Nisa Süresi Meal Ve Tefsiri 127-139

#1 von Kurban , 13.06.2024 04:32

Nisa Süresi Meal Ve Tefsiri 127-139

وَيَسْتَفْتُونَكَ فِي النِّسَٓاءِۜ قُلِ اللّٰهُ يُفْت۪يكُمْ ف۪يهِنَّۙ وَمَا يُتْلٰى عَلَيْكُمْ فِي الْكِتَابِ ف۪ي يَتَامَى النِّسَٓاءِ الّٰت۪ي لَا تُؤْتُونَهُنَّ مَا كُتِبَ لَهُنَّ وَتَرْغَبُونَ اَنْ تَنْكِحُوهُنَّ وَالْمُسْتَضْعَف۪ينَ مِنَ الْوِلْدَانِۙ وَاَنْ تَقُومُوا لِلْيَتَامٰى بِالْقِسْطِۜ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِه۪ عَل۪يمًا ﴿١٢٧﴾
Meal 127: Kadınlar hakkındaki dinî hükümleri açıklamanı istiyorlar. De ki: “Allah, onlar hakkındaki hükmünü açıklıyor: Kitapta size okunan âyetler; kendilerine verilmesi gereken miras, mehir gibi şeyleri vermediğiniz, üstelik güzel ve zenginse nikâhlamak istediğiniz, miraslarını kaybetmemek için başkalarıyla nikâhlamak istemediğiniz yetim kızlar, çaresiz kalmış çocuklar hakkında ve yetimlere karşı adâleti yerine getirmeniz hususunda gerekli hükmü vermektedir. İyilik olarak her ne yaparsanız, mutlaka Allah onu bilmektedir.”
Tefsir:Câhiliye devrinde bir adam, himâyesinde bulunan yetim kız güzel ve varlıklı ise onunla evlenir böylelikle malını yerdi. Kız çirkinse, kendisi evlenmediği gibi onun başkalarıyla evlenmesine de mâni olur, nihâyet o kız ölünce mirasına sahip çıkardı. Ayrıca o devirde kadınlara ve çocuklara mirastan hiç pay vermezlerdi. (bk. Buhârî, Tefsir 4/23; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 50) Bu gibi âyetlerin inmesiyle bu tür çirkin muameleler yasaklanmış oldu.
Yetim kızlar ve onların malları hakkında yine bu sûrenin ilk âyetlerinde şu ilâhî ikazlar yer almaktadır:
“Yetimlere mallarını verin. Helâli haram olanla değiştirmeyin; onların mallarını kendi malınıza katarak yemeyin. Çünkü böyle yapmanız, gerçekten çok büyük bir günahtır.” (Nisâ 4/2)
“…Büyüyecekler de mallarını elimizden alacaklar diye o malları İsrâf ile ve tez elden yiyip tüketmeyin.” (Nisâ 4/6)
Rivayete göre Hz. Ömer, kendisine yetim bir kızın velisi geldiğinde bakar, eğer o yetim güzel ve zengin ise:
“- Onu senden başka biriyle evlendir, ona senden daha hayırlı birini bul” derdi. Eğer yetim çirkin ve fakir ise:
“- Onu kendine nikahla, çünkü ona bakmaya ve iyi davranmaya herkesten çok sen layıksın” derdi (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 275).
Âyette geçen “çaresiz çocuklar”dan maksat, kendisini koruyacak yakınlarını kaybetmiş, merhametsiz kimselerin eline düşmüş ve hakkını korumaktan aciz erkek çocuklardır. Bunların da haklarının korunması, ellerinden tutulması ve ihtiyaçlarının karşılanması müslümanların yerine getirmesi gereken mühim bir dinî vecibedir. Bu tür ictimâî hizmetleri ifaya teşvik bakımından Hâtemü’l-Esam’ın şu sözü ne kadar mânidardır:
“Üç şey vardır ki, onlar olmadan üç şey iddia eden yalancı mevkiine düşer:
› Malını Allah yolunda harcamadan cenneti sevdiğini iddia eden,
› Haramlardan sakınmadan Allah’ı sevdiğini iddia eden,
› Fakirleri sevmeden Peygamber Efendimiz’i sevdiğini iddia eden yalancıdır.”
Nisâ sûresi 34. âyette evlilik hayatında kadının sebep olduğu “nuşûz”dan, 35. ayette de kadın veya kocanın istememesi sebebiyle ortaya çıkan boşanma tehlikesinden bahsedilmişti. Gelen âyette ise kocanın “nuşûz”undan neş’et eden aile problemleri üzerinde durulmaktadır:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

وَاِنِ امْرَاَةٌ خَافَتْ مِنْ بَعْلِهَا نُشُوزًا اَوْ اِعْرَاضًا فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَٓا اَنْ يُصْلِحَا بَيْنَهُمَا صُلْحًاۜ وَالصُّلْحُ خَيْرٌۜ وَاُحْضِرَتِ الْاَنْفُسُ الشُّحَّۜ وَاِنْ تُحْسِنُوا وَتَتَّقُوا فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرًا ﴿١٢٨﴾
Meal 128: Eğer bir kadın kocasının serkeşliğinden, geçimsizliğinden ve büsbütün kendisinden yüz çevirip uzaklaşmasından korkarsa, o takdirde anlaşarak aralarını düzeltmelerinde ikisine de bir günah yoktur. Karşılıklı anlaşmak, elbette en iyi yoldur. Şu bir gerçek ki nefisler, bencil ve menfaatlerine düşkün olarak yaratılmışlardır. Bu bakımdan ey kocalar, siz eşlerinize güzel davranır ve onlara haksızlık etmekten sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptığınız her şeyden haberdârdır.
Tefsir: اَلنُّشُوزُ (nuşûz) kelimesi sözlük olarak “yüksek yer, yüksek yere çıkmak, bulunduğu yerden ayrılmak” gibi mânalara gelir. Hanımın nüşûzü “kocasından nefret etmesi, baş kaldırması, ona itaat etmeyi kendine yedirememesi, başkasına göz koyması” gibi durumlardır. Kocanın nüşûzünden maksat ise “nefret, uzaklaşma, normal evlilik ilişkile­rini aksatma, söz ve fiille incitme, sert davranma, kötü muamele etme” gibi durumlardır. İki ta­raftan veya taraflardan birinden kaynaklanan böyle bir duygu veya davranış sebebiyle ai­le hayatının devamı tehlikeye düşmekte, evlilik bağının kopması ihtimali ortaya çıkmaktadır.
Kocasının serkeşliği, geçimsizliği, kötü muamelesi ve yüz çevirmesi sebebiyle zor durumda kalan bir kadın, aslında hâkime müracaat etmek suretiyle boşanma talebinde bulunabilir. Fakat âyet-i kerîme hemen boşanmayı değil, aileyi dağılmaktan kurtarmak için alınacak tedbirler üzerinde durmaktadır. O da iki tarafın, hususiyle de kadının bir kısım fedakârlıklar yaparak aralarında anlaşmaya varmalarıdır. Çünkü barışmak ve anlaşmak, evliliğin devamı, aile hayatının bekâsı ve çocukların fazla zarar görmeden sıhhatli bir şekilde yetiştirilmeleri açısından büyük bir ehemmiyet arzetmektedir. Şu hâdise, hangi şartlar altında olursa olsun eşlerin bir şekilde anlaşarak aralarında mutlaka barış ve huzuru temine gayret göstermeleri gerektiğine ne güzel bir misaldir:
İmran b. Hattan el-Haricî, insanların en çirkinlerinden biri idi. Hanımı ise son derece güzeldi. Hanımı bir gün ona baktı ve: “Elhamdülillah” dedi. Bunun üzerine kocası, “Ne oldu?” diye sorunca da: “Hem ben, hem de sen cennetliklerden olduğumuz için, Allah’a hamdettim. Çünkü sana, benim gibi güzel bir kadın nasip oldu, sen de şükrettin. Bana da senin gibi bir adam nasip oldu, ben de sabrettim. Şüphe yok ki Allah hem şükreden kullarına, hem de sabreden kullarına cennetini vaadetmiştir” dedi. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 276)
Âyette insan tabiatının ayrılmaz ve derin bir özelliğine dikkat çekilmektedir. O da onun mal-mülk edinme sevdası ve menfaatine karşı aşırı düşkünlüğüdür. Bu özellik hem kadında hem de erkekte vardır. Her ikisi de kendi tutkularını gerçekleştirmek ve lehlerine olanı elde etmek isterler. Dolayısıyla kocası tarafından kötü muameleye maruz kalan bir kadın, ona bir takım menfaatler sağlamak, mehir, nafaka ve benzeri özel haklarından vazgeçmek suretiyle onun sert ve incitici davranışlarını engelleyerek kendisine karşı iyi davranmasını sağlayabilir. Fakat bundan daha güzeli, Allah’ın her şeyden haberdar olduğu inancıyla, O’nun azabından korkup rahmetini umarak kocaların eşlerine iyi davranması ve evlilik hayatını zedeleyecek her türlü kötü muameleden vazgeçmesidir.
Nisâ sûresinin 3. âyetinde eşler arasında adâleti sağlamaktan korkulduğu takdirde tek kadınla yetinilmesi tavsiye edilmişti. Şimdi tekrar çok evlilik ve eşler arasında adâleti sağlama konusuna temas edilerek şöyle buyruluyor:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
وَلَنْ تَسْتَط۪يعُٓوا اَنْ تَعْدِلُوا بَيْنَ النِّسَٓاءِ وَلَوْ حَرَصْتُمْ فَلَا تَم۪يلُوا كُلَّ الْمَيْلِ فَتَذَرُوهَا كَالْمُعَلَّقَةِۜ وَاِنْ تُصْلِحُوا وَتَتَّقُوا فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ غَفُورًا رَح۪يمًا ﴿١٢٩﴾
Meal 129: Ne kadar isteseniz de eşleriniz arasında adâleti sağlamaya güç yetiremezsiniz. Hiç olmasa birine büsbütün meyledip, diğerini ne kocalı ne de kocasız bir halde askıda bırakmayın. Eğer yanlış davranışlarınızı düzeltir ve birbirinize haksızlık etmekten sakınırsanız, şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır ve engin merhamet sahibidir.
وَاِنْ يَتَفَرَّقَا يُغْنِ اللّٰهُ كُلًّا مِنْ سَعَتِه۪ۜ وَكَانَ اللّٰهُ وَاسِعًا حَك۪يمًا ﴿١٣٠﴾
Meal 130: Eğer karı-koca boşanıp birbirinden ayrılacak olurlarsa, sınırsız lutuf ve keremiyle Allah, onlardan her birinin ihtiyacını giderir. Çünkü Allah’ın hazînesi geniştir, O’nun her işi ve hükmü hikmetli ve sağlamdır.
Tefsir:129. âyette ne kadar çalışılsa çalışılsın eşler arasında tam olarak adâleti sağlamanın mümkün olmadığı bildirilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm, çok evliliği yasaklamadığına göre her iki âyette bahsedilen “adâlet”e farklı mânalar vermek gerekir. Anlaşılan o ki, kadınlar hakkında iki çeşit adâletten söz etmek mümkündür:
Birincisi; nafaka yani yiyecek, içecek, giyecek ve barınma ihtiyaçları ile gece birlikte kalma gibi hukukta adâlet ve eşitliktir. Bunlar insanın güç yetirebileceği; istek ve iradesine bağlı olan işlerdir. Yerine getirilmesi emredilen adâlet de budur. Sakınılması gereken adâletsizlik ise birine bütünüyle meyledip diğerini hanımlık muamelesinden tamamen mahrum etmek, büsbütün terk ve ihmal edilmiş gibi bırakarak eziyet etmektir.
İkincisi; gönül ilişkisi, sevgi ve bağlılıkta adâlet ve eşitliktir ki, bu insanın güç ve iktidarının dışındadır. Âyet-i kerîmede bu gerçeğe temas edilerek, erkekler bu hususta mazur görülmekte, bir bakıma işin böyle bir derûnî ciheti olduğu göz ardı edilmeksizin, buna rağmen luzûmu hâlinde çok evliliğe ışık yakılmaktadır. Ancak birden çok evlilik yapan erkeğin, gönül ilişkilerini bir tarafa bırakırsak, hususiyle maddî konularda, iradeye bağlı ve ölçülebilir hak ve menfaatlerde hanımların hepsine adâletle muamele etmesi, birine teveccüh gösterip diğerini ne kocalı ne kocasız sayılabilecek şekilde askıda bırakmaması istenmektedir.
Allah Resûlü (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “İki hanımı olup da birine büsbütün meyleden ve diğerini ihmal eden kimse kıyamet gününde bir tarafı eğik olarak gelir.” (Ebû Dâvûd, Nikah 38; Tirmizî, Nikah 42)
Zaruri sebepler yüzünden hanımlar arasında adâletsiz bir uygulama söz konusu olduğunda hemen aralarını düzelttiğiniz, bozulan tarafları tamir edip iyileştirdiğiniz, bundan böyle de yanlış meyillerden sakındığınız takdirde, Cenâb-ı Hak çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olduğundan, geçmişte yaptıklarınızı affedecek ve sizi rahmetiyle bu hususta başarıya eriştirecektir. Ancak eşler arasında bir sıkıntı olduğunda ıslah için tavsiye edilen bu çare yolarına başvurmanın her seferinde mutlaka müspet bir netice vermesi mümkün olmayabilir. Dolayısıyla yapılan girişimler sonuçsuz kalır, herhangi bir yolla eşler arasında barış ve anlaşma sağlanamaz, her ikisi de kendi istekleriyle birbirlerinden ayrılırlarsa, Allah Teâlâ kendi kudret, kuvvet ve zenginliği ile her birine ikramda bulunur, ihtiyaçlarını karşılar ve birini diğerine muhtaç etmez. Çünkü Allah’ın ilmi, kudreti ve rahmeti sonsuz geniştir; hazineleri bitip tükenmez. O’nun her hükmü ve işi sağlam ve hikmetlidir. Dolayısıyla Allah’ı iyi tanımalı, her türlü hal ve harekette O’na karşı gelmekten sakınılmalıdır. Zâten takvâ, bütün insanlardan istenilen açık bir ilâhî emirdir:
وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَلَقَدْ وَصَّيْنَا الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَاِيَّاكُمْ اَنِ اتَّقُوا اللّٰهَۜ وَاِنْ تَكْفُرُوا فَاِنَّ لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَنِيًّا حَم۪يدًا ﴿١٣١﴾
Meal 131: Göklerde olan ve yerde olan herşey Allah’ındır. Yemin olsun ki biz, sizden önce kendilerine kitap verilenlere de size de Allah’tan korkup sakınmanızı emrettik. Eğer inkâra sapıp nankörlük ederseniz bunun Allah’a hiçbir zararı olmaz. Çünkü göklerde olan ve yerde olan her şey Allah’ındır. Allah, hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir; her türlü övgü O’na âittir.
وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَك۪يلًا ﴿١٣٢﴾
Meal 132: Evet, göklerde ne var, yerde varsa hepsi Allah’ındır. Vekîl olarak Allah yeter.
اِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ اَيُّهَا النَّاسُ وَيَأْتِ بِاٰخَر۪ينَۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٰى ذٰلِكَ قَد۪يرًا ﴿١٣٣﴾
Meal 133: Ey insanlar! Allah dilerse sizi yok eder, yerinize başkalarını getirir. Bunu yapmaya Allah’ın kudreti elbette yeter.
مَنْ كَانَ يُر۪يدُ ثَوَابَ الدُّنْيَا فَعِنْدَ اللّٰهِ ثَوَابُ الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۜ وَكَانَ اللّٰهُ سَم۪يعًا بَص۪يرًا۟ ﴿١٣٤﴾
Meal 134: Kim dünya nimet ve mutluluğunu istiyorsa, şunu bilsin ki, dünyanın da âhiretin de nimet ve mutluluğu Allah katındadır. Allah, her şeyi hakkıyla işiten ve kemâliyle görendir.
Tefsir:Müslümanları kadınlara ve yetimlere karşı merhametli, şefkatli ve adâletli olmaya teşvik etmek için Allah Teâlâ, anlatılan konunun neticesi sayılabilecek bu âyetlerde kısa fakat son derece tesirli bir tavsiyede bulunarak şu hususları yeniden hatırlatmaktadır:
Birincisi; Allah önceki Ehl-i kitaba ve onlardan sonra gelen bütün mü’minlere, hatta tüm insanlara her türlü işlerini yaparken kalplerinde Allah korkusu olmasını, O’nun azabından ve sevgisini kaybetmekten sakınmalarını emretmiştir. Bu emir, Allah için değil, şüphesiz insanların iyiliği içindir. Eğer bu emirlere uygun davranırlarsa, doğacak netice onların iyiliğine olacaktır. Eğer uymazlarsa, Allah’a hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Zira kâinatın yaratıcısı ve hakimi olan Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir. Allah’ın emirlerini uygulamadıkları takdirde, ilâhî emirlere bigâne kalan ve isyankâr bir tutum içine giren o topluluğu yok edip devreden çıkarır ve yerlerine başka bir topluluk getirir. Allah buna elbette hakkiyle güç yetirecek bir kudrete sahiptir. Ayrıca bazı grupların helak edilip ortadan kaldırılması, Allah’ın mülkünün büyüklüğünden hiçbir şey eksiltmez.
İkincisi; Allah hem dünyanın fâni hem de âhiretin bâkî tüm nimet, fayda ve mükâfatlarının yegâne sahibidir. Bunlardan kâbiliyet, istidat, gayret ve cesaretleri ölçüsünde seçim yapmak insanlara düşmektedir. Eğer insanlar bu dünyanın geçici nimetlerini isterlerse, hatta âhiretin ebedi saadetini bunlara feda ederlerse, Allah onlardan dilediğine istediği kadar dünyalık nasip eder. Fakat onlar için âhirette bir nasip olmayacaktır. (bk. Bakara 2/200; İsrâ 17/18) Böyle davrananlar, kendi akılsızlıkları ve basîretsizlikleri yüzünden Allah’ın lutuf deryasından sadece bir damlayı seçtiklerini unutmamalıdırlar. O halde onların, hem bu dünyanın hem de âhiretin sonsuz nimetlerine kavuşmalarını sağlayacak olan, iman ve itaat yolunu tercih etmeleri şüphesiz daha hayırlı olacaktır. Bu tavsiyelerin, “Allah, her şeyi hakkiyle işiten ve kemâliyle görendir” (Nisâ 4/134) ifadesiyle bitirilmesi çok mânidârdır. Allah hakkiyle işiten ve kemâliyle gören bir Zât olduğu için rahmet ve lütfunu kimlere nasıl taksim edeceği hususunda en ince ayrıntıları hesaplama kudretine sahiptir. Şüphesiz O, her şeyi bilmektedir, herkesin niyet ve gayretlerinden haberdardır. O halde, Allah’a âsi olan kimse, O’nun mü’min, müttakî ve itaatkâr kullarına tahsis ettiği nimet ve lutuftan pay beklememelidir. Bu ebedî sermayeden pay almak isteyenler de, gelen âyetlerde beyân edildiği şekilde kâmil bir imanla birlikte hak ve adâlet ölçülerine azami dikkat göstermelidir:
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَٓاءَ لِلّٰهِ وَلَوْ عَلٰٓى اَنْفُسِكُمْ اَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَب۪ينَۚ اِنْ يَكُنْ غَنِيًّا اَوْ فَق۪يرًا فَاللّٰهُ اَوْلٰى بِهِمَا فَلَا تَتَّبِعُوا الْهَوٰٓى اَنْ تَعْدِلُواۚ وَاِنْ تَلْوُٓ۫ا اَوْ تُعْرِضُوا فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرًا ﴿١٣٥﴾
Meal 135: Ey iman edenler! Kendinizin, ana-babanızın ve yakın akrabanızın aleyhinde bile olsa, Allah için doğru dürüst şâhidlik yaparak, adâleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun! Hakkında şâhidlik yaptığınız kimse zengin de olsa fakir de olsa böyle davranın. Çünkü Allah, ikisine de sizden daha yakındır, hâllerini daha iyi bilir. Şu hâlde, sakın âdil davranmaktan yüz çevirip nefsin arzularına uymayın. Eğer dilinizi eğip büker, gerçeği olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün ondan yüz çevirirseniz, başınıza geleceği siz düşünün! Zira Allah, yaptığınız her şeyden hakkıyla haberdârdır.
Tefsir::Önceki âyetlerde yetimlere ve kadınlara adâletle davranmak emredilmişti. Şimdi ise bütün hususlarda âdil davranılması, adâletin hayatın her safhasına yaygınlaştırılması ve bunun bir îcâbı olan doğru şâhitlik emredilmektedir. اَلْقَوَّامُونَ (kavvâmûn) kelimesinin mübâlağa sîgasında gelmesi, adâletin ne kadar ehemmiyetli olduğunu göstermektedir. Böylece “Adâleti ayakta tutmakta devamlı olun, haksızlığa hiç yaklaşmayın, hiçbir zaman ve hiçbir durumda adâleti zedelemeyin!” denilmektedir.
Âyet-i kerîme, muhâkemenin iki aslî unsuru olan hüküm verme ve şâhitliği bir araya getirmiştir. Hâkimlerin âdil ve müstakim olması, şâhitlerin de Allah için hakkı müdâfaa etmesi ve güzel ahlâklarıyla insanlara örnek şahsiyetler hâline gelmesini arzu edilmektedir.
Bir ism-i şerifi de Adl olan Cenâb-ı Hak katında adâlet öyle ehemmiyetlidir ki, kişi kendi aleyhine bile olsa Allah için doğru şâhitlik yapmalıdır. Üzerinde başkalarının hakkı varsa ikrar ve itiraf etmelidir. Aynı şekilde, anne-babası ve akrabaları aleyhine de olsa âdil hüküm ve doğru şâhitlikten kaçınmamalıdır. Diğer taraftan, kişinin üçüncü şahıs aleyhine yapacağı şâhitlik, kendisinin ve akrabalarının herhangi bir zarara uğramasına sebep olacaksa bile yine dosdoğru şâhitlik yapmalıdır.
Hüküm ve şâhitlik esnâsında kişilerin zenginlik ve fakirlik durumları kesinlikle dikkate alınmamalıdır. Zengine yaranmak veya fakire merhamet etmek için hak ve adâletten ayrılmak doğru değildir. Allah zengine de fakire de herkesten daha yakındır, onları insanlardan daha iyi koruyup gözetir. Adâlet onlara zarar verecek olsaydı Allah ona göre hüküm indirirdi. Adâlet, zenginliğe veya fakirliğe göre belirlenecek bir konu değildir. O ancak hakka ve doğruluğa göre belirlenir. Zenginlik ve fakirliğin hikmetleri ise başkadır. Bunlar,kulluk imtihanının bir gereğidir. Bu sebeple doğru şâhitlik ve adâletle muamele etme konusunda Allah zengin ile fakir arasında herhangi bir fark gözetmemiştir. O halde nefsin arzularına uymayıp, ilâhî murakabe altında bulunduğumuz şuuruyla adil davranmak icap etmektedir. Adâletle hükmetme ve şâhitlik husûsunda dili eğip bükmemeli, bir tarafa meyletmemeli, yanlış yaparım korkusuyla bunlardan büsbütün yüz de çevirmemeli, adâletin yerini bulmasına ve insanların doğru şâhitlik yapmalarına da mâni olunmamalıdır. Çünkü Allah, şâhitliği doğru veya eğri yapanları da, ondan kaçanları da hem görür hem de bilir. Doğrulara mükâfatlarını verirken, yalancıları şiddetle cezalandırır.
Adâleti ikâme ve doğru şâhitlik hususunda Resûlullah (s.a.v.) şöyle ikaz buyurmaktadır:
“Sizler bana muhâkeme olmak üzere geliyorsunuz. Belki biriniz, delilini getirmekte diğerinden daha becerikli olabilir ve merâmını daha iyi anlatabilir. Ben de dinlediğime göre o kimsenin lehinde hüküm veririm. Şunu bilin ki kimin lehine kardeşinin hakkını alıp hüküm vermişsem, ona cehennemden bir pay ayırmış olurum.” (Buhârî, Şehâdât 27; Müslim, Akdiye 4)
Başka bir hadiste de şöyle buyrulur:
“Kim ırzı çiğnenmek ve mahremiyeti lekelenmek üzere olan bir müslümana yardım etmeyip yüzüstü bırakırsa, Allah Teâlâ da onu, yardımını beklediği yerde yüzüstü bırakır. Kim de ırzı çiğnenmek ve mahremiyeti lekelenmek üzere olan bir müslüman kardeşine yardım ederse, Allah da ona, yardımını beklediği yerde yardım eder.” (Ebû Dâvûd, Edeb 36)
Adâlet ve doğru şâhitlik gibi Allah Teâlâ’nın tüm emirlerini yerli yerince ve zamanında îfa edebilmek için devamlı surette sağlam bir iman ve istikâmet üzere bulunmak şarttır:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَالْكِتَابِ الَّذ۪ي نَزَّلَ عَلٰى رَسُولِه۪ وَالْكِتَابِ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ مِنْ قَبْلُۜ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا بَع۪يدًا ﴿١٣٦﴾
Meal 136: Ey iman edenler! Allah’a, Rasûlü’ne, Rasûlü’ne indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaplara imanda sebât edin! Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhireti inkâr ederse, koyu bir sapıklığa sapmış, haktan tamâmen uzaklaşmış olur.
Tefsir:Rivayet edildiğine göre yahudi âlimlerden bir topluluk, Peygamber Efendimiz’e gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü! Biz sana, kitabına, Mûsâ’ya, Tevrat’a ve Üzeyr’e iman ediyoruz ve bunlardan başka kitapları ve peygamberleri tanımıyoruz” demişlerdi. Allah Resûlü (s.a.s.) de: “Hayır, Allah’a, bütün peygamberlerine, Muhammed’e ve kitabı Kur’an’a ve ondan önceki kitaplara iman ediniz” buyurdu. “Yapmayız” dediklerinde bu âyet nâzil oldu ve hepsi iman ettiler. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 60)
Âyet-i kerîme iman etmek isteyen kim­selerin, nelere ve nasıl inanmaları gerektiğini bildirmek­tedir. Buna göre son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) gönderildikten ve ona Kur’ân-ı Kerîm indirildikten sonra yeryüzünde yaşayan ve iman etmek isteyen kimseler Allah’a, meleklere, Kur’ân-ı Kerîm’e ve ondan önce gönderilen kitaplara, son peygam­ber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e, ondan önce gönderilen bütün peygamberlere ve âhiret gününe iman etmek mecburiyetindedirler. Bunlardan birine bile inanmayan kimsenin imanı geçerli değildir, bunlardan birini bile inkâr eden kimse ge­çerli ve kurtarıcı imana kavuşamamış, dolayısıyla hak dinden sapmış ve yolunu bulamayacak derecede şaşırmış sayılır. Böylelerini bekleyen âkıbet, dünyada alçaklık, âhirette ise elim bir azaptır:
اِنَّ الَّذٖينَ اٰمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا ثُمَّ اٰمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا ثُمَّ ازْدَادُوا كُفْراً لَمْ يَكُنِ اللّٰهُ لِيَغْفِرَ لَهُمْ وَلَا لِيَهْدِيَهُمْ سَبٖيلاًؕ ﴿١٣٧﴾
Meal (Kur'an Yolu)
﴾137﴿ İman edip sonra inkâr edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak ne de onları doğru yola iletecektir.
Tefsir (Kur'an Yolu)
İslâm tarihinin ilk döneminde iman ile inkâr arasında gidip gelenler, bunu kötü maksatla yapanlar veya iman henüz yeterince kafalarına ve gönüllerine yerleşmemiş bulunduğu için böyle hareket edenler olduğu gibi tarihin başka devirlerinde de benzeri durumlara rastlanmıştır. Önemli ve muteber olan son durumdur; insanlar sonunda imana karar verir, bunda sebat ederlerse kurtulurlar, daha önceki inkârları da bağışlanır. Çünkü “Müslüman olmak, geçmişi siler” (Müsned, IV, 199). Sonu inkâr olan ve bu halde ölenler (inkârlarını arttıranlar) bağışlanmazlar, inkârcıların doğru yolda oldukları da iddia edilemez. İnkâr ile –iman bakımından– doğru yolda olmak çelişkilidir, ikisi bir arada bulunamaz.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 161
بَشِّرِ الْمُنَافِقٖينَ بِاَنَّ لَهُمْ عَذَاباً اَلٖيماًۙ ﴿١٣٨﴾
﴾138﴿ Münafıklara haber ver ki, onlar için acı bir azap vardır!
اَلَّذٖينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِرٖينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنٖينَؕ اَيَبْتَغُونَ عِنْدَهُمُ الْعِزَّةَ فَاِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ جَمٖيعاًؕ ﴿١٣٩﴾
Meal (Kur'an Yolu)
﴾139﴿ Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah’a aittir.
Tefsir:Daha önce iman ve küfür kavramları üzerinde durulmuş, muteber bir imanın şartları açıklanmıştı. Buradaki on âyette ise açık ve gizli kâfirlere karşı Allah’ın muamelesiyle müminlerin karşılıklı ilişkilerde uyacakları ilkeler ve kurallar ortaya konmaktadır.
Münafığın “ikiyüzlü, inananların arasında onlardan gözüken kimse” mânasına geldiği bilinmektedir. Âyette münafıkların acı âkıbeti haber verildikten sonra iki özelliklerinden daha söz ediliyor: Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmek, güçlü ve şerefli olabilmek için onların himayesine sığınmak, beraberliklerini tercih etmek. Bu iki niteliğin özellikle zikredilmesinde müminler için bir işaret sezinlememek mümkün değildir. Müminlerin asıl güvenecekleri, dayanacakları, kader birliği yapacakları kimseler iman kardeşleridir. Başka din ve ideoloji mensuplarına bu ölçüde güvenmek doğru değildir. Eşyanın tabiatına göre onlara bel bağlamak risklidir. Bunun da ötesinde “mümini bırakıp kâfiri dost ve veli edinen” kimsenin imanında, müminlerle ilişkilerinde bir ârıza bulunması, imanının nifaka yakın olması ihtimali vardır. Aynı şekilde güçlü ve saygın olmak için müminleri bırakıp kâfirlere sarılan, onların himayelerine sığınan kimselerde de aşağılık duygusu, özgüven eksikliği ve iman zayıflığı bulunması ihtimali kuvvetlidir. Mutlak güç ve üstünlük Allah’a aittir. Başka hiçbir kimse Allah’a dayanan ve güvenen mümin kadar güçlü ve şerefli olamaz. Müminler de Allah’a güvendikleri, O’na sığındıkları, şerefi ve saygınlığı O’na kul olmakta aradıkları ve buldukları için mânevî bakımdan güçlü ve şereflidirler. Maddî bakımdan da güçlü olmamaları için bir sebep yoktur. Buna rağmen onları bırakıp kâfirlerle beraber olmakta şeref ve güç arayanların imanlarında zaaf, kendilerinde münafıklıktan bir iz bulunduğu anlaşılmaktadır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 164-165

 
Kurban
Beiträge: 1.051
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010

zuletzt bearbeitet 20.06.2024 | Top

   

Nisa Süresi Meal Ve Tefsiri 140-161
Nisa Süresi meal Ve Tefsiri 117-126

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz