Âli Imran Süresi Meal Ve Tefsiri 01-10
Medine döneinde inmiştir. 200 âyettir. Sûre, adını 33. âyette geçen “Âl-i İmrân” tamlamasından almıştır. Âl-i İmrân, İmran ailesi demektir.
Âl-i İmrân Suresi'nin fazileti
Bu sûrenin ve bazı âyetlerinin faziletleri hakkında birçok rivayet bulunmaktadır. Bakara ile Âl-i İmrân sûrelerinin önemine değinen hadisler sebebiyle İslâm bilginleri bu iki sûrenin tefsirine ayrı bir ilgi göstermişler ve bunları konu edinen özel tefsirler kaleme almışlardır. Bir hadîs-i şerifte Resûlullah, Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini iyi bilip gereğince davrananlara bu sûrelerin kıyamet gününde şefaatçi olacağını haber vermiş (Müslim, “Salâtü’l-müsâfirîn”, 42; Tirmizî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 4), bir başka hadiste de yüce Allah’ın “ism-i a‘zam”ının Bakara sûresinin 163. âyeti ile Âl-i İmrân’ın başında bulunduğunu belirtmiştir (Tirmizî, “Daavât”, 64; Ebû Dâvûd, “Salât”, 352).
Allah'a karşı gereği gibi saygılı olmak ve müslüman olarak ölebilmek için Allah'ın ipine toptan yapışarak tevhid inancında birleşmek, ayrılıktan uzak durmak ve hayatın sonuna kadar imanı korumak gerekir. İslâm dini inançta ve amelde birliğe büyük önem verir.
Konu:Bu surenin hâkim konusu, bu ailenin temsil ettiği peygamberlik, İsa, Meryem ve Hristiyanlık inancıdır. Tevrat, İncil ve Kur'an'ın aynı ilahî kaynaktan geldiği, bu ilahî kitapların müteşâbih (benzetmeli) ayetler de içerdiği, fakat bunların din esaslarına zarar vermeyecek tarzda tefsir edilmesi gerektiği vurgulanır.
Ali Imran Suresi 14 ayet ne için okunur?
Bu ayette Kur'an, kadınları sevmenin yanında (müennes cins), oğulların sevgisini de (müzekker cins) açıklayarak çok ince ve latif bir noktayı hatırlatıyor. Dolayısıyla sizin erkekler (müzekker cins) konusunda da eleştirinizin doğru olması gerekir!!
الٓمٓۚ ﴿١﴾
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۙ الْحَيُّ الْقَيُّومُۜ ﴿٢﴾
1: Elif. Lâm. Mîm.
2: Allah ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, ebedî diridir. Varlığı kendinden olup bütün kâinatı yönetendir.
TEFSİR:
Birinci âyette yer alan hurûf-i mukataalarla ilgili açıklama, aynı harflerin geçtiği Bakara sûresinin 1. âyetinde yapılmıştır. İkinci âyette yer alan Yüce Rabbimizin isim ve sıfatları hakkında izah ise Âyetü’l-Kürsî diye bilinen Bakara sûresi 255. âyetin tefsirinde beyân edilmiştir.
Cümleye ulu yaratıcının özel ismiyle başlanarak O’nun azametine ve tevhid inancının önemine dikkat çekilmiş, Allah’tan başka tanrı bulunmadığı kesin bir biçimde ifade edildikten sonra yüce Allah’ın daima diri ve ölümsüz (hay), evreni var eden, yaratılmışları gören gözeten, denetleyen mutlak varlık (kayyûm) olduğu belirtilerek, müşriklerin ve özellikle sûrenin ana konusunu oluşturan hıristiyanların ne kadar temelsiz ve tutarsız inançlara sahip oldukları ima edilmiştir. Zira daima diri ve ölümsüz olan, evreni çekip çeviren mutlak varlığa kulluk etmek dururken hayat belirtisi bile olmayan putlara tapmanın, “çocuk” yani yaratılmış olduğu kabul edilen, yiyip içen, hayatta iken işkenceye mâruz kalan, düşmanlarından saklanma ihtiyacı duyan ve –hıristiyan inancına göre– öldürüldüğü kabul edilen Hz. Îsâ’yı Tanrı saymanın ne kadar anlamsız ve tutarsız olduğu açıktır.
Bazı hadislerde “Allahü lâ ilâhe illâ hüve’l-hayyü’l-kayyûm” ifadesi, “ism-i a‘zam” (Cenâb-ı Allah’ın en büyük ismi) olarak nitelendirilmiştir (ayrıca bk. Bakara 2/255).
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 464Kur’an’ın indirilmesinin şekil, sebep ve hikmetine gelince:
نَزَّلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَاَنْزَلَ التَّوْرٰيةَ وَالْاِنْج۪يلَۙ ﴿٣﴾
Meal 3: O, Kur’ân-ı Kerîm’i sana gerçeğin ta kendisi ve önceki ilâhî kitapları doğrulayıcı olarak parça parça indirmiştir. Tevrat ve İncil’i de indiren O’dur.
مِنْ قَبْلُ هُدًى لِلنَّاسِ وَاَنْزَلَ الْفُرْقَانَۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَد۪يدٌۜ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ ذُو انْتِقَامٍ ﴿٤﴾
Meal 4: Daha önce bu kitapları insanlara doğru yolu göstermek için, toptan indiren O’dur. Böylece O, hakla bâtılı ayıran bütün delilleri indirmiştir. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler yok mu, onlar için şiddetli bir azap vardır. Allah, kudreti dâimâ üstün gelen ve haksızlardan intikamını alandır.
TEFSİR:Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’i Peygamber Efendimiz’e 23 senelik bir zaman dilimi içerisinde âyet âyet, kısım kısım indirmiştir. Kur’an, gerçeğin ta kendisidir. Onda bulunan bütün müjdeleyici ve korkutucu haberler, geçmiş ümmetlere ait kıssalar ve verdiği tüm bilgiler dosdoğru olduğu gibi, Kur’an aynı zamanda hakkın ve haklının yanında yer alıp, devamlı hakkı müdâfa ve tavsiye etmektedir. Bir bakıma Kur’an, bir hak ve adâlet kitâbıdır; Allah Teâlâ’nın kulları üzerindeki hakları ile insanların birbirlerine olan haklarını bildirmek üzere inmiştir.
Fazileti:Fakirlikten kurtulup zengin olmak için Âl-i İmrân suresinin okunması buyrulmuştur. Maddi ve manevi rahatsızlıklardan kurtulmak için Âl-i İmrân suresi okunmalıdır. Âl-i İmrân suresini okuyan kişiler hastalıklarına Allah'ın izniyle şifa bulur. Çocuk sahibi olmak isteyip de olamayanlar Âl-i İmrân suresini okumalıdır.
Şunu ifade edelim ki Kur’an, kendinden önce indirilmiş olan Tevrât ve İncîl gibi ilâhî kitapları doğrular. Onların, Allah’tan geldikleri şekil itibariyle gerçek olduklarını haber verir. Kur’an bir yönden o kitapların, ileride büyük bir peygamber geleceğine dair verdikleri bilgilerin gerçekleştiğini bildirmek sûretiyle hem Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini hem de onun şahsında önceki peygamberlerin peygamberliğini de doğrulamış olmaktadır. Böylece Allah’ın bütün kitapları ve peygamberleri arasında, birbirlerini tasdîk itibariyle karşılıklı bir dayanışma ve işbirliği olduğu görülür.
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَخْفٰى عَلَيْهِ شَيْءٌ فِي الْاَرْضِ وَلَا فِي السَّمَٓاءِۜ ﴿٥﴾
Meal 5: O Allah ki, ne yerdeki bir şey O’na gizli kalabilir, ne de gökteki bir şey.
هُوَ الَّذ۪ي يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُۜ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ﴿٦﴾
Meal 6: Sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendiren de Allah’tır. O’ndan başka ilâh yoktur. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
TEFSİR:Allah Teâlâ, her şeyi bilen, her şeyi gören, her şeyi işiten ve her şeyden haberdar olan Yüce Zât olduğu için ona ne yerde ne de gökte hiçbir şeyin gizli kalması mümkün değildir. Dolayısıyla iman edenlerin imanını, inkâr edenlerin de inkârını bilir ve kıyamet gününde her birine layık olduğu karşılığını verir.
İmam Kuşeyrî der ki: “Kulun aldığı her bir nefesi sayan, yerde ve gökte olan zerre miktarı kadar olan şeyleri de var eden, herhangi bir kişideki en küçük bir vasfı bile ona veren şüphesiz Cenâb-ı Hak’tır. Huzuruna arzedilen bir ihtiyacı mutlaka yerine getiren; kendisine müracaat edene de kâfî gelen yine O’dur.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 132)
İşte o Allah, sonsuz ilim, irade ve kudretiyle insanları, annelerinin rahminde dilediği gibi şekilden şekle çevirir. Küçücük bir nutfe hâlinden başlayıp pek çok safhadan geçirerek en güzel yaratılışta mükemmel bir insan hâline getirir. Onu erkek-dişi, siyah-beyaz, uzun-kısa, tam-noksan gibi muhtelif şekillerde yaratır. Bunu sadece Allah yapabilir. Bu sebeple O’ndan başka ilâh yoktur. O, çok güçlü, karşı gelinmez kudret sahibi, her işi ve hükmünde hikmet sahibidir.
İnsanı yaratan Yüce Allah olduğu gibi, ona doğru yolu gösterecek âyetleri indiren de O’dur:
Diğer taraftan Kur’an, önceki kitaplarda yer alan iman esasları, Allah’ın birliğine davet, adâlet ve iyiliği emir, peygamberlerin ve önceki ümmetlerin kıssaları, asırların ve nesillerin değişmesiyle asla değişmeyecek olan sâbit hükümler gibi temel esasları daha da güçlendirerek ve genişleterek yeni baştan yürürlüğe koymuştur. Zaman, mekân ve sorumlu milletlerin özelliklerine uygun düşecek, maslahatları açısından işlerine yarayacak bütün dinî hükümleri yeniden tanzim edip düzeltmiştir. Bu şekilde her zaman ve mekânda bütün toplumların hayatında geçerliliği olan şumüllü bir din tâliminde bulunmuştur. Böylece Kur’an, öncekinden sonrakine bütün ilâhî kitapları onayından geçirip süzmek sûretiyle hepsinin doğru kâidelerini bizzat kendi uhdesine almış bulunduğundan, önceki kitaplardan ve şerîatlardan hiçbirinin, Kur’ân’ın şehâdeti olmaksızın gerçek oldukları söylenemez. Daha açık bir ifadeyle önceki peygamberlere verilen ilâhî fermanların tasdik makâmı son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) ve o fermanların geçerliliğinin devam edip etmediğini belirleyen ölçü de Kur’ân-ı Kerîm’dir. (Elmalılı, Hak Dini, II, 1021)
4. âyette yer alan اَلْفُرْقَانُ (furkân) kelimesi sözlükte “doğruyla eğriyi, hakla bâtılı, helâlle haramı birbirinden ayıran” anlamına gelir. Bu mânasıyla o, indirilen bütün ilâhî kitapların, özellikle burada isimleri zikredilen Kur’an, Tevrât ve İncîl’in ayrılmaz birer vasfını teşkil eder. Çünkü bunlar, hakla bâtılın ne olduğunu açıkça haber vererek insanları doğru yola sevkeden nur kaynaklarıdır. Bununla birlikte “furkân”ın, kitaba ilâve olarak peygamberlere verilen ve onların doğruluğunu kanıtlayan “mûcizeler” olması da mümkündür. Zira ancak mûcizeler sayesinde, dâvasında doğru olanla olmayanlar birbirinden ayrılabilir. Gerçek ortaya çıktıktan sora dileyen iman, dileyen ise inkâr edebilir. Fakat Allah’ın ister naklî ister aklî olsun âyetlerini inkâr edenlere âhirette çok şiddetli bir azap vardır. Özellikle Allah Teâlâ’nın birliğine, münezzehliğine uygun olmayan söz ve davranışta veya Peygamberlerin şânına lâyık olmayan isnatlarda bulunanların can yakıcı bir azaba uğrayacakları şüphesizdir. Çünkü Allah, asla karşı gelinmez ve mağlup edilmez bir kudret sahibidir. İstediği takdirde intikamını alır, işlenen cürümlere cezasını verir: Kaynak: Prof.Ömer Çelik Tefsiri
هُوَ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌۜ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَٓاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَٓاءَ تَأْو۪يلِه۪ۚ وَمَا يَعْلَمُ تَأْو۪يلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُۢ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِه۪ۙ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَاۚ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ ﴿٧﴾
Meal 7: Sana kitabı indiren O’dur. O kitabın bir kısmı muhkem âyetlerden meydana gelir ki bunlar, kitabın esası ve özüdür. Bir kısmı da müteşâbih âyetlerdir. Kalplerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne çıkarmak ve kendi arzularına göre onun yorumunu yapmak düşüncesiyle müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki bunların kesin anlamlarını Allah’tan başka kimse bilemez. İlimde derinleşmiş olanlar ise: “Biz bunlara inandık, hepsi de Rabbimizin katındandır” derler. Ancak gerçek akıl ve idrak sahipleri hakkıyla düşünüp öğüt alır.
TEFSİR:Kur’ân-ı Kerîm, Yüce Allah’ın nihâyetsiz olan ilminin insanlık âlemine bir tecellisidir. Bu hâliyle o, Allah’ın ilminden haber vermekte, Allah’ın ilmi neleri ihata ediyorsa onlara temas etmektedir. Bu sebeple onun beyân ettiği mânalar sınırsızdır. Nitekim âyet-i kerîmelerde buna işareten şöyle buyrulur:
“Rasûlüm! De ki: «Rabbimin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsa, hatta bir o kadar daha ilâve yapsak, Rabbimin kelimeleri tükenmeden o denizler tükenir.»” (Kehf 18/109)
“Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa, arkasından buna yedi deniz daha eklense, imkânı yok, Allah’ın kelimeleri yazmakla bitmez. Muhakkak ki Allah, kudreti dâima üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Lokmân 31/27)
Bu sırra mazhar olan Kur’ân-ı Kerîm, aslında bir din kitabı olarak insanın itikat, ibâdet, ahlâk ve muamelât hayatını tanzim eden hükümler getirdiği gibi, kıyamete kadar onun düşünce, akıl ve tefekkür gibi melekelerini en iyi şekilde kullanıp geliştirmesini sağlayacak çeşitli mevzulardan da bahseder.
Âyet-i kerîme, bu kadar geniş çerçevedeki mevzuları beyân eden Kur’an âyetlerini umûmî olarak iki kısma ayırmaktadır. Birinci kısım muhkem âyetler olup bunlar, Kur’an’ın esasını ve temelini teşkil eder. İkinci kısım ise müteşâbih âyetlerdir.
اَلْمُحْكَمُ (muhkem) kelimesi sözlük olarak “bozulmaktan uzak, gerçek ve sağlam” mânalarına gelir. Terim olarak ise “mânası ve delâleti açık bir şekilde anlaşılan; ifade ettiği mânalar ihtimal ve benzerliklerden yâni karışıklıktan ve farklı şekillerde anlaşılmaktan uzak olan” demektir. İşte Kur’an’ın bir kısım âyetleri böyledir. Bunların ifade ettiği mânalar gâyet açıktır. Yoruma muhtaç değildir. Bunlarda şüpheye ve zihin karışıklığına yer yoktur. Gerekli bilgi ve tecrübeye sahip olan işin ehli kimseler, bunları kolaylıkla anlayabilir ve onlardan gerekli hükümleri çıkarabilirler. Bu âyetler, ilim ve amel bakımından uyulması gereken temel esasları ve insanı doğru yola eriştiren delilleri ihtiva ederler. Allah’ın bir olduğunu bildiren; O’na kulluk etmeyi, her türlü iyiliği yapmayı ve adâletli olmayı emreden; bütün ahlâkî faziletlerle donanmayı tavsiye eden; inkâr etmeyi, şirk koşmayı, putlara tapmayı, haksız yere cana kıymayı, içkiyi, kumarı, faizi, zinâyı, yetim malını yemeği yasaklayan âyetler buna misal verilebilir.
اَلتَّشَابُهُ (teşâbüh), iki şeyin birbirine eşit olarak benzemesi demektir. Bu tarzda birbirine benzeyenlerden her birine de اَلْمُتَشَابِهُ (müteşâbih) denilir. Her iki taraf aynı kuvvette ve eşit benzerlikte olduğundan, benzer yönleri, ayrıntıları ortadan kaldırmakta ve insan zihni onları birbirinden ayırmakta aciz kalmaktadır. İşte “müteşâbih âyetler”, birbirine benzer mânalar ifade etmesi sebebiyle, mânaları ve delâleti açıkça anlaşılmayan, birini diğerinden ayırdetmek güç olan âyetlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’in büyük çoğunluğu bu âyetlerden oluşmaktadır. Allah’ın eli ve yüzü olduğunu, geldiğini, arşa istivâ ettiğini bildiren âyetler; kabir, kıyâmet, mahşer, hesap, cennet ve cehennemle alâkalı âyetler; hurûf-ı mukattaalar; Hz. Âdem’in anasız babasız, Hz. İsa’nın sadece babasız yaratılması, Hz. Üzeyr’in yüz sene ölü kaldıktan sonra diriltilmesi, Ashâb-ı Kehf’in üç yüz dokuz sene mağarada kalıp tekrar uyandırılması, peygamber mûcizeleri, kâinatın maverâsı ve derinlikleri, eşyanın hakikati gibi tefekkürî konulardan bahseden âyetler buna misâl verilebilir.
Peki Kur’ân-ı Kerîm’de müteşâbih âyetlerin bulunmasının hikmeti nedir?
Kur’ân-ı Kerîm, kıyamete kadar geçerliliğini sürdürecek bir kitaptır. Bu sebeple onun, indiği andan itibaren bütün zaman ve mekanlar için uygun düşecek neticelerin ve çeşitli mânaların çıkarılmasına imkân tanıyan ifadelere sahip olması tabiidir. Yine her dönemin ihtiyaçlarına cevap verebilecek ehliyette âlimlerin yetişebilmesi, zor ifadelerden bir kısım hedefler bulup çıkarabilme melekesini haiz kişilerin yetişmesine, bu da araştırma ve incelemeye yönelten motivasyonun bulunmasına bağlıdır. Şayet dinin bütün tâlimatları kolay bir üslûpla ve tek düze ifadeler içinde gelmiş olsaydı herkes önündeki hazır malzemeyle yetinme alışkanlığı kazanır, aklını çalıştırmaya ihtiyaç hissetmez, ilmî gayretlere soyunmaz, böylece ilerleme ve gelişme mümkün olmazdı. Bunun için Kur’an, müteşâbih âyetleri vasıtasıyla gerek hukukî meselelerde, gerek her türlü bilimsel konularda, gerekse ailevî ve ictimâî hayatı ilâhî kanunlar çerçevesinde tanzim etmede, medeniyetler kurup geliştirmede insan aklına geniş yer ayırmıştır. Az kelimeyle çok mâna ve hüküm beyân edip, bazı hükümlerinde esneklik getirerek akıl, deney, tecrübe ve araştırma mahsûlü ilmî gelişmelere kapı aralamıştır.
Sahip olduğu kalbî, aklî ve zihnî melekeleri itibariyle insan, ilim ve medeniyet ne kadar gelişirse gelişsin, hep yeni şeylerin peşinden koşmak, onları bilip öğrenmek ihtiyacı hisseder. Bu ihtiyacını karşılamaya çalışırken, kendi ötesinde bilinmeyen bîr âlemin varlığını sezmesi, mârifet yolunda ilerlerken ve ilimde yeni mertebelere ulaşırken önündeki meçhullerin tükenmediğini fark etmesi bu bakımdan büyük önem arzetmektedir. Zira bu his ve idrak, bir taraftan onu bu nevi araştırmaları sürdürme yolunda kamçılayacak, diğer taraftan da ilimde ne kadar ileri giderse gitsin, her bilenin üzerinde daha iyi bilen birinin olduğunu ve yüce Allah’ın ilminin sonsuzluğunu yürekten kabullenme erdemine ulaştıracaktır. İşte müteşâbih âyetler insana bu yönde de ışık tutmakta ve ona istikâmet vermektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’in mânalarını anlamaya çalışırken öncelikle muhkem âyetler esas alınmalı, müteşâbih âyetler ise onlarla mîzân edilerek anlaşılmaya çalışılmalıdır. Bu çalışmalar sayesinde âyetler arasında herhangi bir çelişkinin olmadığı, hepsinin aynı gerçeği anlatan parçalar olduğu anlaşılacak, böylece Kur’an’ın hak bir kitap olduğuna dair mü’minin kalbinde bulunan iman daha da kuvvetlenecektir.
Âyet-i kerîmede “kalplerinde eğrilik bulunan” kimselerden bahsedilmekte ve bunların “sırf fitne çıkarmak ve kendi arzularına göre onun yorumunu yapmak arzusuyla” Kur’an’ın müteşâbih âyetlerinin peşine düştükleri beyân edilmektedir. Bu ifade, kendi bâtıl görüşünü desteklemek ve tervic etmek için müteşâbihlerin peşine düşen ve onları delil olarak kullanmaya çalışan kâfir, zındık, câhil ve ehl-i bidat herkese şâmildir. Hıristiyanların Hz. İsa’nın “Allah’ın kelimesi ve ruhu” olduğunu beyân eden âyetten (bk. Nisâ 4/171) kendi bâtıl itikatlarını destekleyecek şekilde mânalar çıkarmaları, yahudilerin sûre başlarındaki hurûf-ı mukattaalardan hareketle ümmet-i Muhammed’in ömrünü çıkarmaya çalışmaları, bir kısım bâtıl mezheplerin Allah’ın sıfatlarıyla alakalı “el, yüz, yan, ayak, parmak” gibi bazı müteşâbih lafızlardan hareketle Cenâb-ı Hakk’ı insan sûretinde tasvir etmeleri buna misal verilebilir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VII, 150; Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 13-14)
Kalbî durumu bu şekilde olanlar, şahsî düşüncelerini ve nefsânî arzularını putlaştıran, bunlardan başka bir gerçek tanımayan, dinin emirlerini oyuncak yerine koyan bir anlayışa sahiptirler. Halbuki dinde aslolan kayıtsız şartsız hakka tabi olmaktır. Onlar, dinin emirleri doğrultusunda amel etmekten hoşlanmadıklarından, dâimâ zihinleri kararsızlık, şüphe ve vehimlere sürüklemek için müteşabih ifadelerden esinlenerek ortaya attıkları hayal mahsulü boş şeylerin peşine düşerler. Böylece her şeyi şüpheli hâle getirmek, hep garip ve acaip şeylerden bahsetmek, en açık gerçekleri bile birer efsane gibi göstermek isterler.
Âyet-i kerîmede “kalplerinde eğrilik bulunan”ların karşısına “İlimde derinleşmiş olanlar” konmaktadır. Bunlar eğrilikten hoşlanmayan, ilim yolunda sağlam duran, bildiğini ve bilmediğini seçebilen, bildikleri sayesinde bilmediklerinin önemini mümkün mertebe çözebilen, Allah katından gelen bilgiler hakkında en küçük bir şüphe duymayan gerçek ilim sahibi kimselerdir. Onlar: “Biz Kur’an’a inandık, muhkemiyle, müteşâbihiyle hepsi Rabbimizin katındandır” derler. Hakikaten ancak böyle temiz akıl, güzel dikkat ve kavrayış sahipleri, Allah’ın âyetlerini tefekkür edip ondan gerekli dersi, ibret ve öğüdü alabilir. Aklı karışmış, kalbi eğrilmiş ve anlayışı bozulmuş olanlar ise bunları gereği gibi düşünebilme imkânından mahrumdurlar.[1]
Bu gerçek âlimler, sahip oldukları ilme ve mânevî mevkiye güvenmez, kalplerinin eğrilmemesi ve hallerini daha da iyileştirmesi için devamlı Allah Teâlâ’ya sığınıp yalvarırlar:
[1] Âyetteki, “İlimde derinleşmiş olanlar” ifadesi, aynı zamanda Kur’an âyetlerinin tefsirini yapabilecek ve ondan hükümler çıkarabilecek âlimlerin kimliğini açıklamaktadır. Bunlar; muhkem âyetler ile müteşabih âyetlerin mertebelerini seçebilen, te’vili caiz olup olmayanları ayırabilen, fitneden, kendisini ve herkesi baştan çıkarmaktan sakınan, haddini bilen, ilâhî bilgiye havale edilmesi gerekenleri Allah’a havale eden, kâmil iman sahibi, ilim yolunda kuvvetli, temiz ve ince akıllı, doğru düşünmesini bilen ve seven, hâsılı hikmete mazhar olmuş hakiki âlimlerdir. (Elmalılı, Hak Dini, II, 1045)Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةًۚ اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ ﴿٨﴾
Meal:﴾8﴿ Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi saptırma, bize tarafından bir rahmet bağışla. Hiç kuşku yok, lütfu bol olan yalnız sensin.
رَبَّنَٓا اِنَّكَ جَامِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ فٖيهِؕ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُخْلِفُ الْمٖيعَادَࣖ ﴿٩﴾
Meal:﴾9﴿ Rabbimiz! Muhakkak sen insanları geleceğinde asla şüphe olmayan bir günde toplayacaksın. Şüphesiz Allah sözünden dönmez.
Tefsir:Önceki âyette Allah tarafından bildirilenlere inanma konusunda mutlak bir teslimiyet tavrı gösteren müminler övüldükten sonra burada onların içtenlikle yakarışlarına değinilmekte ve hidayete erişebilmenin de hidayette kalmanın da Allah’ın lutfuyla olduğuna inanmak gerektiğine işaret edilmektedir. Bazı müfessirlere göre yüce Allah önceki âyette iki zıt tutuma temas ettikten sonra burada hak yol üzere kalabilmek için müminlerin nasıl dua etmeleri gerektiğini öğretmektedir.
İmana da küfre de yönelmeye elverişli olan kalbin bunlardan birine yönelişi bunu meydana getiren bir sebep ve iradeye bağlıdır. Ehl-i sünnet’e göre, dünya hayatında bir sınav içinde bulunan kulun cüz’î iradesini hangi yönde kullandığı onun sorumluluğu açısından önem taşımakla beraber, sonuçları yaratan küllî iradenin yüce Allah’a ait olduğu unutulmamalıdır. Şayet bu noktada ilâhî lutuf göz önüne alınmayıp kulun her sonucu kendi iradesiyle meydana getirebileceği kabul edilirse kulluğun ve Allah’a yalvarmanın anlamı kalmaz, her insan hidayeti kendisinin güvence altına alabileceği bir pâye olarak görmeye başlar. Bu sebeple âyet-i kerîmede hidayetin yüce Allah’tan geldiğine dikkat çekilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber’in, “Ey kalplere yön veren Allahım! Kalbimi senin dinin üzere sabit kıl!” şeklinde dua ettiği ve ardından bu âyeti (8. âyet) okuduğu rivayet edilmiştir (Tirmizî, “Kader”, 7, “Daavât”, 89, 124; İbn Mâce, “Duâ”, 2). Yine âyetten anlaşıldığına göre gerçek mânada kulluk, sadece (meselâ bir iş ilişkisinde olduğu gibi) Allah’ın buyruklarını yapıp yasaklarından kaçınmaktan yani şeklî bir görevden ibaret olmayıp kişinin her an Allah’ın lutfuna muhtaç bulunduğunun bilincinde olması ve vazifelerini bu bilinç içinde yerine getirmesidir.
اِنَّ الَّذٖينَ كَفَرُوا لَنْ تُغْنِيَ عَنْهُمْ اَمْوَالُهُمْ وَلَٓا اَوْلَادُهُمْ مِنَ اللّٰهِ شَيْـٔاًؕ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمْ وَقُودُ النَّارِۙ ﴿١٠﴾
Meal:﴾10﴿ İnkâr edenlerin malları da evlâtları da Allah’ın azabına karşı onlara hiçbir yarar sağlamayacaktır. İşte onlar cehennemin yakıtıdır.
Tefsir:
Önceki âyetlerde müminlerin dua ve yakarışlarına değinilmiş, burada da inkâr edenlerin durumu ve karşılaşacakları azabın ne kadar şiddetli olacağı açıklanmıştır.
“İnkâr edenler” ifadesi hakkında değişik açıklamalar yapılmış ve bununla, sûrenin nüzûl sebebine değinilirken zikri geçen Necran heyetinin kastedildiği de ileri sürülmüştür (Şevkânî, I, 356). Siyer kaynaklarında bu heyetin üyesi Ebû Hârise’nin kardeşine şöyle dediği nakledilir: Ben kesinlikle biliyorum ki o (Hz. Muhammed) gerçekten Allah’ın peygamberidir. Fakat bunu açıklarsam Bizans yetkilileri bana verdikleri mal ve mevkii geri alırlar (bk. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, II, 223). Âyetin inişine vesile olan bir olay bulunsa bile, mal ve evlâtlarının inkârcıları âhiret azabından kurtaramayacağı anlamının genel olduğu kuşkusuzdur.
Burada psikolojik tahlile dayalı bir uyarının bulunduğu görülmektedir. Şöyle ki: Mal ve çocuklar, insanoğlunun daraldığında destek almak için genellikle başvurduğu dayanaklar olup bunlar insandaki güvence arama arzusunu ve fikrini temsil etmektedir. Sigorta ve sosyal güvenlik kurumlarının oluşturulması ve bununla da yetinmeyip reasürans (sigortanın sigorta edilmesi) usulüne başvurulması, şirketlerde ve bütçelerde ihtiyat akçesi (yedek fon) ayrılması, borç ilişkilerinde kişisel veya malî teminat (kefalet veya –değişik şekilleriyle– rehin) istenmesi, yargılama hukukunda üst mahkeme denetiminin, hatta insan hakları ihlâlleri karşısında milletlerarası düzeyde organların devreye sokulması, elektrikle çalışan sistemlerde otomatik şarteller konması, bilgisayar teknolojisiyle yapılan çalışmalarda o ana kadar ortaya konan emeğin zayi olmasını engelleyecek yöntemler geliştirilmesi gibi çağdaş olanları da dahil olmak üzere alınan önlemler hep insanoğlunun ya sahip olduğu imkânları ve değerleri koruma veya karşılaşabileceği tehlikeleri yahut zararlarını önleme veya azaltma uğruna değil midir? Burada ve yakın içerikteki birçok âyette (meselâ bk. En‘âm 6/94; Kehf 18/46; Meryem 19/80; Şuarâ 26/89), dünya hayatında kişiye güvence sağlayabilen hiçbir yolun kıyamet gününde bir yarar sağlayamayacağı, herkesin tek başına yaptıklarının hesabını vermek durumunda kalacağı, sadece iman dolu bir kalp ve sâlih amellerle Allah’ın huzuruna gelmiş olmanın bir değer ifade edeceği belirtilmiştir.
Âyet-i kerîme, inkârcıların karşılaşacakları cezanın ağırlığını da ince bir üslûpla tasvir etmektedir. Zira cezalandırma kişinin eziyet görmesini sağlamaktan ibaret değildir. Gerçekte en ağır ceza, bir taraftan kişinin yararlanageldiği imkânlardan yoksun bırakılması, diğer taraftan da acılara mâruz bırakılmasıdır. İşte âyette inkârcıların hem dünya hayatındaki mutluluklarını âhirete taşıyamayacakları hem de çok çetin bir azaba çarptırılacakları belirtilerek uğrayacakları cezanın ağırlık derecesi ortaya konmuş olmaktadır. Azabın şiddeti ise, onların “yanacakları” şeklinde değil “cehennem ateşinin yakıtını teşkil edecekleri” şeklinde ifade edilerek açıklanmıştır (Râzî, VII, 184-185).
Küfür ve kâfir kavramlarının geniş anlamı esas alınırsa âyetteki “inkâr edenler” ifadesiyle gerek müşriklerin gerekse Ehl-i kitap’tan olan inkârcıların kastedildiği söylenebilir. Bununla birlikte bazı müfessirlere göre Kur’an’daki genel kullanım ışığında bu ifadeden maksat müşriklerdir. Diğer bir yoruma göre ise, müteakip âyette Firavun’un durumu örnek gösterildiğine göre burada yahudi olan Kurayza ve Nadîr kabileleriyle hıristiyan Necranlılar kastedilmiş olmalıdır. Çünkü Araplar nezdinde Âd ve Semûd kavimlerinin haberleri, yahudi ve hıristiyan muhitinde ise Firavun’un başına gelenler daha yaygın olarak bilinmekteydi. Bu yorumu destekleyen diğer bir delil de, hıristiyanların bazı telakkilerinin yanlışlığını ortaya koymanın bu sûrenin başlıca hedeflerinden birini teşkil etmesidir (İbn Âşûr, III, 172).
Âyetin “... Allah katında onlara hiçbir yarar sağlamayacaktır” şeklinde tercüme edilen kısmına “... Allah’ın azabına karşı hiçbir yarar sağlamayacaktır” anlamı da verilmiştir.