Âli Imran Süresi Meal Ve Tefsiri 25-35

#1 von Kurban , 23.07.2024 05:27

Âli Imran Süresi Meal Ve Tefsiri 25-35

فَكَيْفَ اِذَا جَمَعْنَاهُمْ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ ف۪يهِ وَوُفِّيَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ ﴿٢٥﴾
Meal 25: Geleceğinde hiç şüphe olmayan kıyâmet günü hesaba çekmek için onları bir araya topladığımızda halleri nice olacak? Çünkü o gün herkes iyi-kötü ne yapmışsa karşılığını eksiksiz alacak ve hiç kimseye haksızlık edilmeyecektir.
Tefsir:Âyetlerin iniş sebebiyle alakalı şöyle bir olay anlatılır:
Resûl-i Ekrem (s.a.s.), bir defasında yahudileri îmana davet etmek için okullarına gitmişti. Başkanları olan Nuaym b. Amr Efendimiz’e: “Sen hangi dindensin?” diye sordu. Peygamberimiz de: “İbrâhim’in dinindenim” dedi. Nuaym: “Fakat İbrâhim yahudi idi” deyince Peygamberimiz: “Öyleyse bu konuda bizimle sizin aranızda hakem Tevrat’tır. Onu getirin bakalım!” dedi, fakat onlar getirmek istemediler. Aynı durum, yahudilerle ilgili bir recm hâdisesinde de tekerrür etmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VII, 188) Bu şekilde iniş sebepleri olmakla birlikte, âyetlerden asıl hedeflenen mâna, belirli bir zaman ve zeminde vuku bulmuş bir hâdiseye değinmenin ötesinde, bir taraftan Allah’a inandıklarını söyleyen, diğer taraftan da O’nun emir ve yasaklarına tâbi olmaktan ve Allah’ın kitâbını hakem kılmaktan kaçınan kimselerin, özellikle din âlimleri ve toplum önderlerinin çelişkilerini ortaya koymaktır.
Ehl-i kitab’ın “Sayılı birkaç günden başka bize ateş asla dokunmayacak” (Âl-i İmrân 3/24) şeklindeki kuruntularıyla alakalı izah Bakara sûresi 80. ayette yapılmıştı. Onların bu tarz uydurdukları asılsız şeyler, kendilerini oyalamakta, hak dini öğrenip ona tabi olmalarını engellemekte ve aldanmalarına sebep olmaktadır. Tabii olarak doğrunun yerini eğri, hakkın yerini bâtıl almaktadır.
Halbuki “din”, ciddîye alınması gereken bir husustur. Çünkü dünyadaki amellerimiz dinin kaidelerine göre değerlendirmeye tabi tutulacak ve âhiret hayatımız buna göre tanzim edilecektir. Ölüm, tekrar diriliş ve mahşerde Allah’ın huzurunda toplanmak kaçınılmazdır. Hiçbir ferdin bunun dışında tutulması mümkün değildir. Orada inceden inceye hesaplar görülecek, ilâhî takdire göre herkese amelinin karşılığı tam olarak verilecek ve kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacaktır. O halde bütün insanların din hususunda kuruntu ve hayallerden vazgeçip Hak katında gerçek din olan İslâm’ı seçmeleri ve ona göre bir hayat yaşamaları zaruridir.
Zira kullarına bir lutuf olarak hak dini gönderen Allah Teâlâ, istediği her şeyi yapabilecek, va‘dettiklerini yerine getirebilecek sonsuz kudret ve izzet sahibidir:
قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَٓاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَٓاءُۘ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَٓاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَٓاءُۜ بِيَدِكَ الْخَيْرُۜ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿٢٦﴾
Meal 26: De ki: “Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü çekip alırsın; dilediğini yüceltip aziz kılar, dilediğini alçaltıp zelil edersin. Bütün hayırlar yalnız senin elindedir. Şüphesiz sen, her şeye kâdirsin.
TEFSİR:
اَلْمُلْكُ (mülk) kelimesi; “peygamberlik, kudret, idare etme kuvveti, zafer, hâkimiyet, ilim, servet, itibar, akıl ve sıhhat gibi maddî ve manevî imkânlar” mânalarını ihtiva eder. Buna göre مَالِكُ الْمُلْكِ (mâlikü’l-mülk) olan Allah Teâlâ, sayılan bu imkânların hepsinin mutlak olarak sahibidir. O, bu nimetlerden istediği kullarına dilediğini vermekte nihâyetsiz bir kudret ve iradeye maliktir.
Âyet-i kerîmenin iniş sebebiyle ilgili iki rivayet şöyledir:
Birincisi; Mekke’nin fethi üzerine Allah Resûlü (s.a.s.), ümmetine, bir gün Bizans ve İran imparatorluklarını ele geçireceklerini müjdelemişti. Bunun üzerine münafıklar ve yahudiler, “Olacak iş değil. Muhammed nerede, İran ve Rum nerede! Onların güç ve kuvvetleri bundan çok fazla. Üstelik Muhammed’e Mekke ve Medine yetmedi mi ki, bir de İran ve Rum devletlerini istiyor?” dediler.
İkincisi; Hendek savaşının yapıldığı yılda Resûlullah, kazılacak hendeği belirlemiş, Medine halkından her on kişiye kırk arşınlık yer göstermişti. Aralarında Selman-ı Farisi’nin de bulunduğu grup, kendilerine düşen yeri kazarlarken hendeğin orta yerinde büyük bir kaya çıktı. Kayayı kırmaya uğraştılar, fakat başaramadılar. Durumu Allah Resûlü’ne arzettiler. Efendimiz gelip hendeğe indi, Selman’ın elinden balyozu aldı, taşa bir vurdu, taş çatladı ve öyle bir kıvılcım çıktı ki, karanlık bir odadaki kandil gibi etrafı aydınlattı. Resulullah bir fetih tekbiri aldı, oradakiler de tekbir getirdiler. İkinci bir darbe daha indirdi, yine öyle bir şimşek çaktı ve yine tekbir getirdiler. Üçüncü bir darbe daha vurdu, taşı parçaladı ve yine öyle bir şimşek daha çaktı. Aynı şekilde bir tekbir daha getirdiler. Sonra Efendimiz birinci çakan ışıkta kendisine Hıyre’nin ve Kİsrâ’nın şehirlerinin köşkleri göründüğünü; ikinci ışıkta Rum diyarının kırmızı köşkleri göründüğünü; üçüncü ışıkta ise San‘a’nın köşkleri göründüğünü haber verdi. Cebrâil (a.s.) da, ümmet-i Muhammed’in kısa zaman sonra bunları ele geçireceklerini müjdeledi. Buna müslümanlar çok sevindiler. Münafıklar ise: “Ne tuhaf insanlarsınız! Muhammed sizi boş ümitlerle oyalıyor, asılsız va‘dlerde bulunuyor, Medine’den Hıyre ve Rum kralının şehirlerinin köşklerini gördüğünü ve sizin bunları fethedeceğinizi söylüyor. Halbuki savaşa çıkmaya bile gücünüz yetmiyor da korkunuzdan hendek kazıyorsunuz” dediler. Bu ve benzeri hâdiseler üzerine bu âyet-i kerîme indi. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 168; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 4-5)
“Mülk”ten maksat ister peygamberlik, ister dünya hâkimiyeti, isterse yukarıda zikredilen diğer mânalardan biri olsun, fark etmez, Cenâb-ı Hak bunları dilediğine lütfeder, dilediğinden de çekip geri alır. Nitekim peygamberler asırlar boyu hep İsrâiloğulları neslinden devam etmiştir. Bu sebeple onlar, Tevrat’ta gelmesi müjdelenen son peygamberin de yine kendilerinden olmasını bekliyorlardı. Bunu tabii bir hak olarak görüyorlardı. Fakat Allah Teâlâ, işledikleri günahlar ve nankörlükleri sebebiyle bu nimeti onların elinden aldı ve Araplar’ın seçkin kolu Kureyş’ten Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ihsan etti. Efendimiz Medine’de İslâm devletini kurdu ve kısa zamanda Arap Yarımadası’na hakim oldu. Fazla zaman geçmeden de Bizans ve İran imparatorlukları fethedildi, İslâm devletinin sınırları İstanbul’a, Kafkaslar’a ve İspanya’ya kadar genişledi.
Âyetin “dilediğini yüceltip aziz kılar, dilediğini alçaltıp zelil edersin” (Âl-i İmrân 3/26) ifadesi, hem dinî hem de dünyevî açıdan değerlendirilebilir. Dinî açıdan izzet, Allah’a gönülden inanmak ve bu imanın gereğini tam olarak yapmaya çalışmaktır. Kul için en büyük şeref budur. Nitekim: “Asıl güç, izzet ve şeref Allah’a aittir, Rasûlü’ne aittir ve mü’minlere aittir; fakat münafıklar bunu bilmiyor” (Münafıkûn 63/8) âyetinde “izzet” bu mânadadır. Dinî açıdan zillet ise hakikati gördüğü halde imansızlık yolunu tutmak, inkârda direnmek ve bunun savunucusu konumunda olmaktır. “Allah ve Rasûlü’ne karşı çıkanlar, evet onlar, mağlubiyete uğrayıp en zelîl ve en alçak kimseler arasında olacaklardır” (Mücâdile 58/20) âyeti de bu mânadaki “zillet”ten bahseder.
Maddî mânevî, dinî dünyevî her türlü hayırlar, iyilikler ve bereketler Allah Teâlâ’nın kudretindedir. O, aynı zamanda her şeye gücü yetendir. Bize göre olması imkânsız veya zor olan şeyleri yapmak Allah’a güç değildir. Dolayısıyla, âyetin iniş sebeplerinde örnekleri geçtiği üzere, müslümanlar için imkânsız görülen başarı ve zaferleri onlara lütfetmek kesinlikle Allah’ın kudretindedir. Mü’minler her daim bu iman ve tevekkül anlayışı içinde olmalıdırlar.
Nitekim O’nun sınırsız kudret tecellilerinden biri de şudur:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
تُولِجُ الَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي الَّيْلِۘ وَتُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّۘ وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ ﴿٢٧﴾
Meal 27: Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diri, diriden de ölü çıkarırsın. Dilediğin kimseyi de hesapsız rızıklandırırsın.
TEFSİR:
Gece ile gündüz, bir saniye durmaksızın birbirlerini takip ederler. Mevsimlere göre bazan gece uzar gündüz kısalır, bazan de gündüz uzar gece kısalır. Bu bakımdan âyet-i kerimeyle ilgili olarak iki mâna üzerinde durmak mümkündür.
Birincisi; Allah Teâla bazan geceyi kısaltır, ondan kalan kısmı gündüze ilâve eder. Bazan de tam aksine gündüzü kısaltır, ondan kalan kısmı geceye ilâve eder. Zaman gelir, mevsimlerin normal şartlarda işlediği yerlerde, gece on beş saat, gündüz dokuz saat; zaman gelir tam tersine gündüz on beş saat, gece de dokuz saat olur. Cenâb-ı Hak, dünyanın nizamını buna bağlamıştır.
İkincisi; Allah, gündüzün peşinden geceyi getirir, dünyayı karanlığa büründürür. Sonra gecenin peşinden gündüzü getirir ve dünyayı aydınlatır. Böylece biri diğerinin peşinden birbirini takip eder dururlar.
Burada yeryüzünün peygamberlerin getirdiği hidâyet, ilim ve irfan nurlarıyla aydınlandıktan sonra, bunların tesirinin azalmasıyla tekrar küfür ve cehalet karanlıklarına bürünebileceğine; yeni bir peygamberin gelmesiyle karanlıktan sonra tekrar etrafı aydınlığın sarmasının mümkün olabileceğine de bir işaret vardır. (bk. Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 140)
Âyetin, “Ölüden diri, diriden de ölü çıkarırsın” (Âl-i İmrân 3/27) ifadesi, maddî hayatla ilgili olabileceği gibi mânevî hayatla ilgili de olabilir. Kur’ân-ı Kerîm’in “öldürme ve diriltme” kelimelerini kullandığı mânaları dikkate aldığımızda her ikisi de mümkündür. Allah Teâlâ dâneden başağı, başaktan dâneyi; çekirdekten ağacı, ağaçtan çekirdeği; meniden canlı organizmayı, canlı organizmadan meniyi; yumurtadan kuşu, kuştan yumurtayı çıkarır. Aynı şekilde Yüce Rabbimiz, kötüden iyiyi, iyiden kötüyü; kâfirden mü’mini, mü’minden kâfiri; âlimden câhili, câhilden âlimi çıkarır. Cenâb-ı Hakk’ın günah ve bozgunculukta çok ileri gitmiş toplumların içinden peygamber­ler çıkarmış olması buna güzel bir misaldir. Dolayısıyla ümmî bir topluluktan tüm insanlığa rahmet olacak son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’i çıkarması ve onun getirdiği dine gönülden bağ­lananları şan ve şerefin zirvesine yükseltmesi ve onları insan­lık için örnek bir ümmet kılması normal karşılanmalıdır. Çünkü O, istediğini hesapsız ve sayısız nimetlerle rızıklandırmaya kadirdir; mutlak hak ve tasarruf sahibidir.
İşte Allah Teâlâ’yı bu sıfatlarıyla tanımak ve bu irfanla O’na kulluk etmek gereklidir. Bu bakımdan mü’minler, Allah’a imanın kıymetini bilmek ve onu kaybetmemek hususunda şöyle ikaz edilmektedirler:
لَا يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِر۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِن۪ينَۚ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللّٰهِ ف۪ي شَيْءٍ اِلَّٓا اَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقٰيةًۜ وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُۜ وَاِلَى اللّٰهِ الْمَص۪يرُ ﴿٢٨﴾
Meal 28: Mü’minler, sakın mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa, artık onun Allah ile irtibatı tamâmen kopmuş olur. Ancak kâfirlerden gelebilecek tehlikelerden korkarsanız ölçülü bir şekilde onlara dostluk gösterebilirsiniz. Yine de Allah sizi azabından sakındırıyor. Çünkü sonunda dönüş, yalnız Allah’adır.
TEFSİR:Âyet-i kerîmenin iniş sebebiyle ilgili şu olaylar nakledilir:
· Medine’de bir kısım yahudiler, belki dinleri hakkında fitneye düşürürüz arzusuyla Ensâr’dan bazı müslümanlarla dostluk kuruyorlardı. Rifâa b. Munzir ve Abdullah b. Cubeyr gibi sahâbeler Ensâr’dan o kişilere: “Bu yahudilerden uzak durun, onlarla birlikte bulunmaktan ve onlara dost olmaktan sakının ki sizi dininizde fitneye düşürmesinler” dediler. Fakat onlara dostluk beslemekte ve onlarla birlikte olmakta ısrar ettiler. Bunun üzerine bu âyet indi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 309; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 104)
· Bu âyet, münafıklardan Abdullah b. Ubeyy ve arkadaşları hakkında nâzil olmuştur. Onlar, yahudileri ve müşrikleri severler, onlara dost olurlar, belki Allah’ın Rasûlü (s.a.s.)’e karşı zafer kazanırlar umuduyla müslümanların haberlerini onlara taşırlardı. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 105)
Âyet-i kerîmenin, bu ve benzeri olaylar gibi, iniş sebebi hususi olsa da hükmü ve mânası umûmîdir. Kıyâmete kadar bu muhtevâya dâhil olabilecek bütün grup ve şahısları içine aldığında hiç şüphe yoktur.
Bir mü’minin, küfrüne râzı olmak sûretiyle bir kâfirle dost olması kesinlikle yasaktır. Çünkü bu tarz bir davranış, kâfiri dininde ve inkârında tasvip etme mânası taşır. Küfrü tasvip ise küfürdür. Ancak başka bir kısım âyetlerin (bk. Mümtehene 60/8) ve Peygamber Efendimiz’in uygulamalarının gösterdiği gibi dünyevî meselelerde kâfirlerle güzel ilişkilerde bulunmak caizdir.
Müminler, hiç kimseye karşı iyi davranmaktan, adâlet ve ihsandan menedilmiş değillerdir. İnsan haklarına riâyet, ahde vefâ, ciddiyet, merhamet ve yardımseverlik aslında imanın gereği olan güzel huylardır. Güzel huy ise müminin şiarıdır. Fakat bu, mânevî değerleri zedelemeyecek, İslâm’ın insana bakışını, ona sevgi, hoşgörü ve iyilik duygularıyla yaklaşma anlayışını simgeleyecek ve dünya hayatının barış ve istikrara kavuşmasına yardımcı olacak bir tarzda olmalıdır. Burada çok hassas bir denge vardır. O dengenin iyi korunması ve müslümanların fert ve toplum olarak hiçbir zarar görmeyecekleri bir usulün takip edilmesi gerekir.
Bu bakımdan âyet-i kerîmede bahsedilen dostluk “inanç birliği veya yakınlığı sebebiyle muhabbet besleme, gönül verme, güven duyma ve bel bağlama” mânasında kullanılmıştır. Çünkü âyetin devamında gelen “Kim böyle yaparsa, artık onun Allah ile irtibatı tamâmen kopmuş olur” (Âl-i İmrân 3/28) tehdidi, yasaklanan dostluğun İslâm’ın ruhuyla bağdaşmayan, imanı tehlikeye sokan ve müslümanların zararına olan dostluklar olduğunu göstermektedir. Bundan dolayı kesinlikle müminler, kâfirlerle içli dışlı olmaktan ve yakın dostluktan sakınmalıdırlar.
Ancak mü’minlerin, kâfirlerden gelebilecek tehlikelerden korunabilmek için kalplerindeki imanın kıvâmına dikkat ederek “takiyye” yapmaları mümkündür. Takiyye, “insanların şerrinden korunmak için, gerçek niyetini belli etmeden onların arzusuna uygun hareket etmek” demektir. Nitekim “Kalbi imanla dopdolu ve doygun olduğu halde baskı altında kalarak inkâra zorlanıp da bunu ancak diliyle yapan hâriç; bu durumda kalan kimse inkâr sözünü söyleyebilir” (Nahl 16/106) âyeti de bu hususa dikkat çekmektedir. Nitekim şu hadise burada sözkonusu edilen takiyyenin boyutlarını daha net ortaya koymaktadır:
Yalancı peygamberlik iddiasında bulunan Müseylimetü’l- Kezzâb, ashâb-ı kirâmdan iki kişiyi yakaladı Onlardan birisine: “Sen, Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet ediyor musun?” deyince o: “Evet, evet, evet!” dedi. Müseylime: “Benim de Allah’ın Rasûlü olduğuma şehadet eder misin?” deyince, o sahâbî bu soruya da “Evet” diyerek cevap verdi. Bunun üzerine onu bırakıp diğerini çağırdı ve: “Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdette bulunur musun?” dedi. Sahâbî, “Evet” dedi. Daha sonra, “Benim de Allah’ın Rasûlü olduğuma şehâdette bulunur musun?” deyince, o sahâbî üç kere, “Ben sağırım...” dedi. Müseylime bunun üzerine onu öldürdü. Hâdise Allah Resûlü (s.a.s.)’e intikal edince şöyle buyurdu: “Öldürülen kimseye gelince, o yakînî imanı ve sıdkı üzere gitti, Allah mübârek etsin. Diğeri ise Allah’ın tanımış olduğu ruhsatı kullandı. Bundan dolayı ona bir günah ve vebal yoktur.” (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 12)
Dolayısıyla âyette bahsedilen takiyye, zarûretten doğan ve ruhsat ifade eden istisnâi bir durumdur. müslüman, mecbur kalmadığı sürece bu yollara tevessül etmemelidir. Zira bu zaruret sınırını aşıp alışkanlık hâline gelmeye başladığında imanın zâfiyete uğramasına, müslümanın şahsiyetinde bozulmalara ve beşeri münâsebetlerde güven bunalımına yol açabilir. Bu bakımdan Allah, nihâî dönüşün kendisine olduğunu hatırlatarak azâbına uğramaktan kullarını sakındırmaktadır.
Şimdi gelen âyetlerde de benzeri uyarı ve sakındırmalar devam ediyor:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
قُلْ اِنْ تُخْفُوا مَا ف۪ي صُدُورِكُمْ اَوْ تُبْدُوهُ يَعْلَمْهُ اللّٰهُۜ وَيَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿٢٩﴾
Meal 29: De ki: “İçinizdekini gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir. O, göklerde ve yerde olan her şeyi bilir. Allah’ın her şeye gücü yeter.
TEFSİR:
Göklerde ve yerde olanları bilen Allah, elbette kullarının kalplerinden geçenleri de bilir. Dolayısıyla, ister gizli tutun ister açığa vurun, kalplerinizde kâfirlere karşı oluşan dostluk meylini Allah mutlaka bilmektedir. Ayrıca o kâfirlerle dostluk kurmanızı yasaklamasına rağmen, yine de siz bundan vazgeçmezseniz, Cenâb-ı Hakk’ın sizi cezalandırmaya da gücü yeter. Hâsılı Allah’ın muttali olmadığı ve cezalandırmaya gücünün yetmediği hiçbir kötülük ve isyan bulunmadığına göre O’nun emrine aykırı davranmaktan sakınmak gerekir. Çünkü yapılan bütün ameller en sağlam usullerle kayda geçirilip, kıyamet günü kulun karşısına çıkarılacaktır. Hayır veya şer her ne yaptıysa orada onları hazır halde bulacaktır. Günahlarından uzaklaşmayı ve onlarla kendi arasında çok uzun mesafeler konmasını isteyecektir. Fakat bu talebin ona bir faydası olmayacaktır. Nitekim şu âyet-i kerîme bu hususa daha da açıklık getirmektedir:
“Herkesin amel defteri önüne konulacak; sen günahkârların o defterde yazılı olanlardan dolayı ödleri patlayacak şekilde korktuklarını göreceksin. Hayretler içinde: «Yazıklar olsun bize! Bu nasıl defter ki, küçük büyük demeden, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan ne yapmış, ne söylemişsek hepsini saymış dökmüş!» diyecekler. Böylece yaptıkları her şeyi amel defterlerinde bulacaklar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf 18/49)
Yüce Rabbimiz, gönderdiği ilâhî tâlimatlarla bizleri kendi azabından ve gazabına uğramaktan sakındırmaktadır. Çünkü O, kullarına karşı sonsuz şefkat ve merhamet sahibidir. Ancak O’nun şefkat, merhamet ve muhabbetine erişmek için de insanlığa Üsve-i Hasene[1] olarak lütfettiği Resûl-i Ekremi’ne ittiba şarttır:
[1] Üsve-i Hasene: Kendisine uyulması gereken ve son derece faydalı olan en güzel örnek. Resûlullah (s.a.s.)’in vasfı. Ahzâb sûresi 21. âyette Efendimiz (a.s.) böyle vasfedilmektedir.
يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَرًاۚۛ وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُٓوءٍۚۛ تَوَدُّ لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُٓ اَمَدًا بَع۪يدًاۜ وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُۜ وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ۟ ﴿٣٠﴾
Meal 30: Kıyâmet günü herkes dünyada iken yaptığı iyilik ve kötülükleri önünde hazır bulacak; ama kendisi ile günahları arasında çok uzun bir mesafe olmasını isteyecek. Allah sizi azabından sakındırıyor. Çünkü Allah, kullarına çok şefkatlidir.
TEFSİR:Göklerde ve yerde olanları bilen Allah, elbette kullarının kalplerinden geçenleri de bilir. Dolayısıyla, ister gizli tutun ister açığa vurun, kalplerinizde kâfirlere karşı oluşan dostluk meylini Allah mutlaka bilmektedir. Ayrıca o kâfirlerle dostluk kurmanızı yasaklamasına rağmen, yine de siz bundan vazgeçmezseniz, Cenâb-ı Hakk’ın sizi cezalandırmaya da gücü yeter. Hâsılı Allah’ın muttali olmadığı ve cezalandırmaya gücünün yetmediği hiçbir kötülük ve isyan bulunmadığına göre O’nun emrine aykırı davranmaktan sakınmak gerekir. Çünkü yapılan bütün ameller en sağlam usullerle kayda geçirilip, kıyamet günü kulun karşısına çıkarılacaktır. Hayır veya şer her ne yaptıysa orada onları hazır halde bulacaktır. Günahlarından uzaklaşmayı ve onlarla kendi arasında çok uzun mesafeler konmasını isteyecektir. Fakat bu talebin ona bir faydası olmayacaktır. Nitekim şu âyet-i kerîme bu hususa daha da açıklık getirmektedir:
“Herkesin amel defteri önüne konulacak; sen günahkârların o defterde yazılı olanlardan dolayı ödleri patlayacak şekilde korktuklarını göreceksin. Hayretler içinde: «Yazıklar olsun bize! Bu nasıl defter ki, küçük büyük demeden, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan ne yapmış, ne söylemişsek hepsini saymış dökmüş!» diyecekler. Böylece yaptıkları her şeyi amel defterlerinde bulacaklar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf 18/49)
Yüce Rabbimiz, gönderdiği ilâhî tâlimatlarla bizleri kendi azabından ve gazabına uğramaktan sakındırmaktadır. Çünkü O, kullarına karşı sonsuz şefkat ve merhamet sahibidir. Ancak O’nun şefkat, merhamet ve muhabbetine erişmek için de insanlığa Üsve-i Hasene[1] olarak lütfettiği Resûl-i Ekremi’ne ittiba şarttır:
[1] Üsve-i Hasene: Kendisine uyulması gereken ve son derece faydalı olan en güzel örnek. Resûlullah (s.a.s.)’in vasfı. Ahzâb sûresi 21. âyette Efendimiz (a.s.) böyle vasfedilmektedir.Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ي يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿٣١﴾
Meal 31: Rasûlüm! De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
TEFSİR:
Bu âyetin iniş sebebi hakkında tefsirlerde şu bilgilere yer verilmiştir:
Rivayete göre Allah Resûlü (s.a.s.) yahudileri İslâm’a çağırdığında onların: “Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz. (bk. Mâide 5/18) Biz Allah’ı, senin söylediğinden daha çok severiz” demeleri üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 16)
Başka bir rivayete göre ise Peygamberimiz (s.a.s.), Kureyşliler Mescid-i Haram’da putlara taparken yanlarına uğrayıp: “Ey Kureyş topluluğu, Allah’a yemin olsun ki siz babanız İbrâhim’in dinine karşı çıkıyorsunuz” buyurdu. Kureyşliler de: “Biz bu putlara Allah Tealâ’ya olan sevgimizden ve bunlar bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapınıyoruz” (bk. Zümer 39/3) dediler de bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Râzî, VIII,16; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 105)
Muhabbet; gönlün, gördüğü olgunluk, yücelik ve güzellik sebebiyle bir şeye meyletmesidir. Bu sebeple insan, kendini sevdiklerine yaklaştıracak tutum ve davranışlara daha fazla önem verir. Gerçek mânasıyla mükemmelliğin Allah Teâlâ’ya mahsûs olduğunu bilen, başka varlıklarda görülen olgunluk izlerinin de Allah’ın izni ve yardımıyla olduğunu, dolayısıyla Allah’a nisbet edilmesi gerektiğini anlayan kul, şüphesiz en çok Allah’ı sever. Kulun Allah’a muhabbeti, gönlünde bulduğu son derece latîf ve ince bir histir. Bu his onu hiç zorlanmaksızın gönüllü olarak Allah’a itaata ve O’na yaklaştıracak amellere yönlendirir. Allah’ı ve O’nun rızâsını her şeyin üzerinde tutmasına vesile olur. Allah’ın kuluna muhabbeti ise onun iyiliğini murad etmesi ve ona sayısız lutufta bulunmasıdır.
İnanç ve ameli ne olursa olsun herkes Allah Teâlâ’yı sevdiğini iddia edebilir. Fakat muhabbet, sadece iddiadan ibaret değildir; onun varlığını gösteren delil ve işaretlere ihtiyaç vardır. Âyet-i kerîme, Allah’ı seven bir kişinin, O’nun gazabını çekecek şeylerden mutlaka kaçınması ve hidâyet rehberi olarak gönderdiği Resûlullah (s.a.s.)’e ittiba etmesi gerektiğini şart koşmaktadır.
قُلْ اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَۚ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِر۪ينَ ﴿٣٢﴾
Meal 32: De ki: “Allah’a ve Peygamber’e itaat edin.” Eğer yüz çevirirlerse, bilsinler ki Allah, kâfirleri sevmez.
Tefsir::
Rivayete göre, bir önceki âyet-i kerîme nâzil olunca Abdullah b. Ubeyy: “Muhammed kendine itaati Allah’a itaat gibi kıldı. Bize, hıristiyanların İsa’yı sevdiği gibi kendisini sevmemizi emrediyor” dedi de bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Râzî, VIII, 17)
“Allah ve Rasûlü’ne itaat”, Allah Teâlâ’nın Peygamberi vasıtasıyla bildirmiş olduğu emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmaktır. Peygamber, Allah’ın emirlerini tebliğ eden kişidir. Bu sebeple ona itaat vâcip kılınmıştır. “Peygamber’e itâat eden, Allah’a itaat etmiş olur” (Nisâ 4/80) âyetinin beyânıyla Peygambere itaat Allah’a itaat; diğer açıdan Peygambere yüz çevirmek de Allah’a yüz çevirmektir. Allah ve peygamberine yüz çevirmek, küfürdür. Küfre düşen ve onda ısrar edenleri ise Allah asla sevmez.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.), kendisine itaatin gerekliliği konusunda şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetimin hepsi cennete gireceklerdir. Ancak inad edenler müstesna.” Bunun üzerine ashâb: “Cennete girmeyi kim istemez ki?” dediler. Allah Resûlü (s.a.s.):
“Bana itâat eden cennete girer. Kim de bana âsî olursa o cennete girmeyi istememiştir.” (Buhârî, İ‘tisâm 2)
Câbir b. Abdillah (r.a.)’ın rivayet ettiği şu hâdise de dikkat çekicidir:
Peygamberimiz (s.a.s.) bir defasında uyurken melekler geldiler. Biri diğerine, “O şimdi uyumaktadır” dedi. Öteki ise, “Onun gözü uyumakta fakat kalbi uyanıktır?” dedi. Birbirlerine: “Bu arkadaşınızın bir misâli vardır; onu bu misalle anlatınız” dediler ve şöyle anlattılar:
“O, bir adama benzer ki bir ev yaptırmış, sonra o evde ziyâfet hazırlamış ve bir davetçi göndermiştir. Kim davetçiye kulak vermişse o eve girmiş ve hazırlanan yemekten yemiştir. Kim de davetçiye kulak vermemişse o eve girmemiş ve yemekten de yememiştir.”
Sonra, “Bunu açıklayınız da o iyice anlasın” deyip şöyle devam ettiler:
“Bu ev cennettir. Davetçi Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Muhammed’e itâat eden Allah’a itâat etmiş, Muhammed’e âsî olan Allah’a âsî olmuştur…” (Buhârî, İ‘tisâm 2)
Şimdi de Cenâb-ı Hakk’ın cennet davetine uyan ve insanları da bu davete uymaya çağıran peygamberler silsilesine dikkat çekmek üzere buyruluyor ki:
اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰٓى اٰدَمَ وَنُوحًا وَاٰلَ اِبْرٰه۪يمَ وَاٰلَ عِمْرٰنَ عَلَى الْعَالَم۪ينَۙ ﴿٣٣﴾
Meal 33: Muhakkak ki Allah Âdem’i, Nûh’u, İbrâhim âilesini ve İmrân âilesini tertemiz bir hülâsa hâlinde seçip bütün insanlık üzerine üstün kılmıştır.
TEFSİR:
اَلْإصْطِفَاءُ “ıstıfâ” sözlükte bir şeyin en temizini, en saf ve hâlis olan özünü seçip almaktır. “Tasfiye” ise bir şeyin karışığını giderip özünü çıkarmak, saf olanı karışık olandan süzüp ayırmaktır. Mesela bir madeni eritip ayıklayarak cevherini almak bir ıstıfa olduğu gibi, o cevherler arasından herhangi bir işe elverişli olanının seçip almak da yine bir ıstıfadır. Âyette bahsedilen “ıstıfa”, sonsuz ilim ve hikmet sahibi olan Allah Teâlâ’nın yaratılış sırasında uyguladığı ıstıfa kanunudur. Bu ilâhî kanun gereğince Cenâb-ı Hak, bir yönden saf ve temiz olanı yaratıp ona vücut verirken, diğer yönden temiz olanları da olmayanlardan ayırmaktadır. Bu çift yönlü oluş, birlikte cereyan etmektedir.
İşte Allah Teâlâ, başlangıçtan kıyamete kadar insanlığa hidâyet önderleri kıldığı peygamberleri seçmiş, hususi bir şekilde yaratmış ve onları bir taraftan peygamberliğe yakışmayan sıfat ve özelliklerden temizlediği gibi, diğer taraftan güzel hasletler ve alışkanlıklarla da tezyin etmiştir. Burada Hz. Âdem, Hz. Nûh ve nesillerinden peygamberler gelen İbrâhim ve İmran ailesi misal verilmiştir. Peygamberler, peygamber olmayan bütün insanlardan daha faziletli kılınmışlardır; ancak kendi aralarında da fazilet farkı bulunmaktadır. (bk. Bakara 2/253; İsrâ 17/55)
Bu âyetlerde, İmran ailesinden gelen Hz. Meryem’den doğup ileride peygamber gönderilecek olan Hz. İsa’nın da Allah’ın seçkin bir kulu olduğu, bunun ötesinde başka bir vasıf taşımadığı hususunda fikrî bir hazırlık yapıldığı söylenebilir.
Öncelikle Hz. Meryem’in doğumundan söz edilerek buyruluyor ki:
ذُرِّيَّةً بَعْضُهَا مِنْ بَعْضٍۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌۚ ﴿٣٤﴾
Meal 34: Bunlar birbirininin zürriyetinden gelmedir. Allah, hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir.
TEFSİR:
اَلْإصْطِفَاءُ “ıstıfâ” sözlükte bir şeyin en temizini, en saf ve hâlis olan özünü seçip almaktır. “Tasfiye” ise bir şeyin karışığını giderip özünü çıkarmak, saf olanı karışık olandan süzüp ayırmaktır. Mesela bir madeni eritip ayıklayarak cevherini almak bir ıstıfa olduğu gibi, o cevherler arasından herhangi bir işe elverişli olanının seçip almak da yine bir ıstıfadır. Âyette bahsedilen “ıstıfa”, sonsuz ilim ve hikmet sahibi olan Allah Teâlâ’nın yaratılış sırasında uyguladığı ıstıfa kanunudur. Bu ilâhî kanun gereğince Cenâb-ı Hak, bir yönden saf ve temiz olanı yaratıp ona vücut verirken, diğer yönden temiz olanları da olmayanlardan ayırmaktadır. Bu çift yönlü oluş, birlikte cereyan etmektedir.
İşte Allah Teâlâ, başlangıçtan kıyamete kadar insanlığa hidâyet önderleri kıldığı peygamberleri seçmiş, hususi bir şekilde yaratmış ve onları bir taraftan peygamberliğe yakışmayan sıfat ve özelliklerden temizlediği gibi, diğer taraftan güzel hasletler ve alışkanlıklarla da tezyin etmiştir. Burada Hz. Âdem, Hz. Nûh ve nesillerinden peygamberler gelen İbrâhim ve İmran ailesi misal verilmiştir. Peygamberler, peygamber olmayan bütün insanlardan daha faziletli kılınmışlardır; ancak kendi aralarında da fazilet farkı bulunmaktadır. (bk. Bakara 2/253; İsrâ 17/55)
Bu âyetlerde, İmran ailesinden gelen Hz. Meryem’den doğup ileride peygamber gönderilecek olan Hz. İsa’nın da Allah’ın seçkin bir kulu olduğu, bunun ötesinde başka bir vasıf taşımadığı hususunda fikrî bir hazırlık yapıldığı söylenebilir.
Öncelikle Hz. Meryem’in doğumundan söz edilerek buyruluyor ki:
اِذْ قَالَتِ امْرَاَتُ عِمْرٰنَ رَبِّ اِنّ۪ي نَذَرْتُ لَكَ مَا ف۪ي بَطْن۪ي مُحَرَّرًا فَتَقَبَّلْ مِنّ۪يۚ اِنَّكَ اَنْتَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ ﴿٣٥﴾
Meal 35: Bir zamanlar İmrân’ın hanımı şöyle demişti: “Rabbim! Karnımdaki çocuğu her kayıttan azâde olarak senin hizmetine adadım; bunu benden kabul buyur. Şüphesiz sen, duaları işiten, maksat ve niyetleri bilensin.”
TEFSİR:
İmrân’ın hanımı, Hz. Meryem’in annesidir. İsmi kaynaklarda “Hanne” olarak geçer. İmrân da Hz. İsa’nın dedesidir. Hanne, hamile olduğunu hissedince, karnında bulunan çocuğu kayıtsız şartsız Allah’a kulluğa veya mâbette hizmete adamış ve Allah’tan bunu kabul etmesini istemiştir. Fakat Hanne erkek çocuk beklerken, bir kız çocuğu dünyaya getirmiştir. Çünkü mâbette hizmet edecek birinin erkek olması örf ve adetlere daha uygundu. Hizmetin keyfiyeti, adâbı ve devamlılığı bakımından da güzel olan buydu. Bu sebeple bir üzüntü ve mahcubiyet ifadesi olarak “Rabbim, ben bir kız çocuk doğurdum. Halbuki erkek kız gibi değildir” (Âl-i İmrân 3/36) demiştir.[1] Ona Meryem ismini vermiştir. Onların dilinde “Meryem”, “ibâdete düşkün, âbid kadın” mânasına gelmekteydi. Burada İslâm’ın çocuklara güzel isimler koyma emrinin bir tatbikatı ve bu konuda örnek bir davranış görülmektedir. Yine Hane, bizlere numûne-i imtisâl olacak şekilde, çocuğu ve onun zürriyeti için Allah’a dua etmiştir. Onu ve neslini kovulmuş şeytanın şerrinden koruması, hepsinin ihlâslı birer müslüman olabilmeleri için Cenâb-ı Hakk’a niyaz etmiştir. Anne-babanın, evlatları için yaptıkları dualar, geri çevrilmeyecek dualardandır. Nitekim sonraki âyet bu gerçeğin bir şâhidi niteliğindedir:
[1] Bu sözüyle Hanne, kız çocuğunu erkek çocuğa tercih etmiş de olabilir. Sanki o şöyle demiştir: “Benim arzum bir erkek çocuk idi; bu kız çocuk ise bana Allah’ın bir ihsanıdır. Arzum olan erkek çocuk, Allah’ın hibe ettiği bir kız çocuk gibi olamaz.” Bu sözden, Allah’ın kulu için murad ettiği şeyin, kulun kendi için istediğinden daha hayırlı olduğu anlaşılır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 24)

 
Kurban
Beiträge: 1.051
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010

zuletzt bearbeitet 23.07.2024 | Top

   

Ali Imran Meal Ve Tefsiri 36-46
Âli Imran Süresi Meal Ve Tefsiri 19-24

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz