet ile geri gönder, bize hem bu dünyada, hem de âhirette iyilik yaz.”
    Mûsâ (a.s.)’ın bu yakarışına Cenâb-ı Hak şöyle mukabelede bulundu:
    “Benim bir azabım vardır; dilediklerimi onunla cezalandırır, ona azabımı mutlaka ulaştırırım, o da mutlaka isabet alır, kaçıp kurtulamaz. Azabımın özelliği budur. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Dünyada mümin, kâfir, sorumlu, sorumsuz, hatta «şey» adını alabilen her varlık ve her ne varsa hepsini kaplamış, hepsini içine almıştır. Rahmetimin özelliği de budur. Rahmetimin dışında bir şey tasavvur etmek mümkün değildir.”
    “Allah Teâlâ’nın bir damlalık mağfireti, bağışlaması bile bütün bir kâinatı içerisine alacak ve bütün günahları bir anda yok edecek kadar kudretli ve azametlidir. Artık sen, o Ulu Allah’ın ilâhî merhamet deryâsının büyüklüğünü, enginliğini ve muazzam kudretini hesâb et.”
    Ancak bunun böyle olması, her şeyin ilâhî rahmetten eşit pay almasını, işin başında olduğu gibi sonunda da aynı rahmete mazhar olmasını gerektirmez. Allah dilediğinde, o her şeyi kuşatmış olan rahmeti içinden istediği kimselere azabını isabet ettirir. Kimse hükmüne ve iradesine müdahale edemez. İşte Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’nın, “Bize dünyada da âhirette de iyi ve güzel olanı takdir buyur” (A‘râf 7/156) şeklindeki duasına karşılık: “Azabım var, onu kimi dilersem onun başına dolarım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır” (A‘râf 7/156) buyurmak suretiyle, bir taraftan ona ve onun ümmetinden sâlih kişilere geniş bir rahmet ümidi vermiş; ancak bunun kendisi için bir zorunluluk olmadığını hatırlatma mâhiyetinde, azabının da dikkate alınmasını istemiştir. Sonra da azaptan koruyup rah­mete erdirecek iyi hal ve sâlih amellere misâl olmak üzere:
    › Takvâ ehlin­den olmayı,› Zekâtı vermeyi ve› Allah’ın âyetlerine inanmayı zikretmiştir.
    İbn Abbas (r.a.)’ten rivayete göre, “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (A‘râf 7/156) ayeti inince şeytan cesaretlenip: “Ben de şeylerden bir şeyim” dedi. Allah Teâlâ, “o rahmeti takvâ sahiplerine.... yazacağım” (A‘râf 7/156) buyurarak onu rahmetinin kapladığı şeyler cümlesinden çıkardı. Yahudiler ve hıristiyanlar da: “Biz de günahlardan korunur, zekâtı verir ve Rabbimizin tüm ayetlerine inanırız” dediler. Allah Teâlâ, aşağıda gelen ayetlerle onlardan son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e inanıp ona uymayanları rahmetinin sınırları dışına çıkardı: (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IX, 108)
    اَلَّذ۪ينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الْاُمِّيَّ الَّذ۪ي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِنْدَهُمْ فِي التَّوْرٰيةِ وَالْاِنْج۪يلِۘ يَأْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهٰيهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَٓائِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ اِصْرَهُمْ وَالْاَغْلَالَ الَّت۪ي كَانَتْ عَلَيْهِمْۜ فَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِه۪ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّذ۪ٓي اُنْزِلَ مَعَهُٓۙ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ۟ ﴿١٥٧﴾
    Meal 157: Onlar, ellerindeki Tevrat ve İncil’de özelliklerini yazılı buldukları o Rasûl’e, okuma yazma bilmeyen o Peygamber’e uyarlar. O Peygamber onlara iyilik, doğruluk ve güzelliği emretmekte; her türlü kötülüğü ve çirkinliği yasaklamakta; temiz ve hoş olan bütün yiyecek ve içecekleri onlara helâl, kötü ve pis olan şeyleri ise onlara haram kılmakta; sırtlarındaki kendi şeriatlarından kalma ağır yükleri kaldırmakta, boyunlarına vurulmuş zincirleri kırıp atmaktadır. Bu bakımdan ona inanan, ona saygı duyan, düşmanlarına karşı ona yardım eden ve kendisine indirilen Kur’an’a uyan kimseler, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
    Tefsir:Onlar, yanlarında bulunan Tevrat ve İncil’de özellikleri yazılı bulunan; kendi öz evlatları gibi tanıdıkları (bk. Bakara 2/146) ümmî peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)’e uyup itikat, ibâdet, ahlâk ve muamelâtta onun arkasından gidenler ve gidecek olanlardır.
    Bu âyet-i kerîmeden anlaşılmaktadır ki, Cenab-ı Hak Hz. Mûsâ’ya Tur dağındaki buluşmasında ve Tevrat’ta âlemlere rahmet olan son peygamberi haber vermiş; talep ettiği rahmet ve iyiliğin onun ümmeti için yazılacağını va‘dederek, vakti gelince İsrâiloğulları’nın ona iman edip tâbi olmalarını teşvik etmiştir. Aynı zamanda Tevrat’tan sonra ve Kur’ân’dan önce İncil’in geleceğini bildirmiştir. Tevrat ve İncil’de, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.s.) ile ona nâzil olacak Kur’ân-ı Kerîm hakkında bir kısım vasıf ve özellikleri itibariyle bilgiler yer almaktaydı. Efendimiz geldiği sırada Tevrat ve İncil’i hakkiyle okuyup anlayan kitap ehli, Hz. Mûsâ’nın talep ettiği rahmet ve iyiliğe erebilmenin ancak son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e uyma sayesinde mümkün olacağını ellerindeki kitaplarında yazılı olarak buluyorlardı.

  • Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 131-143Datum04.03.2024 06:51
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 131-143

    فَاِذَا جَٓاءَتْهُمُ الْحَسَنَةُ قَالُوا لَنَا هٰذِه۪ۚ وَاِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَطَّيَّرُوا بِمُوسٰى وَمَنْ مَعَهُۜ اَلَٓا اِنَّمَا طَٓائِرُهُمْ عِنْدَ اللّٰهِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿١٣١﴾
    Meal 131: Hayatın akışı içinde onlara bir iyilik geldiğinde “Bu bizim hakkımız” derlerdi. Kötü bir durumla karşılaştıklarında ise bunun Mûsâ ile beraberinde olanların uğursuzluğundan kaynaklandığını söylerlerdi. Şunu bilin ki, onların uğursuz saydığı şey, kötü işlerine karşı Allah’ın verdiği cezadır; fakat onların çoğu bunu bilmez.
    Tefsir:Hayatın normal süreci içinde kendilerine bir iyilik; bolluk ve genişlik geldiğinde bunun kendilerinin tabii hakları olduğunu söylüyorlardı. Bunu kâbiliyet ve çalışmalarının bir ürünü olarak görüyorlardı. Bir kötülük; kıtlık, kuraklık ve hastalık dokunduğunda ise bunu Mûsâ ve ona inananlardan biliyorlardı. Yani başlarına bu uğursuzluğun onlar sebebiyle geldiğini düşünüyorlardı. Halbuki Fâil-i Mutlak Allah olmakla beraber, uğursuzluğun sebebi bizzat kendileri idi. Allah katında uğursuz sayılmalarına ve başlarına uğursuzlukların gelmesine sebep, bizzat kendi inkârları ve günahları idi. Fakat çoğu bunu bilmiyordu. Bilenler de inat ve kibirleri sebebiyle bildiklerinin gereğini yerine getirmiyordu.
    Âyette geçen اَلتَّطَيُّرُ (tatayyur) kelimesi bir şeyi; bir hayvanı, insanı veya olayı uğursuz sayma demektir. Câhiliye döneminde bir kimse sefere çıktığında karşılaştığı ilk kuş kendisine göre sağ tarafa uçarsa bunu uğurlu, sol tarafa doğru uçarsa uğursuz sayardı. Dolayısıyla ilk zamanlar hem uğursuzluğu hem uğurluluğu ifade eden bu kelime daha sonra sadece “uğursuzluk” mânasında kullanılır olmuştur. Allah Resûlü (s.a.s.), bir şeyi uğursuz saymanın cahiliye âdeti olduğunu ve bunun İslâm’da yeri olmadığını haber vermektedir. (bk. Buhârî, Tıp 17, 19; Müslim, Selam 102, 107, 109) Fakat bazı şeyleri geleceğe ait bir hayır ve ümit vesilesi olarak görmede bir sakınca olmadığını bildirerek hatta bunu teşvik ve tavsiye buyurmaktadır. (bk. Buhârî, Tıp 43, 44; Müslim, Selâm 110-113) İnkâr ve inatlarında devm etmeleri yüzünden o azgın kavmin üzerine musibetler şiddetli azap kamçıları halinde peşpeşe inmeye başladı:
    وَقَالُوا مَهْمَا تَأْتِنَا بِه۪ مِنْ اٰيَةٍ لِتَسْحَرَنَا بِهَاۙ فَمَا نَحْنُ لَكَ بِمُؤْمِن۪ينَ ﴿١٣٢﴾
    Meal 132: Onlar Mûsâ’ya şöyle derlerdi: “Bizi büyülemek için hangi mûcizeyi getirirsen getir, sana asla inanacak değiliz.”
    فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمُ الطُّوفَانَ وَالْجَرَادَ وَالْقُمَّلَ وَالضَّفَادِعَ وَالدَّمَ اٰيَاتٍ مُفَصَّلَاتٍ فَاسْتَكْبَرُوا وَكَانُوا قَوْمًا مُجْرِم۪ينَ ﴿١٣٣﴾
    Meal 133:
    Bunun üzerine biz de, ayrı ayrı mûcizeler olarak onların üzerine tufan, çekirge, haşerât, kurbağa ve kan felâketlerini gönderdik. Yine de iman etmeyi kibirlerine yediremediler ve dâimâ günah işlemekle meşgul inkârcı bir toplum olarak kaldılar.
    Tefsir:Kıtlık ve açlık Firavun hânedânının başına gelen ilk musibetti. Fakat bundan lazım gelen ibreti alamadılar. İsyan ve taşkınlıklarına devam ettiler. Allah’a ve peygamberine meydan okuyacak kadar ileri gittiler. Hz. Mûsâ’yı sihirbazlıkla itham edip, gözlerini boyamak için ne tür bir mûcize, bir işaret getirirse getirsin, ona asla inanmayacaklarını söylediler. Bu sebeple 133. âyette beyân edilen musibetler, Allah’ın birer kudret nişânesi, varlığının apaçık delilleri olarak onların üzerine peş peşe gelmeye başladı:
    اَلطُّوفَانُ (tufan): Bir hafta aralıksız devam eden şiddetli bir yağmur yağdı, Nil nehri taştı ve büyük bir sel tufanı meydana geldi. Bu tufan Mısır halkının evlerini basıp hepsini tahrip etti. Fakat İsrâiloğullarına bir zararı olmadı.
    اَلْجَرَادُ (cerâd): Çekirgeler demektir. Bunlar, bütün yeşil ürünleri yiyip bitirir, araziyi kısa sürede çırılçıplak hale getirirler. Anlaşılan o ki, bu çekirgeler, tufandan sonra biten kuvvetli ve gür ekinleri yiyip bitirmişlerdir.
    اَلْقُمَّلُ (kummel): Bit, pire ve güve gibi çeşitli cinsteki küçük böceklerdir. Bunlar Firavun kavminin hem bedenlerine hem ürünlerine Musallat olmuşlar, onları son derece sıkıntıya sokmuşlardır.
    اَلضَّفَادِعُ (dafâdi‘): Kurbağalar demektir. Her tarafı kurbağalar doldurmuş, âdetâ başlarına kurbağa yağmıştır.
    اَلدَّمُ (dem): Kan demektir. İçecekleri bütün sular ve Nil nehri kan olarak akmaya başlamıştır.
    Onlar, çeşitli isyan ve günaha teşebbüs ettikçe, Allah da onlara çeşitli cezalar vermiştir. Bir türlü günahlardan kurtulup temizlenmeye yönelememişlerdir. Esasında onlar, kalp cihetiyle, hakikatin delillerini görmekten uzaklaştırılmak suretiyle cezalandırılmışlardır. Bu ise, zahirlerine dokunan pek çok felâketten daha büyük bir belâdır.Gelen bu musibetler karşısında inkarcı halkın sergilediği tavır pek gülünçtür:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
    وَلَمَّا وَقَعَ عَلَيْهِمُ الرِّجْزُ قَالُوا يَا مُوسَى ادْعُ لَنَا رَبَّكَ بِمَا عَهِدَ عِنْدَكَۚ لَئِنْ كَشَفْتَ عَنَّا الرِّجْزَ لَنُؤْمِنَنَّ لَكَ وَلَنُرْسِلَنَّ مَعَكَ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَۚ ﴿١٣٤﴾
    Meal 134: Başlarına o felâketlerden her biri çöktükçe: “Ey Mûsâ! Sana verdiği söz hürmetine bizim için Rabbine dua et! Andolsun ki, eğer bizden bu azabı
    فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُمُ الرِّجْزَ اِلٰٓى اَجَلٍ هُمْ بَالِغُوهُ اِذَا هُمْ يَنْكُثُونَ ﴿١٣٥﴾
    Meal 135: Biz, verdikleri sözü yerine getirebilecekleri bir süreye kadar musîbeti üzerlerinden kaldırınca da, her seferinde sözlerinden hemen dönüyorlardı
    فَانْتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَاَغْرَقْنَاهُمْ فِي الْيَمِّ بِاَنَّهُمْ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَكَانُوا عَنْهَا غَافِل۪ينَ ﴿١٣٦﴾
    Meal 136: Bu şekilde âyetlerimizi yalanlayıp onları hiç umursamadıkları için, neticede biz de hak ettikleri cezayı verdik ve hepsini denizde boğduk.
    Tefsir::Belâyı başlarından savuşturduğu takdirde kendisine iman edeceklerine ve İsrâiloğullarını serbest bırakacaklarına yeminler ederek söz veren Firavun kavmi, her seferinde yeminlerini bozuyor ve sözlerinden vazgeçiyorlardı. Azabın biri gidince diğerinin gelmeyeceğini zannediyorlardı. Nihayet Hz. Mûsâ’nın duasıyla son musibet de kaldırılıp yine sözlerinden cayınca, kalplerinin hidâyeti kabul etme özelliği tamamen köreldiği ve uyanma kabiliyetleri bütünüyle tükendiğinden Cenâb-ı Hak onları Kızıldeniz’de boğdu, içlerinden bir fert bile kurtulamadı.İsrâioğulları’nı bekleyen güzel neticeye gelince:
    وَاَوْرَثْنَا الْقَوْمَ الَّذ۪ينَ كَانُوا يُسْتَضْعَفُونَ مَشَارِقَ الْاَرْضِ وَمَغَارِبَهَا الَّت۪ي بَارَكْنَا ف۪يهَاۜ وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ الْحُسْنٰى عَلٰى بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ بِمَا صَبَرُواۜ وَدَمَّرْنَا مَا كَانَ يَصْنَعُ فِرْعَوْنُ وَقَوْمُهُ وَمَا كَانُوا يَعْرِشُونَ ﴿١٣٧﴾
    Meal 137: Asırlardır hor görülüp ezilmekte olan İsrâiloğulları halkını da, feyiz ve bereketlerle donattığımız o toprakların doğusuna ve batısına vâris kıldık. Böylece Rabbinin İsrâiloğulları için verdiği o güzel söz, sabretmelerinin bir neticesi olarak tamâmen gerçekleşmiş oldu. Firavun ve kavminin, o sanat ve sanayi ürünü eserlerini; yükseltmekte oldukları köşkleri, sarayları; yetiştirdikleri bağ ve bahçeleri yıkıp yerle bir ettik.
    Tefsir:Allah Teâlâ, Firavun’un zulmünden kurtardığı İsrâiloğulları’nı “feyiz ve bereketlerle donattığı toprakların doğusuna ve batısına vâris kıldı”, o bölgenin hâkimiyetini onlara ihsan etti. Müfessirlerin çoğunluğuna göre bahsedilen bölgenin doğu tarafı bugünkü Filistin ve Suriye, batı tarafı ise Mısır’dır. Ancak, Mâide sûresi 21. âyette geçen “Allah’ın sizin için takdir ve girmenizi emir buyurduğu şu mukaddes ülke” ve İsrâ sûresi 1. âyette geçen “etrafını bereketli kıldığımız Mescid-i Aksâ” beyânlarından hareketle bahsedilen bereketli yerin hususiyle Filistin olduğunu söylemek de mümkündür.
    İsrâiloğullarının zilletten kurtulup yeryüzünde hâkimiyet elde edeceklerine dair Cenâb-ı Hakk’ın va‘di vardı. Bu va‘d Kasas sûresi 5. âyette: “Biz ise o ülkede hor ve hakir görülenlere lutufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları Firavun’un devlet ve saltanatına mirasçı kılmak istiyorduk” şeklinde yer almaktadır. Ayrıca bunu Mûsâ (a.s.): “Ne biliyorsunuz, bakarsınız Rabbiniz düşmanlarınızı helak eder ve nasıl amel edeceğinizi görmek için onların yerine sizi yeryüzünde hâkim kılar” (A‘râf 7/129) sözüyle de dile getirmişti. İşte Firavun hânedânının bütün köşk ve sarayları, bağ ve bahçeleriyle birlikte helak edilmesinden sonra bu ilâhî va‘d bütünüyle gerçekleşmiş, İsrâiloğulları, bahsedilen topraklara yerleşmiş ve orada hâkim duruma gelmişlerdir.
    Şimdi sıra Firavun’un zulmünden kurtulan İsrâiloğulları’nın, Allah’ın bu ihsanına karşılık neler yaptıklarını, nasıl bir davranış sergilediklerini izlemeye geldi:
    وَجَاوَزْنَا بِبَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ الْبَحْرَ فَاَتَوْا عَلٰى قَوْمٍ يَعْكُفُونَ عَلٰٓى اَصْنَامٍ لَهُمْۚ قَالُوا يَا مُوسَى اجْعَلْ لَنَٓا اِلٰهًا كَمَا لَهُمْ اٰلِهَةٌۜ قَالَ اِنَّكُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ ﴿١٣٨﴾
    Meal 138: İsrâiloğulları’nı denizden geçirdik. Derken kendilerine ait bir takım putlara tapmakta olan bir kavme rastladılar. Hemen: “Ey Mûsâ! Bize de onların ilâhları gibi bir ilâh yapıver!” dediler. Mûsâ şunları söyledi: “Gerçekten siz, hep böyle cehâlet içinde gidip gelen bir topluluksunuz.”
    اِنَّ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ مُتَبَّرٌ مَا هُمْ ف۪يهِ وَبَاطِلٌ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿١٣٩﴾
    Meal 139: “İmrendiğiniz şu kimselerin din diye tutundukları şey yıkılmaya mahkûmdür ve ibâdet kasdıyla işleyegeldikleri bütün ameller de boştur, mânasızdır.”
    قَالَ اَغَيْرَ اللّٰهِ اَبْغ۪يكُمْ اِلٰهًا وَهُوَ فَضَّلَكُمْ عَلَى الْعَالَم۪ينَ ﴿١٤٠﴾
    Meal 140: Mûsâ şöyle devam etti: “Allah sizi, ihsân buyurduğu iman ve din sayesinde diğer bütün milletlere üstün kılmış iken, ben size O’ndan başka bir ilâh mı arayayım!”
    Tefsir:İsrâiloğulları’nın denizi geçtikten sonra rastladıkları bu kavmin kimler olduğu hususunda Kur’an açık bir beyânda bulunmaz. Fakat bunların, kendilerine ait bir kısım putlara tapan putperest bir toplum olduğunu belirtir. Tapanlar hangi toplum, tapılanlar da ne tür bir put olursa olsun, mutlak mânada hepsinin bâtıl ve hepsinin de yok olmaya mahkum olduğu gerçeğini hatırlatır. Bir kısım tarihî bilgiler, o kavmin taptıkları putların sığır ve boğa heykelleri şeklinde olduğunu, İsrâiloğullarında daha sonra baş gösterecek buzağıya tapma hastalığının da ilk olarak buradan kaynaklandığı yönündedir.Ömer Çelik
    وَاِذْ اَنْجَيْنَاكُمْ مِنْ اٰلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُٓوءَ الْعَذَابِۚ يُقَتِّلُونَ اَبْنَٓاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَٓاءَكُمْۜ وَف۪ي ذٰلِكُمْ بَلَٓاءٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَظ۪يمٌ۟ ﴿١٤١﴾
    [b]Meal 141
    : Ey İsrâiloğulları! Sizi Firavun hânedânının elinden kurtardığımız zamanı da hatırlayın. Onlar size en kötü işkencenceleri yapıyor; erkek çocuklarınızı öldürüyor ve kızlarınızı kullanmak için sağ bırakıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardı.
    Tefsir:Cenab-ı Hak burada özellikle kendilerine işkencenin en acımasızını revâ gören; erkek çocuklarını öldürüp, kötü emelleri için kız çocuklarını sağ bırakmak suretiyle nesillerinin kökünü kurutmaya azmeden Firavun hânedânından kendilerini kurtarması gibi en büyük ihsanını hatırlatarak onları şiddetle uyarmakta, onları şükür ve tefekküre çağırmakta, hiç olmazsa putperestliğe meyledip tevhid gibi en hassas bir mevzuda yanlışlığa düşmemelerini istemektedir.
    Kavmi ile arasında nükseden bu yeni imtihan ve sıkıntının ardından Hz. Mûsâ’ya Rabbi ile Tur dağında buluşma müjdesi geliyor:
    وَوٰعَدْنَا مُوسٰى ثَلٰث۪ينَ لَيْلَةً وَاَتْمَمْنَاهَا بِعَشْرٍ فَتَمَّ م۪يقَاتُ رَبِّه۪ٓ اَرْبَع۪ينَ لَيْلَةًۚ وَقَالَ مُوسٰى لِاَخ۪يهِ هٰرُونَ اخْلُفْن۪ي ف۪ي قَوْم۪ي وَاَصْلِحْ وَلَا تَتَّبِعْ سَب۪يلَ الْمُفْسِد۪ينَ ﴿١٤٢﴾
    Meal 142: Tūr dağında ibâdet etmesi için Mûsâ ile otuz gece için sözleşmiş, sonra ona on gece daha ilâve etmiştik. Böylece Rabbinin belirlediği süre kırk geceye tamamlanmış oldu. Mûsâ, kardeşi Hârûn’a: “Kavmim içinde benim yerime geç, onların hatalarını düzelt; sakın ha bozguncuların yoluna uyma!” dedi.
    Tefsir:İsrâiloğulları Mısır’dan ayrıldıktan sonra esaret bağlarından kurtularak hür ve bağımsız bir millet haline geldiler. Bunun üzerine Hz. Mûsâ, kavminin uyacağı şeriat kendisine öğretilmek üzere ilâhî bir emirle Tur-i Sînâ’ya çağrıldı. Kendisine yüklenecek bu ağır vazifenin gerektirdiği kuvvet ve salâhiyeti kazanmasını sağlayacak oruç, zühd, ibâdet, dua, murakebe, tezkiye ve tefekkür için önce otuz günlük bir süre belirlendi. Sonra ihtiyaca binâen on gün daha ilave edilerek bu süre kırka tamamlandı. Nitekim Bakara sûresi 51. âyette bu sürenin “kırk gece” olduğu kaydedilir. Gündüzleri de belirlenen bu süreye dâhil olduğu halde, yalnızca “gece” buyrulması, ay hesabına göre günün geceden başlaması hikmetine bağlıdır. Hz. Mûsâ bu esnada kavmini, Vadi’ş-Şeyh denilen yere bıraktı. Kardeşi Hârûn’u da kavminin başında bulunup onları yönetmesi için yerine vekil tayin etti. Kavminin ne yapacaklarına tam güvenemediği için kardeşini özellikle “bozguncuların yoluna uymama” konusunda uyardı. Hz. Hârûn, peygamberlik görevi hususunda onun emri altındaydı ve tebliğ çalışmalarında ona yardımcı olmak üzere vazifelendirilmişti. Nitekim âyet-i kerîmede: “Biz Mûsâ’ya kitabı verdik, kardeşi Hârûn’u da beraberinde yardımcı kıldık” (Furkan 25/35) buyrulur.
    Allah Teâlâ ile konuşma ve O’ndan vahiy alma öncesinde Hz. Mûsâ’ya kırk gün riyâzat yaptırılması ve özellikle “gece” ifadesinin kullanılmasından şöyle bir mâna sezilebilir: Allah’a yakın olmak isteyen kulların, büyük bir aydınlığa ve tecelli sabahına erebilmeleri için geceler kadar karanlık ıstırap saatleri ile çile doldurmaları gerekmektedir. Çünkü ilâhî feyizler daha ziyade geceleri vaki olur. Bütün başarı sabahları, ıstırap gecelerinin seherlerini izleyerek meydana çıkar. Nitekim oruç, ibâdet ve riyâzatla geçirilen bu kırk gecenin fecr-i sadık saatlerini andıran sonlarına doğru Hz. Mûsâ, Allah Teâlâ’nın kelâmına mazhar olmuş ve şu tecelliye ermiştir:
    وَلَمَّا جَٓاءَ مُوسٰى لِم۪يقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُۙ قَالَ رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَۜ قَالَ لَنْ تَرٰين۪ي وَلٰكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرٰين۪يۚ فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقًاۚ فَلَمَّٓا اَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا۬ اَوَّلُ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿١٤٣﴾
    Meal 143: Nihâyet Mûsâ belirlediğimiz zamanda buluşma yerine geldi. Rabbi kendisiyle konuşmaya başlayınca, gerek bunun verdiği şevk ve heyecan, gerekse O’nu görme aşk ve cezbesi içinde: “Rabbim! Kendini bana göster de sana bakayım!” dedi. Allah ona: “Sen beni asla göremezsin! Fakat şu dağa bak; eğer dağ yerinde durabilirse sen de beni görürsün” buyurdu. Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi. Mûsâ da bayılıp düştü. Kendine gelince: “Rabbim! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, affına sığınarak sana yöneliyorum, sana iman edenlerin ilki de benim” dedi.
    Tefsir:Mûsâ (a.s.) tayin edilen vakitte Tûr dağına vardı. Allah Teâlâ onunla aracısız fakat perde arkasından konuştu. Hz. Mûsâ Rabbinin konuşmasını işitti. Rivayete göre ilâhî kelâm ona her cihetten geliyordu. Mûsâ (a.s.) Allah kelâmının şevk ve neşesiyle kendinden geçti. Konuşmasını işitmek ruha bu kadar heyecan, neş’e ve surûr verdiğine göre acaba bizzat kendisini görmek nasıl olur diye düşündü. Gönlünde son derece şiddetli bir şekilde Allah’ı görme arzusu uyandı. Aşk ve muhabbeti galeyana geldi ve “Rabbim! Bana kendini göster sana bakayım. Aradan perdeyi kaldır ve bana bizzat tecelli et de seni göreyim” diye yalvardı. Muhtemelen Hz. Mûsâ, Cenâb-ı Hakk’ı dünya gözüyle görebilmenin mümkün olabileceğini zannetmişti. Fakat olmadı. Hak Teâlâ, dünyada, dünya gözüyle kendisini görmesinin mümkün olmadığını ferman buyurdu. Yine de seçkin peygamberinin bu konuda kalbinin iyice mutmain olması için bir misal vermeyi murad etti. Mûsâ’ya, kendi bünyesinden daha güçlü ve daha sağlam olan dağa bakmasını söyledi. Üzerine tecelli ettiğinde eğer dağ yerinde durur ve sarsılmazsa kendisini görebileceğini; eğer dağ bu tecelliye dayanamaz, yerinde duramaz da parçalanırsa kendisini görmeye takat getiremeyeceğini bildirdi. Cenâb-ı Hak, mâhiyetini aklımızla kavrayamayacağımız bir şekilde dağa tecelli edince onu paramparça etti. Bu dehşetli manzarayı seyreden Mûsâ kendinden geçti ve baygın bir halde yere yığıldı. Dağdan kendine yansıyan bir izafi tecelliye dayanamadı. Eğer tam ve mutlak bir tecelli olsaydı, hiçbir şeyin; ne dağın, ne dünyanın ne de kâinatın buna tahammül etmesi mümkün olacaktı. Tam ve mutlak tecelli bir tarafa, dağa olan o tecelli eğer bizzat Mûsâ’ya olsaydı, belki zerreler halinde yok olup gidecekti. Şâirin ifadesiyle:
    Bu sebeple Mûsâ, baygınlığı geçip ayılınca hemen Cenâb-ı Hakk’ı tenzih etti, zâtını görme talebindeki hatadan dolayı O’na tevbe etti ve bunun böyle olduğuna inananların ilki olduğunu ikrar etti.
    Âyetteki “dağa bak” emrinde şu işârî mânalar hissedilmektedir: Bu emirde Mûsâ (a.s.) için pek şiddetli bir imtihan vardır. Çünkü Allah Teâlâ onu, istediğini görmekten men etmiş ve ondan başkasına bakmayı emir buyurmuştur. Eğer ona, gözlerini kapayıp bundan sonra hiç bir şeye bakmamayı emretseydi bu ona daha kolay gelirdi. Ne var ki ona: “Sen beni asla göremezsin, fakat dağa bak” (A‘râf 7/143) denilmiştir. Bundan daha da şiddetlisi, dağa Cenâb-ı Hakkın tecellîsi verildi. Sonra da Mûsâ (a.s.)’a Rabbini görme isteğiyle geldiği dağa bakması emredildi. Bu, hakikaten çok zor bir imtihandır. Fakat Mûsâ (a.s.) Allah’ın yaptığına rızâ göstermiş ve hükmüne boyun eğmiştir. “Dağa bak” emrinin Mûsâ (a.s.) için bir lutuf olduğunu söyleyenler de olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ, Mûsâ (a.s.)’ın isteğini açıkça reddetmemiş, bilakis sabırlı davranmasına yardımcı olmak üzere bu reddi bazı sebeplere bağlamıştır. Mûsâ (a.s.) uyanıklık haline geri döndürülüp ayılınca tekrar işin başına dönüp “Affına sığınarak sana yöneliyorum” dedi. Yani “Mertebelerin en yücesi olan seni görmek gerçekleşmemiş olsa bile, işin başı olan tevbeyi azaltacak değilim” demek istedi. Ayrıca Allah’ı görme talebi, kulluk mahallinden ayrılmak mânasını taşır. Çünkü kulluğun şartı, kul ile Rab arasında yakınlık meydana gelse de bir an hizmet mahallinden uzak durmamaktır. Zira yakınlık nefsin payıdır; hizmet ise Rabbin hakkıdır. Rabbin hakkıyle birlikte olmak ise nefsin hazzı ile birlikte bulunmaktan daha mühimdir. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 354)
    Cenâb-ı Hakk’ın görülmesi aklen caizdir. Çünkü bir varlığın görülebilir olmasının yegâne şartı var olmaktır. Ancak naklî deliller Allah’ın dünyada değil, âhirette görüleceğini haber vermektedir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.), cennette mü’minlerin Allah’ı dolunayın görüldüğü gibi açık olarak göreceklerini müjdelemektedir. (bk. Buhârî, Ezan 129; Müslim, Fiten 95) Bu bilgiler doğrultusunda bakıldığında, Hz. Mûsâ, Allah’ı görmeyi talep ederken, imkân­sız olanı değil, caiz olanı istemiştir. Rabbimiz ise “Sen beni asla göremezsin” (A‘râf 7/143) cevâbı ile, kendini görmenin ebediyen imkânsızlığını değil, dünyada görülemeyeceğini beyân buyurmuştur.Bu fevkalâde tecellîler ardından Hz. Mûsâ’ya ilâhî iltifatlar gelmeye başladı:

  • Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 113-130Datum02.03.2024 07:16
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 113-130

    وَجَٓاءَ السَّحَرَةُ فِرْعَوْنَ قَالُٓوا اِنَّ لَنَا لَاَجْرًا اِنْ كُنَّا نَحْنُ الْغَالِب۪ينَ ﴿١١٣﴾
    Meal:113: Sihirbazlar Firavun’a geldiler: “Gâlip gelen biz olursak, herhalde bize bir mükâfat olur, değil mi?” dediler.
    قَالَ نَعَمْ وَاِنَّكُمْ لَمِنَ الْمُقَرَّب۪ينَ ﴿١١٤﴾
    Meal:114: Firavun: “Tabiî! O zaman, elbette siz benim gözdelerimden olacaksınız” dedi.
    Tefsir:
    Sihirbazlar, galip geldikleri takdirde elde edecekleri mükâfât hususunda Firavun’dan söz ve garanti almak isterler. Böyle bir mükâfât beklentisi içinde olmaları, onların hem halk içinde yüksek bir itibara sahip olduklarını hem de sihirdeki maharetleriyle Mûsâ’yı mağlup edecekleri hususunda kendilerine güvendiklerini gösterir. Firavun’un ise onların bu taleplerine karşılık “Tabiî! O zaman, elbette siz benim gözdelerimden olacaksınız” (A‘râf 7/114) diyerek, onlara beklediklerinden daha fazlasını va‘detmesi de, onun her şeye rağmen Mûsâ’nın başarılı olmasından duyduğu endişeyi ortaya koyar.
    Derken Hz. Mûsâ ile sihirbazlar, bir bayram sabahı şehrin büyük meydanında toplanan kalabalık halkın karşısına çıktılar:
    قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِمَّٓا اَنْ تُلْقِيَ وَاِمَّٓا اَنْ نَكُونَ نَحْنُ الْمُلْق۪ينَ ﴿١١٥﴾
    Meal 115: Sihirbazlar: “Ey Mûsâ! Asânı önce sen mi atacaksın, yoksa ilk olarak biz mi atalım?” dediler.
    قَالَ اَلْقُواۚ فَلَمَّٓا اَلْقَوْا سَحَرُٓوا اَعْيُنَ النَّاسِ وَاسْتَرْهَبُوهُمْ وَجَٓاؤُ۫ بِسِحْرٍ عَظ۪يمٍ ﴿١١٦﴾
    Meal 116: Mûsâ da: “Siz atın!” dedi. Sihirbazlar, son hazırlıklarını yapıp ellerindeki büyü aletlerini yere atınca, orada bulunan herkesin gözünü boyadılar, onları korkudan dehşete düşürdüler ve böylece büyük bir sihir gösterisi yaptılar.
    Tefsir:
    Müsabaka meydanında sihirbazlar öncelikle kimin maharetini göstereceği hususunda Hz. Mûsâ’ya danıştılar. Bir anlamda ona karşı edepli davrandılar ve onun kararına saygı duyacaklarını ifade etmiş oldular. Neticede iman şerefine ermelerinde bu saygının bir tesiri olduğu düşünülebilir. Nitekim Mevlânâ Hazretleri, bu hususla ilgili şöyle bir işârî îzahta bulunur: “Sihirbazlar bir ülü’l-azm peygambere, Allah’a yakın yüce bir kula, müsâbakanın başında öncelik tanıyarak gösterdikleri nezâket, iltifat ve hürmet dolayısıyla tevhîd inancına geldiler, fakat o büyük peygamberle müsâbakaya çıkmaları sebebiyle de cezaya uğradılar.”
    Hz. Mûsâ, öncelikle onların atmasını talep etti. Onlar da sihir yapmak için getirdikleri asalarını ve iplerini attılar. Rivayete göre bunlar şekil itibariyle büyük ve kalın yılanlara benziyorlardı. İçlerine özel olarak doldurulmuş civa, yerin ve güneşin sıcaklığıyla ısındıkça, bunlar oynayıp kıvrılarak hareket ediyorlar ve meydanda korkunç pek çok yılan dolaşıyormuş gibi bir manzara arz ediyorlardı. Bu sebeple onlar, büyük bir sihir gerçekleştirerek insanların gözlerini büyülemeyi ve onların içine müthiş bir korku salmayı başarmışlardı. Hatta Mûsâ (a.s.) bile bu yüzden içinde bir korku duymuştu. (bk. Tâhâ 20/67) Fakat Mûsâ (a.s.s)’a Allah’ın yardımı yetişmede gecikmedi:
    وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنْ اَلْقِ عَصَاكَۚ فَاِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَۚ ﴿١١٧﴾
    Meal 117: Biz de Mûsâ’ya: “Asânı yere at!” diye vahyettik. Bir de ne görsünler; asâ, sihirbazların büyü adına ortaya koydukları ne varsa hepsini yalayıp yutuyor!
    فَوَقَعَ الْحَقُّ وَبَطَلَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَۚ ﴿١١٨﴾
    Meal 118: Böylece gerçek ortaya çıktı ve diğerlerinin yaptığı sihirler boşa gitti.
    فَغُلِبُوا هُنَالِكَ وَانْقَلَبُوا صَاغِر۪ينَۚ ﴿١١٩﴾
    Meal 119: İşte oracıkta Firavun ve takımı yenildiler ve küçük düşüp rezil oldular.
    Tefsir:
    Allah Teâlâ Mûsâ (a.s.)’a asâsını yere atmasını emretti. Atınca hemen o, küçük yılan gibi kıvranabilen koskocaman bir ejderha kesiliverdi. Sihirbazların, sahte yılanlar halinde dolaşan bütün asâ ve iplerini bir anda yalayıp yutuverdi. Ortalıkta ne bir asa, ne bir ip, ne de onlardan bir eser kaldı. Rivayete göre sihirbazlar: “Eğer Mûsâ’nın yaptığı sihir olsaydı, iplerimizi ve değneklerimizi yutamaz, onlar ortada kalırdı” dediler. Böylece Hz. Mûsâ’nın Allah tarafından gönderilen gerçek bir peygamber ve gösterdiği harikulâde olayların da Allah’ın kudretiyle meydana gelen gerçek mûcizeler olduğu kesinlik kazandı. Firavun’un bütün planları suya düştü ve sihirbazların yapa geldikleri büyülerin de bâtıl ve asılsız olduğu gün yüzüne çıktı. Firavun ve avânesi büyük bir yenilgiye uğradılar. Kendilerini üstün görüyor iken zelil, makhûr ve perişan olarak geriye döndüler.
    وَاُلْقِيَ السَّحَرَةُ سَاجِد۪ينَۚ ﴿١٢٠﴾
    Meal 120: Sihirbazlar ise hep birden secdeye kapandılar.
    قَالُٓوا اٰمَنَّا بِرَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ ﴿١٢١﴾
    Meal 121: Ve şöyle dediler: “Âlemlerin Rabbine iman ettik.”
    رَبِّ مُوسٰى وَهٰرُونَ ﴿١٢٢﴾
    Meal 122: “Mûsâ’nın ve Hârûn’un Rabbine!”
    Tefsir:
    Sihrin ne olduğunu ve en püf noktalarını çok iyi bilen sihirbazlar, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği hâdisenin sihir olmadığını, sihrin sınırının ötesinde ve ondan bambaşka bir iş olduğunu ve bunun Âlemlerin Rabbinden kaynaklanan bir gücün eseri olduğunu hemen anladılar. Her çeşit sihrin bunun karşısında güçsüz ve hükümsüz kalacağını hep bir ağızdan kabul ve itiraf ettiler. Böylece Mûsâ (a.s.)’ın gerçek peygamber olduğuna karar verip ona inandılar. Gönüllerine sinen hakikatin tesiriyle kendilerini tutamayıp derhal secdelere kapandılar. Bu âniden yerlere serilişlerinin, başka bir şey değil, kalplerine yerleşen ve iç dünyalarını yakan iman ateşinin bir tezâhürü olduğunu ifade etmek üzere de: “Âlemlerin Rabbine iman ettik. Mûsâ’nın ve Hârûn’un Rabbine!” (A‘râf 7/121-122) diye haykırdılar. Bu durumda Firavun ve eşrafı için, Hz. Mûsâ’nın bir sihirbaz olduğunu iddia etmek artık imkânsız hale geldi. Çünkü bu işi en iyi bilen sihirbazlar, bilfiil gösteri ve deneme ile bunun bir sihir olmadığını doğrulamışlardı. O halde Mûsâ’nın gerçek bir peygamber olduğunu kabulden başka yol kalmamıştır.
    قَالَ فِرْعَوْنُ اٰمَنْتُمْ بِه۪ قَبْلَ اَنْ اٰذَنَ لَكُمْۚ اِنَّ هٰذَا لَمَكْرٌ مَكَرْتُمُوهُ فِي الْمَد۪ينَةِ لِتُخْرِجُوا مِنْهَٓا اَهْلَهَاۚ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ ﴿١٢٣﴾
    Meal 123: Firavun, tehditler savurarak şöyle dedi: “Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha! Bu yaptığınız, halkı kendi memleketlerinden çıkarmak için şehirde birlikte planladığınız bir oyundur. Ama başınıza neler gelecek, yakında göreceksiniz!”
    لَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ ثُمَّ لَاُصَلِّبَنَّكُمْ اَجْمَع۪ينَ ﴿١٢٤﴾
    Meal 123: Firavun, tehditler savurarak şöyle dedi: “Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha! Bu yaptığınız, halkı kendi memleketlerinden çıkarmak için şehirde birlikte planladığınız bir oyundur. Ama başınıza neler gelecek, yakında göreceksiniz!”
    Karşılaştır 124: “Elbette ellerinizi, ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi darağacında sallandıracağım!”
    Tefsir:
    Firavun, davet edip pek mühim menfaatler va‘dettiği sihirbazların bu kadar kalabalık halk önünde Hz. Mûsâ’nın peygamberliğini tasdik ettiklerini ve şartların Mûsâ’nın lehine, kendilerinin ise aleyhine döndüğünü görünce, başka bir planın peşine düştü. Bir şeytanlık yapmak istedi ve halkın zihnine bazı şüpheler sokarak fikirlerini bulandırmaya çalıştı. Önce sihirbazları azarlayıp tehdit etti. Köleleri, kulları olarak gördüğü o insanlara, kendisi izin vermeden kafalarına göre Mûsâ’ya nasıl iman ettiklerini sordu. Yani bunun imkânsız bir şey olduğunu, olduysa da büyük bir suç ve töhmet sebebi sayılacağını söylemek istedi. Böylece tüm meseleyi hükümdarlık şeref ve haysiyetinin çiğnenmesi ve şahsi gururunun pâyimâl edilmesi noktasına getirdi. Âdeta şöyle demek istiyordu: “Eğer siz iyi niyetle hareket etmiş olsaydınız, benim tarafımdan davet edilmiş olmanız bakımından, müsabaka sonrasında ulaştığınız kanaatinizi önce bana arzetmeniz ve bunu halka ilan için benden izin almanız gerekmez miydi? Halbuki siz benim iznim olmadan inanıp, üstelik bunu herkese ilan ettiniz.” Bu sebeple tüm gösterilerinin, sihirbazların Hz. Mûsâ ile kurmuş oldukları gizli bir planın, hâince bir tuzağın neticesi olduğunu söyledi. Ona göre tüm bunlar, müsâbaka meydanına gelmeden önce yapılan bir anlaşmanın, bir danışıklı dövüşün, bir hîlenin ustaca sergilenmesinden başka bir şey değildi. Hedefleri de, Firavun’a karşı bir komplo gerçekleştirmek, hükümetin nüfûzunu kırıp ülkede ihtilal yapmak, sonuçta İsrâiloğulları’nı arkalarına alıp Mısır’ın yerli halkı olan Kıptîleri oradan sürüp çıkarmaktı. Firavun, bu teşebbüsüyle, bir taraftan halkı “vatan elden gidiyor” telaşına düşürüp onları Hz. Mûsâ ve iman edenler aleyhine kışkırtıyor, bir taraftan da, yaptığı bu suçlamanın doğru olduğunu itiraf etmeleri için de sihirbazları şiddetli bir ceza ve ölümle tehdit ediyordu. Ama sihirbazların artık bu tehditlere aldırış edecek halleri kalmamıştı:
    قَالُٓوا اِنَّٓا اِلٰى رَبِّنَا مُنْقَلِبُونَۚ ﴿١٢٥﴾
    Meal 125: Onlar da şöyle dediler: “Zâten biz Rabbimize döneceğiz.”
    Tefsir:Firavun’un bu asma, kesme ve feci bir şekilde öldürme tehditleri eski sihirbaz yeni mü’min ve şehâdet hasretiyle kavrulan o talihli insanlara menfi mânada zerre kadar bile tesir etmedi. Bilakis imanlarını daha da kökleştirdi; davalarına sımsıkı sarılmalarına vesile oldu. Onlar, bu yeni inançlarında kararlı ve uğrunda da her türlü zulme katlanmaya hatta ölmeye hazır olduklarını gösterdiler. Bu sayede, Hz. Mûsâ’nın getirdiği ilâhî hakîkate olan iman ve bağlılıklarının herhangi bir oyun, plan ve tuzak değil, imanlarının samimi bir itirafı olduğunu ispatladılar. Başlarına gelebilecek her türlü belâ ve musibetlere metânetle dayanabilmeleri ve imanlarına herhangi bir halel gelmemesi için de Allah’a yalvardılar; üzerlerine sabırlar yağdırmasını, eğer ölümlerini takdir buyurduysa müslüman olarak canlarını almasını niyaz ettiler.
    Burada dikkat edilmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken mühim bir husus, imanın, belki saniyelerle ifade edilebilecek çok kısa bir süre içerisinde sihirbazların gönül ve ruh dünyalarında meydana getirdiği tarifi imkânsız değişikliktir. Kısa bir müddet önce, atalarının dinine yardım etmek uğruna evlerini, barklarını terk eden; sıkılgan ve mütevazi bir şekilde, Firavun’dan, Hz. Mûsâ ile olan mücadelede başarılı olduklarında kendilerine ne gibi mükafatlar verileceğini soran bu insanlar şimdi, hakîki bir imanın cesareti ve şecaatiyle dolmuş, önünde tâzimle eğildikleri ve âdeta dilendikleri aynı krala karşı meydan okuyacak kadar cesur ve kahraman olmuşlardı. En büyük tehditler ve en korkunç işkenceler bile kendilerine tesir edemeyecek bir seviyeye ulaşmışlardı.
    Beklemediği bir mağlubiyete uğrayan Firavun, devam eden âyetlerde görüleceği üzere, hak ve adâlet karşısında takınmış olduğu sahtekâr tavrı bırakmak ve açıkça despotluk ve zulme baş vurmak mecburiyetinde kalacaktır:
    وَمَا تَنْقِمُ مِنَّٓا اِلَّٓا اَنْ اٰمَنَّا بِاٰيَاتِ رَبِّنَا لَمَّا جَٓاءَتْنَاۜ رَبَّنَٓا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِم۪ينَ۟ ﴿١٢٦﴾
    Meal 126: “Ama sen, başka bir sebeple değil, sadece Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde ona iman ettik diye bizden intikam alıyorsun.” Sonra Allah’a yönelerek: “Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve müslüman olarak canımızı al!” diye yalvardılar.
    Tefsir:
    Firavun’un bu asma, kesme ve feci bir şekilde öldürme tehditleri eski sihirbaz yeni mü’min ve şehâdet hasretiyle kavrulan o talihli insanlara menfi mânada zerre kadar bile tesir etmedi. Bilakis imanlarını daha da kökleştirdi; davalarına sımsıkı sarılmalarına vesile oldu. Onlar, bu yeni inançlarında kararlı ve uğrunda da her türlü zulme katlanmaya hatta ölmeye hazır olduklarını gösterdiler. Bu sayede, Hz. Mûsâ’nın getirdiği ilâhî hakîkate olan iman ve bağlılıklarının herhangi bir oyun, plan ve tuzak değil, imanlarının samimi bir itirafı olduğunu ispatladılar. Başlarına gelebilecek her türlü belâ ve musibetlere metânetle dayanabilmeleri ve imanlarına herhangi bir halel gelmemesi için de Allah’a yalvardılar; üzerlerine sabırlar yağdırmasını, eğer ölümlerini takdir buyurduysa müslüman olarak canlarını almasını niyaz ettiler.Burada dikkat edilmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken mühim bir husus, imanın, belki saniyelerle ifade edilebilecek çok kısa bir süre içerisinde sihirbazların gönül ve ruh dünyalarında meydana getirdiği tarifi imkânsız değişikliktir. Kısa bir müddet önce, atalarının dinine yardım etmek uğruna evlerini, barklarını terk eden; sıkılgan ve mütevazi bir şekilde, Firavun’dan, Hz. Mûsâ ile olan mücadelede başarılı olduklarında kendilerine ne gibi mükafatlar verileceğini soran bu insanlar şimdi, hakîki bir imanın cesareti ve şecaatiyle dolmuş, önünde tâzimle eğildikleri ve âdeta dilendikleri aynı krala karşı meydan okuyacak kadar cesur ve kahraman olmuşlardı. En büyük tehditler ve en korkunç işkenceler bile kendilerine tesir edemeyecek bir seviyeye ulaşmışlardı.
    Beklemediği bir mağlubiyete uğrayan Firavun, devam eden âyetlerde görüleceği üzere, hak ve adâlet karşısında takınmış olduğu sahtekâr tavrı bırakmak ve açıkça despotluk ve zulme baş vurmak mecburiyetinde kalacaktır:
    وَقَالَ الْمَلَاُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ اَتَذَرُ مُوسٰى وَقَوْمَهُ لِيُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِ وَيَذَرَكَ وَاٰلِهَتَكَۜ قَالَ سَنُقَتِّلُ اَبْنَٓاءَهُمْ وَنَسْتَحْي۪ نِسَٓاءَهُمْۚ وَاِنَّا فَوْقَهُمْ قَاهِرُونَ ﴿١٢٧﴾
    Tefsir 127: Firavun kavminin önde gelen yetkilileri: “Sihirbazları öldüreceksin de Mûsâ ve kavmini, yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve tanrılarını terk etsinler diye mi kendi hallerine bırakacaksın?” dediler. Firavun da: “Merak etmeyin! Bilakis onların erkek çocuklarını öldürecek, kız çocuklarını da kullanmak üzere sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstün bir güç ve hâkimiyete sahibiz” cevabını verdi.
    Tefsir:
    Firavun, kavminin önde gelenleri ile sihirbazların ve Mûsâ’nın durumunu ve bundan sonra izlemesi gereken stratejiyi görüştü. Firavun’nun Hz. Mûsâ’ya ilişmeyip daha çok sihirbazları tehdit ettiğini, onlar üzerinden bir siyaset belirlemeye çalıştığını gören önde gelenler, onun dikkatini Mûsâ ve kavmi üzerine çekmeye çalıştılar. Bir taraftan, sihirbazları davete sebep olduklarından dolayı suçun ucunun kendilerine değmesinden korkarken, bir taraftan da Mûsâ’nın serbest kalmasından endişe duydular. Bu korku ve endişe içinde Firavun’un damarına basarak, onu, Mûsâ ve kavmi aleyhine kışkırttılar. Onları serbest bıraktığı takdirde ülkede bozgunculuk çıkaracaklarını, Firavun’u ve onun tanrılığının gereklerini yapmayı terk edeceklerini ve ülkenin milli bütünlüğünü bozacaklarını gerekçe gösterdiler. Böylece kendi mevkilerini güçlendirmeye ve sağlama almaya çalıştılar. Firavun, elinde bulundurduğu ezici saltanat gücünü kullanarak İsrâiloğulları’nın erkek çocuklarını öldürmek, kız çocuklarını sağ bırakmak, böylece nesillerini kurutmak suretiyle meseleyi halledeceğini, dolayısıyla herhangi bir endişeye mahal olmadığını söyledi. Özellikle “Elbette biz onları ezecek üstün bir güç ve hâkimiyete sahibiz” (A‘râf 7/127) sözüyle, içinde taşıdığı mağlubiyet ezikliğini silmek ve etrafına moral vermek istemiştir. Fakat dikkat çeken bir husus şu ki; Firavun Mûsâ hakkında bir şey söylemiyor, ismini bile ağzına almıyordu. Zira asâdan gözü yılmış, Mûsâ’dan son derece korkmuştu. Mûsâ denildiği zaman, yerden göğe ağzını açmış, kendisini yutmaya hazır bir ejderhanın üzerine atıldığı hayali zihninde canlanıyordu. Lakin bu korkusunu gizlemeye ve konuyu karıştırıp başka taraflara çekmeye çalışıyor ve cevabında güya Mûsâ’nın ismini bile anmaya tenezzül etmiyormuş gibi görünerek, âdeta “Mûsâ’nın şahsen hiçbir önemi yoktur” fikrini ima etmeye çalışıyordu. Onun bütün kuvvet kaynağının İsrâiloğulları olduğunu, onları ortadan kaldırdığında Mûsâ’nın hiçbir şey yapma imkânının kalmayacağını söylemek istiyordu. Bunu yapmaya güçleri olduğuna göre artık herhangi bir korku ve endişeye gerek yoktu. İşte tarih boyu Firavun’un ve onun siyaseti böyle olmuştur ve böyle olmaya devam etmektedir.
    Firavun hânedanının aleyhlerinde aldığı kararı duyan İsrâiloğulları büyük bir endişe ve korkuya kapıldılar. Çünkü benzeri zulüm onlara daha önce yapılmış, Hz. Mûsâ’nın doğduğu yıllarda binlerce erkek çocuklarını kurban vermişlerdi:
    قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِهِ اسْتَع۪ينُوا بِاللّٰهِ وَاصْبِرُواۚ اِنَّ الْاَرْضَ لِلّٰهِ۠ يُورِثُهَا مَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ۜ وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّق۪ينَ ﴿١٢٨﴾
    Meal128: Mûsâ, kavmine şu tenbih ve tesellide bulundu: “Allah’tan yardım isteyin ve sabredin! Şüphesiz bütün yeryüzü Allah’ındır; ona kullarından dilediğini vâris kılar. Unutmayın ki, hayırlı son, nihâî zafer, ancak Allah’a karşı gelmekten sakınanların olacaktır.”
    قَالُٓوا اُو۫ذ۪ينَا مِنْ قَبْلِ اَنْ تَأْتِيَنَا وَمِنْ بَعْدِ مَا جِئْتَنَاۜ قَالَ عَسٰى رَبُّكُمْ اَنْ يُهْلِكَ عَدُوَّكُمْ وَيَسْتَخْلِفَكُمْ فِي الْاَرْضِ فَيَنْظُرَ كَيْفَ تَعْمَلُونَ۟ ﴿١٢٩﴾
    Meal 129: İsrâiloğulları Mûsâ’ya: “Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da hep işkence gördük, eziyetlere uğradık” diye sızlandılar. Bunun üzerine Mûsâ: “Ne biliyorsunuz, bakarsınız Rabbiniz düşmanlarınızı helâk eder ve nasıl amel edeceğinizi görmek için onların yerine sizi yeryüzünde hâkim kılar” dedi.
    Tefsir:
    Mûsâ (a.s.) onlara Allah’tan yardım dilemelerini ve sabırlı olmalarını tavsiye etti. Çünkü bütün güç ve kuvvet Allah’ın kudret elinde olup, O dilemeyince hiç kimsenin bir şey yapması mümkün değildir. O halde O’na güvenmek, acele etmemek, sabır ve teenniyle hareket etmek ve ümitsizliğe düşmemek gerekir. Bütün yeryüzü Allah’a ait olduğu gibi Mısır ülkesi de O’nundur. Oraya kullarından dilediğini vâris kılma yetkisi de O’na aittir. Ancak güzel akıbet, hayırlı netice Allah’tan korkan, günahlardan sakınan gerçek takvâ sahibi kullar için gerçekleşecektir. Bu tavsiyesi ile Hz. Mûsâ kavmine, tam olarak Allah’a güvenip dayandıkları, yardımı sadece O’ndan istedikleri, sabra sarıldıkları ve güzel bir takvâ hayatı yaşadıkları takdirde istikballerinin parlak olacağı müjdesini vermekteydi. Ancak onlar yapılan bu tavsiye ve verilen müjdeden pek teselli olmadılar. Hz. Mûsâ’ya şikayet ve serzenişte bulundular. Onun peygamber olarak gelmesinin durumu değiştirmediğini; ondan önce de ondan sonra da hep eziyete maruz kaldıklarını söylediler. Onlar, “öncekiyle” Hz. Mûsâ’nın doğumu sırasında yapılan eziyeti ve erkek çocuklarının öldürülmesini; “sonrakiyle” de bu defa yapılması söylenen eziyetleri kastediyorlar, bir an önce bu çileli hayattan kurtulma arzularını dile getirmek istiyorlardı. Bunun üzerine Hz. Mûsâ, Allah’tan aldığı bilgiye dayanarak onların sızlanmalarını durdurmak ve istikbale yönelik gönüllerinde umut çiçekleri yeşertmek düşüncesiyle, Cenâb-ı Hakk’ın, yakın bir zaman içinde düşmanları olan Firavun ve kavmini helak edeceği ve yerlerine kendilerini hakim kılacağı müjdesini verir. Fakat bunun da bir imtihan olduğunu; nimetin kıymeti bilinince mükâfâta, bilinmeyince ise ilâhî kahır ve intikam tecellisine sebep olacağını hatırlatmadan edemez.
    وَلَقَدْ اَخَذْنَٓا اٰلَ فِرْعَوْنَ بِالسِّن۪ينَ وَنَقْصٍ مِنَ الثَّمَرَاتِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ ﴿١٣٠﴾
    Meal 130: Gerçekten biz, düşünüp akıllarını başlarına almaları için Firavun ve yandaşlarını senelerce kuraklık, ürün kıtlığı ve gelir darlığıyla cezalandırdık.
    Tefsir:
    Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği açık mûcizelerden hareketle onun davetini kabul etmedikleri gibi, üstelik İsrâiloğulları’nı acımasızca yok etmeyi planlayan Firavun ve halkını, sonsuz merhametinin bir tecellisi olarak bir anda helak etmedi. Bilakis sebepleri üzerinde düşünüp öğüt almaları ve nebevî davete kulak verip hakikati bulmaları hikmetine binâen onları bir takım sıkıntılara maruz kıldı. Öncelikle onları senelerce devam eden kıtlıkla ve bunun tabii bir neticesi olarak ürünlerin azaltılmasıyla cezalandırdı. Nasihatin kâr etmediği bir toplumu musîbetle ikaz etti. Üzerlerinde, bütün hal ve hareketlerine âgâh olan, her türlü söz, fiil ve davranışlarını takip eden, haklarında istediği kararı alıp uygulayabilen, istediğinde mühlet vermeye, istediğinde ise helak etmeye gücü yeten sonsuz kudret sahibi bir Allah’ın olduğunu, dolayısıyla ilâhî emirlere karşı gelmekten sakınmak gerektiğini hatırlattı.
    Âyet-i kerîmede şu hususlara dikkat çekildiği görülür:
    › Fert ve toplum hayatında ekonomik şartların çok mühim bir yeri vardır. İktisâdî hayatın sarsıntıya uğraması ve bozulması, o toplumun çökmekte olduğunun ciddî bir işareti sayılmalıdır. Toplumun iktisâdî yönden iyileşip kalkınabilmesi ise fertlerinin ahlâklı olup, Allah’ın ihsan ettiği zenginlik kaynaklarını, İsrâftan kaçınarak, fert ve toplumun menfaatine olacak şekilde çalıştırıp geliştirmelerine bağlıdır.
    › Allah Teâlâ’nın rahmetinin ne kadar geniş ve sonsuz olduğu anlaşılmaktadır. Zira Rabbimiz, Firavun ve kavmi gibi her bakımdan helâke hak kazanmış kimseleri bile hemen helak etmeyip, onları daha önceden bir takım sözlü ve fiilî ikazlarla kendine dönmeye davet etmektedir.
    › Gelen musibetler, zorluk ve sıkıntılar insanların uyanmasına ve ibret alıp gerçeği kabullenmesine mühim bir sebeptir.Ancak Firavun hânedânı başlarına gelen musibetlerden bir türlü ders almıyorlardı:Ömer Çelik Tefsiri

  • Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 88-112Datum01.03.2024 07:57
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 88-112

    قَالَ الْمَلَاُ الَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ لَنُخْرِجَنَّكَ يَا شُعَيْبُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَكَ مِنْ قَرْيَتِنَٓا اَوْ لَتَعُودُنَّ ف۪ي مِلَّتِنَاۜ قَالَ اَوَلَوْ كُنَّا كَارِه۪ينَ ﴿٨٨﴾
    Meal: 88: Kavminin büyüklük taslayan önderleri ona şöyle dediler: “Ey Şuayb! Seni ve sana iman edenleri hiç şüpheniz olmasın ki memleketimizden sürüp çıkaracağız, ya da siz bizim dînimize, düzenimize döneceksiniz.” Şuayb’ın cevabı ise şöyle oldu: “Bu teklifinizi çirkin görüyor, yürekten istemiyor olsak da bile, zorla öyle mi?”
    قَدِ افْتَرَيْنَا عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا اِنْ عُدْنَا ف۪ي مِلَّتِكُمْ بَعْدَ اِذْ نَجّٰينَا اللّٰهُ مِنْهَاۜ وَمَا يَكُونُ لَنَٓا اَنْ نَعُودَ ف۪يهَٓا اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُ رَبُّنَاۜ وَسِعَ رَبُّنَا كُلَّ شَيْءٍ عِلْمًاۜ عَلَى اللّٰهِ تَوَكَّلْنَاۜ رَبَّنَا افْتَحْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ قَوْمِنَا بِالْحَقِّ وَاَنْتَ خَيْرُ الْفَاتِح۪ينَ ﴿٨٩﴾
    Meal: 89: “Allah bizi sizin o bâtıl dîninizden ve yolunuzdan kurtardıktan sonra yeniden ona dönersek, bu takdirde elbette yalan isnadıyla Allah’a iftirada bulunmuş oluruz. Doğrusu Rabbimiz Allah’ın dilemesi hâriç, bizim sizin bâtıl dîninize dönmemiz asla sözkonusu değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz yalnızca Allah’a güvenip dayandık.” Sonra Allah’a yönelerek: “Rabbimiz! Sen bizimle kavmimiz arasında hükmünü ver. Çünkü hüküm verenlerin en hayırlısı sensin!” diye yalvardı.
    Tefsir:
    Müstekbirlerin ve zorbaların âdeti, daima üstün olmaya ve kendilerinden zayıf olanlara istediklerini yaptırmaya çalışmaktır. Çünkü onlar, elde ettikleri nimetlerin şımarıklığı, zenginliğin azgınlığı ve despotluğun taşkınlığı içindedirler. Tutuldukları dünya sevgisi, onlara, her türlü kötülüğü yaptıracak ve her türlü mel’aneti işletecek güçtedir. Bu sebeple Hz. Şuayb’ın nasihatlerini dinleyen kavmin büyüklük taslayan ileri gelenleri, Şuayb (a.s.) ve ona inananları baskı altında tutup yurtlarından çıkarmaya veya dinlerinden döndürmeye zorlamışlardır. İki ihtimalden birinin gerçekleşeceği hususunda yemin etmişlerdir. Fakat asıl maksatları, onları dinlerinden döndürmeye çalışmaktır. Sürgünü, onları buna zorlamak için ileri sürmüşlerdir.
    Hz. Şuayb, tehditlere aldırmaksızın, korkusuzca, kendinden gayet emin bir şekilde, Allah’a olan iman ve tevekkülünü beyân ederek ve en açık bir ifadeyle hak din olan İslâm’ı bırakıp bâtıl bir dine dönmelerinin mümkün olmadığını; böyle bir şeyin Allah’a karşı düpedüz bir yalan isnadında bulunma mânasına geldiğini söylemiştir. Çünkü bâtıl dini kabul ettikleri takdirde, putların Allah’a eşit olduğunu, İslâm’ın bâtıl, şirk ve küfrün ise gerçek olduğunu tercih etmiş olacaklar ki, bundan daha büyük iftira düşünülemez.
    Kavmin küfür ve kibirde direnmeleri üzerine Şuayb (a.s.): “Rabbimiz! Sen bizimle kavmimiz arasında hükmünü ver. Çünkü hüküm verenlerin en hayırlısı sensin!” (A‘râf 7/89) diye yalvarmış, artık kimin haklı kimin haksız olduğunun bir an önce ortaya çıkmasını Rabbinden talep etmiştir. Bunun üzerine:
    وَقَالَ الْمَلَاُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ لَئِنِ اتَّبَعْتُمْ شُعَيْبًا اِنَّكُمْ اِذًا لَخَاسِرُونَ ﴿٩٠﴾
    Meal:90: Kavminin inkâra saplanmış önderleri halkı sıkıştırmaya başladılar: “Bakın, eğer Şuayb’ın arkasından giderseniz, o takdirde siz de kesinlikle zarara uğrar, perişan olursunuz.”
    فَاَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَاَصْبَحُوا ف۪ي دَارِهِمْ جَاثِم۪ينَۚۛ ﴿٩١﴾
    Meal:91: Bunun üzerine o dehşetli sarsıntı onları kıskıvrak yakaladı da, oldukları yerde yüzüstü serilip kaldılar.
    اَلَّذ۪ينَ كَذَّبُوا شُعَيْبًا كَاَنْ لَمْ يَغْنَوْا ف۪يهَاۚۛ اَلَّذ۪ينَ كَذَّبُوا شُعَيْبًا كَانُوا هُمُ الْخَاسِر۪ينَ ﴿٩٢﴾
    Meal: 92: Şuayb’ı yalanlayanlar, sanki orada hiç yaşamamış gibiydi. Asıl zarara uğrayanlar, Şuayb’ı yalanlayanlar oldu.
    فَتَوَلّٰى عَنْهُمْ وَقَالَ يَا قَوْمِ لَقَدْ اَبْلَغْتُكُمْ رِسَالَاتِ رَبّ۪ي وَنَصَحْتُ لَكُمْۚ فَكَيْفَ اٰسٰى عَلٰى قَوْمٍ كَافِر۪ينَ۟ ﴿٩٣﴾
    Meal:93: Bu tecelli karşısında Şuayb oradan uzaklaşırken şöyle diyordu: “Ey kavmim! Ben size Rabbimin buyruklarını tebliğ ettim ve iyiliğinizi isteyerek size samimi nasihatte bulundum. Şimdi böyle nankör, kâfirlikte böylesine ısrarlı bir gürûh için ne diye gam çekeyim ki?”
    Tefsir:Kavmin küfürde ısrar eden eşrafı, bu kez, Hz. Şuayb’ın ve ona inananların imandaki salabetlerini, bağlılıklarını görünce kendi yandaşlarının gerçeği görmesinden korkup onları imandan alıkoymaya ve uzaklaştırmaya yönelmişlerdir. Yemin ederek, Şuayb’ın dinine girip atalarının dinini terk ettikleri takdirde din ve dünyalık bakımdan büyük bir zarara uğrayacakları tehdidinde bulunmuşlardır. Bunun üzerine ilâhî intikam tecellileri zuhur etmeye başlamış, o azgın kavmi şiddetli bir deprem yakalamış ve hepsini yüz üstü yere sererek helak etmiştir. Onlar, Hz. Şuayb’ı yalanlamaları sebebiyle bu belâya maruz kalmışlar, sanki yurtlarında hiç yaşamamış gibi hâk ile yeksan bir şekilde yok olup gitmişlerdir. Büyük bir iddia ve yeminle söyledikleri “Ey Şuayb! Seni ve sana iman edenleri hiç şüpheniz olmasın ki memleketimizden sürüp çıkaracağız” (A‘râf 7/88) sözleri karşılığında cezaya çarptırıldılar ve yurtlarından feci bir şekilde, hem de ebediyen dönüşü olmayan bir çıkarılma ile çıkarılanlar da onlar oldu.
    Şurası gerçek ki, yalanlayanlar ve büyüklenenler, bir müddet üstünlük ve kuvvete sahip olsalar da günleri çabuk geçer, güçleri elden gider, adları ve sanları unutulur ve izleri kaybolur. Hak ile beraber olan hak ehli ise her hususta galip olur. Bâtıl, bütün vasıflarıyla yok olup gidicidir. Hak ise değişmez bir şekilde ebediyen kalıcıdır.
    “Asıl zarara uğrayanlar, Şuayb’ı yalanlayanlar oldu” (A‘râf 7/92) sözü ile de onların “Bakın, eğer Şuayb’ın arkasından giderseniz, o takdirde siz de kesinlikle zarara uğrar, perişan olursunuz” (A‘râf 7/90) sözleri karşılığındaki cezaları haber verilmektedir. Onlar bu haksız sözlerine karşılık cezalandırılmışlardır. Böylece hem din hem dünya bakımından ziyana uğrayanlar Şuayb (a.s.)’a uyanlar değil, kendileri olmuştur.
    Sonuç olarak Hz. Şuayb, helak edilen kavminden yüz çevirip, tebliğ ve nasihat olarak üzerine düşen vazifeyi yerine getirdiğini, dolayısıyla küfürleri sebebiyle helak edilen bir kavme üzülmenin yersiz olduğunu söyleyerek kendini teselli etmiştir.Şimdi, böyle şiddetli bir azap ve ilâhî intikam tecellileriyle kökleri kazınıp yerle bir olan kavimlerin kıssalarındaki ibret tablolarını ve bunlardan alınması gereken dersleri hülâsa hâlinde gözler önüne sermek üzere şöyle buyrulmaktadır:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
    وَمَٓا اَرْسَلْنَا ف۪ي قَرْيَةٍ مِنْ نَبِيٍّ اِلَّٓا اَخَذْنَٓا اَهْلَهَا بِالْبَأْسَٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ لَعَلَّهُمْ يَضَّرَّعُونَ ﴿٩٤﴾
    Meal:94: Biz hangi memlekete bir peygamber gönderirsek, önce oranın halkını ezici fakirlikler, kımıldatmayan sıkıntılar ve musibetlere uğratırız ki, kalpleri yumuşasın, gafletten uyanıp kendilerine gelsinler ve boyun büküp Allah’a yalvarsınlar.
    ثُمَّ بَدَّلْنَا مَكَانَ السَّيِّئَةِ الْحَسَنَةَ حَتّٰى عَفَوْا وَقَالُوا قَدْ مَسَّ اٰبَٓاءَنَا الضَّرَّٓاءُ وَالسَّرَّٓاءُ فَاَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ ﴿٩٥﴾
    Meal:95: Sonra kötülüğün yerini iyilikle, darlığın yerini bollukla değiştiriririz. Zamanla onların nüfusları ve servetleri artınca: “Atalarımız da bazan böyle darlık ve sıkıntılar, bazan de bolluk ve mutluluklar yaşamışlardı” der, olup bitenlerden hiç ders almazlar. Biz de onları, kendileri farkına bile varmadan ansızın yakalayıveririz.
    Tefsir:Allah Teâlâ’nın toplumların hayatında câri olan kanunlarından biri de, peygamber gönderdiği ülke halklarını, kalplerini ilâhî hakîkatleri idrâke müsait hale getirmek için bir takım zorluklar ve felâketlerle sınamasıdır. Bu kanuna uygun olarak Allah, peygamber gönderdiği kavimlere fakirlik, kıtlık ve hastalıklar göndermiş, onları çeşitli iktisâdî sıkıntılara sokmuş, savaşlarda yenilgilere ve buna benzer felâketlere uğratmıştır. Bütün bunlar, az önce de ifade edildiği gibi onların kibir ve gururlarını kırmak, güç, kuvvet ve zenginliğe olan aşırı güvenlerini sarsmak içindir. Üzerlerinde, bütün mukadderatlarını kontrol eden sonsuz kudret sahibi Allah’ın olduğunu hatırlatmak ve bu sayede kalplerini, ilâhî ikazlardan ders çıkarabilecek bir hâle getirerek Rablerinin önünde huşû içinde boyun büküp O’nun emirlerine teslim olmalarını sağlamaktır. Fakat birinci sırada uygulamaya konan bu usul, eğer onları hakkı kabule yönlendirmede yeterli olamazsa, bu sefer de, o insanlar her türlü nimet, bolluk ve refah ile şımartılır.
    Bu durum, artık onların feci bir âkıbete doğru sürüklendiklerinin mühim bir işaretidir. Tecrübe edilmiş genel bir kâide olarak, sıkıntı ve felaketlere düçâr olan bir topluluk, büyüyüp zenginleşmeye başladıklarında, şükürlerini artıracak yerde, daha ziyade Rablerine minnet duymaktan ictinap ederler ve hatta eski günlerini sanki hiçbir sıkıntı olmamış gibi unutup giderler. Gördükleri sıkıntı ve refah hallerinin, Allah tarafından terbiyeye yönelik bir sebep ve hikmetle alakalı olduğunu düşünmezler. Hatta: “Bunlarda öyle harikulâde sayılacak bir şey yok. Böyle darlık, boluk, fakirlik, zenginlik, hastalık, sağlık, kederli ve sürûrlu haller insan hayatının tabii bir gereği olarak öteden beri devam edegelen şeylerdir
    وَلَوْ اَنَّ اَهْلَ الْقُرٰٓى اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ وَلٰكِنْ كَذَّبُوا فَاَخَذْنَاهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ ﴿٩٦﴾
    Meal 96: Eğer o ülkelerin halkı iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden boluk ve bereket kapılarını açardık. Fakat onlar gerçeği yalanladılar. Biz de işledikleri günahlar yüzünden onları ansızın yakalayıverdik.
    Tefsir:Burada göğün ve yerin bereket kapılarının açılmasının iki mühim sâiki beyân edilir. Bunlar iman etmek ve günahlardan sakınıp Allah’a karşı derin bir takvâ hissiyâtı içinde olmaktır. Eğer helak edilen o ülke halkları, bu hususlara dikkat etseydiler, helak olmayacak, aksine gökten ve yerden elbette büyük bereketlere nâil olacaklardı. “Bereketler”den maksat, gökten ve yerden insanoğluna ihsan edilen maddî ve manevî bütün hayırlar, nimet ve ihsanlardır. Burada özellikle “nimet” değil “bereket” kelimesinin kullanılmasında bir incelik vardır. Çünkü önemli olan nimet değil, nimetteki berekettir. Bu sebeple: “Onlara nimetleri kat kat artırırdık” değil, “verdiğimiz nimetleri bereketli kılardık” buyrulmuştur. Fakat bahsi geçen kavimler, “iman ve takvâ” yolunu değil, “inkâr ve günah” yolunu tercih ettikleri için ilâhî kahra uğramışlardır:
    اَفَاَمِنَ اَهْلُ الْقُرٰٓى اَنْ يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا بَيَاتًا وَهُمْ نَٓائِمُونَۜ ﴿٩٧﴾
    Meal 97: Yoksa o ülkelerin halkı, geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular?
    Tefsir:Bu âyet-i kerîmeler, yeryüzünün neresinde yaşarsa yaşasın, Allah’ın azabına karşı daima teyakkuz halinde bulunma açısından bütün insanlar için büyük bir îkâzdır. Çünkü burada tekrar edilen اَهْلُ الْقُرٰىۤ (ehlü’l-kurâ) ifadesinin, başta Mekke halkı olmak üzere, dünyanın her bir bölgesinde yaşayan insanları şumûlüne alması, cihânşumûl[1] bir kitap olan Kur’an’ın maksadına daha muvafık düşer.
    Cenâb-ı Hak, küfür, isyan ve günaha batmış toplumları vaktini haber vererek cezalandırmaz. Bilakis şartlar oluşunca O’nun azabı ansızın geliverir. Bu sebeple, ister insanların uykuya daldıkları gece vakti olsun, ister bir oyun ve eğlenceden ibaret olan dünya meşgalelerine daldıkları kuşluk vakti olsun, hiç kimse kendini Allah’ın azabına karşı emniyette hissetmemelidir. Mü’minler de buna dâhildir. Çünkü mü’min, Allah’ın rahmeti gibi azabının da gerçek olduğuna inanır, bir taraftan rahmetini umarken diğer taraftan azabına uğramaktan yüreği titrer. O, Allah’ın kudretinin yüceliğini bilenin O’nun gizli tuzağından korkması gerektiğini; Allah’ın gizli tuzağından emin olanın ise O’nun yüce kudretinden gâfil halde bulunduğunu bilir. Bu müspet ve yapıcı duygular, mü’mini her türlü kötülüklerden alıkoyar ve hayırlı işler yapmaya sevkeder. Hâsılı, Allah’ın tuzağından yani farkında olmadan, ansızın bastırıverecek azabından ancak zarara uğramış kimseler kendilerini emniyette hissedebilirler. Çünkü onlar, kendilerine telkin ettikleri bu sahte güven duygusu içinde hiçbir şeyden endişe duymazlar, küfür ve isyana devam ederler, tam bir gaflet içinde yaşarlar. Fenâ bir halde âhirete intikal ederek, ebedî kurtuluştan mahrum kalacakları gibi, bir de cehenneme atılırlar. Bundan daha büyük zarar düşünülebilir mi?Bunun sebebi kalplerin körelmiş olmasından başka bir şey değildir:
    [1] Cihanşümul: Evrensel; kıyamete kadar her dilden, renkten ve ırktan tüm dünya insanlarını doğru yola davet eden bir kitap. Hiçbir zaman ve zeminin onun davet kapsamı dışında kalması mümkün değildir. Çünkü o, dünya hayatıyla ilgili olduğundan daha fazla ölüm ötesi âlemde ebedî kurtuluş yollarını göstermektedir.
    اَوَاَمِنَ اَهْلُ الْقُرٰٓى اَنْ يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا ضُحًى وَهُمْ يَلْعَبُونَ ﴿٩٨﴾
    Meal 98: Veya o ülkelerin halkı, güpegündüz oyun eğlenceye daldıkları sırada kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden güvende mi oldular?
    اَفَاَمِنُوا مَكْرَ اللّٰهِۚ فَلَا يَأْمَنُ مَكْرَ اللّٰهِ اِلَّا الْقَوْمُ الْخَاسِرُونَ۟ ﴿٩٩﴾
    Meal 99: Yoksa onlar, Allah’ın kendileri için hazırlayacağı tuzaktan güvende mi oldular? Unutmayın ki, tam olarak ziyana uğramış kimselerden başkası, Allah’ın hazırlayacağı tuzaktan kendini güvende hissedemez!
    Tefsir:Bu âyet-i kerîmeler, yeryüzünün neresinde yaşarsa yaşasın, Allah’ın azabına karşı daima teyakkuz halinde bulunma açısından bütün insanlar için büyük bir îkâzdır. Çünkü burada tekrar edilen اَهْلُ الْقُرٰىۤ (ehlü’l-kurâ) ifadesinin, başta Mekke halkı olmak üzere, dünyanın her bir bölgesinde yaşayan insanları şumûlüne alması, cihânşumûl[1] bir kitap olan Kur’an’ın maksadına daha muvafık düşer.
    Cenâb-ı Hak, küfür, isyan ve günaha batmış toplumları vaktini haber vererek cezalandırmaz. Bilakis şartlar oluşunca O’nun azabı ansızın geliverir. Bu sebeple, ister insanların uykuya daldıkları gece vakti olsun, ister bir oyun ve eğlenceden ibaret olan dünya meşgalelerine daldıkları kuşluk vakti olsun, hiç kimse kendini Allah’ın azabına karşı emniyette hissetmemelidir. Mü’minler de buna dâhildir. Çünkü mü’min, Allah’ın rahmeti gibi azabının da gerçek olduğuna inanır, bir taraftan rahmetini umarken diğer taraftan azabına uğramaktan yüreği titrer. O, Allah’ın kudretinin yüceliğini bilenin O’nun gizli tuzağından korkması gerektiğini; Allah’ın gizli tuzağından emin olanın ise O’nun yüce kudretinden gâfil halde bulunduğunu bilir. Bu müspet ve yapıcı duygular, mü’mini her türlü kötülüklerden alıkoyar ve hayırlı işler yapmaya sevkeder. Hâsılı, Allah’ın tuzağından yani farkında olmadan, ansızın bastırıverecek azabından ancak zarara uğramış kimseler kendilerini emniyette hissedebilirler. Çünkü onlar, kendilerine telkin ettikleri bu sahte güven duygusu içinde hiçbir şeyden endişe duymazlar, küfür ve isyana devam ederler, tam bir gaflet içinde yaşarlar. Fenâ bir halde âhirete intikal ederek, ebedî kurtuluştan mahrum kalacakları gibi, bir de cehenneme atılırlar. Bundan daha büyük zarar düşünülebilir mi?Bunun sebebi kalplerin körelmiş olmasından başka bir şey değildir:
    [1] Cihanşümul: Evrensel; kıyamete kadar her dilden, renkten ve ırktan tüm dünya insanlarını doğru yola davet eden bir kitap. Hiçbir zaman ve zeminin onun davet kapsamı dışında kalması mümkün değildir. Çünkü o, dünya hayatıyla ilgili olduğundan daha fazla ölüm ötesi âlemde ebedî kurtuluş yollarını göstermektedir.
    اَوَلَمْ يَهْدِ لِلَّذ۪ينَ يَرِثُونَ الْاَرْضَ مِنْ بَعْدِ اَهْلِهَٓا اَنْ لَوْ نَشَٓاءُ اَصَبْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْۚ وَنَطْبَعُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ ﴿١٠٠﴾
    Meal 100: Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlar hâlâ şu gerçeği anlamadılar mı ki, eğer biz dilemiş olsak, günahları yüzünden onları da benzer musîbetlere uğratıp helâk ederiz. Ne var ki, biz onların kalplerini mühürlüyoruz da gerçeği işitemez oluyorlar.
    تِلْكَ الْقُرٰى نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ اَنْبَٓائِهَاۚ وَلَقَدْ جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِۚ فَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا بِمَا كَذَّبُوا مِنْ قَبْلُۜ كَذٰلِكَ يَطْبَعُ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِ الْكَافِر۪ينَ ﴿١٠١﴾
    Meal:101: İşte helâk ettiğimiz o ülkeler: Rasûlüm! Onların ibret dolu haberlerinden bazı sahneleri sana anlatıyoruz. Gerçek şu ki, peygamberleri onlara apaçık deliller, mûcizeler getirdi. Fakat onların, daha önce de yalanladıkları gerçeklere inanmaya hiç niyetleri yoktu. Allah, kâfirlerin kalplerini işte böyle mühürler.
    Tefsir:Dünya âdeta iki kapılı bir han gibidir; bir taraftan dolmakta bir taraftan boşalmaktadır. İnsan hayatının başlangıcından günümüze kadar kim bilir kaç nesil yok olmuş, yerine kaç nesil gelmiştir. Sonra gelenler, kendilerinden önce gelenlerin hayat hikayelerinden ve yaşadıkları tecrübelerden ibret ve ders almalıdırlar. Burada özellikle Nûh, Âd, Semûd, Lût ve Şuayb kavimlerinin kalıntıları üzerinde mesken tutan toplumlara, bunlar arasında da Kur’an’ın ilk muhatabı olan Mekkelilere hususi bir ikaz olduğu âşikârdır. Seleflerinin yolunu tuttukları takdirde, başlarına neyin geleceği ve akıbetlerinin ne olacağı gayet net bir şekilde kendilerine haber verilmiştir. Bu takdirde günahları sebebiyle musibete uğrayacak ve kalpleri de mühürlenecektir. Olan biten hâdiselerden ibret alma ve hakikati bulma melekelerini kaybedeceklerdir. Nitekim, bir kısım kıssaları haber verilen Nûh, Âd, Semûd, Lût ve Şuayb kavimlerinin durumu buna en ibretli misal teşkil etmektedir.
    Âyetlerde geçen “Allah’ın kalpleri mühürlemesi”nden maksat, insanların kendi tercihleri olan küfürlerinin, psikolojik olarak idrak ve anlayış kabiliyetlerini kapatması, manevî duygularını dumura uğratmasıdır. Hâsılı onlar, kendi inkârları, kendi yanlış tutum ve davranışları sebebiyle bu hale düşmüşlerdir.
    وَمَا وَجَدْنَا لِاَكْثَرِهِمْ مِنْ عَهْدٍۚ وَاِنْ وَجَدْنَٓا اَكْثَرَهُمْ لَفَاسِق۪ينَ ﴿١٠٢﴾
    Karşılaştır 102: Onların çoğunda ahde vefâ diye bir şey görmedik. Tam aksine, onların çoğunun büyük günahları açıktan ve çekinmeden işleyen yoldan çıkmış kimseler olduğunu gördük.
    Tefsir:اَلْعَهْدُ (ahit)ten maksat, Allah Teâlâ’nın, Elest Bezmi’nde kıyamete kadar gelecek insanların ruhlarından aldığı kulluk sözüdür. Bu ahdi, “Cenâb-ı Hakk’ın bütün insanların fıtratına bahşettiği hakikati bulma, kabul etme meyli, her insanın fıtrî olarak sahip kılındığı iman ve iyilik istidadı” olarak da açıklamak mümkündür. İnsanların pek çoğu bu kulluk sözünü yerine getirememiş, fıtratındaki Allah’a inanma ve bağlanma melekesini doğru yolda kullanamamış, böylece hak yolun dışına çıkmıştır. İşte âyet-i kerîme, Allah’ın sonsuz ilmine göre sonunda ortaya çıkacak çok feci bir neticeyi haber vererek, muhataplara, ahdini tutmayarak fâsıklardan olan talihsiz grup arasında yer almama hususunda ciddi bir ikazda bulunmaktadır.Şimdi de ibret ve hikmet dolu sahneleriyle Hz. Mûsâ kıssasına geçilmektedir:
    ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ مُوسٰى بِاٰيَاتِنَٓا اِلٰى فِرْعَوْنَ وَمَلَا۬ئِه۪ فَظَلَمُوا بِهَاۚ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِد۪ينَ ﴿١٠٣﴾
    Meal 103: Sonra adı geçen peygamberlerin ardından Mûsâ’yı mûcizele­rimizle Firavun’a ve onun önde gelen yöneticilerine gönderdik; fakat onlar da diğerleri gibi, emrimizi tutmayıp âyetlerimize karşı zâlimce bir tutum sergilediler. Bir defa daha gör ki, o bozguncuların sonları nasıl oldu!
    Tefsir:Allah Teâlâ Hz. Mûsâ’yı bir kısım mûcizelerle Firavun ve kavmine peygamber olarak göndermiştir. Onun risâleti gönderildiği kavmin tümüne şâmil iken (bk. Neml 27/12) burada özellikle “Firavun ve onun önde gelen yöneticilerine gönderdik” (A‘râf 7/103) buyurulması, bunların işleri sevk ve idarede asıl, geri kalanların ise her konuda onlara tabi olması sebebiyledir. اَلْمَلَأ (mele’) daha önce de geçtiği üzere “bir fikir ve bir karar üzere bir araya gelip şekil ve görünüş itibariyle gözleri, kıymet ve ehemmiyet itibariyle gönülleri dolduran, aklı eren, sözü dinlenen heyet; bir toplumun önde gelenleri” demektir. Onlar ne derse, halk onu kabul eder ve peşinden giderler.
    “Firavun”, bir şahsın özel ismi değil, Amâlika kabilesinden Mısır ülkesinin başına geçen hükümdarlara verilen lakaptır. Nitekim o zamanlar İran hükümdarlarına “Kisrâ”, Rum meliklerine “Kayser”, Habeşistan krallarına da “Necâşî” denilmekteydi.
    Hz. Mûsâ’nın gösterdiği dokuz mühim mûcize vardır. (bk. İsrâ 17/101; Neml 27/12) Bunlar; asâ, beyaz el, kıtlık yılları, ürünlerin azaltılması, tufan, çekirge, haşerât, kurbağalar ve kandır. Burada asa ve el mûcizelerinden söz edilmektedir. Diğerleri yeri geldikçe açıklanacaktır. Firavun ve önde gelen adamları, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği mûcizeleri kabul etmediler, onları inkâr ederek en büyük zulmü işlemiş oldular. Böylece hak yoldan çıktılar.Bu âyet bir girizgâh, bundan sonraki âyetler ise bunun tafsilatı olup, o fâsıkların başlarına neler geldiğini açıklamaktadır:
    وَقَالَ مُوسٰى يَا فِرْعَوْنُ اِنّ۪ي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۚ ﴿١٠٤﴾
    Meal 104: Mûsâ şöyle dedi: “Ey Firavun! Ben, gerçekten Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.”
    حَق۪يقٌ عَلٰٓى اَنْ لَٓا اَقُولَ عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّۜ قَدْ جِئْتُكُمْ بِبَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ فَاَرْسِلْ مَعِيَ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَۜ ﴿١٠٥﴾
    Meal:105: “Bana düşen Allah hakkında ancak doğru ne ise onu söylemektir. Bakın size Rabbinizden apaçık bir delil getirdim. Artık İsrâiloğulları’nı sal da, benimle beraber gelsinler.”
    قَالَ اِنْ كُنْتَ جِئْتَ بِاٰيَةٍ فَأْتِ بِهَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ ﴿١٠٦﴾
    Meal 106: Firavun dedi ki: “Eğer bir mûcize getirdiysen ve gerçekten doğru söylüyorsan, haydi onu göster bakalım!”
    فَاَلْقٰى عَصَاهُ فَاِذَا هِيَ ثُعْبَانٌ مُب۪ينٌۚ ﴿١٠٧﴾
    Meal 107: Bunun üzerine Mûsâ asasını yere attı; o birdenbire apaçık, kocaman bir yılan kesiliverd
    وَنَزَعَ يَدَهُ فَاِذَا هِيَ بَيْضَٓاءُ لِلنَّاظِر۪ينَ۟ ﴿١٠٨﴾
    Meal 108.Sonra elini koynundan çıkardı; o da, orada bulunan herkesin hayret dolu bakışları arasında bembeyaz oluverdi.
    Tefsir:Hz. Mûsâ kardeşi Hârûn’la beraber Firavun’a giderek kendisinin Allah’ın bir peygamberi olduğunu, O’nun hakkında doğru olandan başkasını söylemeye hakkı olmadığını, elinde bunu kanıtlayacak sağlam deliller bulunduğunu belirtir. Dolayısıyla İsrâiloğullarını serbest bırakıp kendisiyle beraber göndermesini ister. Zira İsrâiloğulları Mısır’da Firavun’un zulüm ve baskısı altında köle olarak çalışmakta; en adi ve ağır işleri yapmakta idiler. Firavun’nun, sözü edilen delilleri talep etmesi üzerine önce elindeki asayı yere atar; asa birdenbire son derece çevik hareket eden koskocaman bir ejderha kesilir. Bunun peşinden elini cebine sokar çıkarır, esmer olan eli, görenleri hayrete düşürecek şekilde, âdeta filorasan gibi bembeyaz oluverir.
    Bunlar Hz. Mûsâ’nın gerçekten peygamber olduğunu gösteren ve ancak ilâhî kudretin tesiriyle olabilecek apaçık delillerdi. Fakat bakalım Firavun ve eşrafının buna tepkisi nasıl oldu:
    قَالَ الْمَلَاُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ اِنَّ هٰذَا لَسَاحِرٌ عَل۪يمٌۙ ﴿١٠٩﴾
    Meal 109Firavun’un kavminin ileri gelen yetkilileri, konuyu aralarında müzakere edip şöyle dediler: “Bu, gerçekten de çok mahir, çok usta bir sihirbaz!”
    يُر۪يدُ اَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْۚ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ ﴿١١٠﴾
    Meal 110:“Sizi yerinizden, yurdunuzdan çıkarmak istiyor.” Firavun: “Peki, ne yapmamı tavsiye edersiniz?” diye sordu.
    قَالُٓوا اَرْجِهْ وَاَخَاهُ وَاَرْسِلْ فِي الْمَدَٓائِنِ حَاشِر۪ينَۙ ﴿١١١﴾
    Meal 111: Şöyle dediler: “Onu ve kardeşi Hârûn’u alıkoy; şehirlere de tellâllar gönder.”
    يَأْتُوكَ بِكُلِّ سَاحِرٍ عَل۪يمٍ ﴿١١٢﴾
    Meal 112: “Ne kadar mahir, usta sihirbaz varsa hepsini toplayıp getirsinler.”
    Tefsir.Hz. Mûsâ’nın gösterdiği mûcizelerin son derece tesiri altında kalan ve belli bir derecede de şaşkınlığa uğrayan Firavun, durumu önde gelen çevresiyle istişâre eder. Başarılı olabilmek için, bu fevkalâde hâdise karşısında nasıl bir yol takip etmesi gerektiğini belirlemeye çalışır. Önde gelenler, öncelikle bir durum tespiti yaparak Mûsâ’nın mâhir, bilgili, işini çok iyi yapan bir sihirbaz olduğunu söylerler. Bir adım daha atarak, istikballeri için tehlike arzeden bu adamı kendi haline bırakmamak ve Firavun’u onun üzerine kışkırtmak için, bir mânada niyet okuyuculuğu yapıp onun arzusunun, Firavun ve kavmini Mısır’dan çıkarmak olduğunu belirtirler. Önceleri “Sizin en yüce Rabbiniz benim!” (Nazi’ât 79/24) diye meydan okuyan Firavun, bu ciddi durum karşısında belli bir süre rabliğini bir tarafa bırakıp, kulları saydığı insanları âmir, kendini memur yerine koyarak “Peki, ne yapmamı tavsiye edersiniz?” (A‘râf 7/110) diye sorar. Onlar da Mûsâ ve kardeşi Hârûn’u hemen cezalandırma cihetine gitmemesini, onları bir müddet bekletmesini, çevre illerde bulunan mâhir sihirbazları toplatarak, Mûsâ’yı onlar vasıtasıyla mağlup etmesini ve böylece halka Mûsâ’nın bir sihirbazdan başka bir şey olmadığını göstermesini tavsiye ederler.
    Elimizdeki bilgiler, o dönemde sihrin çok yaygın olduğunu ve insanların sihir yarışmalarına alışık olduğunu haber verir. Bu sebeple Hz. Mûsâ’ya verilen asanın ejderha olma mûcizesi bu sahayla ilgili olmuştur.Firavun çevre illere toplayıcı memurlar gönderir. Ne kadar iş bilen sihirbaz varsa hepsini toplayıp getirirler:

  • Thema von Kurban im Forum Makale/Artikel/Anregun...


    Şeyh Salahuddin İbn-i Mevlana Siracüddin (k.s.)


    Oş şehrinin Şark mahallesinde yüksek bir tepe üzerinde bulunan Sermezar kabristanlığında aile kabristanındadır.
    Salahuddin İbn-i Mevlana Siracüddin (k.s.) Hazretleri, Kırgızistan’ın Oş şehrindendir. Şiirde kullandıkları “Sakıb” mahlası dolayısıyla Salahuddin Sakıb diye de bilinirler. Babaları Mevlana (Mevlevi) Siracüddin (vefatı: 1296/1879), onun babası Hal Muhammed-i Oşi (vefatı: 1271 /1854-55), onun babası meşhur mutasavvıf-şair Hoca Nazar Hüveyda-yı Çimyani (vefatı: 1195/1781), onun babası Gaib Nazar, onun babası Er Nazar, onun babası Tülek Muhammed-i Sufî, onun babası da ”Şeyh-i il” denilen Kul Süleyman’dır.
    Salahuddin Hazretleri, 1838 yılında Oş’ta dünyaya geldiler. Eserlerinde Oşlu olduklarını bilhassa ifade buyurmaktadırlar.
    İntisabı ve İrşad Faaliyeti
    Babaları Mevlana Siracüddîn (k.s.), Hokand medreselerinde tahsil görmüş devrinin önde gelen müderrislerinden ve Nakşibendî şeyhlerindendi. İslamî ilimleri son derece mükemmel bir şekilde tahsîl ettikleri gibi ilk zamanlarında babalarına intisap ederek tasavvuf yolunda ilerlediler.
    Salahuddîn Hazretlerinin yetiştiği devir, Türkistan’ın büyük karışıklıklarla çalkalandığı, bölgedeki Türk hanlıklarının birbirleriyle giriştikleri mücadeleler neticesinde zayıflayarak Rus işgaline açık hale geldikleri bir zamana tesadüf etmişti. Bugünkü Türkistan coğrafyasında o zamanlar üç hanlık hüküm sürmekteydi ki bunlar Buhara, Hive ve Hokand hanlıklan idi. Oş ve civarının sınırları içinde bulunduğu Hokand Hanlığı, 1864-1865 yıllarında kanlı çarpışmalardan sonra Ruslar tarafından işgal edilmişti.
    Ruslar Hokand Hanlığı’nı işgal ettikten sonra ülkede büyük zulümler yapmış, çeşitli katliam ve tecavüzlere girişmişlerdi. Bu buhranlı devirde Mevlana Siracüddîn Hazretleri, oğlu Salahuddîn’i Doğu Türkistan’a, Yarkend ve Hoten taraflarına gönderdiler. Salahuddîn Sakıb (k.s.), bir müddet Hoten’de, sekiz yıl kadar da Yarkend’de, vatanı Oş’tan uzakta hayli meşakkatli yıllar geçirdikten sonra. 1295/1878 yılında hacca gitmek niyetiyle Yarkend’den ayrıldılar.
    1296/1879 yılı Salahuddin Ibn-i Mevlana Siracüddîn (k.s.)’in hayatında bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Bu sene ilk haclarını yapmışlar ve hac sırasında Medine-i Münevvere’de Muhammed Mazhar Hazretleriyle (vefatı: 1301/1883) görüşüp hizmetinde bulunarak kendisinden icazet almışlardır. Aynı yıl babaları Mevlana Siracüddin’in (k.s.) ebedî aleme göçmesi üzerine irşad makamına geçtikleri gibi babasının bütün müridleri, takriben 1000 kişi, kendisine mürid olmuşlardır. 1306/1889 yılında ikinci haclarını yaptılar. 1908 yılında, o sırada bir medrese talebesi olan Süleyman Hilmi Efendi (Tunahan) ile buluşmak üzere İstanbul’a geldiler.
    İlginizi Çekebilir Altıparmak Ahmed Baba
    İstanbul’da zamanın padişahı Sultan ikinci Abdülhamid Han’la bizzat görüştükleri gibi Süleyman Hilmi Efendi’nin (k.s.) yetişmesine himmet gösterdiler. Müteakiben son haclarını ifa etmek üzere Hicaz’a hareket ettiler. Burada Şerif Hüseyin’in türlü eza ve cefalarına maruz kalmalarma rağmen Allah’ın izniyle Hicaz’dan sağ salim ayrılarak memleketlerine döndüler.
    Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleriyle Buluşması
    Süleyman Hilmi Tunahan Hazretlerinin İstanbul’a gelişleri 1907 yılındadır. Silistre’de bulunan Satırlı Medresesi’nde bir mikdar ulum-ı Arabiyye tahsil ettikten sonra İstanbul’a gelerek Fatih dersiamlarmdan Bafralı Ahmed Hamdi Efendi’nin ders halkasına dahil olmuşlardır. Salahuddin Hazretleri 1908 yılında İstanbul’a geldiklerinde, Süleyman Hilmi Efendi bir medrese talebesidir. Salahuddin Hazretleriyle Süleyman Efendi Hazretlerinin buluşması, 1908 yılının bir Ramazan gününde (Hicrî 1326 Ramazan/Ekim 1908) İstanbul imaretlerinden birinin verdiği, ikisinin de iştirak ettikleri bir iftar yemeğinde olmuştur. Yemekler yenilip bittikten sonra Salahuddin İbn-i Mevlana Siracüddîn Hazretleri, genç bir talebe olan Süleyman Efendi’ye hitaben:
    “Evladım Süleyman! Sen bir dua oku buyururlar. Süleyman Efendi, hiç tanımadığı bu muhterem zatın emrini derhal yerine getirerek yemek duasını yaparlar. Yemekten sonra Salahuddin Hazretlerinin ellerini yıkaması için Süleyman Efendi bizzat ibrikle su dökerler. Sonra Salahuddîn Hazretleri, Süleyman Efendi’nin (k.s.) vaktiyle görmüş olduğu rüyayı hatırlatarak, “Biz senin seyr ü sülükunu tamamlatmak için geldik.” buyururlar. Süleyman Efendi derhal ayaklarına kapanırlar. Böylece Salahuddîn Hazretlerinin müridi olurlar.
    İlginizi Çekebilir Beyce Sultan - Denizli
    Sonra Salahuddîn Hazretleri ile Süleyman Efendi Hazretleri birlikte Bursa’ya giderler. Bir rivayete göre Emir Sultan Camii’nde, bir rivayete göre de Uludağ’da erbain çıkarırlar. Süleyman Efendi Hazretleri, üstazını büyük himmet ve teveccühlerine mazhar olurlar.
    İstanbul’a döndükten sonra Salahuddîn Hazretleri, Sultan İkinci Abdülhamid Han ile birkaç defa daha görüşmüşlerdir. 31 Mart İsyanı, padişahın hal edilmesi gibi hadiseler sırasında Salahuddîn Hazretleri îstanbul’da bulunuyorlardı. Sultan Abdülhamid’in 31 Mart İsyanını bastırmaması, Salahuddîn Hazretlerinin ikazı neticesinde olmuştur. Zira kendisine çok kan döküleceğini ve artık burcun dönmüş olduğunu ifade buyurmuşlardı.
    Boşuna Zahmet Çekmeyiniz!
    Salahuddin İbn-i Mevlana Siracüddîn (k.s.) hazretlerinin kerametleri sayılamayacak kadar çoktur. Kendileri devamlı istiğrak halinde zamanın kutbu ve tayy-i mekan sahibi idiler. Sabah namazlarının ekserisini, bu suretle yani tayy-i mekan ile Kabe-i Muazzama’da kılarlardı.
    Salahuddîn Hazretleri, Istanbul’dan ayrılarak son haclarını ifa etmek üzere Mekke-i Mükerreme’ye gelmiş bulunuyorlardı. Mekke Şerifliğinde, Birinci Dünya Harbi yıllarında Osmanlı Devleti’ne isyan edecek olan Şerif Hüseyin bulunuyordu. Şerif Hüseyin, Salahuddîn Hazretlerinin pek çok kerametlerini duymuş ve itibar edilir bir zat olarak tanımıştı. Bu münasebetle kendisinden korkarak hapsettirdi, kapılara kaim zincirler vurdurdu. Salahuddîn Hazretleri kalın zincirleri kırmak suretiyle hapishane kapısını açıp çıkmak kerametini gösterdiler. Şerif Hüseyin, tekrar yakalatıp bu sefer çok daha sıkı tedbirler aldırarak hapsettirdi.
    İbn-i Mevlana Siracüddîn Hazretleri zincirleri tekrar kırarak hapishaneden çıktı. Memleketine kaçmaması için her tarafta sıkı tedbirler alınmasına, bütün yollar tutulmuş olmasına rağmen, Cidde’den hareket eden bir gemiye binerek memleketine dönmek üzere yola çıkh. Bu haber duyulunca gemi tepeden tırnağa aranmasına rağmen gemide bulunamadı. Sonradan geminin yanaşacağı limana da telgrafla emirler verilmesine rağmen bulunamadı. Şerif Hüseyin’in kendilerini buldurmak için bütün Hicaz’ı alt-üst etmekte olduğunu bildikleri için şu telgrafı çektiler:
    İlginizi Çekebilir Tuz Baba
    “Sağ salim memleketime döndüm, boşuna zahmet çekmeyiniz!”
    Vefatı ve Kabr-i Şerifleri
    Hicazdan döndükten kısa bir süre sonra 1328/1910 yılında Oş’ta irtihal-i dar-ı beka eylediler. Kabirleri Kırgızistan’ın Oş şehrinin Şark mahallesinde yüksek bir tepe üzerinde bulunan Sermezar kabristanlığında aile kabristanındadır. Kabirleri üzerinde bulunan türbe, 1940’lı yıllarda Komünistler tarafından yıktırılmış olup yakın zamanda yeniden yaptırılmıştır.
    Vefatlarına Farsça:
    Mesken ü me’va-yı mayan şüd behişt (Bizim yerimiz-yurdumuz cennet oldu) tarihi düşürülmüştür.
    Ayrıca Hokand ülkesinin meşhur şairlerinden Hacı Muhyi Efendi:(Dedi ki ”Vasıl-ı Hak cennet-meab Sakıb”)
    (Dedi ki, Sakıb Hakk’a ulaştı, yeri cennet oldu) şeklinde tarih düşürmüştür.Vefatına düşürülen üçüncü tarih ise şöyledir:
    (Biling tarîh-i Şeyh Sakıb ”be-mağfür”)
    Eserleri
    l – Makülat-ı Sakıbî : Nakşıbendiyye-Müceddidiyye Tarikatı’nın adabı ile bazı dinî-fıkhi meselelerin anlatıldığı bu eser Türkçe kaleme alınmıştır. Yazma halinde bulunan eserin bilinen tek nüshası, Özbekistan Fenler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü Kütüphanesi’ndedir.
    2 – Ma’mulat-ı Sakıbî : Nazari ve amelî olarak tasavvufa dair meselelerin anlatıldığı eser yine Türkçe kaleme
    alınmıştır. Eserin yazma nüshası, Oş’taki varislerinin elinde bulumnaktadır.
    3 – Divan: Salahuddîn Hazretlerinin ”Sakıb” mahlasıyla yazdığı, bir kısmı Farsça olmak üzere şiirlerinin toplandığı eseridir. Yine Oş’taki varislerinin elinde bulunan Divan, birçok tarihî malumat da ihtiva etmektedir

  • Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 65-87Datum28.02.2024 06:17
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 65-87
    وَاِلٰى عَادٍ اَخَاهُمْ هُودًاۜ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ اَفَلَا تَتَّقُونَ ﴿٦٥﴾
    Meal:65: Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; çünkü sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Artık Allah’tan korkup günahlardan sakınmaz mısınız?”
    قَالَ الْمَلَاُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ٓ اِنَّا لَنَرٰيكَ ف۪ي سَفَاهَةٍ وَاِنَّا لَنَظُنُّكَ مِنَ الْكَاذِب۪ينَ ﴿٦٦﴾
    Meal: 66: Kavminin inkâra saplanmış ileri gelenleri de: “Şüphesiz seni biz bir çılgınlık ve beyinsizlik içinde bocalar görüyoruz ve senin gerçekten yalancılardan olduğunu düşünüyoruz”
    قَالَ يَا قَوْمِ لَيْسَ ب۪ي سَفَاهَةٌ وَلٰكِنّ۪ي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ ﴿٦٧﴾
    Meal: 67: Hûd şöyle dedi: “Ey kavmim! Bende herhangi bir çılgınlık ve beyinsizlik yoktur. Bilakis ben Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.”
    اُبَلِّغُكُمْ رِسَالَاتِ رَبّ۪ي وَاَنَا۬ لَكُمْ نَاصِحٌ اَم۪ينٌ ﴿٦٨﴾
    Meal:68: “Size Rabbimin buyruklarını tebliğ ediyorum. Ben sizin iyiliğinizi isteyen güvenilir bir nasîhatçiyim.”
    اَوَعَجِبْتُمْ اَنْ جَٓاءَكُمْ ذِكْرٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَلٰى رَجُلٍ مِنْكُمْ لِيُنْذِرَكُمْۜ وَاذْكُرُٓوا اِذْ جَعَلَكُمْ خُلَفَٓاءَ مِنْ بَعْدِ قَوْمِ نُوحٍ وَزَادَكُمْ فِي الْخَلْقِ بَصْۣطَةًۚ فَاذْكُرُٓوا اٰلَٓاءَ اللّٰهِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ ﴿٦٩﴾
    Meal: 69: “Allah’ın azabını hatırlatarak sizi uyarması için, içinizden biri vasıtasıyla size Rabbinizden bir uyarı ve nasihat gelmesine mi şaşıyorsunuz? Düşünün ki, O sizi Nûh kavminden sonra yeryüzünde halîfeler yaptı ve sizi yaratılış bakımından daha güçlü, kuvvetli ve gösterişli kıldı. O halde Allah’ın verdiği nimetleri hatırınızdan çıkarmayıp ona göre davranın ki kurtuluşa eresiniz.”
    Tefsir:Âd kavmi, Yemen, Aden ve Ummân arasın­da bulunan Ahkâf diyârında yaşamış bir Arap toplumudur. Kavme ismi verilmiş bulunan Âd’ın, Hz. Nûh’un torunlarından olduğu rivayet edilir. Zamanları, Nûh (a.s.)’dan tahmînen sekiz yüz sene sonradır. Verimli toprakları olan bu kavim; otu, suyu, ve çeşitli nimetleri bol, bağlık-bahçe­lik bir yerleşim yerine sahip idiler. Yerin üzerinde gürül gürül akan ırmakları, bağları, bahçeleri, sürü sürü davarları; yer altında da, çeşitli su depoları ve köşkleri vardı. (bk. Şuarâ 29/129, 133, 134) Bu kavmin insanları güçlü-kuvvetli, cüsseli, uzun boylu ve uzun ömürlü idiler. Kayaları yontarak evler yapar, gösterişli binâlar inşâ ederlerdi.
    Cenâb-ı Hak bunlara da kardeşleri yani aynı sülâleden olan veya kabile birliği bakımından kardeşleri sayılan Hûd (a.s.)’ı peygamber gönderdi. Onları, aynen Hz. Nûh gibi, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah Teâlâ’ya kulluğa davet etti. Onları küfür, şirk ve her türlü günahlardan uzaklaşarak takvâ hayatı yaşamaya çağırdı. Fakat onlar bu kurtarıcı çağrıya kulak asmadıkları gibi Hz. Hûd’u sefîhlikle; beyinsizlik, akıl kıtlığı ve görüş zayıflığı ile itham ettiler; onun yalancı olduğuna hükmettiler. Hz. Hûd, kavminden belki kaba ve kötü konuşmayı gerektirecek pek kötü sözler duymasına rağmen, sabırlı davranarak nasihatçinin kemâl halindeki şahsiyetine yakışır tarzda onlarla güzellikle mücadele etme yolunu tuttu; tatlı ve leyyin bir lisanla kendisinde beyinsizlik, akıl kıtlığı olmadığını, hatta bu tür menfî hususiyetlerden bir iz bile taşımadığını ifade etti. Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen, akıl, rüşt ve doğruluğun zirvesinde bir peygamber olduğunu bildirdi. Onlara Allah’ın emir ve yasaklarını tebliğ etmekte olduğunu, bu hususta güvenilir bir nasihatçi olduğunu yineledi.
    Hz. Hûd, yine Hz. Nûh gibi, içlerinden seçtiği peygamberler vasıtasıyla insanlara ilâhî tâlimatlarını ulaştırmanın, Allah Teâlâ’nın bir sünneti, bir âdeti olduğunu, dolayısıyla bunda şaşılacak bir şey bulunmadığını hatırlattıktan sonra, kendilerine ihsan edilen şu iki nimet üzerinde dikkatlerini çekerek kavmini düşünmeye davet etti:Allah onları Hz. Nûh kavminden sonra getirip yeryüzünün halîfeleri ve hakimleri kılmıştır. Tufandan sonra ilk defa teşkilatlanan ve yeryüzünde imar faaliyetlerine başlayan kavim bunlar olmuşlardır.
    › Onları uzun boylu, sağlam yapılı, güçlü ve kuvvetli yaratmıştır. Gerçekten Âd kavmi, diğer kavimlere göre uzun boylu ve güçlü kuvvetli idiler. Zamanlarında onlar gibi uzun vücutlu kimse yoktu.
    › halde inkâr bataklığında yok olup gitmek yerine, kurtuluşa erebilmek için Allah’ın bu nimetlerinin kadrini bilip hidâyete ermeye çalışmaları onlar için şüphesiz daha faydalı olacaktır.
    Âyetin “O sizi Nûh kavminden sonra yeryüzünde halifeler yaptı” (A‘râf 7/69) kısmından hareketle şöyle bir ince mâna anlamak mümkündür: “Allah Teâlâ yaratılanların bir kısmını, diğer bir kısmından sonra getirir ve hepsini yeryüzünde halifeler kılar. Onlardan bir cins yok olur olmaz, onların yerine yine aynı cinsten başka bir kavmi getirir. Aynı şekilde gaflet ehlinden bir grup yok olduğu zaman aynen onlar gibi başkalarını getirir. Vuslat ehlinden bir grup ortadan kalkınca yine yerlerine vuslat ehlinden başka bir grup getirir.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 239)Hz. Hûd’un, açık ve anlaşılır bu tebliğine karşı inkarcı kavmin sergilediği tavra gelince:
    قَالُٓوا اَجِئْتَنَا لِنَعْبُدَ اللّٰهَ وَحْدَهُ وَنَذَرَ مَا كَانَ يَعْبُدُ اٰبَٓاؤُ۬نَاۚ فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ ﴿٧٠﴾
    Meal:70: Dediler ki: “Ya! Demek sen bize tek olan Allah’a kulluk edelim ve babalarımızın tapa geldikleri putları bırakalım diye geldin ha? Eğer doğru söylüyorsan, bizi tehdit edip durduğun o azabı getir de görelim!”
    قَالَ قَدْ وَقَعَ عَلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ رِجْسٌ وَغَضَبٌۜ اَتُجَادِلُونَن۪ي ف۪ٓي اَسْمَٓاءٍ سَمَّيْتُمُوهَٓا اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمْ مَا نَزَّلَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍۜ فَانْتَظِرُٓوا اِنّ۪ي مَعَكُمْ مِنَ الْمُنْتَظِر۪ينَ ﴿٧١﴾
    Meal:71: Hûd şöyle dedi: “Artık gerçekten sizin başınıza Rabbinizden bir azap ve gazap inmesi kesinleşmiştir. Benimle, sizin ve atalarınızın uydurdup kendilerine ulûhiyet atfettiğiniz, fakat ilâh ve mabud olabileceklerine dair Allah’ın hiçbir delil indirmediği, indirmesi de mümkün olmayan birtakım boş isimlerden ibaret putlarınız hakkında mı tartışıyorsunuz? Madem öyle, bekleyin bakalım bu işin sonu ne olacak! Ben de sizinle beraber beklemekteyim!”
    فَاَنْجَيْنَاهُ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِنَّا وَقَطَعْنَا دَابِرَ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَمَا كَانُوا مُؤْمِن۪ينَ۟ ﴿٧٢﴾
    Meal:72: Nihâyet onu ve beraberinde olanları katımızdan bir rahmet ile kurtardık; âyetlerimizi yalanlayıp iman etmemiş olanların ise kökünü kestik.
    Tefsir:Bedbaht kavim, peygamberlerinin nasihatini dinleyip Allah’ın verdiği nimetlere şükredecekleri yerde, inat ve inkârda daha da ileri giderek Hz. Hûd’a hakâret etmeye başladılar. “Ya! Demek sen bize tek olan Allah’a kulluk edelim ve babalarımızın tapa geldikleri putları bırakalım diye geldin ha?” (A‘râf 7/70) diyerek onunla alay ettiler. Sonunda, kendilerini zaman zaman tehdit ettiği azabı başlarına getirmesini isteyecek kadar cür’etkâr bir tavır sergilediler. Bu tutum ve davranışları, üzerlerine ilâhî azabın inmesi hakkındaki hükmün kesinleşmesine sebep oldu. Hz. Hûd onlara bu acı gerçeği haber verdi. Son olarak onları tekrar sarsmak ve uyandırmak için, hiçbir fayda veya zarar vermeye güçleri yetmeyen, atalarının ve kendilerinin uydurdukları isimlerden başka bir anlam ifade etmeyen putlara tapmak suretiyle içinde bulundukları perişan durumu hatırlattı. Gerçek bir delile dayanmayan böyle asılsız bir meselede kendisiyle münakaşa etmelerinin ne kadar yersiz ve mânasız olduğunu izah etmeye çalıştı. Fakat ne çâre ki, artık onların söz dinleyecek halleri yoktu ve ilâhî azabın gelmesini beklemekten başka çare kalmadı. Nihayet beklenen azap, yedi gün sekiz gece durmadan esen, değdiği her şeyi kökünden söküp havaya uçuran, paramparça eden korkunç bir rüzgar halinde geldi. (bk. Hâkka 69/6-8; Ahkâf 46/24-25) Allah bu azapla, âyetlerini yalanlayan ve imana yanaşmayan Âd kavminin kökünü kesti, bir kişi sağ kalmayacak şekilde hepsini tamamen yok etti. Hz. Hûd ve ona inananları ise rahmetiyle kurtardı.
    Dikkat edilmelidir ki, nübüvvet rütbesinden daha üstün bir rütbe, risâlet derecesinden daha yüksek bir derece yoktur. Buna rağmen Allah Teâlâ, hem Hz. Hûd’u hem de ona inananları rahmetiyle kurtardığını haber vermektedir. Bunun hikmeti, kurtuluşun yapılan ameller karşılığında hak edilmiş bir durum değil de, ancak Allah’ın fazlı ve rahmetiyle ulaşılacak hayırlı bir netice olduğunu bildirmektir. Buna göre kurtulan herkes ancak Cenâb-ı Hakk’ın lütf u keremi ile kurtulmuştur ve kurtulacaktır. (Kuşeyrî, Letâifu’l-işârât, I, 341)
    72. âyette helâk olmanın sebebinin Allah’ın âyetlerini yalanlama ve imansızlık olduğuna, kurtuluş yolunun ise Allah’ın âyetlerini doğrulama ve bunlara iman olduğuna dikkat çekilmektedir.İnsanlığın yaşadığı bir başka ibretli misal de Semûd kavminin halidir:
    وَاِلٰى ثَمُودَ اَخَاهُمْ صَالِحًاۢ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ قَدْ جَٓاءَتْكُمْ بَيِّنَةٌ مِنْ رَبِّكُمْۜ هٰذِه۪ نَاقَةُ اللّٰهِ لَكُمْ اٰيَةً فَذَرُوهَا تَأْكُلْ ف۪ٓي اَرْضِ اللّٰهِ وَلَا تَمَسُّوهَا بِسُٓوءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿٧٣﴾
    وَاذْكُرُٓوا اِذْ جَعَلَكُمْ خُلَفَٓاءَ مِنْ بَعْدِ عَادٍ وَبَوَّاَكُمْ فِي الْاَرْضِ تَتَّخِذُونَ مِنْ سُهُولِهَا قُصُورًا وَتَنْحِتُونَ الْجِبَالَ بُيُوتًاۚ فَاذْكُرُٓوا اٰلَٓاءَ اللّٰهِ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْاَرْضِ مُفْسِد۪ينَ ﴿٧٤﴾
    Meal:73: Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; çünkü sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Doğrusu Rabbinizden size apaçık bir delil gelmiştir. O da, size bir mûcize olarak Allah’ın şu devesidir. Onu kendi hâline bırakın, Allah’ın arzında yesin, içsin. Sakın ona bir kötülük yapmayın, yoksa sizi can yakıcı bir azap yakalayıverir.”
    Karşılaştır 74: “Bir düşünün: Allah sizi Âd kavminin ardından halîfeler kıldı ve yeryüzünde size geniş imkânlar bahşetti. Yerin düzlüklerine saraylar kuruyor, dağları yontarak evler yapıyorsunuz. Öyleyse Allah’ın bütün bu nimetleri üzerinde düşünün de, bozguncular kesilip yeryüzünde karışıklık çıkarmayın.”
    Tefsir:
    Semûd kavmi, Hz. Nûh’un oğlu Sâm’ın neslinden gelen Semûd’un kavmidir. Hûd (a.s.)’ın vefâtından sonra, Semûd’un torunları Kuzey Arabistan bölgesine, Şâm ile Hicâz arasında bulunan Hicr mevkiine yerleşmişlerdi. Daha sonra buradan ayrılıp Âd kavminin bölgesine yerleştiler. Semûd’un nesli çoğalıp bir kavim hâline geldi. Kendilerine “Âd-ı Sânî” yani “İkinci Âd” ismi verildi. Bu kavim de, vaktiyle Âd kavminin sahip olduğu nimetlere sahip oldular ve öncekiler gibi onlar da gaflet ve sapıklığa düştüler. Âd kavminin helâkini, azgınlıkları dolayısıyla gelen azâb-ı ilâhîden başka bir sebebe bağlayarak gaflet mahmurluğu içinde: “Âd kavmi, sağlam binâlar yapmadıkları için helâk oldular. Zira onlar, evleri kumlar üzerine yapmışlardı. Biz ise sağlam kayalar üzerine yaptık. Gelen fırtınalar­dan herhangi bir zarar görmeyiz…” dediler. Kendilerine köşkler, saraylar inşâ ettiler
    Taşları oydular, onlara yeni şekiller verdiler. Köşklerini ve saraylarını çeşitli şekillerle tezyîn ettiler. Tevhîd inancını unutup Allah’a ortak koştular ve yapmış oldukları putlardan kendilerine tanrılar edindiler. Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli sûrelerinde, iman etmedikleri ve sayısız azgınlıklarla haddi aştıkları için helâk edilen bu kavimden ibretle bahsedilir.
    Allah Teâlâ, Semûd kavmine kardeşleri Hz. Sâlih’i peygamber göndermiştir. Sâlih (a.s.) da, önceki peygamberler gibi, onları tek olan Allah’a kulluğa davet etmiştir. Onlara, peygamberliğinin açık bir delili olarak, sert bir kayanın içinden dişi bir deve getirmiş, istediği gibi otlayabilmesi, yiyip içebilmesi için onu serbest bırakmalarını, ona herhangi bir kötülük yapmamalarını, aksi takdirde başlarına pek elem verici bir azabın geleceğini hatırlatmıştır. İman edip ilâhî emirlere tabi olmaları ve bozgunculuktan vazgeçip yeryüzünde karışıklık çıkarmamaları için de onları, Allah’ın kendilerine ihsan ettiği nimetler üzerinde tefekküre davet etmiştir. Bu nimetler şunlardır:
    › Âd kavminin helâkinden sonra onların yerine halîfe olmuşlardır. Yeryüzünün imarı, hâkimiyeti ve hükümranlığı onların eline geçmiştir.
    › Allah onları yeryüzüne yerleştirmiş; onlar da düzlük yerlerde köşkler, saraylar kurmuşlar, bununla da yetinmeyip daha sağlam ve uzun ömürlü olması için dağları yontarak evler yapmışlardır.
    Onlara bu imkânları sağlayan şüphesiz Cenâb-ı Hak’tır. O halde bu nimetlerin değerini anlayıp O’na kulluk etmek; bozgunculuk ve kargaşa çıkarmak gibi kulluğa aykırı fiillerden de uzak durmak gerekir. Ancak azgın kavmin sergilediği tavır bunun tam aksi olmuştur:
    قَالَ الْمَلَاُ الَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ لِلَّذ۪ينَ اسْتُضْعِفُوا لِمَنْ اٰمَنَ مِنْهُمْ اَتَعْلَمُونَ اَنَّ صَالِحًا مُرْسَلٌ مِنْ رَبِّه۪ۜ قَالُٓوا اِنَّا بِمَٓا اُرْسِلَ بِه۪ مُؤْمِنُونَ ﴿٧٥﴾
    Meal: Kavminin büyüklük taslayan önde gelenleri, kendi kavimlerinden zayıf ve hor gördükleri mü’minlere: “Sâlih’in, Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu kesin olarak biliyor musunuz?” diye çıkışırlar, onlar da: “Biz, ona indirilen her şeye kesinlikle iman ediyoruz” derlerdi.
    قَالَ الَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُٓوا اِنَّا بِالَّذ۪ٓي اٰمَنْتُمْ بِه۪ كَافِرُونَ ﴿٧٦﴾
    Meal 76: Büyüklük taslayan o zâlimler ise: “Siz neye inanıyorsanız, işte biz de onu bütünüyle inkâr ediyoruz” diye karşılık verirlerdi.
    فَعَقَرُوا النَّاقَةَ وَعَتَوْا عَنْ اَمْرِ رَبِّهِمْ وَقَالُوا يَا صَالِحُ ائْتِنَا بِمَا تَعِدُنَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الْمُرْسَل۪ينَ ﴿٧٧﴾
    Meal 77: Derken o dişi deveyi kesip öldürdüler, böylece Rablerinin emrinden dışarı çıktılar ve: “Ey Sâlih, eğer gerçekten sen peygamberlerden isen bizi tehdit edip durduğun azabı getir de görelim!” diye meydan okudular.
    فَاَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَاَصْبَحُوا ف۪ي دَارِهِمْ جَاثِم۪ينَ ﴿٧٨﴾
    Meal 78: Nihâyet o dehşetli sarsıntı onları kıskıvrak yakalayıverdi de oldukları yerde yüz üstü serilip kaldılar.
    فَتَوَلّٰى عَنْهُمْ وَقَالَ يَا قَوْمِ لَقَدْ اَبْلَغْتُكُمْ رِسَالَةَ رَبّ۪ي وَنَصَحْتُ لَكُمْ وَلٰكِنْ لَا تُحِبُّونَ النَّاصِح۪ينَ ﴿٧٩﴾
    Meal 79: Bu tecelli karşısında Sâlih, oradan uzaklaşırken şöyle diyordu: “Ey kavmim! Ben size Rabbimin buyruklarını tebliğ ettim, size samimi olarak nasihatte bulundum. Fakat siz nasihat edenleri sevmiyordunuz.”
    Tefsir:Kur’ân-ı Kerîm’de peygamberlerin hitap ettiği kitleler dikkate alındığında, bunlar içinde hem dünyada hem de âhirette birbiriyle hep münâkaşa halinde olan iki grubun var olduğu görülür. Müstekbirler ve mustaz‘aflar. Müstekbirler, gurur ve kibre kapılarak ilâhî hakîkatleri kabul etmemekte direnip büyüklük taslayan zorbalardır. Mustaz’aflar ise müstekbir kesimin zayıf ve hor gördüğü, değer vermediği, baskı altında tutup istedikleri istikamette yönlendirmeye çalıştıkları zavallı, biçâre kimselerdir. İşte Semûd kavmi içinde bulunan bu zorbalar, zayıf, fakir ve kimsesiz mü’minleri baskı altında tutarak imanlarından vazgeçirmeye çalışmışlar ve kendilerinin kâfir olduklarını açıkça ilan etmişlerdir. Bu yetmiyormuş gibi, deveye dokunmama hakkında Hz. Sâlih’e verdikleri sözden cayıp Allah’ın emrine karşı gelerek deveyi kesmişler, Hz. Sâlih’ten de kendilerini tehdit ettiği azabı getirmelerini isteyecek kadar ileri gitmişlerdir. Böylece başlarına ilâhî azabın gelmesi kesinleşmiş ve kendilerini yakalayan şiddetli bir deprem ile helak edilmişlerdir. Hz. Sâlih, “Ey kavmim! Ben size Rabbimin buyruklarını tebliğ ettim, size samimi olarak nasihatte bulundum. Fakat siz nasihat edenleri sevmiyordunuz” (A‘râf 7/79) diyerek kavminin helak edilmesine duyduğu üzüntüyü dile getirmiş olsa da, artık karara bağlanmış ve vuku bulmuş bir azap için yapılacak bir şey kalmamıştır.
    Tebük seferinde ashâb-ı kirâm, Semûd kavminin helâk olduğu yerden geçerken Peygamber Efendimiz (s.a.s.):
    “–Bu taştan oymalı evlere hüzünle girin! Buradan bir şey de almayın! Çünkü burada azgın bir kavme azâb-ı ilâhî geldi...” buyurmuşlardı. Sahâbe-i kirâm:
    “–Yâ Resûlallah, kırbalarımıza su doldurduk. Hattâ bu su ile hamur yaptık!” dediler. Peygamber (s.a.s.):
    “–Sularınızı boşaltın, hamurlarınızı da dökün!” buyurdu. (Buhârî, Enbiyâ 17)
    Bir diğer rivayette Efendimiz, bu tavsiyesinin sebebini açıklarken: “Onların yaşadığı felâketin sizin başınıza da gelmesinden endîşe ettim” buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 117)
    Bu ibretli hâdiseden, ilâhî kahrın tecellî ettiği beldelerde, isyân ve günah yüklü mekânlarda mânen devam eden o kahrın in’ikâsına mâruz kalmamak için oralarda bulunmamak, zarûreten geçmek gerektiğinde ise süratle geçmek îcâb ettiği anlaşılır.
    Günümüz batı toplumlarında bir kangren haline dönüşen korkunç sapıklığın derin izlerini taşıyan Lut kavminin kıssası da pek ibretlidi..Ömer Çelik Tefsiri
    وَلُوطًا اِذْ قَالَ لِقَوْمِه۪ٓ اَتَأْتُونَ الْفَاحِشَةَ مَا سَبَقَكُمْ بِهَا مِنْ اَحَدٍ مِنَ الْعَالَم۪ينَ ﴿٨٠﴾
    Meal 80: Lût’u da peygamber gönderdik. Kavmine şöyle dedi: “Dünyada sizden önce hiç kimsenin yapmadığı o iğrenç işi bir yol hâline getirip nasıl irtikap ediyorsunuz?”
    اِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الرِّجَالَ شَهْوَةً مِنْ دُونِ النِّسَٓاءِۜ بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ ﴿٨١﴾
    Meal:81: “Kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, haddi aşan azgın bir toplumsunuz.”
    وَمَا كَانَ جَوَابَ قَوْمِه۪ٓ اِلَّٓا اَنْ قَالُٓوا اَخْرِجُوهُمْ مِنْ قَرْيَتِكُمْۚ اِنَّهُمْ اُنَاسٌ يَتَطَهَّرُونَ ﴿٨٢﴾
    Meal 82: Kavminin cevâbı: “Lût ve yandaşlarını memleketinizden çıkarın. Çünkü bu beyler, kendilerince temizliğe çok düşkün insanlar!” demekten başka bir şey olmadı.
    Tefsir:
    Lût (a.s.), Hz. İbrâhim’in kardeşinin oğludur. Yani İbrâhim (a.s.) onun amcasıdır. Allah Teâlâ onu Sodom ve Gomore halkına peygamber göndermiştir. O bölgede, daha önce hiçbir millette görülmeyen bir hayâsızlık yaygınlaşmıştı. Erkekler, kadınları bırakıp şehvetlerini tatmin için erkeklere yaklaşıyorlardı. Bu, fevkalâde çirkin ve insan haysiyetine uymayan bir davranıştı. Lût (a.s.) onları, hayvanların bile yapmayacağı bu hayâsızlıktan vazgeçirmeye çalıştı. Bunun bir cinsî sapıklık olduğunu, bunu yapanların da haddini aşan kimseler olacağını söyledi. Fakat böyle bir hayâsızlığı alışkanlık haline getirmiş o bölge halkının artık Lût’un kurtarıcı sesine kulak verecek halleri kalmamıştı. Hz. Lût ve arkadaşlarıyla, “bunlar, kendilerinin çok temiz olduğunu düşünen insanlarmış!” diyerek alay etmeye başladılar ve onların memleketlerinden sürülmelerini talep ettiler. Hâsılı başlarına ilâhî azâbın gelmesini gerektirecek bir azgınlık ve günaha tevessül ettiler.
    فَاَنْجَيْنَاهُ وَاَهْلَهُٓ اِلَّا امْرَاَتَهُۘ كَانَتْ مِنَ الْغَابِر۪ينَ ﴿٨٣﴾
    Meal 83: Neticede Lût’u ve ailesini kurtardık. Karısı hâriç; o geride kalıp helâk edilenlerden oldu.
    وَاَمْطَرْنَا عَلَيْهِمْ مَطَرًاۜ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُجْرِم۪ينَ۟ ﴿٨٤﴾
    Meal 84: Üzerlerine müthiş bir taş yağmuru yağdırdık. Bir bak ki, günahkârların âkıbeti nasıl oldu!
    Tefsir:Allah, onların üzerine şiddetli bir taş yağmuru yağdırarak hepsini helak etti. Hz. Lût ve ona iman edenleri kurtardı. Hz. Lût’un karısı ise, gizli gizli kâfirlerle işbirliği yaptığı ve hayâsızlığın işlenmesinde onlara destek olduğu için geride kalıp helâke uğrayanlardan oldu. Âyetteki “Bak!” emri, aklı olup düşünen herkesedir. Bakmak, onların durumundan ibret alıp yaptıklarından sakınmak içindir. O halde Cenâb-ı Hakk’ın, peygamberlerine karşı gelen, günahkâr ve azgın kavimleri nasıl helâk ettiğine bakıp ibret almak; böyle bir hazin âkıbete uğramaktan sakınmak gerekir.Şimdi de, bir ibret sahnesi olarak Medyen kavminin yaptıkları gözler önüne seriliyor:
    وَاِلٰى مَدْيَنَ اَخَاهُمْ شُعَيْبًاۜ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ قَدْ جَٓاءَتْكُمْ بَيِّنَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ فَاَوْفُوا الْكَيْلَ وَالْم۪يزَانَ وَلَا تَبْخَسُوا النَّاسَ اَشْيَٓاءَهُمْ وَلَا تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِ بَعْدَ اِصْلَاحِهَاۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَۚ ﴿٨٥﴾
    Meal 85: Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; çünkü sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Doğrusu Rabbinizden size apaçık bir delil gelmiştir. Artık ölçüyü ve tartıyı tam yapın. Mal ve eşyanın değerini düşürerek insanlara haksızlık yapmayın. Yeryüzünde düzen sağlandıktan sonra orada bozgunculuk çıkarmayın. Gerçekten mü’min iseniz, sizin için hayırlı olan budur.”
    وَلَا تَقْعُدُوا بِكُلِّ صِرَاطٍ تُوعِدُونَ وَتَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ مَنْ اٰمَنَ بِه۪ وَتَبْغُونَهَا عِوَجًاۚ وَاذْكُرُٓوا اِذْ كُنْتُمْ قَل۪يلًا فَكَثَّرَكُمْۖ وَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِد۪ينَ ﴿٨٦﴾
    Meal 86: “İnananları tehdit etmek, onları Allah yolundan alıkoymak ve bu doğru yolu eğri göstermek maksadıyla yol başlarını tutmayın. Düşünün ki, bir zamanlar siz az ve zayıftınız, fakat Allah sayınızı çoğalttı, gücünüzü artırdı. Bozguncuların sonu nasıl olmuş, bir bakın da ibret alın!”
    وَاِنْ كَانَ طَٓائِفَةٌ مِنْكُمْ اٰمَنُوا بِالَّذ۪ٓي اُرْسِلْتُ بِه۪ وَطَٓائِفَةٌ لَمْ يُؤْمِنُوا فَاصْبِرُوا حَتّٰى يَحْكُمَ اللّٰهُ بَيْنَنَاۚ وَهُوَ خَيْرُ الْحَاكِم۪ينَ ﴿٨٧﴾
    Meal 87:“Eğer içinizden bir grup bana gönderilen gerçeğe inanmış ve bir grup da inanmamışsa, ben ne diyeyim; madem öyle, o zaman Allah aramızda hükmünü verinceye kadar sabırla bekleyin. Çünkü O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.
    Tefsir:Medyen, Mısır ile Filistin arasında Sînâ yarım adasının kuzeyindeki bölgenin adıdır. Hz. Şuayb döneminde burada Arapların Emur koluna mensup kabileler oturmaktaydı. Medyenliler, sapıklık ve isyan yollarına düşmüşler, Allah’a ibâdet ve itâati terk etmişlerdi. Putlara ve heykellere tapıyorlardı. Medyen’in kervan yolları üzerinde bulunması sebebiyle halk, ticâretle meşguldü. Ancak hîle yaygınlaşmış, bir sanat ve mârifet hâline gelmişti. Halk, kendileri için bir alışverişte bulunduğunda tartıyı fazla tutarlar, aldıklarını az gösterirler; başkalarına bir şey satarken ise, fazla ücret alıp eksik mal verir, hîle ile azı çok olarak gösterirlerdi. Hattâ alış için ayrı, satış için ayrı terâzi kullanırlardı. Yine bu azgın kavim, insanların yollarını keser, onların mallarından bir kısmına el koyarlardı. Özellikle yabancı ve gariplerin mallarını çeşitli entrikalarla ellerinden alırlardı. Beşerî münâsebetleri tamamen hîle, eziyet ve zulüm üzerineydi. Hak Teâlâ’nın verdiği bol nimetlerin kıymetini bilip şükürlerini edâ etmezler, Allah’a isyan etmek ve putlara tapmak sûretiyle son derece nankörlük ederlerdi.
    Allah Teâlâ onlara Hz. Şuayb’ı peygamber gönderdi. Medyen’de doğup büyüyen Şuayb (a.s.), o kavmin asîl bir âilesine mensuptu. Gençliği Medyen kavminin arasında geçti. Bölge halkı sapıtıp azıtmış olmakla birlikte Hz. Şuayb, onların kötülüklerinden uzak, temiz ve nezih bir hayat yaşardı. Şuayb (a.s.), kavmine güzel nasîhatlerde bulundu. Çok güzel konuştuğu için kendine خَط۪يبُ الأنْبِيَاءِ (Hatîbü’l-Enbiyâ) “Peygamberlerin Hatîbi” lakabı verilmiştir.
    Hz. Şuayb, kavmine, Cenâb-ı Hakk’a şirk koşmamalarını, yalnız O’na ibâdet etmelerini, çünkü O’ndan başka ibâdete layık başka bir ilâh olmadığını hatırlattıktan sonra, yukarıda da temas edildiği gibi toplumda revaçta olan bir kısım günahlardan sakınmalarını söylemiştir. Bunları şu şekilde hülasa etmek mümkündür:
    › Ölçüyü ve tartıyı doğru ve tam olarak yapmak, bu hususta hile yolarına kaçmamak. Rivayete göre Medyen halkının iki ölçeği ve iki tartısı vardı. Bunlardan biri diğerinden daha büyüktü. Onlar, insanlardan bir şey satın aldıkları zaman büyük ölçeği kullanarak ölçüyü tam yapıyorlardı. Kendileri onlara bir şey sattıkları zaman küçük ölçeği kullanarak ölçü ve tartıyı eksik yapıyorlardı. Ölçerken ve tartarken insanların haklarını eksiltmek, nefsin hasisliği, himmetin düşüklüğü, hırsın fazlalığı, hevâ ve zulme uymaktan ileri gelir. Bu mezmûm sıfatlar, nefsin kötü huylarındandır. Şeriat, bu kötü sıfatların değiştirilmesini ve nefsin tezkiye edilmesini emretmiştir. Efendimiz (s.a.s.) bu hususta: “Koyun sürüsüne saldıran iki aç kurt, kişinin dini için, onun mal ve şöhrete olan hırsından daha zararlı değildir” (Tirmizî, Zühd 43) buyurmuştur.
    › İnsanların eşyasını eksik vermemek, mallarının değerini düşürmemek. Bu, mallarda kusurlu olduğunu söylemek, değerli ve rağbet edilen bir şey olmadığını ifade etmekle; ölçü ve tartılarda ise fazla ya da eksiltmek suretiyle hile yapmakla olur. Bütün bunlar, insanların mallarını haksız yollarla yemektir.
    › Gelen peygamberin gayretleriyle ıslah edilip belli bir düzen kurulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmamak, kargaşa ve anarşi çıkarmamak.
    › İnsanları tehdit ederek Allah’ın yolundan saptırmak ve Allah’ın dinini eğip bükmek maksadıyla yol başlarında oturmamak. Onlar, Hz. Şuayb’a iman edenleri öldürmek ve işkenceye uğratmakla tehdit ediyorlardı. Yine onlar, Hz. Şuayb’ın bulunduğu yere çıkan yolların başında oturuyor, onun yanına gitmek isteyen kimseleri tehdit ederek alıkoyuyor ve “O bir yalancıdır, onun yanına gitmeyin” diyorlardı. Kureyş müşriklerinin, Allah Resûlüne yaptıklarının aynısını yapıyorlardı.
    Bu arada Hz. Şuayb onlara, Allah’ın ihsan ettiği bir kısım nimetleri hatırlattı. Mesela onlar sayıca az iken Allah onların sayılarını çoğaltmış, fakir iken onları zengin kılmıştı. Bu nimetleri hatırlayarak şükretmelerini, bir taraftan da önceden helak edilmiş olan Âd ve Semûd kavmi gibi bozguncuların hazin âkıbetlerinden ibret almalarını öğütledi. Fakat ne çâre ki, içlerinden inananlar olduğu gibi, bir kısmı da inkâr yolunu seçti. Bunun üzerine Şuayb (a.s.) onlara, en iyi, en doğru hüküm verici olan Allah aralarında hükmedinceye, inananları kurtarıp inkâr edenleri helak edinceye kadar sabretmelerini istedi.
    Fakat azgın kavmin ne itirazlarının ne de düşmanlıklarının sonu geliyordu:Ömer Çelik Tefsiri

  • Thema von Kurban im Forum Makale/Artikel/Anregun...

    Mektubat Ve Bazı Mesaili Mühimme/Salahuttın Ibni Mevlana Siracüttin Kds Trcm Eden Mck Kurban Hoca 49-58

    Fazlı Cenabı Ebu Bekir(Razıyallahu anh)
    Maluunuz olsun ki Sıddiki Ekber,razıyallahu teala an zatihi il ethar hazretleri badel enbiya efdali cemi il beşer dir.Bu efdaliyetlerine Esası ve menşeyi _hasebl kabiliyye_meftur ve mecbul oldukları muhabbet fillah dir.Ve muhabbeti fi rasülilah dir.Anın içun mahbubiyet sarfa makamı alisinin sadrı neşin asaleti cenabı habibi ekrem (s.a) ile beraber Hasebel beraseh seriri arayı muhabbet olan sıddıkı ekber r.a dır.Bu makamda seyyidi kainat hz. asıldır.Sıddik Ekber hz.tabi ve manevi varisdir.Aralarında yalınız nisbeti aslaet ve veraset den başka bir fark yoktur.Bu makamı alidie sırrı sıddikın fevkında evliyayı ümmetden hiçbir ferdin serrı menzur olmaz. Meratbi fazil da Sıddıkı Ekber den sonra gelen Omer ül Faruk r.a bu makamı aliye neyi ve duhulu Sıddiki Ekberin dostgiryeti ile olmuş hadden kabiliyete göre hazzı kamil elde edilmiştir.Bununla beraber Sıddıkı ekberin fahri kevneyn ile aralarındaki nisbeti inhıtat ne derece de ise Omerül farukun sıddıkı ekberden inhıtati nisbeti daha fazla,daha büyüktür.Fahri risalet de olan her kemale bila noksan vechi ehemmiyet,ekmeliyet,aaamiyet üzere yalınız Sıddıkı Ekber vasıl ve varisdir.ol Haşyetle ki:irade yalınız mansabı nübüvvet yoktur.Bundan başka her kemali Muhammedi mevcud ve sabittir.Cenabı Seyyidil kainat [Ma sabballahu ala sadri şeyen illa vasabebtuhu ala sadri Ebi Bekrin]buyurmuştur.Hasbel fitreh evvela Rasülüllah da fani olan sıddıkı Ekber dir.Bu fenaya tertüb eden İman ve islam hakiki kendisinden ibaret bulunan fenabillah baka billah ile vechi ekmeliyet üzere tehakkuk eyleyen de hz.Sıddıkdır.Bu sebebe nebi cenabı seyyidissakaleyn [Men erade en yenzure ila meyyitin temşi ala vechil erdı felyenzur ila Ebi Bekrin ibni ebi Gakafe]Yer yüzünde yürürmeyyiti göermek isteyen:Ebi Bekir İbni Gahafeyebaksın.[Velemuttizine imanu Ebu Bekrin mea İmanı Ebu Bekrin lerucciha]Ebu Bekrin imanı,ümmetin imanı ile vezin edilse.İmanı Ebu Bekir racih olur.]buyurmuştur.Bütün ashabi kiramda muhabbetin,fenanın,imanın kemaliyle mevcudiyeti sabit iken hz.Ebu Bekirin zikir ve tahsisi bu umurun anda nihayet ve ğayet kemaline mebnidir.
    Hasayisi mezkureye binaenH.z Ebu Bekirin cenabı fahri kevneynile sohbeti diğer ashabı kirama nisbetle ekser ve mutemadi olmuş,Ahzi füyüzatı da muhabbete ,fenaya.sohbete istinad eyleyerek diğerlerinin füyüzatı muhammedinin nübüvvet haysiyetiyle medriyet ve kasimiyeti mansabi ile ihtisas hasıl eylemiş,
    Vel hasıl badel enbiya beşer için içtimai mümkinatdan olan cmi kemalatı,fedaili celaili zatında cemetmiştir.Onun içun Silsileyi paki seadetine bu celail nisbet vefedail sari,ve cari olmuş,bu handan azimuşşanın kemalatı her asır da [Azheru mineşşemsi tecella]eylemiştir.[Bidayetu tarikına nihayetu sairitturuk][İndiracunnihayeti fil bidayeti,Ve tarikatunassahbetü,el hayru fil cemiyeti]{Vema faddalna binimin]Niym:Eski elbise..]Kelimati kudsiyet ayati]Bu hasayis ve hakayihimuşirdir.Deme ki:Sıddiki Ekberin muhabbeti,sohbeti,fenası ve bakası,ahzi yüyuzu,esbakiyeti,efdaliyeti,başka imiş.Müstesna bir mahiyet teşkil ediyormş.Bu bapda cildler yazılsa bahri ummandan bir katre,şemsi tabandan bir zerre alınmış olmaz.Nasıl olur ki:Bu ihtisası mevlayı mutealin [Saniyesneyni izhuma filğari vellezine meah]ve[la tahzen innallaha meana]Ayeti kerimeleri ve fahri kainatın [ma zannuke ya Ebu bekrin bi isneyni,Allahu salisühuma]Hadisi şeriflerle bildirilmektedir.
    Bu ayetler de mezkur olan maiyyetler muhabbeti zatiyenin neticeleridir.Hiçbir ferd sevmediği ile beraberlik tesis edemez.Evvela muhabbet,sonra maiyet gelir.Görülmüyorki:Cenabı Sıddık hayatı dünyadayken nasıl fahri risalet ile beraber idiyse,hayatı berzachdada beraber olmuş.Ravzayı mutahhere de dahi maiyyeti hassayı muhafaza eylemekte bulunmuştur.Ömerul faruk da hz.Sıddıkın ziri kademinde,ravzayı mutahherededir.Neşeyi uhra da,darusselam da,makamı lika ve cemali hassa da da ebedül abad,bu maiyeti hassul hassa bir devam olacaktır.Hz. Sıddıın fezail ve hasasisi asli ve zatidir.Fezail ve hasayisi enbiya ya şepihdir.Nsibeti ve kemali nisbeti ve kemalatı nubuvvetdendir.Bu nisbet ve kemalatın yanında nisbet ve kemalatı velayet aslın asla olan nisbeti ile nisbetini tutmaz.Belki la şeye mahz gibi olur.Nsibeti velayet nücua teşbihe edilebiliyor.Nücumu envarı şemsden alır.Şemsi Taban tulu edince nücum yok gibi olur.Satvet ve saltanet ve şaşa'a şemsi azam karşında nücumun bir mevcudiyet ile kayim ve sabit olabilmesi ğayri mümkindir.İmkan ve zemin hasıl oldukca nisbeti sıddıkıye tafsil ve izah edilecektir.Yukariki esasat da inzarı kemalat nubuvvete nafiz olanlar içun delaili kafiye,berahini kaiti'a teşkil eyleyebilir.İşte bizim menbayı füyuzumuz böyledir.Ras ve reisimiz,ve ekabiri sadatımız böyle eceldir...onlara iktida ednler:Ma dun kemalata talib olamazlar.Bu kemal hiç birşey elde edemesler bile,bunun talebi yolunda olmeyi her kemale tercih ederler.himmetin böyle olması lazımdır.
    Mertebeyi Halil/Hullet]
    Din Kardeşlerinin yek diğerlerine görüşmesinde,mutekabil muhabbetlerinde fevaidi azime vardır.Bu hal ashabi kiramın şanıdır.Alel husus Sıddıkı Ekber(Radıyalahu an zatihil ethar)Bu sıfatı hu. ve mahbubiyetle mumtaz ve muhtasdır.kendi tarikatı mensubitini de anın bu devlleti hassında tebeiyeti hassa ile muhtas ve mümtaz olurlar.Cenabı fahri kainat:marazı mevtlerinde irad buyurdukları hutbelerden birind Sıddıkı Ekberin bu hususiyetini beyan ve anın muteferrid olduğu bazı hasayisi ilan ve ayan eyleyerek:[Eğer benim iiçin bir şahsı halil ittihaz etmek vakiolsaydı;Bu şahsı Ebubekir olurdu]buyurmuştur.
    Makamı Hullet ğayet ali bir makadır.Anın esasını muhabbet ve hub teşkil eder.Anın içun Hz.Halil hz.Habibden sonra imamı Enbiya,Ebul Enbiya efdalül enbiya olmuştur.Makamı Hullat(halillilk)ve mebdeyi tayini halil yani tayini evveli vücüd da mukabil ve mehazidir ki:Anın zımnında mertebeyi muhabbeti zatiye,mertebeyi zatiyeyi Muhammediye,mertebeyi zatiyeyi sarfiyei Ahmediye,mertebeyi hubbi sarfı zati vardır.Bu mertebenin noktayı merkeziyesini,asıl ve hakikatını hubbi sarfi zati teşkil eder ki: ilk zuhur ve teayyun budur.Hakikatı Muhammediye de ondan ibaretdir.Makamı hulletin azemetini bu takrirden anlayınız...Bu Akvale delil:[inittebea millete İbrahime Hanifa]ayeti kerimesidir.Fakat Bu icmal Sıddıkı Ekber hakkında ki hadiis nebeviyenin ve benim mucmel sözlerimin ve nazmı celilin tazammun ettiği esrar ve hakayikin anlaşılmasına henüz kifayet etmez.Maksud bu icmali tutmanıza,hızetmenize muvazzah,ve mufassal oluncaya kadar bellemenize matıf ve maksurdur.
    İmdi esbabı mezkureye binaen:Ebu Bekrissıddık hz.hub ve mahbubiyete tealluk eden kemalatın hamil,varis,kasım,ve maliki oldu.Silsilesinde de ayı kemal sirayetve hakimiyet gösterdi.husulu mahbubiyet bütün kemalatın bi esriha defaten husulune muncerdir.Hariç te bir şey bırakmaz.Anın içun bu handanı azimuşşanın işi muhabbet ve hubbu esası üzerine dair ve caridir.Bütün noktayı nazarları anın temini husuli ve istihsaline maksur ve mahsurdur.Fefhem!
    Hz. Ali Kerremellahu veche hz.leri de kemalataı ilmiye ve mearifi keşfiyenin verasiyet ve kasimiyeti ile mümtaz ve muhtasdır.Anın içun kemalatı velayete tealluk eden ulum ve küşuf ğaliben selasili diğer de sariolmuş.Bu umur anların mezahirin de ğalebeyi zuhur göstermiştir.Bu akvale delil de [ene medinetul ilim ve Aliyyun babuha]Hadisi peyğamberidir.
    Bu nisbetin birincisi kemalatı nubuvvete,ikincisi kemalatı sıfatiye velayete musteniddir.Birincisi kemalatı zatiyeye vesileyi sudur teşkil etmiştir.İkincisi nisbeti nihayete ayırdıran muzahirin biirnciye intikalve irtikası mümkin,belki vakidir.Fefhem!
    Akrabi Turuku Vusul 4 Sohbet
    Ey Ahi Malum Olsun ki:Tarikati Sıddika de süluk ve vusul yolu-esas itibarıyla-envayı muhtelifeye inhisar eder.Bunlar ismi zat,nefi ve isbat,ve vukufi kalbi,Rabıta,vukufi kalbi,ve sohbet gibi..şuğuller dir.Bunların her biri başlı başına birer tarikı süluk ve vusul dür.Benim indimde akrebi turuku vusul,sobettir.Muddeaya delil şahul kul hzr..lerinin [Tarikatuna essohbeh,el hayru fil cemiyeti]kelamıdır.ve eshabı kiramın,rasülü zişanın d'ebi seniyeleridir.bu sohbetden murad da sahibi sohbet olan ehli davet ve irşadın mürebbi ve muktedanın sobetidir;Anın izini ile vaki hem tarik olan ıhvanın sohbeti de bu husus da eseri tamı ıhtiva eyleyebilir.
    Sohbet öyle hasaise haiz dir ki:Diğer tariklara mutrettib neticelerin kaffesini cem ve tezammun eyler.Çünki zikir zıddı nisyandır.Sülükun neticesi nisyanı tardetmek ,huzur ile muttasıf olmaktır.Bu netice huzur ve sohbeti mürşidde hasıldır.Rabıta dan murad dahi aynı neticeye vusule racidir.Buda bizzat husur ve sohbeti muktedada hasıldır.Murakabedeen tealeb edilen neticede ileri geri diğerleri gibidir.Buda huzur sohbeti ve huzuru mürşidi kamilde husule gelir.
    Şu halde sohbet,turukı vusulun akrebi,azamı,efdali,esheli oldu.Bu hususat tarzı diğerde bizim kitabı adab ulmürid imiz de mezkurdur.Ana muracatla tafsilat alınabilir.Sohbet ve mürşidi huzur da umur ve netayici mesturenin husule gelebilmesi,muhabeti kamileye sahib bulunması,taatı mutlakaya malikiyeti,muhabbeti şuyuh üzre rüsuhu,adabı sohbetle mueddeb olması şartdır.Bu şerayiti esasiye mevcud olmayınca meşrutun tehakkukuna imkan mefkuddur.Eğer zikir edilen şeraiti noksan olursa isitifadeyi esasiye husule gelmez. yalınız ğayrı esasi fevaid ve menafi hasıl olabilir.Bunun da istifadeyi istifadeyi esasiye şeraitin husulune hadim olacağı bedihidir.Şeraiti mezkure tamam olduğu takdirde;talib muktedanın cazibeyi muhabbeti ile anın fuyuz ve berekatinın ukusune muhabbet hasıl eder.İstima ve telekkı ile eyleyeceği ulum ve mearifi sahihe ile iman ve itikadı ğayrı kabil tezelzül bir mertebeye vasıl olur.Cezbeyi muhabbetin kesbi kuvveti ve azamet eylemesi ile aletedric şeyhinde fani olarak,fena fişşeyh haleti zuhur eder.Sa-ubut ve mauneti sülük tafsilsiz fenafillah hakikatına mazhar,ve cezbeyi hubbi ile vasıl seyru ilellah ve seyru fillah olarak iş bu cezbe zımnında neticeyi sülük teafsili husule gelir.Bu suretle talib ve vasılı hak olur.
    Bu suretle Talib ve vasılı hak olur.Evliyaullah indin de seyru ilallah ahiret senesiyle ellibin yılık yodur.Seyri fillahdan bir hatve anında uzundur.işte bu seyri suhuletle husule getiren mesafeyi azimeyi katettiren sohbettir.Cezbeyi muhabbetdir.Mukaddemeyi fena fillah olan fena fişşeydir.Sülük ve vusulun medarı budur.Nefsin itminanı bu fenadan sonra hasıldır.İman ve islam mariifet ve ibadet ve ubudiyet-Hakikatı netayici mezkurenin husulundan sonra mutehakkıkdır.
    Velayet de işbu fenadan ve ana terttub eden bakadan,sırrı hakikat dahi bu umuru hasıl eylemekten ibaretdir.Bundan sonra,seyir ve sülükü alaya,meratibi kemalil kemali alaya,meratibi kemalilil kemale nihayet yoktur.Fefhem ve teemmel!
    İtminanı Kalbi Talabi
    itminanı kalbi talebi,meşrebi İbrihim peyğamberin meşrebine muvafık olanlara mahsusdur.Her insanın meşrebi peyğamberandan bir veya bir kaç peyğamberin meşrebine muvafık düşer.Ve anın fuyuzu meşreb ve kademinde bulunduğu peyğamberin fuyuz ve hasayisine münasebetdar olur.Emri dinde,istirşad ve sülükte itminan talebinde bulunmak lüzümunu hissetmemek hakikaten bir meziyetdir. Bu hal varken [Talebi itminanın devresi belki ileride gelecek demektir.]Hali eşref için de hali şerifi istemektir.Ashabı kiramın her bireri imanı ezelilerini izhar içun cenabı peyğamberden baisi itminan olacak birer burhan taleb etmişler,imana ancak burhan gördükten sonra gelmişlerdir.yalınız bir ferd bu umurdan müstesna kalmıştır.Evde seyidil ümmet Sıddıkı Ekber (r.a)an zatihil ethardır..Zira anın fıtreti peyğamber fıtreti gibi pak ve temiz;hakayıkı umura,afakı burhan görmeye muhtaç olmaksızın nafiz,akli peyğamberlerin aklı gibi selim idi.Anın içun bütün ümmetin imanına racihdir.Bittabi fezaili umumiyede de aynı nisbeti haiz dir.Peyğamberlerden sonra anın seri seadet tevaumunun fevkinde başka bir seri yoktur.Ondan sonra..
    Efdali Beşer olan faruki aamın seri mubareke anın kademi seadeti altındadır.Hatta İmamı Rabbaninin beyanına göre;Faruki azamın Sıddıkı ekberden inhıtatı,Sıddiki ekberin fahri alemden inhıtatından fazladır.Burhani afaki,şahidine ancak bir fevkal adelik gösterir.Mutlaka mucibi iman ve ikan olmaz.Burhanı ilmi nefsi ise-yine mutlak olmak üzere-sahibine iman ve ikanı tam bahşetmek hassasını haizdir.Evvelkinden hasıl olan itminanı adi bir şey ile zevali pezirdir.
    İkincisinden hasıl olan yakin ve itminan kolay kolay zevale maruz olmaktan beridir.Eğer mucizat ve havarikul ade mutlaka müstelzimi iman olsaydı peyğamberlerin mucizelerine,velilerin harikul adelerine şahid olanların tuyi iman etmek lazım gelirdi.. halbu ki bu huccetler imanı ezeli ile inkarı ezelinin zhuruna vesile teşkil etmiştir.Sıddıkı ekber meşrebinde olmak her ferd için muyesser olan umurdan değildir.Bu husus mevlayı mutealin ehassu hassın ıbadına fadlı uzma atiyesidir."Allahummerzukna hazihil atiyyetil azime bihurmeti seyyidina Muhammedin hayril beriyye...
    Tarikı Vusuli Muhabbet
    Bayramı mubareke en iyi temniiyler bil mukabele tebrik ederim.Bayramlar münasebetiyle dindaşların yekdiğerini derağuşetmesi,takbil eylemesi,kutlaması,gerçe asarı muhabbetin bir tezahurudür.Fakat bu gibi umurda da eseri muhammediyeye tebeiyet eylemek lazımdır.[fettebiuni]emrine imtisal her şeyin fevkındadır.Malumi ali olmalıdır ki:Allahu teala ye vusul yolları çoktur.Zühüd,tevekkül,tevhid,tecerrüd,sabır,fena,inkıta,rıza gibi..bunlardan hasıl olacak semeratın toyunu tahsil eden yeğane bir yol vardır ki oda muhabbet,mahbubiyet yoludur.mahbubiyeti ilahiye makamına ancak bu yoldan erişilur.
    Bu youn ne olduğunu mevlayı muteal bize mahbubi lisandan[Gul inkuntum tuhibbunallahe fettebi uni yuhbibkumullah]ayeti ile bildiriyor ki:Lisanı işaretle meali munifi [Ey mahbubi zatım!Nezdimde muhib ve mahbub olmak kasd ve iread edenlere tariki hub ve mahbubiyetin ancak sen mahbubi zatıma itibadan ibaret olduğunu söyle..Tefhim ve tebliğ eyle..demektir.]Bu ayeti kerimeye nazaran diğer vusul yollarının turuku cüziyeden madud olduğu,tarikı asli olmadığı,Belki:sıfatlarının delalet ettiği turuku sıfat olup,tarikı zat olmadığı teayyun eyler.{Not:Diğer yollarda sıfat tecellisi oncelenmiş demktir]

  • Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 55-64Datum27.02.2024 07:11
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 55-64

    اُدْعُوا رَبَّكُمْ تَضَرُّعاً وَخُفْيَةًؕ اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدٖينَۚ ﴿٥٥﴾
    Meal:﴾55﴿ Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez.
    وَلَا تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِ بَعْدَ اِصْلَاحِهَا وَادْعُوهُ خَوْفاً وَطَمَعاًؕ اِنَّ رَحْمَتَ اللّٰهِ قَرٖيبٌ مِنَ الْمُحْسِنٖينَ ﴿٥٦﴾
    Meal﴾56﴿ Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah’a korkuyla ve ümitle dua edin. Muhakkak ki iyilik edenlere Allah’ın rahmeti çok yakındır.
    Tefsir:Yukarıdaki âyette Kur’an’ın ulûhiyyet öğretisi veciz bir şekilde verildikten sonra bu iki âyette, tam yeri gelmişken, insanlara çok önemli iki hatırlatma yapılıyor: a) 55. âyette insanlardan, rablerine yakarır bir tarzda, gizli gizli veya alçak sesle dua etmeleri istenmekte; Allah’ın, aşırı gidip buyruğundan çıkanları, bu cümleden olmak üzere duada yakarış ve gizlilik sınırını aşanları sevmediği bildirilmekte; bu suretle, hadiste “ibadetin özü” diye nitelenen (Tirmizî, “Du‘â”, 1) dua münasebetiyle insanın rabbi ile ilişkisine bir disiplin getirilmektedir. Nitekim bazı müfessirler buradaki “Dua ediniz” buyruğunu “İbadet ediniz” şeklinde açıklamışlardır (Râzî, XIV, 128; dua hakkında bilgi için bk. Bakara 2/186). b) 56. âyette ise, Allah arzı yani dünyayı veya ülkeyi ıslah etmiş, düzene koymuşken, insanların orada fesat çıkarıp düzeni bozmaları yasaklanmakta; böylece insanın tabii ve beşerî çevresiyle ilişkisi düzenlenmektedir. Râzî âyetin bu bölümünü özetle şöyle açıklar: Dünyadaki hiçbir düzenli şeyi bozmayın. Öldürme, yaralama, gasp ve hırsızlık gibi insana verilen zararlar; inkâr ve bid‘atlarla dine verilen zararlar; zina, livata, zina iftirası gibi insan onuruna, namusuna ve aileye verilen zararlar; sarhoş edici şeylerle akla verilen zararlar bu yasağın kapsamına girer. Çünkü dünya hayatında insanlara ait beş temel hak ve menfaat konusu vardır: Can, mal, nesep, din ve akıl. “Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!” buyruğu bütün bu hak ve menfaatlerle bunların kapsamına giren diğer şeylerin korunmasını öngörür. Zira Allah’ın yeryüzünü ıslah ettiğini, düzene soktuğunu belirten ifade, Allah tarafından dünyaya bütün yaratılmışların menfaatlerini en uygun biçimde karşılayacak düzenlerin verildiğini bildirir. Öte yandan yüce Allah, peygamberler göndermek, kitaplar indirmek ve hüküm ve yasalar koymak suretiyle de dünyayı ıslah etmiş olup bu âyette, bir bakıma, insanlara “Peygamberleri yalanlamaya, kitapları inkâr etmeye, yasalara karşı gelmeye kalkışmayın!” denilmiştir. Zira bu isyanlar dünyada karışıklıklar çıkmasına, düzenin bozulmasına yol açar (XIV, 133).
    İnsanın çevresiyle sağlıklı ilişkiler kurup fesattan korunması iyi bir kullukla mümkün olacağı için âyetin sonunda tekrar dua konusuna dönülerek hem korku hem de ümit duygularıyla dua edilmesi istenmiş; nihayet “Muhakkak ki iyilik edenlere Allah’ın rahmeti çok yakındır” buyurulmuştur. Buradaki “iyilik edenler” (muhsinîn) kelimesi hem Allah’a kulluk ve dua ödevini hem de her türlü bozgunculuktan uzak durma, dünyanın düzenini yaşatma, kısaca iyi kul ve iyi insan, iyi komşu, iyi ana-baba, iyi vatandaş... olma yükümlülüklerini yerine getirenleri kapsar.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 538-539
    وَهُوَ الَّذٖي يُرْسِلُ الرِّيَاحَ بُشْراً بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِهٖؕ حَتّٰٓى اِذَٓا اَقَلَّتْ سَحَاباً ثِقَالاً سُقْنَاهُ لِبَلَدٍ مَيِّتٍ فَاَنْزَلْنَا بِهِ الْمَٓاءَ فَاَخْرَجْنَا بِهٖ مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِؕ كَذٰلِكَ نُخْرِجُ الْمَوْتٰى لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ ﴿٥٧﴾
    Meal:﴾57﴿ Rüzgârları rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O’dur. Nihayet o rüzgârlar ağır bir bulut yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Herhalde bundan ibret alırsınız.
    Tefsir:Her biri bir hârika olan, fakat devamlı tekerrür etmesi sebebiyle alıştığımız ve bu yüzden dikkatten kaçırdığımız tabiat olaylarının arkasındaki yüce kudretin tanıtılmasına devam edilmektedir. Bu arada âyetin sonuna, Allah’ın ölü topraktan türlü türlü canlı bitkiler çıkarması gibi kıyamet gününde ölüleri de kabirlerden diriltip çıkaracağı şeklinde bir bilginin eklenmesi özellikle ilgi çekicidir. Buna göre tabiattaki sürekli canlanma ve yenilenme bir yandan onu canlandıran Allah’ın varlığına ve hükümranlığına, bir yandan da öldükten sonra yeniden dirilmenin mümkün olduğuna delâlet etmektedir.
    Âyetin sonunda bütün bu bilgilerin, insanlar ibret alsınlar, düşünüp kendilerine gelsinler diye verildiğine işaret buyurulmuştur. Çünkü Kur’an bir tabiat bilgisi veya astronomi kitabı değildir; onun temel gayesi insana rehber olmak; onu, akıl ve bilgi dünyasını sağlıklı temeller üzerine kurmaya, böylece itikadî ve amelî hayatını her türlü sapmalardan korumaya yönlendirmektir. Bu bakımdan Kur’an’da verilen çeşitli konulara dair bilgilerin, düzenlemelerin, uyarıların asıl hedefi, insanlığın, Allah tarafından kendisine lâyık görülen seçkin konumuna ulaşacağı biçimde eğitilmesi ve geliştirilmesidir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 539
    وَالْبَلَدُ الطَّيِّبُ يَخْرُجُ نَبَاتُهُ بِاِذْنِ رَبِّهٖۚ وَالَّذٖي خَبُثَ لَا يَخْرُجُ اِلَّا نَكِداًؕ كَذٰلِكَ نُصَرِّفُ الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَشْكُرُونَࣖ ﴿٥٨﴾
    Meal:﴾58﴿ Güzel memleketin bitkisi rabbinin izniyle (güzel) çıkar; kötü olandan ise faydasız üründen başka bir şey çıkmaz. İşte biz şükreden bir kavim için âyetleri böyle açıklıyoruz.
    Tefsir:Kötü ve elverişsiz bir toprağın, bir yörenin faydasız bitkiler vermesine karşılık iyi ve elverişli bir yörenin faydalı bitkiler vermesi de O’nun izni ve iradesiyledir. Müfessirler çoğunlukla bu âyetten şöyle bir mâna çıkarırlar: Akıllı, kavrayışlı ve erdemli bir insan verimli toprak gibi; ahmak ve erdemsiz insan da verimsiz toprak gibidir. Müminin kalbi faydalı ürünler veren bereketli araziye, kâfirin yahut münafığın kalbi zararlı bitkiler çıkaran değersiz araziye benzer (Râzî, XIV, 144; Şevkânî, II, 246, 247).
    Bazı Ehl-i sünnet müfessirlerinin, bu âyeti yorumlarken, herkesin iyi veya kötü, mutlu veya bedbaht olacağının Allah tarafından önceden takdir edildiğini, şu halde kötü arazi gibi kötü nefislerin de iyileştirilmesinin mümkün olmadığını ileri sürerek gerek dinî gerekse ahlâkî bakımdan tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir görüşü benimsemeleri (meselâ bk. Râzî, XIV, 144-145) yadırganacak bir durumdur. Oysa âyetin şöyle bir uyarı maksadı taşıdığı açıktır: “Güzel ürünler veren bereketli topraklar gibi olun; faydasız bitkiler çıkaran işe yaramaz topraklar gibi olmayın.” Nitekim hem 57 hem de 58. âyetlerin son cümleleri de bu yorumu desteklemektedir. Yani Allah insanlardan, bu hususları dikkate alarak düşünüp taşınmalarını, gerçeği görmelerini ve nihayet müminler olarak şükretmelerini istemektedir. Eğer söz konusu müfessirlerin belirtilen kötümser yorumları isabetli olsaydı, Allah’ın kullarından bunları istemesinin anlamı kalmazdı.
    Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 539-540
    لَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحاً اِلٰى قَوْمِهٖ فَقَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُؕ اِنّٖٓي اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظٖيمٍ ﴿٥٩﴾
    Meal:﴾59﴿ Andolsun ki Nûh’u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Doğrusu ben, üzerinize gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum.”
    Tefsir:Sûrenin başlarında Hz. Âdem hakkında bilgi verilmişti. 59-93. âyetlerdeyse Hz. Nûh ile daha sonraki bazı peygamberlerin kendi toplumlarıyla ilişkileri ve dinlerini tebliğ çabaları özetlenmekte; ardından değerlendirme mahiyetinde bazı açıklamalar yapıldıktan sonra 103-156. âyetlerde Hz. Mûsâ’nın tebliğ faaliyetleri, kendi kavmiyle ilişkileri, Firavun ve yandaşlarına karşı verdiği mücadeleye geniş olarak yer verilmekte; daha sonra yine İsrâiloğulları’nın dinî, ahlâkî ve sosyal hayatlarıyla ilgili karakteristik özellikleri anlatılmaktadır.
    Kur’an-ı Kerîm’de geçmiş peygamberler hakkında bilgiler verilirken olayların –tarihî bakımdan önem taşısa bile– dinî çerçeve dışındaki ayrıntılarına girilmediği, esas itibariyle bu olayların ibret alınacak yönlerinin öne çıkarıldığı görülmektedir. Bu suretle Hz. Muhammed’in davetine muhatap olan kişilerin ve toplumların eski yanlışları tekrar etmemeleri istenmiş; aksi halde Allah’ın, inkârcılık ve kötülüklerde direnen eski inkârcı topluluklara verdiği cezaların, belâ ve musibetlerin benzerlerini İslâm’a karşı direnip düşmanlık gösterenlere de er geç dünyada veya âhirette vereceği uyarısında bulunulmuştur.
    Âyetin ilk cümlesinde Nûh’un “resul” yani elçi olduğu belirtilmekte (Hz. Nûh hakkında bilgi için bk. Hûd 11/25-35); Hz. Nûh’un burada aktarılan ifadesinin ilk cümlesinde onun kavmini Allah’a ibadet etmeye çağırdığı, ikinci cümlesinde bu ibadetin gerekçesi olarak Allah’tan başka ilâh bulunmadığını, yani tevhid akîdesini tebliğ ettiği, son cümlesinde de inkârcıları “büyük bir günün azabı” ile tehdit ederek âhiretin gerçek olduğuna işaret ettiği bildirilmektedir. Bu son cümledeki “azap” ile Nûh tûfanının kastedildiği de düşünülebilir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 541-542
    قَالَ الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِهٖٓ اِنَّا لَنَرٰيكَ فٖي ضَلَالٍ مُبٖينٍ ﴿٦٠﴾
    Meal:﴾60﴿ Kavminden ileri gelenler, “Biz seni gerçekten apaçık bir sapkınlık içinde görüyoruz!” dediler.
    Tefsir:Kur’an’da eski kavimlerden söz edilirken bunların, daha çok zenginler ve soylulardan oluşan reis ve eşraf kesimini ifade etmek üzere sık sık mele’ kelimesi kullanılır. Nûh kavminin ileri gelenleri de onu yukarıdaki dört konuda (risâlet, ibadet, tevhid, âhiret) yanlışa sapmakla suçladılar (Râzî, XIV, 61-63).
    Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 542
    قَالَ يَا قَوْمِ لَيْسَ ب۪ي ضَلَالَةٌ وَلٰكِنّ۪ي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ ﴿٦١﴾
    Meal: 61: Nûh şunları söyledi: “Ey kavmim! Bende hiçbir sapıklık yoktur. Bilakis ben, Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.”
    اُبَلِّغُكُمْ رِسَالَاتِ رَبّ۪ي وَاَنْصَحُ لَكُمْ وَاَعْلَمُ مِنَ اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ ﴿٦٢﴾
    Meal:62: “Size Rabbimin buyruklarını tebliğ ediyor, öğüt veriyor ve Allah’tan gelen vahiy sâyesinde sizin bilmediklerinizi biliyorum.”
    Başka: “Biz her bir peygamberi, dinî emir ve yasakları onlara en güzel şekilde anlatmaları için kendi kavminin diliyle gönderdik” (İbrâhim 14/4) âyet-i kerîmesinin de delâletiyle Allah Teâlâ her kavme, kendi aralarından, dillerini bilen ve onlara apaçık tebliğde bulunabilen peygamberler göndermiştir. Bu, sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimizin kullarına çok büyük bir ihsanıdır. Bu münâsebetle Cenâb-ı Hak, Nûh (a.s.)’ı kavmine risâlet vazîfesiyle göndermiştir. O da, önceki ve sonraki bütün peygamberler gibi, onları, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, yegâne ma’bûd olan Allah’a kulluğa davet etmiştir. Yapılan bu davet gayet açık ve anlaşılır bir davettir; kapalı kalan ve anlaşılmayan bir tarafı yoktur. Ancak bu daveti kabulün en büyük engeli, küfür, isyan ve günah kirlerine batmış nefistir. Özellikle maddi imkânları yerinde olan, toplum içinde haklı veya haksız bir mevki elde etmiş bulunan ve böylece toplumun önde gelenleri arasında yer alan gururlu kimselerin, ilâhî daveti kabulde zorlandıkları net olarak görülmektedir. Bu kudsî davete icâbet ettikleri takdirde, ellerinde bulundukları imkânlardan mahrum kalacakları korkusu onları derinden sarsmakta ve onları peygamberlere karşı amansız bir mücadeleye itmektedir. Aynı şekilde Nûh kavminin ileri gelenleri de Hz. Nûh’un tebliğini reddetmişler ve onu sapıklığa düşmüş olmakla suçlamışlardır. Nûh ise, kendisinde sapıklıktan hiçbir iz olmadığını ve kendisinin Allah tarafından gönderilmiş, hidâyet üzere bulunan, istikamet üzere yaşayan ve Allah’ın dinini insanlara tebliğ eden, nasihat eden, vahiy aldığı için normal insanların bilmediklerini bilen bir peygamber olduğunu ısrarla söylemeye devam etmiştir.
    “Risaleti tebliğ”le “nasihat etmek” arasında şöyle bir fark olduğu söylenebilir: Risaleti tebliğ, Allah’ın emrettiği bütün mükellefiyetleri, hükümleri, emir ve yasakları açıkça beyân etmek ve anlaşılır bir şekilde tanıtmaktır. Nasihat ise itaate teşvik, günahlardan sakındırmak ve âhirette faydası olacak hayırlı ameller işlemeye irşad etmektir. Nitekim hz. Nûh, kendi misyonunu şöyle hülasa etmektedir:
    اَوَعَجِبْتُمْ اَنْ جَٓاءَكُمْ ذِكْرٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَلٰى رَجُلٍ مِنْكُمْ لِيُنْذِرَكُمْ وَلِتَتَّقُوا وَلَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ ﴿٦٣﴾
    Meal:63: “Allah’ın azabını hatırlatarak sizi uyarması, böylece günahlardan sakınıp ilâhî merhamete nâil olabilmeniz için, içinizden biri vasıtasıyla size Rabbinizden bir uyarı ve nasihat gelmesine mi şaşıyorsunuz?”
    Tefsir:
    Seçtiği peygamberler ve onlara gönderdiği vahiyler vasıtasıyla talimatlarını kullarına ulaştırması Cenâb-ı Hakk’ın bir kanunudur; başlangıçtan beri devam eden bir sünnetullahtır. Burada peygamberlik ve vahyin üç hikmeti beyân edilir:
    › İnsanları, gelecekte, özellikle öldükten sonra mahşerde ve cehennemde karşılaşacakları azap ve sıkıntılara karşı uyarmak,
    › Onları Allah’a karşı gelmekten ve her türlü günahlardan sakındırmak,böylece Allah’ın rahmetine ve cennetine nâil olmalarını sağlamaktır.
    İşin dikkat çeken yönü şu ki onlar, Hz. Nûh gibi seçkin bir şahsın Allah’ın peygamberi olmasına taaccüp etmişler, fakat putların Allah’ın ortakları olduğu tarzındaki sapık düşüncelerine taaccüp etmemişlerdir. Bu, onların ne büyük bir cehalet ve müthiş bir ahmaklık içinde olduklarını gösterir.
    Bütün bu uyarıları dikkate almayan azgın kavim Hz. Nûh’u yalandılar. Bu durum karşısında Allah Teâlâ Hz. Nûh’u ve gemide onunla beraber bulunanları kurtarıp selâmete çıkardı. Allah’ın âyetlerini yalanlayan, hiçe sayan o azgın kavmi de sulara garkederek boğdu. Bu hazin akıbet, onların kalp gözlerini ilâhî davete kapatmalarının tabii bir neticesi olduÂd kavminin yaptıkları da Nûh kavminden farksızdı:
    فَكَذَّبُوهُ فَاَنْجَيْنَاهُ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُ فِي الْفُلْكِ وَاَغْرَقْنَا الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَاۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا عَم۪ينَ۟ ﴿٦٤﴾
    Meal:64: Fakat kavmi onu yalanladı. Biz de onu ve gemide onunla beraber bulunanları kurtardık; âyetlerimizi yalanlayanları ise suda boğduk. Çünkü onlar, körleşmiş bir kavim idiler.
    Tefsir:
    Seçtiği peygamberler ve onlara gönderdiği vahiyler vasıtasıyla talimatlarını kullarına ulaştırması Cenâb-ı Hakk’ın bir kanunudur; başlangıçtan beri devam eden bir sünnetullahtır. Burada peygamberlik ve vahyin üç hikmeti beyân edilir:
    › İnsanları, gelecekte, özellikle öldükten sonra mahşerde ve cehennemde karşılaşacakları azap ve sıkıntılara karşı uyarmak,
    › Onları Allah’a karşı gelmekten ve her türlü günahlardan sakındırmak,Böylece Allah’ın rahmetine ve cennetine nâil olmalarını sağlamaktır.
    İşin dikkat çeken yönü şu ki onlar, Hz. Nûh gibi seçkin bir şahsın Allah’ın peygamberi olmasına taaccüp etmişler, fakat putların Allah’ın ortakları olduğu tarzındaki sapık düşüncelerine taaccüp etmemişlerdir. Bu, onların ne büyük bir cehalet ve müthiş bir ahmaklık içinde olduklarını gösterir.
    Bütün bu uyarıları dikkate almayan azgın kavim Hz. Nûh’u yalandılar. Bu durum karşısında Allah Teâlâ Hz. Nûh’u ve gemide onunla beraber bulunanları kurtarıp selâmete çıkardı. Allah’ın âyetlerini yalanlayan, hiçe sayan o azgın kavmi de sulara garkederek boğdu. Bu hazin akıbet, onların kalp gözlerini ilâhî davete kapatmalarının tabii bir neticesi oldu.Âd kavminin yaptıkları da Nûh kavminden farksızdır.

  • Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 44-54Datum26.02.2024 07:31
    Thema von Kurban im Forum Kurban Hocanın So...

    Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 44-54

    وَنَادٰٓى اَصْحَابُ الْجَنَّةِ اَصْحَابَ النَّارِ اَنْ قَدْ وَجَدْنَا مَا وَعَدَنَا رَبُّنَا حَقًّا فَهَلْ وَجَدْتُمْ مَا وَعَدَ رَبُّكُمْ حَقًّاۜ قَالُوا نَعَمْۚ فَاَذَّنَ مُؤَذِّنٌ بَيْنَهُمْ اَنْ لَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الظَّالِم۪ينَۙ ﴿٤٤﴾
    Meal:44: Cennet ehli cehennem ehline: “Biz, Rabbimizin bize verdiği bütün sözlerin gerçek olduğunu gördük. Nasıl siz de Rabbinizin başınıza geleceğini söylediği şeylerin gerçekleştiğini gördünüz mü?” diye seslenirler. Onlar da: “Evet!” derler. Bunun üzerine aralarında bir münâdî: “Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerine olsun” diye bağırır.
    اَلَّذ۪ينَ يَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًاۚ وَهُمْ بِالْاٰخِرَةِ كَافِرُونَۜ ﴿٤٥﴾
    Meal:45: O zâlimler, dünyada insanları Allah’ın yolundan çevirir, o yolu eğip bükmeye ve kötü göstermeye çalışırlardı. Onlar âhireti de büsbütün inkâr ederlerdi.
    Tefsir:
    Allah Teâlâ mü’minlere cenneti, kâfirlere cehennemi va‘detmiştir. Kıyamet günü hesap görüldükten sonra mü’minler cennete girecek, kâfirler ise cehenneme atılacaklardır. Aralarında mâhiyetini tam olarak bilemeyeceğimiz bir yolla konuşma gerçekleşecektir. Cennet ehli, hem kavuştukları mükâfâta sevindiklerinden ötürü hem de kâfirlerle alay etme ve pişmanlıklarını artırma maksadıyla: “Biz, Rabbimizin dünyada bize va‘dettiklerinin gerçek olduğunu gördük ve cennete eriştik; peki siz de Allah’ın va‘dettiği cehennemin gerçek olduğunu gördünüz mü?” diye soracaklar. Onlar da, cehennemi boyladıklarından dolayı “Evet!” demekten başka cevap bulamayacaklardır. Bu sırada vazifelendirilmiş bir münâdî, ilâhî bir şamar gibi, Allah’ın lânetinin zâlimler üzerine olduğunu ilan edecektir. Buradaki zâlimlerden maksat, ebedi cehennemi hak etmiş kâfirlerdir. Bunların en önde gelen üç vasfı şudur:
    Kendileri uzak durdukları gibi başka insanları da Allah’ın dininden çevirmek,
    Dosdoğru dini eğri büğrü yapmaya çalışmak, dinin yanlış olduğunu göstermek için çalışıp çabalamak,
    Âhireti inkâr etmek.Şimdi A ‘râf’taki insanların durumları gösterime sunuluyor:
    وَبَيْنَهُمَا حِجَابٌۚ وَعَلَى الْاَعْرَافِ رِجَالٌ يَعْرِفُونَ كُلًّا بِس۪يمٰيهُمْۚ وَنَادَوْا اَصْحَابَ الْجَنَّةِ اَنْ سَلَامٌ عَلَيْكُمْ لَمْ يَدْخُلُوهَا وَهُمْ يَطْمَعُونَ ﴿٤٦﴾
    46: Cennetle cehennem arasında bir perde vardır. A‘râf üzerinde de cennetlik ve cehennemlikleri simalarından tanıyan adamlar bulunur. Onlar cennet ehline: “Selâm size!” diye seslenirler. Kendileri ise henüz cennete girmemiş, fakat oraya girmeyi şiddetle arzulamaktadırlar.
    وَاِذَا صُرِفَتْ اَبْصَارُهُمْ تِلْقَٓاءَ اَصْحَابِ النَّارِۙ قَالُوا رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ۟ ﴿٤٧﴾
    Meal: 47: Gözleri cehennemlikler tarafına kayınca, onların o korkunç halleri karşısında: “Rabbimiz! Bizi zâlimler topluluğuyla beraber eyleme!” diye yalvarırlar.
    Tefsir:
    Cennet ile cehennem arasında bir perde, bir engel, bir sûr bulunmaktadır. Nitekim “Derken, mü’minlerle aralarına bir duvar çekilir. Bu duvarın aralığından münafıkların pişmanlık içinde mü’minleri izleyecekleri bir kapısı vardır; o kapının mü’minlerin bulunduğu iç tarafında rahmet, münafıklara bakan dış tarafında ise azap vardır” (Hadîd 57/13) âyetiyle bu engele işaret edilmektedir. اَلأعْرَافُ (A‘râf ), yüksek bir yer mânasına gelen اَلْعُرْفُ (urf) kelimesinin çoğuludur. Meşhur görüşe göre bununla cennetle cehennem arasında bulunan sûrun yüksek tepeleri kastedilir. Burada bir kısım kimseler bulunur. Kur’an bunları رِجَالٌ (ricâl) yani “adamlar” olarak ifade buyuruyor. Bunların kimler olduğu hususunda başlıca iki görüş vardır: Birinci görüşe göre bunlar amelleri kusurlu olup, mizanda iyilikleri ve kötülükleri eşit gelmiş Allah’ın birliğine inanan bir topluluktur ki, cennetle cehennem arasında bir müddet kalırlar. Sonra Allah Teâlâ haklarında bir hüküm verir. İkincisine göre ise bunlar, peygamberler, şehitler, hayırlılar, âlimler veya adam şeklinde görünen melekler gibi dereceleri yüksek ve orada özel bir vazîfeyle görevlendirilmiş zâtlardır.
    Birinci görüşe göre “Kendileri ise henüz cennete girmemiş, fakat oraya girmeyi şiddetle arzulamakta” (A‘râf 7/46) olanlar, A‘râf ’ta bulunan kişilerdir. Yani cennet ehli cennete girmiş, bunlar henüz girmemişler fakat girmeyi arzu ve ümit ederler. Cennetliklere özenerek “Selam size!” derler. Cehennem ve cehennemliklerden de Allah’a sığınırlar. İkinci görüşe göre ise, bu hal, cennet ehlinin o sırada içinde bulundukları hâldir. Yani cennet ehli henüz cennete girmemiş, fakat girmek ümidinde bulunmuş oldukları sırada A‘râf ehli onları selâmetle müjdelerler. Bunlar, cenneti hak etmiş yüksek rütbeli kimseler olsalar da, ilâhî bir yönlendirmeyle cehennem ehlinin acıklı hâlini gördüklerinde, onlarla beraber olmaktan Allah’a sığınırlar. Her iki ihtimale göre de cehennemin son derece dehşetli olduğu, bundan her an Allah’a sığınmak lazım geldiği gerçeği ortaya çıkar.
    وَنَادٰٓى اَصْحَابُ الْاَعْرَافِ رِجَالًا يَعْرِفُونَهُمْ بِس۪يمٰيهُمْ قَالُوا مَٓا اَغْنٰى عَنْكُمْ جَمْعُكُمْ وَمَا كُنْتُمْ تَسْتَكْبِرُونَ ﴿٤٨﴾
    Meal:48: A‘râftakiler, simalarından tanıdıkları cehennem ehli bazı adamlara seslenerek şöyle derler: “Gördünüz ya, ne kalabalık taraftarlarınız, ne hesapsız servetiniz, ne de kibirli tavırlarınız bugün size bir fayda sağladı.”
    اَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ الَّذ۪ينَ اَقْسَمْتُمْ لَا يَنَالُهُمُ اللّٰهُ بِرَحْمَةٍۜ اُدْخُلُوا الْجَنَّةَ لَا خَوْفٌ عَلَيْكُمْ وَلَٓا اَنْتُمْ تَحْزَنُونَ ﴿٤٩﴾
    Meal:49: Cennetlikleri işaret ederek: “«Böylelerine Allah rahmetini eriştirmeyecek» diye yemin ettiğiniz kimseler şunlar değil miydi? Şimdi ise onlara Allah: «Girin cennete; artık size bir korku yok ve siz asla mahzun da olmayacaksınız» buyuruyor.”
    Tefsir:
    Kâfirler dünyada mal, evlat ve taraftarlarının çokluğuna güvenir, bundan cesaret alarak hem hakkı kabulü gururlarına yediremez, kibirlenip yüz çevirir hem de insanları küçük görerek, “Allah bunlara mı merhamet edecek? Allah’ın rahmeti bunlara mı kaldı?” diye alay ederlerdi. Dolayısıyla kendilerini simalarından, yüzlerindeki nursuzluk, çirkinlik ve siyahlıktan tanıyan A‘râf ehli, bir taraftan cehennemliklere bu gaflet ve yanılgılarını hatırlatırken, bir taraftan da onların küçümsediği, değer vermediği mü’minleri cennet ve oradaki ebedî saadetle müjdelerler.
    وَنَادٰٓى اَصْحَابُ النَّارِ اَصْحَابَ الْجَنَّةِ اَنْ اَف۪يضُوا عَلَيْنَا مِنَ الْمَٓاءِ اَوْ مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّٰهُۜ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ حَرَّمَهُمَا عَلَى الْكَافِر۪ينَۙ ﴿٥٠﴾
    Meal: 50: Cehennem ehli cennet ehline: “Suyunuzdan veya Allah’ın size ihsân ettiği diğer nimetlerden biraz da bizim üzerimize akıtın” diye seslenirler. Onlar da: “Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır” derler.
    اَلَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا د۪ينَهُمْ لَهْوًا وَلَعِبًا وَغَرَّتْهُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَاۚ فَالْيَوْمَ نَنْسٰيهُمْ كَمَا نَسُوا لِقَٓاءَ يَوْمِهِمْ هٰذَاۙ وَمَا كَانُوا بِاٰيَاتِنَا يَجْحَدُونَ ﴿٥١﴾
    Meal:51: O kâfirler ki dinlerini oyun ve eğlence edinip, din adına oyun ve eğlence türünden şeylerle meşgul olmuşlardı; dünya hayatı kendilerini aldatmıştı. Onlar, nasıl kendilerini bekleyen bu dehşetli günle yüz yüze geleceklerini unutup âyetlerimizi bile bile inkâr ettilerse, biz de bugün onları öylece unutur, affedip nimet vermek için hiç hatırlamayız.
    Tefsir:
    Cehennem ehli orada yine mâhiyetini tam olarak bilemediğimiz bir yolla cennet ehline seslenir, su ve diğer cennet nimetlerinden, az bir miktar da olsa, kendilerine ulaştırmalarını isterler. Çünkü çektikleri susuzluk ve açlık sebebiyle buna son derece muhtaç bir durumdadırlar. Fakat onlardan aldıkları “Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır” (A‘râf 7/50) cevabıyla, bütün ümitlerini kaybeder ve tam bir yıkım yaşarlar.
    Bu âyet-i kerîme, yeme ve içme ihtiyacının insanda bulunup onu en son terk eden duygulardan olduğuna delâlet eder. Çünkü cehennemdekiler, o kadar şiddetli azap ve işkencelerin içinde kıvranırken bile açlık ve susuzluk hissediyor, bunun için bütün güçleriyle yalvarıyor, acı ve elemlerin zirvesinde oldukları halde bir yudum su ve bir lokma yiyecek istiyorlar. Halbuki dünyada bir insan şiddetli bir acıya maruz kalınca hemen yemeden ve içmeden kesilir. Demek ki cehennemde yaşanacak açlık ve susuzluk, diğer azaplardan daha şiddetli olacaktır. Burada dikkat çeken bir başka husus da şudur: Allah onları azaba düçar olmaktan kurtarıp ve istediklerini vermeye gücü yettiği halde onlara bir yudum su içirmiyor. İşte bu Allah’ın rubûbiyet kahrı ve ehadiyet izzetidir. O dilediğini yapmakta serbesttir. Dünyada kâfirleri irfanından zerre kadar rızıklandırmadığı gibi, cehennemde de onlara bir yudum su içirmeyecektir. (Kuşeyrî, Letâifu’l-işârât, I, 336)
    Şimdi ise mahşerdeki en acı manzaralardan biri gösteriliyor:
    51. âyette cehenemliklerin ateşe mahkum ve cennet nimetlerinden mahrum kalmalarının gerekçeleri şöyle haber verilmektedir:
    › Dinlerini bir eğlence ve bir oyun edinmişlerdi; din adına oyun ve eğlence türünden şeylerle meşgul olmuşlardı,
    › Dünya hayatı kendilerini aldatmıştı,Kıyamet günü Allah’ın huzuruna çıkacaklarını unutmuşlardı,Bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr etmişlerdi.
    İşte bu sebeplerden ötürü Allah onları kıyamet günü unutacak; hepsini cehenneme doldurarak her türlü istek ve feryatlarını cevapsız bırakacaktır. Böylesi feci bir âkıbet, tamamen onların yaptıklarının bir cezasıdır. Çünkü daha önce Allah onlara doğru yolu gösteren bir rehber kitap göndermişti:
    وَلَقَدْ جِئْنَاهُمْ بِكِتَابٍ فَصَّلْنَاهُ عَلٰى عِلْمٍ هُدًى وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ ﴿٥٢﴾
    Meal:52: Oysa biz onlara, kesin bir bilgiye dayanarak mânasını ve hükümlerini tek tek açıkladığımız, iman edecek kimselere doğru yolu gösteren bir rehber ve rahmet kaynağı olan bir kitap göndermiştik.
    Tefsir:
    Cenâb-ı Hak, insanların ileri sürecekleri haklı bir mazeret olmaması için itikat, ibâdet, muâmelât, mükâfât ve ceza gibi kulluğu ilgilendiren bütün hususları gerektiği şekilde açıklayan kitaplar indirmiş, bu sahada en son olarak da Kur’ân-ı Kerîm’i lutfetmiştir. Kur’an, iman edenler için bir hidâyet rehberi ve rahmet kaynağıdır; onlara doğru yolu gösterir ve ilâhî rahmete ermelerine vesile olur. Âyetteki “kesin bir bilgiye dayanarak” kaydı ise, bu kitâbın ilâhî bilgiye dayandığını, bu sebeple onun verdiği bilgilerin, hüküm ve haberlerin yanlışlık ihtimali taşımaktan uzak olduğunu tekit eder. O halde:
    هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا تَأْو۪يلَهُۜ يَوْمَ يَأْت۪ي تَأْو۪يلُهُ يَقُولُ الَّذ۪ينَ نَسُوهُ مِنْ قَبْلُ قَدْ جَٓاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّۚ فَهَلْ لَنَا مِنْ شُفَعَٓاءَ فَيَشْفَعُوا لَنَٓا اَوْ نُرَدُّ فَنَعْمَلَ غَيْرَ الَّذ۪ي كُنَّا نَعْمَلُۜ قَدْ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ۟ ﴿٥٣﴾
    Meal:53: Onlar, Kur’an’a iman etmek için ille de onun bildirdiği kıyâmet haberinin gerçekleşmesini mi bekliyorlar? O gerçekleştiği gün, daha önce onu unutanlar şöyle diyecekler: “Demek Rabbimizin peygamberleri bize gerçeğin ta kendisini getirmişler, ama biz kulak asmamışız! Şimdi bize şefaat edecek kimseler yok mu? Veya dünyaya tekrar gönderilsek de daha önce yapamadığımız sâlih ameller yapsak!” Ne var ki onlar kendi felaketlerini bizzat kendileri hazırladılar ve kendilerine en büyük zararı verdiler. Uydurdukları sahte tanrıları da onları yüzüstü bırakıp görünmez oluverdi.
    Tefsir:
    Kelime olarak “bir bilgi veya olayın açıklanması, yorumlanması” mânasına gelen اَلتَّأْو۪يلُ (te’vîl) burada “Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilen özellikle âhiret, hesap, cennet ve cehenneme ait haberlerin gerçekleşmesi ve böylece açık seçik bir şekilde anlaşılması” anlamında kullanılmıştır. Demek Kur’an’a inanmayanlar, iman edebilmek için başka bir şey değil illâ da onun âhirete, mükâfat ve cezaya, cennet ve cehenneme ait verdiği haberlerin, ikaz ve tehditlerin vuku bulmasını, başlarına gelmesini bekliyorlar. Fakat bu haberlerin gerçekleştiği gün iş işten geçmiş olacak ve kurtuluş için bir çıkar yol kalmayacaktır. Kendilerine yardım edecek bir şefaatçi arasalar da, Allah’ın rızasına uygun ameller işlemek arzusuyla dünyaya dönmek isteseler de, bu talepler tümüyle sonuçsuz kalacak, bir medet bulurum ümidiyle uzatılan eller boş çevrilecek, sadece bir vehim ürünü olan sözde kurtarıcılardan bir eser kalmayacak, büyük bir pişmanlık ve zarar içinde ateşe mahkum edileceklerdir.Böylesi fenâ bir son ve ebedî hüsrandan kurtulmanın yolu Allah’ı en güzel şekilde tanımaya çalışmak ve O’na layıkıyla kul olmaktır:
    اِنَّ رَبَّكُمُ اللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَث۪يثًاۙ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِه۪ۜ اَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْاَمْرُۜ تَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَم۪ينَ ﴿٥٤﴾
    Meal54: Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan sonra arşa istivâ eden; gündüzü, kendisini süratle kovalayan geceyle bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğdiren Allah’tır. Bilin ki, yaratma da, emir ve idâre yetkisi de yalnız O’na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah yüceler yücesidir.
    Tefsir:
    Yüce Rabbimiz gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır. Fussılet sûresi 9-12. âyetlerde açıklandığı üzere bu altı günün dört günü yeryüzünün, oradaki dağların, diğer unsurların yaratılması ve vakitlerin belirlenmesine; iki gün ise göklerin yaratılmasına tahsis edilmiştir.
    Bize göre “gün” 24 saatlik bir vakit diliminden ibarettir. Fakat Allah katında gün bizim hesap ettiğimiz 24 saatten ibaret değildir. Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği bilgilere göre Allah katında bizim hesap ettiğimiz bin seneye (Secde 32/5), elli bin seneye (Meâric 70/4) denk günler olduğu gibi, “Allah, sayısız isim ve sıfatlarıyla her an sınırsız tecellî ve yaratma halindedir” (Rahman 55/29) âyetinde “gün”, tek bir ân mânasında kullanılmıştır. Buna göre Rabbimizin ölçülerine göre gün, duruma göre değişen ve miktarını ancak kendisinin bilebileceği bir zaman sürecidir. Göklerin ve yerin altı günde yaratılması da, yine süresini ancak Allah’ın bilebileceği altı devir, ilmî çalışmaların verdiği bilgiye dayanarak söylersek altı jeolojik devirde yaratılması anlamını taşır. Nitekim günümüzde bu alanda gerçekleştirilen bilimsel araştırmalar, kâinatın, süresi milyar yıllarla ifade edilen çok uzun devirler içinde yaratıldığını söylemektedir.
    Cenâb-ı Hak, gökleri ve yeri yarattıktan sonra “arşa istivâ etmiştir.” اَلْعَرْشُ (arş) yüksek bir mekân, eve nispetle tavan, tavana nispetle çatı, çadır ve çatı gibi yükselen ve gölge veren şeyler mânasına gelir. Bu mânalardan hareketle arş, hükümdarların oturduğu taht ve bu tahtın gereği olan kuvvet, hakimiyet ve saltanat mânasında da kullanılmıştır. اَلإسْتِوَاءُ (istivâ) ise oturmak, kurulmak, yerleşmek, yönetmek, idare etmek demektir. Allah’ın arşa istivâsını fizikî ve cismânî olarak düşünmek mümkün olamaz. Dolayısıyla bu ifade, bütün varlıkların üstünde ve ötesinde sonsuz yüceliğe sahip, mutlak hâkim olan Allah’ın, kâinata ve kâinatta bulunan her şeye hükmetmesi, onları en mükemmel şekilde düzenleyip yönetmesi mânasındadır. Bunun temsilî bir ifade olduğunu düşünürsek, hükümdarlar tahta oturup ülkelerini yönettikleri gibi, mâhiyetini sadece kendisinin bileceği bir şekilde Rabbimiz de tahtına oturup bütün kâinatı yönetmekte, sevk ve idâre etmektedir.
    Bunun açık delillerinden biri geceyi gündüzün üzerine örtmesi; gecenin gündüzü sür’atle takip etmesi ve ona yetişmeye çalışmasıdır. Aynı durum gündüz için de geçerlidir. Nitekim bir başka âyet-i kerîmede: “Allah sürekli olarak geceyi gündüzün üzerine sarıyor, gündüzü de gecenin üzerine sarıyor” (Zümer 39/5) buyrulur. Bilindiği gibi gece ve gündüz, dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesinden oluşur. Dünya döndükçe güneşi gören yüz gündüz, güneşi görmeyen yüz gece olur. Döndükçe gündüz tarafı, gece tarafına gelir ve orası da gece olur. Fakat bir taraftan gece gündüzü örterken, bir taraftan da gündüz geceyi örter. Âdetâ birbirine meftûn iki sevgili gibi gece ile gündüz birbiri ardından kesintisiz bir şekilde koşar dururlar. Bu koşunun hızı ise dünyanın dönüş hızıdır.
    Allah Teâlâ’nın sonsuz bir ilim, irade, kudret ve hikmetle kâinatı idâre etmesinin bir başka açık delili, O’nun güneşi, ayı ve yıldızları yaratıp emrine boyun eğdirmiş olmasıdır. Hiç biri Allah’ın emrine, irade ve tasarrufuna karşı bir başkaldırı, direniş ve muhalefet göstermez, gösteremez. Gerek gündüzün ortaya çıkıp dört bir yanı aydınlatan güneş, gerek geceleyin gökyüzünün kandilleri olarak arz-ı endâm eden ay ve yıldızlar, “Allah her bir göğe vazifesini bildirdi” (Fussılet 41/12) âyetinin beyân ettiği gibi kendilerine verilen ilâhî emre itaat etmek ve uymak zorundadırlar. Yaratılışları, mâhiyetleri, tabiatları, aldıkları emre uymaktan ibarettir. Hepsi yaratılmış, hepsi ilâhî iradeye tâbi, rabbanî saltanatın icabına boyun eğdirilmiş, onun tedbir ve hikmeti ile evirip çevirmesine göre hareket eden memurlardır.
    Âyetin “Yaratma da, emir ve idâre yetkisi de yalnız O’na aittir” (A‘râf 7/54) kısmı pek derin mânalar ifade eder. Şöyle ki:
    Maddesiyle, mânasıyla bütün varlıkları yaratan ve onlarla ilgili her türlü emri veren Allah’tır. Bütün kâinat O’nun yaratığı; bunların yaratılması, varlıklarının devam ettirilmesi ve yönetilmesiyle ilgili kanunlar da O’nun emridir. Madde ve mâna, beden ve ruh, mülkiyet ve tasarruf hep Allah’ın eseri ve düzenlemesi olup, O’nun mükemmel ilmi, hür iradesi ve nihayetsiz kudretiyle ortaya çıkıp varlıklarını devam ettirmektedirler. İşte bu muazzam işleri gerçekleştiren ve Âlemlerin Rabbi olan Allah pek yücedir. اَلْبَرَكَةُ (bereket) kelimesinde büyüklük, yücelik, süreklilik ve sağlamlıkla birlikte büyüme, artma ve gelişme mânaları vardır. Bunlara ilâve olarak iyilik ve refah mânalarını da taşır. Buna göre ayet, “Allah’ın iyilik, ihsan, ikram ve faziletleri nihâyetsizdir. O’nun hayrı her yere ulaşır. O, hudûdu olmayan yüce bir makam ve mevki sahibidir. Üstelik, O’nun iyilikleri ve faziletleri için bir bozulma veya eksilme sözkonusu değildir, sürekli ve sabittir. İnsanı yaratan ve onu kullukla sorumlu tutan da O’dur.” Dolayısıyla insan Rabbini en iyi şekilde tanımaya çalışacak, O’nun emrini her şeyin üstünde tutacak ve var gücüyle kulluğunun gereğini yerine getirmeye gayret gösterecektir. Bunu başarmak için de acziyetini fark edip Rabbine yalvaracaktır:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

Inhalte des Mitglieds Kurban
Beiträge: 1001
Ort: Konrad Adenauer 80 42651 Solingen
Geschlecht: männlich
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz