Nisa Süresi Meal Ve Tefsiri 75-87

#1 von Kurban , 30.05.2024 04:03

Nisa Süresi Meal Ve Tefsiri 75-87

وَمَا لَكُمْ لَا تُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَالْمُسْتَضْعَف۪ينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَٓاءِ وَالْوِلْدَانِ الَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اَخْرِجْنَا مِنْ هٰذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ اَهْلُهَاۚ وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّاۚ وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ نَص۪يرًاۜ ﴿٧٥﴾
Meal 75: Size ne oluyor ki, Allah yolunda, ayrıca, baskı altına alınıp çaresiz bırakılarak: “Rabbimiz! Ahâlisi zâlim olan şu memleketten bizi kurtar. Bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!” diye yalvarıp duran zavallı erkekler, kadınlar ve yavrular uğrunda savaşmıyorsunuz?
Tefsir:Fetih öncesinde Mekke’de, zayıflık, yaşlılık ve imkânsızlık gibi sebeplerle Medine’ye hicret edememiş, yahut Hudeybiye antlaşması gereğince hicret ettiği halde Mekkeli müşriklere iade edilmiş bazı müslümanlar bulunuyordu. Bunlar müşriklerin baskı ve zulümleri altında yaşıyorlar, bir kurtarıcı göndermesi için Allah’a yalvarıyorlardı. Bu âyette bu mazlumların yakarışlarına bir cevap bulunduğu gibi, her çağda savaşın esas gâyesine de işaret edilmektedir. Buna göre savaşın maksadı baskıyı ve zulmü ortadan kaldırmak, adâleti ve din hürriyetini temin etmektir.
Âyette “çocukların” zayıflarla beraber zikredilmesi, müşriklerin zulümlerinin çok fazla olduğunu, hatta babalarını zorlamak, onların yerine öfkelerini çocuklardan çıkarmak için küçük yavrulara ulaşacak kadar aşırıya gittiklerini gösterir.
Şu tarihî misâl, ezilip hor görülen ve ayaklar altında çiğnenen mazlum yığınların seslerine kulak verip onlara yardım etmenin, rahmânî sillelerden korunup ilâhî teminat altına girme bakımından önemine dikkat çeker:
Selçuklu Sultânı Alaaddin Keykubad, şehrin kalesini tamamladığında, Hz. Mevlânâ’nın babası Bahâeddin Veled’den teberrüken kaleyi görmesini ve kale hakkındaki fikrini beyân etmesini ricâ eder. Bahâeddin Veled Hazretleri, gidip yapılanları görür ve şöyle der:
“–Kaleniz, sel felâketlerini, düşman akınlarını önlemek için fevkalâde güzel ve kuvvetli görünüyor. Lâkin sen, idâren altındaki mazlumların, ezilen insanların beddua oklarına karşı hangi tedbiri aldın? Çünkü onların beddua okları, yalnız senin kalen gibi bir kaleyi değil, yüzbinlerce kale burcunu deler geçer ve dünyayı harâbeye çevirir. En iyisi sen, adâlet ve iyilikten kale burçları yap ve sâlihlerden, hayırlı dua askerleri teşkîl etmeye gayret et. Böylesi senin için surlardan daha emindir. Zira halkın ve dünyanın güven ve huzuru o dua askerleriyle sağlanır.”
Alah yolunda savşamanın nasıllığı ve şartlarına gelince:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۚ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ الطَّاغُوتِ فَقَاتِلُٓوا اَوْلِيَٓاءَ الشَّيْطَانِۚ اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَع۪يفًا۟ ﴿٧٦﴾
Karşılaştır 76: İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfirler ise şeytânî güçlerin yolunda savaşırlar. Öyleyse, ey mü’minler, haydi şeytanın taraftarlarıyla savaşın. Bilin ki, şeytanın hîlesi cidden zayıftır.
Tefsir:Allah yolunda savaşmak; adâlet ve hakkaniyet yolunda, göklerdeki kusursuz ilâhî nizamın benzerinin yeryüzünde de tesisi için savaşmak demektir. Allah yolunun düşmanları ise Allah’tan gayri taptıkları yalancı ilâhları, şeytanın izinde yürüyen önderleri yolunda savaşırlar.
Ahmed b. Sehl (r.h.) der ki: “Senin dört tane düşmanın vardır:
› Birincisi, dünyadır. Onun silahı, insanlara karışmak, hapishanesi ise uzlet yani halka karışmayıp inzivâya çekilmektir.
› İkincisi, şeytandır. Onun silahı tokluk, hapishânesi ise açlıktır.
› Üçüncüsü, nefistir. Onun silahı uyku, hapishânesi ise uyanıklıktır.
› Dördüncüsü, hevâdır. Onun silahı konuşmak, hapishânesi ise susmaktır.”
Şeytanın hîlesi, hakîkaten zayıftır. Çünkü Allah, her zaman dostlarına yardım eder. Bu yardım ise nefislerini tezkiye etmeleri, arıtıp yüceltmeleri, kalplerini dünyevî meşgalelerden arındırmaları ve sırlarını tevhid nuruyla doldurmaları sâyesinde ortaya çıkar. Çünkü şeytan zulmânî bir varlık olup nûrânî şeylerden kesin olarak kaçar.
Şeytanın hilelerine kanmadan Allah yolunda yiğitçe ve mertçe savaşabilmek için, ölüm gerçeğini anlamak ve onu En Yüce Sevgili’ye ulaşabilmenin yegâne yolu olarak görmek gerekir. Aksi takdirde ölüm korkusu, insanı savaş gibi ilâhî emirlere karşı gelmeye ve pek çok mânevî bereketlerden mahrum kalmaya sevk edebilir:
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ ق۪يلَ لَهُمْ كُفُّٓوا اَيْدِيَكُمْ وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَۚ فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ اِذَا فَر۪يقٌ مِنْهُمْ يَخْشَوْنَ النَّاسَ كَخَشْيَةِ اللّٰهِ اَوْ اَشَدَّ خَشْيَةًۚ وَقَالُوا رَبَّنَا لِمَ كَتَبْتَ عَلَيْنَا الْقِتَالَۚ لَوْلَٓا اَخَّرْتَنَٓا اِلٰٓى اَجَلٍ قَر۪يبٍۜ قُلْ مَتَاعُ الدُّنْيَا قَل۪يلٌۚ وَالْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِمَنِ اتَّقٰى وَلَا تُظْلَمُونَ فَت۪يلًا ﴿٧٧﴾
Meal 77: Ne zaman savaş izni verileceğini sorup durdukları bir zamanda kendilerine: “Şimdilik elinizi savaştan çekin, namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin” denilen kimseleri görmedin mi? Nihâyet üzerlerine savaş farz kılınınca içlerinden bir kısmının, Allah’tan korkar gibi, hatta daha da fazla insanlardan korkmaya başladığını ve: “Rabbimiz, bize savaşı niçin farz kıldın? Bize biraz daha mühlet verseydin olmaz mıydı?” dediklerini görürsün. Onlara de ki: “Dünyanın menfaati pek azdır ve kısa bir süre içindir. Âhiret ise, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için bütünüyle hayırdır ve size orada kıl kadar bile bir haksızlık yapılmaz.”
Tefsir:Mekke’deyken müşriklerin çeşitli zulüm ve işkencelerine maruz kalan müminler, onlara mukabele etmek, müşriklerle savaşmak istiyor, ancak bu izin onlara verilmiyordu. O dönemde zekât ve namazla nefislerin terbiye edilmesi gerekiyor, savaşmak için henüz şartların olgunlaşmadığı anlaşılıyordu. Hicretten sonra savaşmayı emreden ayetler inmeye başladığı zaman müslümanlardan bazılarıyla özellikle münafıklara bu emir ağır geldi, düşmanla savaşmaktan çekindiler, keşke biraz daha gecikseydi diye temenni ettiler. Bunun sebebi, savaşa gitmenin ölümle aynı şey olduğu şeklindeki yanlış zanlarıdır. Halbuki:
اَيْنَ مَا تَكُونُوا يُدْرِكْكُمُ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنْتُمْ ف۪ي بُرُوجٍ مُشَيَّدَةٍۜ وَاِنْ تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ يَقُولُوا هٰذِه۪ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۚ وَاِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُوا هٰذِه۪ مِنْ عِنْدِكَۜ قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۜ فَمَالِ‌ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ الْقَوْمِ لَا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَد۪يثًا ﴿٧٨﴾
Meal 78: Her nerede olursanız olun, isterse tahkim edilmiş sağlam ve yüksek kaleler içinde bulunun ölüm mutlaka gelip sizi yakalar. Onlar bir iyiliğe kavuşsalar: “Bu, Allah’tandır” derler. Başlarına bir kötülük gelince de “Bu, senin yüzündendir” derler. De ki: “Nimet de, belâ da hepsi Allah’tandır!” Fakat bu adamlara ne oluyor ki, bir türlü sözü anlamaya yanaşmıyorlar?
مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِۘ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَۜ وَاَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولًاۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يدًا ﴿٧٩﴾
Meal 79: Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Sana gelen her kötülük de nefsindendir. Rasûlüm! Seni bütün insanlara elçi olarak gönderdik. Buna şâhit olarak Allah yeter.
Tefsir:İnsanoğlu ölümden asla kaçamaz, ecel geldiği takdirde kişi isterse korunaklı kalelerde saklansın, ister göklere çıkıp yıldızlara otursun ölüm gelip onu bulur. Henüz eceli gelmeyen kişi ise cenk meydanlarının en ön saflarında çarpışıp dursa da daha görecek günleri vardır. Onun için ölüm korkusu sebebiyle vazifeden kaçılmaz, geçici dünya hayatının fani menfaatleri için ebedi saadetlerden uzak kalınmaz.
Rivayet edildiğine göre yahudilerle münafıklardan bazıları, Resûl-i Ekrem Efendimiz Medine’ye gelip tebliğe başladıktan sonraki günlerde, işleri iyi gidip rahat olduklarında “Bu Allah’tandır” diyorlar, işleri ters gittiğinde, sıkıntı çektiklerinde ise -haşa- “Bu, Muhammed’in yüzündendir” diyor ve Efendimiz (s.a.s.)’e uğursuzluk atfediyorlardı. Bu cümleden olmak üzere o sıralarda görülen bir kıtlığı Peygamberimize atfetmişler, “Biz böyle uğursuz bir adam görmedik, o geleli meyvalarımız az biter oldu, mallar pahalılandı” demişlerdi. (Kurtubî, el-Câmi‘, V, 284) Yahudiler daha önce de benzer sözleri Hz. Mûsâ’ya söylemişlerdi. (bk. A‘râf 7/131) Halbuki her türlü hayır ve şer Allah’ın takdiri ve yaratmasıyla meydana gelir. O’nun izni, müdahalesi ve yaratması olmaksızın hiçbir şey gerçekleşemez.
Ancak 79. âyette hayır ve iyiliğin Allah’tan, kötülüğün ise insandan olduğu beyân edilir. Cenâb-ı Hak önce takdir etme ve vücuda getirme bakımlarından iyi-kötü her şeyi kendi Zatı’na izafe buyurur. Hemen arkasından ise, bu ifadeden bazılarının hiçbir şeyden mesul olmadıkları mânasını çıkarmamaları, kesbi reddedip cebr anlayışına sapmamaları için insanların yaptıkları kötü işlerden mesul olduklarını, bunları ancak kendi kusur ve yanlış takdirleri sebebiyle işlediklerini bildirir. İlahî rızâ bunlara taalluk etmez. Hayır, menfaat, sevap gibi hususlarda ise hem ilâhî rızânın, hem ilâhî takdir ve yaratışın mevcut olması, güzel şeylerin kullara kolaylaştırılması hasebiyle bunların Allah’a ait olduğu belirtilir. İnsanın hiçbir emeği olmayan güzellikler ve hayırlar tamamen birer lutuf, hediye, ihsan-ı ilâhî kabilindendir. İnsanın kesbiyle işlediği güzellikler ise aslında insanı böyle şeylere yönelten, gönlüne bunları yapma duygusu veren, yapabilme gücünü bahşeden, onu o işe muvaffak kılan Allah’a aittir. Ayrıca müslümanların iyi amellerini, başlarına gelen güzel şeyleri, muvaffak oldukları başarıları Allah’a izafe etmeleri de imanlarının icabı ve edebin bir gereğidir. Kötü işlere, günah, masiyet ve seyyielere ise Hakk’ın rızâsı olmadığı için gönülde bunları yapmaya yönelik arzu ilâhî değil, nefsânî ve şeytânî kaynaklıdır. İnsan kendi zaafı, kusuru, hatası neticesinde kötü bir şey işlediğinde, her ne kadar kulun iradesine uygun olarak bu fiili de vücuda getiren Allah ise de, o işin mesuliyeti kula ait olacaktır.
Hulasa; gerçek mânada Allah dışında var kılan, iyi ve kötüyü takdir eden kimse yoktur. Bu bakımdan iyi de kötü de Allah’tandır. Ancak insanların yaptıkları kötü şeyleri kendilerinden soyutlayarak tamamen Allah’a atfetmelerinde hem bir sû-i edep, hem de mesuliyeti inkâr etmeye götürecek bir anlayışsızlık vardır. Şu halde mümin her zaman güzel ameller yapmaya çalışacak ve bunu asla kendinden bilmeyecek, kötü bir iş işlediğinde de bunun kendi kusuru olduğunu anlayıp hemen tevbe edecektir. Hz. İbrâhim’in “Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur” (Şuarâ 26/80) ifadesinde, aslında hastalık da şifa da Allah’tan olduğu halde hastalığı kendine, şifayı Yüce Allah’a atfetmesindeki edep herkes için örnek olmalıdır. Şüphesiz güzel ahlâkın ve adabın en güzel numûneleri, Allah Resûlü (s.a.s.)’de mevcuttur. Bu sebeple ona itaatin gerekliliği sadedinde şöyle buyruluyor:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَۚ وَمَنْ تَوَلّٰى فَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَف۪يظًاۜ ﴿٨٠﴾
Meal 80: Peygamber’e itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur. Kim de itaatten yüz çevirirse aldırma! Çünkü biz seni, onların üzerine bekçi olarak göndermedik.
وَيَقُولُونَ طَاعَةٌۘ فَاِذَا بَرَزُوا مِنْ عِنْدِكَ بَيَّتَ طَٓائِفَةٌ مِنْهُمْ غَيْرَ الَّذ۪ي تَقُولُۜ وَاللّٰهُ يَكْتُبُ مَا يُبَيِّتُونَۚ فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ وَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَك۪يلًا ﴿٨١﴾
Meal 81: O münafıklara bir şey emrettiğin zaman: “Baş üstüne” diyorlar. Fakat senin yanından çıktıkları zaman içlerinde bir gürûh, senin söylediğinin tam tersi planlar kuruyorlar. Ama Allah onların karanlık planlarını bir bir kaydetmektedir. Şu halde sen onlara aldırış etme, Allah’a dayan. Kendisine dayanılıp güvenilecek vekil olarak Allah yeter.
Tefsir:Resûlullah’ın gerek Kur’an’ı tebliğ ve beyân eden, gerekse Kur’an’da açıkça ifade edilmeyen hususlara dair başlı başına hüküm koyan söz ve fiillerine itaat, Allah’a itaat anlamına gelir. Efendimiz yeryüzünde Allah’ın iradesini ve rızâsını tecelli ettiren en büyük rehberdir. O yaşayan, canlı Kur’an’dır. O’nun sünneti Kur’an’dan sonra dinin ikinci kaynağıdır. Resûlullah (s.a.s.) sadece Allah’ın emrini ve iradesini tebliğ ve beyân eder.
Allah Resûlü (s.a.s.)’e itaatin önemini göstermesi bakımından şu rivayet pek dikkat çekicidir:
İbrâz b. Sâriye (r.a.) şöyle anlatır:
Resûlullah (s.a.s.) bize çok tesirli bir öğüt verdi. Bu öğütten dolayı kalpler ürperdi, gözler yaşardı. Bizler:
“- Ey Allah’ın Rasûlü! Bu öğüt, sanki ayrılmak üzere olan birinin öğüdüne benziyor, bari bize bir tavsiyede bulun” dedik. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
“- Size Allah’a çok saygı duymanızı, başınıza bir Habeşli köle bile başkan olsa, onu dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Benden sonra sağ kalıp uzunca bir hayat sürecek olanlar pek çok ihtilaflar görecekler. O zaman size gerekli olan, benim sünnetime ve doğru yolda olan Hülefâ-i Raşidin’in uygulamalarına sarılmanızdır. Benim ve onların sünnetlerine sımsıkı sarılınız. Sonradan ortaya çıkarılmış bid‘atlerden şiddetle kaçınınız. Çünkü her bid‘at sapıklıktır.” Ebû Dâvûd, Sünnet 5; Tirmizî, İlim 16)
Hadis âlimi İbn Avn şöyle der:
“Üç şey vardır ki, ben onları hem kendim hem de kardeşlerim için istiyorum:
· Sünneti öğrenip tatbikâtına gayret etmek.
· Kur’ân’ı anlamak, üzerinde tefekkür edip araştırmak.
· İnsanları ancak hayır üzere bırakmak, hayırla muamele etmek veya insanları yalnızca hayra davet etmek.” (Buhârî, İ’tisâm 2)
Şunu belirtmek gerekir ki, Peygamber kimseyi zorla imana getirmez. Bu bakımdan o, imandan yüz çevirenlere karşı bir bekçi değildir. Çünkü dinde zorlama yoktur. Zorla müslüman olmuş görünenden de hayırdan çok zarar gelir. Nitekim böylelerinden bazıları görünüşte, sadece ağızlarıyla itaat ettiklerini söylerken huzurdan çıktılar mı söylediklerinin aksine şeyler peşine düşerler, isyan ve tezviratla uğraşırlar. Eğer onlar Kur’ân-ı Kerîm üzerinde etraflıca düşünecek olsalardı, onun getirdiklerinin Allah’ın emri olduğunu bilir ve böyle yanlış bir yol tutmazlardı:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَۜ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللّٰهِ لَوَجَدُوا ف۪يهِ اخْتِلَافًا كَث۪يرًا ﴿٨٢﴾
Meal 82: Acaba Kur’an üzerinde hiç düşünmüyorlar mı? Şayet o, Allah’tan başkasının sözü olsaydı, elbette onda pek çok tutarsızlık ve çelişki bulurlardı.
Tefsir:Âyette geçen اَلتَّدَبُّرُ (tedebbür) kelimesi, sahibini, istenilen mânaları anlayıp kavramaya ulaştıran düşünce, tefekkür ve teemmül mânasına gelir. Bu tefekkür ancak, lafzı az, fakat bu lafızlara yerleştirilen yüklü mânaları içeren sözleri anlamada söz konusudur. Böyle bir söz üzerinde düşünceyi yoğunlaştırdıkça hiç de basit olmayan daha değişik ve orijinal mânalar ortaya çıkar. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XXIII, 252) Tefekkür, derinlemesine düşünmektir. Tedebbür ise okunan ayetin bir sonrasında, onun bir sonrasında… bir bütün olarak Kur’an’ın başından sonuna kadar ne var ve bunların her biri sistem içinde nasıl bir konumda diye takib ederek okumaktır. Bu olmadan Kur’ân-ı Kerîm’de bir çelişkinin olup olmadığını kimse fark edemez. Ancak layıkıyla “tedebbür” yapan kişi, sistemin bütününü anlar ve işin tadına varır. Zaten ayetin devamında da Kur’an’da hiçbir çelişki bulunmadığı vurgulanmaktadır.
Bu sebepledir ki, mümin olsun veya olmasın makul düşünebilen, selim akıl sahibi herkes, âyet ve surelerinin inişi uzun yıllara yayılmış bulunan Kur’an’ın hem iç tutarlılığında, hem de ifadelerindeki muhkemlik ve güzellik noktasında hemfikirdirler. Resûlullah devrinde İslâm’a karşı her türlü fırsatı kullanmak isteyen müşrik, Ehl-i kitap ve münafıklar, Kur’an’ın tutarsızlık veya insan sözlerinde bulunan herhangi bir kusur içerdiğini ileri sürememişlerdir. Gayr-i müslimlerin yalnız kendilerinin bildiği düşünce ve niyetlerini açıkça ortaya koyan, insanları hak ve hayra, tevhid ve fazilete sevkeden, ileriye yönelik verdiği haberleri gerçekleşen ve gerçekleşmekte devam eden; insan, varlık, ahlâk, tarih, dünya ve evren gibi tek bir insanın herbirinde doğru ve tutarlı şeyler söylemekten aciz kalacağı çok büyük meseleleri içeren bu ilâhî kitap, kıyamete kadar her türlü kontrole açıktır ve kaynağının Hak olduğu hakîkatini tekrarlayıp durmaktadır. İşte bu ilâhî kitap, İslâm toplum düzeninin sağlanması ve onun yıkıcı taaruzlardan korunması için şu önemli tâlimatı vermektedir:
وَاِذَا جَٓاءَهُمْ اَمْرٌ مِنَ الْاَمْنِ اَوِ الْخَوْفِ اَذَاعُوا بِه۪ۜ وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَى الرَّسُولِ وَاِلٰٓى اُو۬لِي الْاَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذ۪ينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْۜ وَلَوْلَا فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لَاتَّبَعْتُمُ الشَّيْطَانَ اِلَّا قَل۪يلًا ﴿٨٣﴾
Meal 83: Onlara, müslüman toplumun güvenliğini ilgilendiren veya mü’minler arasında korku ve paniğe yol açabilecek bir haber geldiğinde, olayın sebep olabileceği zararları düşünmeden, onu hemen yayıverirler. Halbuki onlar bu haberi Rasûlulullah’a ve aralarındaki yetki sahibi kimselere götürselerdi, işin iç yüzünü araştırıp ortaya çıkarabilecek olanlar, elbette onun mâhiyetini anlayıp, ne yapılması gerektiğini bilirlerdi. Eğer Allah’ın üzerinizde lutfu ve rahmeti olmasaydı, pek azınız hâriç, hepiniz şeytana uyup giderdiniz.
Tefsir:Toplumu iyi veya kötü bir şekilde etkileyecek olan haberleri doğruluğunu tahkik etmeden, sonuçlarını düşünmeden hemen yaymak menedilmektedir. Bunun yerine doğru olan, böyle haberleri toplumda fikir ve sorumluluk sahibi olan, o haberlerin mâna ve maksadını anlayıp gereğini yapacak mevkide olan âlim ve yöneticilerle paylaşmak ve daha sonra onların tavsiyelerine göre hareket etmektir. Bu âyette toplumu bilgilendirme mevkiinde bulunan medyanın sorumluluğuna da önemli bir işaret vardır.
Rivayete göre münafıklar fırsat buldukça yalan yanlış birtakım haberler yayarlar, müslümanların bir kısmı da askeri birliklerle ilgili iyi-kötü ne işitirlerse hemen tetkik ve tahkik etmeden, önünü ardını düşünmeden ilan ederlerdi. Bu yüzden de bazı sıkıntılar ortaya çıkardı. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, V, 247) Âyet-i kerîme, bu vesileden hareketle genel bir prensip ortaya koymaktadır.
Cenâb-ı Hak, önceki âyetlerde İslâm toplumu içinde meydana gelebilecek bir kısım aksaklıklara temas ettikten sonra, hitabını Peygamberimiz (s.a.s.)’e yönlendirerek, hangi şart altında olursa olsun daimi surette Allah yolunda cihad etmesini; hâliyle mü’minlere örnek olup sözüyle de onları cihada teşvik etmesini istemektedir:
فَقَاتِلْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۚ لَا تُكَلَّفُ اِلَّا نَفْسَكَ وَحَرِّضِ الْمُؤْمِن۪ينَۚ عَسَى اللّٰهُ اَنْ يَكُفَّ بَأْسَ الَّذ۪ينَ كَفَرُواۜ وَاللّٰهُ اَشَدُّ بَأْسًا وَاَشَدُّ تَنْك۪يلًا ﴿٨٤﴾
Meal 84: Rasûlüm! Allah yolunda savaş! Sen ancak kendinden sorumlusun. Mü’minleri de savaşa teşvik et. Allah, bu yolla kâfirlerin kuvvetini kıracaktır. Çünkü Allah’ın kudreti sınırsız, cezalandırması da pek şiddetlidir.
Tefsir:Tek başına da kalsa mümin ilâhî rızâyı elde etmek için gereken hedefe doğru yürümekle, Allah’ın sözünü yüceltmek için cihad etmekle sorumludur. Bu sebeple desteksiz tek başına kalacak olsa dahi Peygamberimiz (s.a.s.)’e, cihaddan geri durmaması emir buyrulmuştur. Buradan kimi zaman tek bir insanın dahi çok önemli işler yapabileceği, kimsenin kendi güç, kabiliyet ve istidatlarını küçümsememesi gerektiği de anlaşılabilir. Herkesin söz geçirmesi kesin olan tek kişi kendisi olduğu için, nihayetinde herkes kendinden mesuldür. Bir yandan da müslümanların, Peygamberi ve onun yolunu terk etmemeleri, Hak yolunda birlik olmaları ve İslâm yolunda mallarıyla canlarıyla cihad etmeleri için bir teşvik vardır. Çünkü:

مَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً حَسَنَةً يَكُنْ لَهُ نَص۪يبٌ مِنْهَاۚ وَمَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً يَكُنْ لَهُ كِفْلٌ مِنْهَاۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ مُق۪يتًا ﴿٨٥﴾
Meal 85: Kim Allah için bir iyiliğe aracılık ederse, onun sevabından kendisi için bir pay vardır. Kim de kötülüğe aracılık ederse, onun da günahından ona bir pay düşer. Allah her şeyi görüp gözeten ve karşılığını verendir.
Tefsir:
Kim güzel bir işin gerçekleşmesi, bir iyiliğin yapılıması için aracılık ederse bundan dolayı ecir alır. Kim de iyi olmayan bir iş için, şeriata ve hakkaniyete aykırı bir mesele için, daha ehil olanı varken ehliyetsizin işbaşına getirilmesi için hatırını ve nüfuzunu kullanarak araya girerse o da bunun karşılığını görecektir. Yapılan bütün bu muameleleri gören, bunları yakından takip eden, herkese ve her şeye hakkını veren ancak Allah’tır.
Resûlullah (s.a.s.) bu hususta şöyle buıyurur:
“İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir. Fakat onların sevabından hiçbir şey noksanlaşmaz. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günahı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günahından da ona pay ayırılır. Fakat onların günahından hiçbir şey noksanlaşmaz.” (Müslim, Zekât 69; Nesâî, Zekât 64 )
Bu bakımdan Müslüman devamlı iyi bir çığır açmanın gayreti içinde olacak, fazileti elden bırakmayacak ve kendine yapılan bir iyiliğe de olabildiği kadar daha güzeliyle karşılık vermeye çalışacaktır:
وَاِذَا حُيّ۪يتُمْ بِتَحِيَّةٍ فَحَيُّوا بِاَحْسَنَ مِنْهَٓا اَوْ رُدُّوهَاۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ حَس۪يبًا ﴿٨٦﴾
Meal 86: Size bir selâm verildiğinde, onu daha güzeliyle, hiç değilse aynısıyla alın. Unutmayın ki Allah, her şeyin hesabını tutmaktadır.
Tefsir:
Âyette “selam” mânasında geçen اَلتَّحِيَّةُ (tahiyye) kelimesi, esas itibariyle sağlık ve uzun ömür dileme anlamına gelir. Cahiliye döneminde Araplar birbirlerine selam verecekleri zaman حَيَّاكَ اللّٰهُ (hayyâkallah) yani “Allah sana uzun ömür versin” derlerdi. Uzun ömür her zaman iyilik ve saadet sebebi olmadığı için İslâm’dan sonra dünya ve âhiret selametini içine alan (esselamü aleyküm) ibaresi yaygınlaşmıştır.
İslâmda selamın yeri çok önemlidir, “İslâm” kelimesiyle “selam” aynı kökten gelir. Cenab-ı Allah’ın bir ismi de “es-Selam”dır. Her türlü iyi niyeti ve duayı içine alan bu kelime, müslümanların kaynaşmasının ve yekvücut olmasının sembolü olmuştur. Peygamberimiz bilhassa Medine’yi ilk teşriflerinde, müslümanları birbirine kaynaştırmak için selamlaşma üzerinde çok durmuş, herkesle selamlaşmanın fazileti ve ecri konusunda sık sık tavsiyelerde bulunmuştur.
Fıkhî açıdan selam vermek sünnettir, verilen selamı almak ise farzdır. Türkçemizde اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ (es-selâmü ‘aleyküm) veya bunun hafifletilmiş şekli olan سَلَامٌ عَلَيْكُمْ (selâmun ‘aleyküm) en yaygın selam şekilleridir. اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ (es-Selâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtuhu) ise selamın en şümullü ve zengin biçimidir ki âyet-i kerîmede de “daha güzeli” ifadesiyle buna işaret buyrulur.
Habîb-i Ekrem Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ Âdem’i yaratınca ona:
«– Git şu oturmakta olan meleklere selâm ver ve senin selâmına nasıl karşılık vereceklerini de güzelce dinle; çünkü senin ve neslinin selâmı bu şekilde olacaktır!» buyurdu. Âdem meleklere:
«– es-Selâmü ‘aleyküm» dedi. Melekler:
«– es-Selâmü ‘aleyke ve rahmetullâh» karşılığını verdiler. Onun selâmına «ve rahmetullâh»ı ilâve ettiler.” (Buhârî, Enbiyâ 1)
İmrân b. Husayn (r.a.) şöyle anlatıyor:
Resûlullah (s.a.s.)’e bir adam geldi ve:
“– es-Selâmü ‘aleyküm” dedi. Efendimiz onun selâmına aynı şekilde karşılık verdikten sonra adam oturdu. Allah Resûlü:
“– On sevap kazandı” buyurdu. Sonra bir başka adam geldi, o da:
“– es-Selâmü ‘aleyküm ve rahmetullâh” dedi. Peygamberimiz ona da verdiği selâmın aynıyla mukâbelede bulundu. O kişi de yerine oturdu. Resûl-i Ekrem:
“– Yirmi sevap kazandı” buyurdu. Daha sonra bir başka adam geldi ve:
“– es-Selâmü ‘aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh” dedi. Fahr-i Kâinat o kişiye de selâmının aynıyla karşılık verdi. O kişi de yerine oturdu. Efendimiz onun hakkında da:
“– Otuz sevap kazandı” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Edeb 131-132)
Bu gibi âyet-i kerîme ve hadis-i şerifler, müslümanın her zaman ve zeminde İslâmî âdâb ve nezâkete uygun en güzel davranışları sergilemelerini ister. Selamlamada, hediyeleşmede ve bütün beşeri münâsebetlerde hep fazilet tarafını tercih etmelerini talep eder. Zira müslüman daima sevdiren, cezbeden, bağlayan, ülfet ettiren kişidir. Halbuki kaba ve nazik olmayan davranışlar, insanları uzaklaştırır. Kalplerini soğutur. Güzel ve nazik davranışlar ise kalpleri ısıtır, muhabbeti artırır. Özellikle insanlar arası ilişkilerin gergin olduğu dönemlerde, böyle faziletli ince, nazik ve güzel davranışlar kat kat gerekli ve faydalı olur. Bu tür faziletli davranışlarda başarılı olmanın şartı ise tek olan Allah’a bağlanmak, yaptığımız her ameli O’nun rızâsını tahsil için yapmak ve ebedî âhiret hayatını hiç hatırdan çıkarmamaktır:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ لَيَجْمَعَنَّكُمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ لَا رَيْبَ ف۪يهِۜ وَمَنْ اَصْدَقُ مِنَ اللّٰهِ حَد۪يثًا۟ ﴿٨٧﴾
Meal 87: Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. O, geleceğinde hiçbir şüphe bulunmayan kıyâmet gününde sizi elbette bir araya toplayacaktır. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?
Tefsir:Kendinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah Teâlâ, insanları kıyâmet gününe kadar öldürerek yerin altında, kıyâmet günü de dirilterek mahşer meydanında bir araya toplayacaktır. Bunda en küçük bir şüpheye mahal bulunmamaktadır. Zira bu hakikati haber veren Allah’tır ve O’ndan daha doğru sözlü de hiç kimse yoktur. Bu günde insanların Cenâb-ı Hakk’a hesap vermek üzere kabirlerin kalkmaları sebebiyle ona “Kıyâmet günü” denmiştir. Nitekim âyet-i kerîmede:
“Öyle bir günde ki, bütün insanlar kabirlerinden kalkıp, hesap ve ceza için Âlemlerin Rabbinin huzurunda divan dururlar!” (Mutaffifîn 83/6) buyrulmaktadır.
Mü’minler, böyle derin bir şekilde Allah’a iman ve âhiret korkusuyla hayatı tüm yönleriyle düzenlemeli, özellikle münafıkların tehlikeli oyunlarına karşı son derece uyanık olmalıdırlar:

 
Kurban
Beiträge: 1.051
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010

zuletzt bearbeitet 01.06.2024 | Top

   

Nisa Süresi Meal Ve Tefsiri 87-96
Nisa Süresi Meal Ve Tefsiri 60-74

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz