Âli Imran Süresi Meal Ve Tefsiri 11-18
Arapça كَدَأْبِ اٰلِ فِرْعَوْنَۙ وَالَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۜ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَاۚ فَاَخَذَهُمُ اللّٰهُ بِذُنُوبِهِمْۜ وَاللّٰهُ شَد۪يدُ الْعِقَابِ
Meal:11:Bu kâfirlerin hâli, tıpkı Firavun hânedânı ile daha önceki kâfirlerin hâline benzer. Onlar da, âyetlerimizi yalanlamışlardı da Allah onları günahları sebebiyle kıskıvrak yakalamıştı. Allah’ın cezalandırması pek şiddetlidir.
Tefsir:Bu âyette Firavun hânedanı ve onlardan önceki inkârcılarla 10. âyette belirtilen (Kur’an’ın muhatabı olan) inkârcılar arasında kurulan benzerlik ilişkisinin hangi açıdan olduğu hususunda farklı yorumlar yapılmıştır. Âyette geçen de’b kelimesinin “çaba sarfetme, devamlılık, âdet, durum” gibi anlamlarının bulunması bu yorumlarda etkili olmuştur. Buna göre her iki gruptaki inkârcıların: a) Peygamberleri yalanlamada çok büyük çaba harcadıkları, b) bu tavır ve tutumda farklılık göstermedikleri, c) mal ve evlâtlarının Allah’ın azabına karşı kendilerini koruyamayacağı, d) cehennemde sürekli kalacakları ve cehennem ateşine yakıt olacakları, e) Allah tarafından aynı muameleye tâbi tutulacakları, f) dünyada da birtakım benzer cezalara çarptırılacakları şeklinde anlamlar verilmiştir (Râzî, VII, 185-187; Şevkânî, I, 356-357). Söz konusu kelimenin sözlük mânası ve cümle yapısı içindeki yerinden hareketle verilen bu farklı anlamların özü ve ortak noktası şudur: Kur’an’ın muhatabı olan inkârcılar, Firavun ve yandaşlarıyla örneklendirilen önceki inkârcıların durumlarından ders çıkarmalı ve kendi âkıbetlerinin de onlarınkine benzer olacağına dikkat etmelidirler.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 508-509
قُلْ لِلَّذٖينَ كَفَرُوا سَتُغْلَبُونَ وَتُحْشَرُونَ اِلٰى جَهَنَّمَؕ وَبِئْسَ الْمِهَادُ ﴿١٢﴾
Meal:﴾12﴿ (Resulüm!) İnkâr edenlere de ki: Yakında mağlûp olacaksınız ve cehenneme sürükleneceksiniz. Orası ne kötü bir kalma yeri!
Tefsir:Âyet-i kerîmenin gerek Mekke müşrikleri gerekse Medine’deki yahudiler hakkında indiğine dair rivayetler bulunmaktadır.
Müşriklerle ilgili rivayetlerden birine göre, bu âyet inince Hz. Peygamber Bedir Savaşı günü müşriklere mağlûp olacaklarını ve âhirette cehenneme sevkedileceklerini bildirmiştir. Diğer bir rivayete göre Bedir Savaşı’nı takiben Ebû Süfyân’ın bir topluluk oluşturması üzerine bu âyet indirilmiştir (Hâzin, I, 464). Müteakip âyette tasvir edilen olayı (Bedir Savaşı) bizzat müşahede edenlerin Mekke müşrikleri olduğu ve “teravnehüm” (onları görüyordunuz) şeklindeki kıraat dikkate alınınca, burada kendilerine hitap edilen kâfirlerin de onlar olduğu anlaşılmaktadır (İbn Âşûr, III, 175).
Âyetin Medine’deki yahudiler hakkında inmiş olduğunu gösteren rivayetlerden birine göre Bedir Savaşı’ndan sonra Benî Kaynuka yahudileri ahitlerini bozup ileri geri konuşmaya ve kıskançlıklarını dışa vurmaya başladılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber onları toplayıp Kureyş’in başına gelenlerin kendilerinin başına gelmeden müslüman olmalarını önerdi. Onlar, “Ey Muhammed! Savaş bilmeyen bir grup Kureyşli’yi öldürmüş olman seni aldatmasın. Bizimle karşı karşıya gelirsen savaşmanın nasıl olduğunu görürsün” şeklinde karşılık verdiler. Bunun üzerine bu âyet indi (Ebû Dâvûd, “Harâc”, 22; Elmalılı, VII, 4860). Bu konudaki diğer bir rivayete göre Bedir Savaşı’nda müslümanların muzaffer olduğunu gören yahudiler, “Bu Hz. Mûsâ’nın Tevrat’ta bize haber verdiği ümmî peygamberin ta kendisi” dediler. Bazıları ise bu konuda aceleci davranılmamasını önerdi. Uhud’daki başarısızlık üzerine de “Demek ki bu o değilmiş” deyip müslüman olmaya yanaşmadılar. Kâ‘b b. Eşref kumandasında altmış süvari Hz. Peygamber’le aralarındaki antlaşmayı bozup müşriklerle iş birliği yapmak üzere Mekke’ye hareket etti. Bunun üzerine yüce Allah bu âyeti indirdi (Taberî, III, 191-192; Râzî, VII, 187). Öte yandan âyetin, kim oldukları bildirilmeyen muayyen bir kâfirler grubu hakkında indirildiği de rivayet edilmiştir (Râzî, VII, 188).
Bir görüşe göre de, burada Hz. Muhammed’den çağdaşı olan bütün inkârcılara bu hakikati vurgulu biçimde duyurması istenmektedir (İbn Atıyye, I, 406).
“Yakında mağlûp olacaksınız” ifadesi yakın gelecekte karşılaşılacak bir olayı haber vermekte ve Kur’an-ı Kerîm’in mûcizevî özelliklerinden birini ortaya koymaktadır. Nitekim kısa bir süre sonra İslâm mesajının yayılmasına karşı direnen inkârcılar kesin bir yenilgiye uğramışlar, bunlardan Mekke müşrikleri ancak Mekke’nin fethine kadar mukavemetlerini sürdürebilmişler, Medine’deki yahudi kabileleri ise müslümanlarla yaptıkları antlaşmaları ihlâl durumlarına göre değişik muamelelere tâbi tutulmuşlar ve Resûlullah’ın dünya hayatına veda etmesinden önce bu kabilelerin Medine ve çevresindeki etkili konumları son bulmuştur. Kur’an’da yer alan ve karşılaşılacak başka bir mağlûbiyet haberi Bizanslılar hakkındadır (bk. Rûm 30/1-3).
Âyette dünya hayatında tevhid inancına karşı tavır göstermede birleşen inkârcıların âhirette de cehenneme sürülme ve hep birlikte çok çetin azaplarla dolu bir ortamı paylaşma noktasında birleşecekleri bildirilmiş olmaktadır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 509-511
قَدْ كَانَ لَكُمْ اٰيَةٌ فٖي فِئَتَيْنِ الْتَقَتَاؕ فِئَةٌ تُقَاتِلُ فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ وَاُخْرٰى كَافِرَةٌ يَرَوْنَهُمْ مِثْلَيْهِمْ رَأْيَ الْعَيْنِؕ وَاللّٰهُ يُؤَيِّدُ بِنَصْرِهٖ مَنْ يَشَٓاءُؕ اِنَّ فٖي ذٰلِكَ لَعِبْرَةً لِاُو۬لِي الْاَبْصَارِ ﴿١٣﴾
Meal﴾13﴿: (Bedir’de) karşı karşıya gelen şu iki grupta sizin için büyük bir ibret vardır: Biri Allah yolunda çarpışan (mümin) grup, diğeri ise gözleriyle bunları kendilerinin iki misli imiş gibi gören kâfir grup. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Elbette bunda basiret sahipleri için büyük bir ibret vardır.
Tefsir:Tefsir kaynaklarında bu âyette geçen “iki grup”tan maksadın Bedir Savaşı’nda karşı karşıya gelen müslümanlarla Mekke müşrikleri olduğu belirtilir. Hatta Râzî müfessirlerin bu yorum üzerinde görüş birliği içinde olduklarını yazmaktadır (VII, 189). Bununla birlikte müfessirler, karşı tarafı kendilerinin iki katı olarak görenlerin gerek müslüman gerekse müşrik taraf olabileceği yönünde izahlar yapmışlardır. Yine, “iki kat”tan maksadın ne olduğu hususunda farklı açıklamalar yapılmıştır. Öte yandan “onları görüyorlardı” anlamına gelen “yeravnehüm” cümlesinin “onları görüyordunuz” demek olan “teravnehüm” şeklindeki okunuşunu dikkate alan müfessirler, burada hitap edilenlerin müşrikler veya müşriklerle birlikte yahudiler olabileceğini belirtmişlerdir.
Bu husustaki bilgilerin ve tartışmaların Bedir Savaşı hakkında daha geniş tasvirler içeren Enfâl sûresindeki âyetlerle bağlantısı bulunduğundan bu konunun Enfâl sûresinin ilgili âyetleriyle birlikte değerlendirilmesi gerekir (bk. Enfâl 8/5-12, 41-44). Burada şu kadarını belirtmekte yarar görüyoruz: Müfessirler bu âyette “gören” tarafın müşrikler, “görülen” tarafın müminler olduğu, yani müşriklerin müminleri olduklarının iki katı veya kendi sayılarının iki misli gördükleri yorumunu daha kuvvetli bulmakta ve Enfâl sûresinin 44. âyetindeki “az gösterme” ifadesini de savaşın aşamalarına göre açıklayıp iki âyet arasında çelişki bulunmadığına dikkat çekmektedirler (meselâ İbn Atıyye, I, 407; Râzî, VII, 191; Şevkânî, I, 357-358). Buna karşılık âyette işaret edilen olayın, Bakara sûresinde anlatılan Tâlût ve Câlût olayı olduğu da ileri sürülmüştür. Fakat bu görüşün sahibi olan Süleyman Ateş, bu hususta yeterli ve ikna edici açıklama getirmemekte, kanaatini sırf “görenler”i müminler ve “görülenler”i kâfirler şeklinde anlayan bazı müfessirlerin bu yorumuna yönelttiği bir eleştiriye dayandırmaktadır. Bu tutumun ise kendisinin “yeravnehüm” cümlesi ve bunun “teravnehüm” şeklindeki okunuşu hakkında yaptığı açıklamalarla bağdaşmadığı görülmektedir (bk. II, 20-21).
Âyet-i kerîmede bu olayda insanlar için bir “âyet” (delil, mûcize) bulunduğu vurgulanmış ve sonunda bundan ibret alınması ve dersler çıkarılması gerektiği belirtilmiştir. Müfessirler bu ifadeyle dikkatlerin hangi hususlara çekilmek istendiği hakkında değişik izahlar yapmışlardır. Bu açıklamaların başlıcaları şunlardır:
a) Maddî şartlar tamamen müşriklerin lehine olduğu halde müslümanların galip gelmesi bir mûcizedir ve imanın verdiği moral gücün her şeyin üstünde olduğunu göstermektedir. Gerçekten Bedir Savaşı’nda müslümanların sayısı 300’ün biraz üzerinde olmasına karşılık müşriklerin sayısı 1000’e yakın idi. İki ordunun sahip olduğu binek, zırh, silâh vb. imkânlar açısından da müslümanlar aleyhine olmak üzere büyük fark vardı. Müslümanlar savaş kastıyla yola çıkmadıklarından harp için psikolojik olarak da hazır değillerdi; müşrik ordusu ise savaşmak üzere toplanmıştı (bk. Enfâl 8/5, 42). Yine müslümanlar iman ekseni etrafında buluşmuş olmakla birlikte gelenekleri ve toplumsal telakkileri bakımından farklılıklar taşıyan bu kompozisyon içinde ilk defa savaşa giriyorlardı; müşriklerin ise insan unsuru bakımından bulundukları durumda edinilmiş savaş tecrübeleri vardı.
b) Hz. Peygamber’in Enfâl sûresinin 7. âyetiyle Allah’ın zafer vaad ettiğini hatırlatıp, daha savaş başlamadan önce bu savaşta müşriklerden kimlerin öldürüleceğini haber vermiş olması ve bu haberlerin aynen gerçekleşmesi büyük bir mûcizedir. Bu da Allah’ın ve resulünün bildirdiklerinden asla kuşku duyulmaması gerektiğini ortaya koymaktadır.
c) İman ve küfür mücadelesinde sayısal değerlere aldanmamak gerekir. Nitekim bu âyette ve konuyla ilgili başka âyetlerde, –Allah dilediğinde– karşı tarafı farklı algılamayı sağlama, meleklerle müminlere destek gönderme gibi yollarla kendisine bel bağlanan sayısal dengelerin altüst edilebileceğine dikkat çekilmektedir (Râzî, VII, 189-190).
Allah’ın dilediğini yardımıyla desteklemesi daima maddî destek vermesi olarak anlaşılmamalıdır. Yeterli sayının ve silâh gücünün teminiyle diğer maddî hazırlıklar sebeplere sarılma çerçevesinde kullar için bir görev olmakla beraber, zafer ve başarının doğrudan doğruya bunlara bağlanmaması, yardımın Allah’tan geldiği inancının daima zinde tutulması gerekir. Zira müminler için en büyük yardım ve destek kaynağı, dünya hayatındaki sonuç ne olursa olsun yüce Allah tarafından âhirette zafer ve mutlulukların kendileri için vaad edilmiş olmasıdır ki gerçek muzafferiyet ve başarı da buna ulaşabilmektedir, çünkü kalıcı olan âhiret hayatıdır.
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 511-513
زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَٓاءِ وَالْبَنٖينَ وَالْقَنَاطٖيرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالْاَنْعَامِ وَالْحَرْثِؕ ذٰلِكَ مَتَاعُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَاللّٰهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَاٰبِ ﴿١٤﴾
Meal﴾14﴿:Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, soylu atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere düşkünlük insanlara çekici kılınmıştır. İşte bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.
Tefsir:Sözlükte şehevât “nefsin arzuları, tutku derecesindeki düşkünlükleri” anlamına gelir. Âyete metne bağlı kalınarak şöyle mâna vermek gerekir: “Kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, soylu ve özel yetiştirilmiş atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere aşırı sevgi besleme insanlara süslü gösterildi.” Fakat burada asıl süslü gösterilip çekici kılınan sevgi ve arzular değil, arzulanan şeyler yani kadınlar, ... ve ekinlerdir. İbarenin “şunlar süslü gösterildi, insanlar da onlara aşırı sevgiyle bağlandılar” şeklinde tertip edilmeyip “züyyine” (süslü gösterildi) fiiline “hub” (sevgi) kelimesinin sözde özne kılınması Kur’an’ın “îcâz” (özlü anlatım) özelliğinden kaynaklanmaktadır (İbn Âşûr, III, 179). Kelâm bilginlerine göre âyet, sevgiyle (hub) nefsî eğilimlerin farklı olduğunu göstermektedir. Çünkü bunlar birbirine isim tamlaması yapılmıştır; tamlayanla tamlanan farklı şeylerdir. Nefsî meyil Allah’ın fiili, sevgi kulların fiilidir (Râzî, VII, 195; konunun kelâm alanıyla ilgili yönüne aşağıda değinilecektir).
Âyette insanlar için cazip kılınan dünyevî haz ve nimetlerin belli başlıları her biri geniş kapsama sahip olan şu altı maddede özetlenmiştir: 1. Karşı cinse duyulan ilgi, 2. soyunun devam etmesi arzusu, 3. sermaye sahibi olma isteği, 4. kendi dışındaki varlıklara hükmetme, beğeni kazanma (makam, mevki ve şöhret sahibi olma) ve hoşça vakit geçirmenin verdiği zevk, 5. hayvanî besinler ve hayvanlardan elde edilen ürünler, 6. bitkisel besinler ve bitkilerden elde edilen ürünler.
Esasen bunlar toplumlara, zamana ve mekâna göre fazla değişkenlik taşımayan, insanın doğasına yerleştirilmiş (cibillî) arzulardır (İbn Âşûr, III, 180-181). Her ne kadar âyette karşı cinse duyulan ilgiyi ifade için “kadınlar”dan, soyun devam arzusunu ifade için “oğullar”dan söz edilmişse de, bunların gerek insanlık tarihi boyunca bilinegelen telakkilerden ötürü gerekse fıtrî sebeplerle aynı tür içinde ön plana çıkan ve tutku anlamını vurgulamada kendi grubunu en iyi temsil eden örnekler olduğu söylenebilir. Nitekim diğer gruplarda da malı temsilen her türlü mala sahip olma imkânını veren çok miktarda altın ve gümüş; başka varlıklara hükmetme, başkalarının beğenisini kazanma, makam, mevki ve şöhret sahibi olma, sürat merakı ve eğlenme için özel yetiştirilmiş, cins atlar; hayvanlardan elde edilen ihtiyaç maddelerini temsilen sağmal hayvanlar; bitkisel ihtiyaç maddelerini belirtmek üzere de ekinler zikredilmiştir. Âyette “erkekler için süslü gösterildi” değil “insanlar için süslü gösterildi” (“züyyine li’n-nâs”) denmiş olması da bunu teyit etmektedir. Kaldı ki “oğullar” anlamına gelen “benûn” kelimesi Kur’an’da erkek çocuklar ve fürû mânasında kullanıldığı gibi, her iki cinsi kapsayacak şekilde çocuklar anlamında da kullanılmıştır (meselâ bk. Abese 80/36).
Âyet-i kerîmede atlar anlamına gelen “el-hayl” kelimesinin sıfatı olarak zikredilen “el-müsevveme”, “meralarda otlamaya bırakılmış” mânasına da geldiğinden, meâlin “salma atlar” şeklinde olması da mümkündür. Gerek bazı tâbiîn müfessirlerinden nakledilen görüşler (meselâ bk. İbn Atıyye, I, 409-410; Râzî, VII, 197) gerekse üslûp dikkate alınarak, meâlinde “soylu atlar” denmiştir. Ayrıca “özel yetiştirilmiş atlar” şeklinde anlamak da mümkündür. At çok eski zamanlardan beri insanoğlunun sürat, gösteri, yiğitlik, yarış, egemenlik duygu ve arzularının tatmini konusunda önemli bir sembol olagelmiştir. Çağımızda da sürat araçlarının çeşitliliği ve gelişmişliği atın bu özelliğini unutturabilmiş değildir (İbn Âşûr, III, 182).
Esasen hars “toprağı yarmak” anlamında bir masdardır. Toprağı işlemek suretiyle yetiştirilen bitkileri, yani hem ekinleri hem bağ, bahçe türü yerlerde üretilen ziraî mahsulleri kapsayan bir isim olmuştur; fakat ağırlıklı olarak tahıl için kullanılır.
Tefsirlerde burada zikredilenlerin kim tarafından çekici kılındığı hususunda geniş bir biçimde durulur ve kelâm sahasındaki görüşlerle bağlantılı olarak tüm fiillerin yaratıcısının Allah olduğu teziyle Allah’ın kötüyü murat etmeyeceği tezi etrafında kümeleşen izahlar yapılır. Nihaî tahlilde “yaratma” anlamında olmak üzere bunları cazip kılanın Allah olduğu fakat bunlardan kötü olanlara yüce Allah’ın “çağrı”da bulunduğunun düşünülemeyeceği açıktır.
Müfessirlerin bir kısmı, âyetin üslûbunu ve diğer bazı âyet ve hadisleri göz önüne alarak burada sayılanlara rağbet etmenin kötülendiği kanaatine ulaşmışlardır. Buna karşılık diğer kısmı, evrendeki imkânların insanın faydalanması için yaratıldığını bildiren (Hac 22/65; Lokmân 31/20), Allah’ın kulları için var ettiği nimetlerden –yasaklanmış biçimde olmaksızın– yararlanmak isteyenleri engellemeyi kınayan (A‘râf 7/32) âyetlerden hareketle bunların kötüleme amacıyla değil, fıtrî bir realiteye işaret ettikten sonra sırf dünya nimetlerine bel bağlamanın kalıcı olan âhiret mutluluğunu tehlikeye sokabileceğine dikkat çekmek için zikredildiğini savunmuşlardır. Gerek âyetin sonundaki ve müteakip âyetteki ifadeler, gerekse Bakara sûresinin 202. âyetinde olduğu gibi dünya ve âhiret hayatını dengeleme anlayışını öven âyetler ve aynı temayı işleyen hadisler, burada bir taraftan dünyevîliğe hapsedilmiş bir hayatın ne kadar anlamsız olduğunu vurgularken, diğer taraftan da dünya hayatının –meşrû çerçevedeki– icaplarından yüz çevirmenin eşyanın tabiatına ve insanın fıtrî çizgisine ters düşeceğini göstermektedir. Gerçekten meseleye Kur’an öğretilerinin bütünlüğü içinde bakıldığında, dünyadaki nimetlerin ve imkânların dışlandığı bir hayat anlayışını savunmanın mümkün olamayacağı ve bunun âhiret hayatını da anlamsız sayma sonucuna götüreceği açıkça görülür. Aynı şekilde, âhiret fikrinden soyutlanmış bir hayat anlayışının da dünya hayatını boş ve değersiz kılacağı kuşkusuzdur. Fakat insanın eğilim ve tutkuları çoğu zaman bu gerçeği perdelediğinden yüce Allah âhiret düşüncesinin daima zinde tutulması için uyarıda bulunmaktadır.
İnsanın düşünmesi, fikir üretmesi bilinenlerden hareketle olduğu için, âyette önce insanların dünya hayatında bildikleri, yaşadıkları nimet ve hazlara, etkisi altında bulundukları câzibe merkezlerine işaret edilmiş, daha sonra “İşte bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır” buyurularak bunların değerinin çok “sınırlı” kaldığına, asıl imrenilmesi ve arzulanması gereken şeyin Allah katında üstün bir mevki elde etmek olduğuna dikkat çekilmiştir. Aşağıda açıklanacağı üzere, bir sonraki âyette de insanlar bu konuda “karşılaştırma” yapmaya davet edilmektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 513-516
قُلْ اَؤُ۬نَبِّئُكُمْ بِخَيْرٍ مِنْ ذٰلِكُمْؕ لِلَّذٖينَ اتَّقَوْا عِنْدَ رَبِّهِمْ جَنَّاتٌ تَجْرٖي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدٖينَ فٖيهَا وَاَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَرِضْوَانٌ مِنَ اللّٰهِؕ وَاللّٰهُ بَصٖيرٌ بِالْعِبَادِۚ ﴿١٥﴾
Meal:﴾15﴿ De ki: Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takvâ sahipleri için rableri katında, altlarından ırmaklar akan, ebediyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın hoşnutluğu vardır. Allah kullarını eksiksiz görmektedir.
Tefsir:“Size bundan daha iyisini bildireyim mi?” ifadesi, insanları bir karşılaştırma yapmaya yöneltmekte, insan için dünya hayatında en cazip görünen şeyler nelerse, âhirette takvâ sahiplerine sunulacak nimetlerin bütün bunlardan daha üstün olduğuna dikkat çekilmektedir. Bu mukayesenin ışığında, insanlar dünya hayatında “gelecek”leri uğruna hâlihazırda mevcut birçok imkândan yararlanmaktan kendilerini alıkoyabildiklerine göre, asıl ve kalıcı olan geleceklerini (âhiret mutluluğu) düşünerek dünya hayatına ilişkin birtakım isteklerine de gem vurabilmeli, fâni bir hayata bile yön verebilen “yatırım” fikri kalıcı olan hayata hazırlıkta elbette önem taşımalıdır.
Takvâ Allah’a derinden saygı duyma ve bunun gereği olarak O’nun yasakladıklarından sakınma ve bunlara karşı korunmak için samimi kulluk çabası içinde olmayı ifade eder (bu konuda bilgi için bk. Bakara 2/197; cennet nimetleri ve insanlara orada verilecek eşler hakkında açıklama için bk. Bakara 2/25).
Âyetin sonunda “Allah kullarını tam mânasıyla görmektedir” buyurularak, Allah’ın kulların bütün yaptıklarını ve aynı zamanda bu davranışlarıyla neyi amaçladıklarını yani hem dış dünyaya yansıyan fiillerini hem de kalplerinde gizlediklerini en ince ayrıntılarıyla bildiğine dikkat çekilmiş, âhiret hayatındaki ödüllerin ve bunlardan da önemlisi yüce mevlânın hoşnutluğunun kazanılmasının gelişigüzel bir beklenti olmaması gerektiğine, bütün eylemlerin ve bunlara yön veren niyetlerin her şeyi eksiksiz gören ve bilen ulu yaratanın değerlendirmesine göre bir sonucu (ödül veya ceza) olacağına işaret edilmiştir (“Allah’ın hoşnutluğu” anlamına gelen “rıdvân” hakkında bk. Tevbe 9/72).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 517-518
اَلَّذٖينَ يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اِنَّـنَٓا اٰمَنَّا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَقِنَا عَذَابَ النَّارِۚ ﴿١٦﴾
16.(Bu nimetler) “Ey rabbimiz! Biz gerçekten iman ettik, günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru” diyenler,
اَلصَّابِرٖينَ وَالصَّادِقٖينَ وَالْقَانِتٖينَ وَالْمُنْفِقٖينَ وَالْمُسْتَغْفِرٖينَ بِالْاَسْحَارِ ﴿١٧﴾
17.Sabredenler, doğruluktan şaşmayanlar, huzurda boyun bükenler, hayır yolunda harcama yapanlar ve seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dileyenler (içindir).
Tefsir:Bu âyetlerde önceki âyette anılan takvâ sahiplerinin, ebediyet âleminin güzelliklerine lâyık olan kulların özelliklerine açıklık getirilmektedir.
Ahlâk ve tasavvufun temel kavramlarından olan sabır “acıya katlanma, sıkıntıya göğüs germe; insanın kendisini, aklın ve dinin yapılmasını gerekli gördüğü işleri yapmaya veya yapılmasını yasakladığı, uygun bulmadığı davranışlardan uzak durmaya zorlaması, Allah’a tevekkül ederek O’ndan gelen sıkıntılara katlanma, kişinin hayırlı amacına ulaşma yönündeki direnci” gibi anlamlarda kullanılır (bu konuda bilgi için bk. Bakara 2/45, 153).
“Sâdıkūn”, “doğruluktan ayrılmayan, dürüst kişiler” demektir. İslâm ahlâkçıları bu erdemli davranışı ifade eden sıdk terimi üzerinde önemle durmuşlar, buna âyet ve hadislerin ışığında geniş açıklamalar getirmişlerdir (bk. Bakara 2/177).
“Huzurda boyun bükenler”diye çevrilen “kānitûn” kelimesi, “itaat edenler, Allah’a ihlâsla kulluk edenler, huşû içinde olanlar” gibi mânalara da gelir (ayrıca bk. Bakara 2/116, 238).
“Münfikūn”, “harcayanlar, imkânlarını Allah yolunda sarfedenler” demektir (infak hakkında bilgi için bk. Bakara 2/254 vd.).
“Müstağfirûn”, “yarlığanma, bağışlanma dileğinde bulunanlar” demektir. Kur’an-ı Kerîm’de ve Hz. Peygamber’in hadislerinde yüce Allah’ın bağışlamasının ne kadar geniş olduğuna sık sık değinilir, insanlar günahlardan “istiğfar” etmeye ve O’nun engin bağışından asla ümit kesmemeye çağrılır (özellikle bk. Zümer 39/53).
“Eshâr”, “sehr” ve “suhr” şeklinde de okunan “seher” kelimesinin çoğuludur. Seher şafaktan (fecir) önceki vakti ifade eder. Hz. Peygamber’in gecenin son bölümünü özellikle fecirden önceki zaman dilimini ibadet, dua ve istiğfarla geçirmeyi tavsiye eden hadisleri bulunmaktadır (bk. Buhârî, “Daavât”, 14; “Vitr”, 1, 2; Tirmizî, “Tefsîr”, 16/1). Gerek âyet-i kerîmeden gerekse işaret edilen hadislerden, karanlıkların aydınlığa dönüştüğü, aynı zamanda uykunun en tatlı olduğu bu vakitte gafletten uzak olup kendini yoğun biçimde ibadete vermenin ve Allah’a yakarışta bulunmanın ayrı bir değere sahip olduğu anlaşılmaktadır. İbn Abbas’tan bu âyette geçen “seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dileyenler” ifadesiyle sabah namazını kılanların kastedildiği rivayet edilmiş olup (Râzî, VII, 202), Arap dilinde seher kelimesinin fecirden sonrasını da içine alır biçimde kullanıldığını gösteren şiirler bulunması (İbn Atıyye, I, 412) bu anlayışı destekler niteliktedir. Öte yandan Muhammed Esed, Kur’an’ın affedilmek için ibadete başvurmayı günün belli bir vaktine bağlamış olması anlayışının pek mâkul görünmediğini ileri sürmekte ve “seher” veya “suhur” kelimesinin “kalbin nüvesi, özü”, “kalbin en iç, derunî kesimi” veya sadece “kalp” anlamına da geldiğine işaret ederek âyetin bu kısmına “bütün kalpleriyle af dileyenler” mânasını vermeyi tercih etmektedir (I, 91).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 518-519
شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۙ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَاُو۬لُوا الْعِلْمِ قَٓائِماً بِالْقِسْطِؕ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُؕ ﴿١٨﴾
Meal:﴾18﴿ Allah, hak ve adaleti ayakta tutarak, kendinden başka tanrı olmadığını bildirdi; melekler ve ilim sahipleri de bunu ikrar ettiler. (Evet) O’ndan başka tanrı yoktur; O mutlak güç ve hikmet sahibidir.
Tefsir:Meâlinde “bildirdi” ve “ikrar etti” diye tercüme ettiğimiz “şehide” fiili sözlükte, “olay yerinde hazır bulunma, bir cismi veya olayı gözüyle görme” demektir; terim olarak ise “tanıklık etme” anlamına gelir. Bir iddianın ispatında, dolayısıyla bir hakkın yerini bulmasında şahitlik (tanıklık) önemli bir vasıtadır. Âyette Allah’ın kendisinden başka tanrı bulunmadığını bildirmesi de tanıklık kavramıyla ifade edilmiştir. Allah’ın bu konudaki şahitliği daha çok şu iki şekilde açıklanmıştır: a) Evrende kendi varlığını ve birliğini ortaya koyan sayısız deliller ve nişaneler yaratmış olması, b) peygamberler göndererek dinî anlamda bildirimde bulunmuş olması.
Elmalılı Muhammed Hamdi, genelde insanlar için bu mânanın anlaşılmasının daha kolay olması sebebiyle birçok tefsir âliminin bu izahla yetindiklerini belirttikten sonra, burada daha derin bir anlamın varlığına ve filozoflar arasında geniş tartışmalara yol açmış bulunan “ilm-i yakîn” (kesin bilgi) meselesinin esaslı bir çözümünün bulunduğuna dikkat çeker.
Elmalılı’nın yorumu özetle şöyledir: Bu âyetteki ifade bize göstermektedir ki, her hususta “yakîn”in temeli ve başlangıç noktası Allah’ın kendisi ve birliği hakkındaki bilgisi ve şehâdetidir. Her ilm-i yakîn, hakkın kendine mutabakatı (dış dünyadaki varlık ile o varlığa dair zihindeki bilginin uyuşması) ve bu mutabakatın bildirilip açıklanmasıyla gerçekleşir. İlm-i yakîn, ayn-ı yakîne (gözlemle elde edilen bilgiye), ayn-ı yakîn ise hakk-ı yakîne (bizzat yaşanarak, iç tecrübe ile kazanılan kesin bilgiye) dayanır. Yani ilm-i yakîn, realitede olanın, bizzat veya dolaylı olarak kendini göstermesidir. Herhangi bir gerçeğin kendine mutabakatı, yani dış gerçekliği ile hakkındaki bilginin uyuşması, ayniyet ilkesiyle ifade edilen bir tasdik türüyle ilgili olup bu da bilen bir süjenin varlığı ile gerçekleşir (bilen olmayınca bilinenin var olup olmadığından da söz edilemez; çünkü “Bir şey vardır” sözü bir hüküm, bir bilgi, bir tasdiktir ve bu, bir bileni, bir tasdik edeni gerektirir). Şu halde insan olmayınca kendilerini bilmeyen nesneler kendilerine mutabık değilse bunların insanda kendilerine tanıklık etmesi nasıl mümkün oluyor (bunlar hakkında nasıl bilgi sahibi oluyoruz)?; ve bütün bu tanıklıklar hak adı verilen tek noktada nasıl toplanıyor? İşte ilim meselesinin (epistemoloji) filozofları şaşırtan en ince noktası burasıdır. Âyet-i kerîme bu noktayı hallederek kesin bilginin gerçek başlangıcını gösteriyor: Varlıkların kendi zatlarında kendilerine mutabakatı (varlıklar hakkındaki bilgiler), Allah’ın kendi zâtında kendine mutabakatının, yani kendisi hakkındaki ilminin ve bu bilgiyi açıklayarak kendine ve birliğine tanıklığının eseridir. Bu sebeple varlıklar kendilerine kendilerinde mutabık değil, kendilerini bilen zât-ı hakta yani ilm-i ilâhîde kendilerine mutabıktırlar. Âlemde ne kadar tanık ve tanıklık, ne kadar ilim ve istidlâl varsa hepsi Hak Teâlâ’nın kendini bilmesine ve bildirmesine, yani şahitliğine dayalıdır; gerçek şahit Allah Teâlâ’dır. Hak Teâlâ’dan başka hiçbir bilen ne kendine ne diğer şeylere tamamen şahittir. İnsanda eşyanın kendilerine mutabakatları (eşyanın kendileriyle insanın zihnindeki onlara dair bilgilerin birbirine uyumu) izâfî (göreli), eksik ve belirli açılarla sınırlıdır. “Ben, benim” diyebilen insanın bile kendine mutabakatı (kendisi hakkındaki bilgisi), bütün yönlerden, tam, mutlak ve hakka’l-yakîn değildir. Onun kendinde bilmediği, şahitlik edemediği nice yönleri vardır. İnsanda mutlak, en hakiki bir ilm-i yakîn varsa o da Tanrı’nın var ve bir olduğu bilgisidir. Zira bu bilgi gerek kendisine gerekse eşyaya dair bütün bilgilerinin temel ve ilk öğesidir. Bu sayededir ki bir insan “ben, benim” diye kendini tanır, kendi kendine şahitlik eder, kendi şuurunun kendi varlığına intibakını (uygunluğu) kendine haber verir. Hem iddia sahibi hem tanık hem tanıklık edilen olduğu halde bu şahitliğini geçerli sayar ve iddia ettiği şeye kesin olarak inanır (II, 1056-1059). Öte yandan âlemde olup biten her şey Allah’a şahitlik eder; fakat bu aynı zamanda Allah’ın kendi kendine şahitlik etmesidir. Çünkü her şey O’nun eseridir, O’nun fiillerinin ve sıfatlarının tecellisidir; bildiklerimiz de bilgilerimiz de O’na aittir. Bütün var olanlar ve bütün bilgiler Allah’ın kendi zâtına, ulûhiyyetine, vahdâniyyetine şehâdetidir.
20. âyetteki “Eğer seninle tartışmaya girerlerse de ki: Ben kendimi Allah’a teslim ettim” ve “Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir” ifadelerinin de Elmalılı’nın işaret ettiği noktayı desteklediği söylenebilir. Zira bu âyetten de, Allah’ın varlığı ve O’ndan başka ilâh bulunmadığı hususundaki bütün bilgilerin temelinin yine O’nun şahitliğine dayandığı, hakikatleri kavrayabilmenin ve bilgiden emin olabilmenin yolunun O’na inanmak ve O’nun ilminden yararlanmaktan geçtiği anlaşılmaktadır.
Sözlükte kıst kelimesi “hak ve adalet” anlamlarına gelmektedir. Kur’an-ı Kerîm’de “âdil davranma”yı ifade için “adl” ve türevleri, hak ölçüsü olan adaleti ve adaletin somutlaşmış halini (hakkaniyet) ifade için de genellikle kıst ve bazı türevleri kullanılmıştır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 520-522
شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۙ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَاُو۬لُوا الْعِلْمِ قَٓائِماً بِالْقِسْطِؕ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُؕ ﴿١٨﴾
Meal﴾18﴿: Allah, hak ve adaleti ayakta tutarak, kendinden başka tanrı olmadığını bildirdi; melekler ve ilim sahipleri de bunu ikrar ettiler. (Evet) O’ndan başka tanrı yoktur; O mutlak güç ve hikmet sahibidir.
Tefsir:Meâlinde “bildirdi” ve “ikrar etti” diye tercüme ettiğimiz “şehide” fiili sözlükte, “olay yerinde hazır bulunma, bir cismi veya olayı gözüyle görme” demektir; terim olarak ise “tanıklık etme” anlamına gelir. Bir iddianın ispatında, dolayısıyla bir hakkın yerini bulmasında şahitlik (tanıklık) önemli bir vasıtadır. Âyette Allah’ın kendisinden başka tanrı bulunmadığını bildirmesi de tanıklık kavramıyla ifade edilmiştir. Allah’ın bu konudaki şahitliği daha çok şu iki şekilde açıklanmıştır: a) Evrende kendi varlığını ve birliğini ortaya koyan sayısız deliller ve nişaneler yaratmış olması, b) peygamberler göndererek dinî anlamda bildirimde bulunmuş olması.
Elmalılı Muhammed Hamdi, genelde insanlar için bu mânanın anlaşılmasının daha kolay olması sebebiyle birçok tefsir âliminin bu izahla yetindiklerini belirttikten sonra, burada daha derin bir anlamın varlığına ve filozoflar arasında geniş tartışmalara yol açmış bulunan “ilm-i yakîn” (kesin bilgi) meselesinin esaslı bir çözümünün bulunduğuna dikkat çeker.
Elmalılı’nın yorumu özetle şöyledir: Bu âyetteki ifade bize göstermektedir ki, her hususta “yakîn”in temeli ve başlangıç noktası Allah’ın kendisi ve birliği hakkındaki bilgisi ve şehâdetidir. Her ilm-i yakîn, hakkın kendine mutabakatı (dış dünyadaki varlık ile o varlığa dair zihindeki bilginin uyuşması) ve bu mutabakatın bildirilip açıklanmasıyla gerçekleşir. İlm-i yakîn, ayn-ı yakîne (gözlemle elde edilen bilgiye), ayn-ı yakîn ise hakk-ı yakîne (bizzat yaşanarak, iç tecrübe ile kazanılan kesin bilgiye) dayanır. Yani ilm-i yakîn, realitede olanın, bizzat veya dolaylı olarak kendini göstermesidir. Herhangi bir gerçeğin kendine mutabakatı, yani dış gerçekliği ile hakkındaki bilginin uyuşması, ayniyet ilkesiyle ifade edilen bir tasdik türüyle ilgili olup bu da bilen bir süjenin varlığı ile gerçekleşir (bilen olmayınca bilinenin var olup olmadığından da söz edilemez; çünkü “Bir şey vardır” sözü bir hüküm, bir bilgi, bir tasdiktir ve bu, bir bileni, bir tasdik edeni gerektirir). Şu halde insan olmayınca kendilerini bilmeyen nesneler kendilerine mutabık değilse bunların insanda kendilerine tanıklık etmesi nasıl mümkün oluyor (bunlar hakkında nasıl bilgi sahibi oluyoruz)?; ve bütün bu tanıklıklar hak adı verilen tek noktada nasıl toplanıyor? İşte ilim meselesinin (epistemoloji) filozofları şaşırtan en ince noktası burasıdır. Âyet-i kerîme bu noktayı hallederek kesin bilginin gerçek başlangıcını gösteriyor: Varlıkların kendi zatlarında kendilerine mutabakatı (varlıklar hakkındaki bilgiler), Allah’ın kendi zâtında kendine mutabakatının, yani kendisi hakkındaki ilminin ve bu bilgiyi açıklayarak kendine ve birliğine tanıklığının eseridir. Bu sebeple varlıklar kendilerine kendilerinde mutabık değil, kendilerini bilen zât-ı hakta yani ilm-i ilâhîde kendilerine mutabıktırlar. Âlemde ne kadar tanık ve tanıklık, ne kadar ilim ve istidlâl varsa hepsi Hak Teâlâ’nın kendini bilmesine ve bildirmesine, yani şahitliğine dayalıdır; gerçek şahit Allah Teâlâ’dır. Hak Teâlâ’dan başka hiçbir bilen ne kendine ne diğer şeylere tamamen şahittir. İnsanda eşyanın kendilerine mutabakatları (eşyanın kendileriyle insanın zihnindeki onlara dair bilgilerin birbirine uyumu) izâfî (göreli), eksik ve belirli açılarla sınırlıdır. “Ben, benim” diyebilen insanın bile kendine mutabakatı (kendisi hakkındaki bilgisi), bütün yönlerden, tam, mutlak ve hakka’l-yakîn değildir. Onun kendinde bilmediği, şahitlik edemediği nice yönleri vardır. İnsanda mutlak, en hakiki bir ilm-i yakîn varsa o da Tanrı’nın var ve bir olduğu bilgisidir. Zira bu bilgi gerek kendisine gerekse eşyaya dair bütün bilgilerinin temel ve ilk öğesidir. Bu sayededir ki bir insan “ben, benim” diye kendini tanır, kendi kendine şahitlik eder, kendi şuurunun kendi varlığına intibakını (uygunluğu) kendine haber verir. Hem iddia sahibi hem tanık hem tanıklık edilen olduğu halde bu şahitliğini geçerli sayar ve iddia ettiği şeye kesin olarak inanır (II, 1056-1059). Öte yandan âlemde olup biten her şey Allah’a şahitlik eder; fakat bu aynı zamanda Allah’ın kendi kendine şahitlik etmesidir. Çünkü her şey O’nun eseridir, O’nun fiillerinin ve sıfatlarının tecellisidir; bildiklerimiz de bilgilerimiz de O’na aittir. Bütün var olanlar ve bütün bilgiler Allah’ın kendi zâtına, ulûhiyyetine, vahdâniyyetine şehâdetidir.
20. âyetteki “Eğer seninle tartışmaya girerlerse de ki: Ben kendimi Allah’a teslim ettim” ve “Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir” ifadelerinin de Elmalılı’nın işaret ettiği noktayı desteklediği söylenebilir. Zira bu âyetten de, Allah’ın varlığı ve O’ndan başka ilâh bulunmadığı hususundaki bütün bilgilerin temelinin yine O’nun şahitliğine dayandığı, hakikatleri kavrayabilmenin ve bilgiden emin olabilmenin yolunun O’na inanmak ve O’nun ilminden yararlanmaktan geçtiği anlaşılmaktadır.
Sözlükte kıst kelimesi “hak ve adalet” anlamlarına gelmektedir. Kur’an-ı Kerîm’de “âdil davranma”yı ifade için “adl” ve türevleri, hak ölçüsü olan adaleti ve adaletin somutlaşmış halini (hakkaniyet) ifade için de genellikle kıst ve bazı türevleri kullanılmıştır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 520-522