Nisa Süresi Meal Ve Tefsiri 87-96

#1 von Kurban , 01.06.2024 03:00

Nisa Süresi Meal Ve Tefsiri 87-96

اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ لَيَجْمَعَنَّكُمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ لَا رَيْبَ ف۪يهِۜ وَمَنْ اَصْدَقُ مِنَ اللّٰهِ حَد۪يثًا۟ ﴿٨٧﴾
Meal 87: Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. O, geleceğinde hiçbir şüphe bulunmayan kıyâmet gününde sizi elbette bir araya toplayacaktır. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?
Tefsir:Kendinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah Teâlâ, insanları kıyâmet gününe kadar öldürerek yerin altında, kıyâmet günü de dirilterek mahşer meydanında bir araya toplayacaktır. Bunda en küçük bir şüpheye mahal bulunmamaktadır. Zira bu hakikati haber veren Allah’tır ve O’ndan daha doğru sözlü de hiç kimse yoktur. Bu günde insanların Cenâb-ı Hakk’a hesap vermek üzere kabirlerin kalkmaları sebebiyle ona “Kıyâmet günü” denmiştir. Nitekim âyet-i kerîmede:
“Öyle bir günde ki, bütün insanlar kabirlerinden kalkıp, hesap ve ceza için Âlemlerin Rabbinin huzurunda divan dururlar!” (Mutaffifîn 83/6) buyrulmaktadır.
Mü’minler, böyle derin bir şekilde Allah’a iman ve âhiret korkusuyla hayatı tüm yönleriyle düzenlemeli, özellikle münafıkların tehlikeli oyunlarına karşı son derece uyanık olmalıdırlar:
فَمَا لَكُمْ فِي الْمُنَافِق۪ينَ فِئَتَيْنِ وَاللّٰهُ اَرْكَسَهُمْ بِمَا كَسَبُواۜ اَتُر۪يدُونَ اَنْ تَهْدُوا مَنْ اَضَلَّ اللّٰهُۜ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ سَب۪يلًا ﴿٨٨﴾
Meal 88: Ey mü’minler! Size ne oluyor ki münafıklar konusunda iki muarız gruba ayrılıyorsunuz? Görüyorsunuz ki, işledikleri bunca günah yüzünden Allah onları tersyüz etmiş, gerisin geri küfre döndürmüştür. Allah’ın saptırdıklarını siz mi doğru yola getirmek istiyorsunuz? Oysa Allah kimi saptırırsa, artık onun kurtulması için sen asla bir çıkış yolu bulamazsın!
وَدُّوا لَوْ تَكْفُرُونَ كَمَا كَفَرُوا فَتَكُونُونَ سَوَٓاءً فَلَا تَتَّخِذُوا مِنْهُمْ اَوْلِيَٓاءَ حَتّٰى يُهَاجِرُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۜ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَخُذُوهُمْ وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ وَجَدْتُمُوهُمْۖ وَلَا تَتَّخِذُوا مِنْهُمْ وَلِيًّا وَلَا نَص۪يرًاۙ ﴿٨٩﴾
Meal 89: O münafıklar, kendilerinin küfre yuvarlandığı gibi sizin de o şekilde küfre yuvarlanmanızı ve sapkınlıkta eşit hâle gelmenizi isterler. Onlar, inanıp Allah yolunda hicret edinceye kadar sakın onları dost ve sırdaş edinmeyin. Şayet iman ve hicretten yüz çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün. Onlardan hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyin.
Tefsir:Mü’minler, kendileri dışında kalan inanç gruplarıyla ilişkilerini düzenlerken birtakım prensiplere bağlı kalarak, ne kendilerinin ne de başkalarının zarar görmeyeceği bir yol izlemelidirler. Bu âyetlerde onların, münafıklarla alakalı tutum ve davranışları düzenlenmekte, münafıklar sebebiyle ihtilaf ve münakaşaya düşmemeleri önerilmektedir. Âyetlerin mesajını yeteri derecede anlayabilmek için iniş sebebine bakmakta fayda vardır. Bu âyet-i kerîmeler hakkında birkaç iniş sebebi nakledilmekle birlikte bunlardan ikisi şöyledir:“Belki buradan çıkarsak vebadan kurtuluruz” diyerek Medine’den çıkmışlardı. Çıkarlarken ashaptan bazıları onlara rastlamış ve “Neden geri dönüyorsunuz? Sizi Medine’den geri döndürüp çıkaran nedir?” diye sormuşlardı. Onlar da: “Vebaya yakalandık ve bu yüzden orayı sevmedik” dediler. Ashâb-ı kirâm onlara: “Sizin için Allah Resûlü’nde güzel bir örnek yok muydu?” dedikten sonra kendi aralarında ayrılığa düşmüş ve Medine’den ayrılan bu kimseler hakkında bazıları “münafık” derken, bazıları da: “Hayır, onlar müslüman” demişlerdi. Bu tartışma üzerine bu âyet-i kerîme inerek onların münafık olduklarını beyân etmiştir. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 172)
Allah Teâlâ, bunlar gibi iki yüzlü kimseleri, içlerinde taşıdıkları nifak, yaptıkları büyük yanlışlar ve nihayet açıkça ortaya koydukları irtidatları yüzünden, hor ve hakîr olmak, esir alınmak ve öldürülmek gibi, kâfirlere tatbik edilen hükümlere maruz kılmıştır. Halbuki zahiren de olsa Allah’ın birliğini ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini kabul ettikleri müddetçe münafıkları öldürmeye dinimiz müsaade etmemiştir. Fakat ayette işaret edildiği üzere küfürlerini açıkça ortaya koydukları zaman, Allah Teâlâ onlara, kâfirlere tatbik edilecek hükümleri tatbik etmeyi emretmektedir. Çünkü onlar, kendi tercihleriyle doğru yolu terk edip sapıklık yolunu seçmişlerdir. Bu sebeple Cenab-ı Hak onların üzerine sapkınlık mührünü vurmuştur. Dolayısıyla onları müslüman saymaya çalışıp, sevap ve mükâfata nâil olmalarını beklemek boşuna bir gayrettir. Üstelik onlar sadece kendileri inkâr yoluna sapmakla kalmayıp, mü’minleri de küfre düşürmek ve küfür cephesinde onlarla birlikte olmak sevdasındadırlar. Bu durum, İslâm ve müslümanlar için çok daha tehlikeli bir girişimdir. Düşmanlığını bu şekilde açıkça ortaya koyan kimseleri, samimi olarak müslüman olup mü’minlerin saflarına katılıncaya kadar dost edinmek caiz değildir. Âyet-i kerîme bunu kesin bir dille yasaklamaktadır. Bu vasıftaki kimseler, iman ve hicrete yanaşmadıkları ve yüz çevirip gittikleri takdirde cezaları, ister Harem bölgesi olsun isterse Harem dışında olsun yakalanıp öldürülmektir.
Ancak onlardan şu iki grup insanla savaşmanız, onları yakalayıp öldürmeniz caiz değildir:
› Allah Resûlü (s.a.s.), Uhud savaşına çıktığında onunla birlikte gelenlerden bir kısmı geri döndü. Bunun üzerine Peygamberimiz’in ashâbı ikiye bölündü. Bir grup “onlarla savaşalım” ya da “onları öldürelim” diyor, diğer grup da “onlarla savaşmayalım, onları öldürmeyelim” diyordu. İşte bunun üzerine bu âyetler indi. (Buhârî, Meğâzî 16; Tefsîr 4/15; Muslim, Munâfıkîn 6)Rivayete göre bazı Araplar Medine-i Münevvere’ye gelerek müslüman olmuşlar, orada iken veba ve hummaya yakalanmışlar:
اِلَّا الَّذ۪ينَ يَصِلُونَ اِلٰى قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ م۪يثَاقٌ اَوْ جَٓاؤُ۫كُمْ حَصِرَتْ صُدُورُهُمْ اَنْ يُقَاتِلُوكُمْ اَوْ يُقَاتِلُوا قَوْمَهُمْۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَسَلَّطَهُمْ عَلَيْكُمْ فَلَقَاتَلُوكُمْۚ فَاِنِ اعْتَزَلُوكُمْ فَلَمْ يُقَاتِلُوكُمْ وَاَلْقَوْا اِلَيْكُمُ السَّلَمَۙ فَمَا جَعَلَ اللّٰهُ لَكُمْ عَلَيْهِمْ سَب۪يلًا ﴿٩٠﴾
Meal 90: Ancak aranızda anlaşma bulunan bir kavme sığınanları veya ne sizinle ne de kendi kavimleriyle savaşmayı göze alamayıp size gelenleri öldürmeyin. Allah dileseydi onları üzerinize musallat ederdi de mutlaka sizinle savaşırlardı. Bundan böyle sizden uzak durur, sizinle savaşmayıp barış teklif ederlerse, bu takdirde Allah size, onların aleyhinde bir yol tutmanıza müsaade etmez.
Tefsir:Bunlardan:
Birincisi; sizinle anlaşması bulunan bir kavim ile anlaşma yapmış kimseler. Çünkü bunlar da dolaylı olarak kendileriyle anlaşma yaptığınız kimselerden sayılırlar.
İkincisi; hem öldürülmekten korktukları için sizinle, hem de aynı dinden olmaları sebebiyle kendi kavimleriyle savaşmaktan göğüsleri daralarak size gelenler. Mesela Müdlicoğulları kabîlesi, hem müslümanlarla hem de Kureyş’le savaşmamak üzere anlaşma yapmışlardı. müslümanlarla, aralarında anlaşma olduğu için savaşmaktan göğüsleri daralmıştı. Bir de Allah Teâlâ onların kalplerine korku attı. Yine aynı dinden oldukları için kendi kavimlerine karşı sizinle beraber olup savaşmaktan da göğüsleri iyice daralmıştı.
Âyetin, “Allah dileseydi onları üzerinize musallat ederdi de mutlaka sizinle savaşırlardı” (Nisâ 4/90) kısmı, Cenâb-ı Hakk’ın müslümanlara olan hususi yardımını beyân etmektedir. Zira her şeye kâdir olan Allah, dilediği her şeyi yapabilir. İsterse müşriklere güç ve kuvvet verip, kalplerindeki korkuyu kaldırarak size saldırmalarına müsaade edebilir. Bunun da hikmeti şudur:
› Müslümanlar arasında kötülüklerin yaygınlaşması ve mâsiyetlerin iyice artması sebebiyle, buna karşılık ilâhî bir ceza ve intikamdır.
› Bir iptilâ ve denemedir. Nitekim âyet-i kerîmede bu hususta şöyle buyrulur: “Gerçek şu ki, içinizden cihad edenleri ve sabredenleri ayırt edinceye; söz ve davranışlarınızdaki samimiyetinizin doğruluğunu ortaya çıkarıncaya kadar biz sizi sınamaya devam edeceğiz.” (Muhammed 47/31)
› Mü’minlerin günahlarını temizleyip nefislerini tezkiye etmek içindir. Âyet-i kerîmede: “Bir de Allah, mü’minleri her türlü günah kirlerinden temizlemek ve kâfirleri helak etmek için böyle yapar” (Âl-i İmran 3/141) buyrulur.
Münafıklardan bir grup da şunlardır
سَتَجِدُونَ اٰخَر۪ينَ يُر۪يدُونَ اَنْ يَأْمَنُوكُمْ وَيَأْمَنُوا قَوْمَهُمْۜ كُلَّمَا رُدُّٓوا اِلَى الْفِتْنَةِ اُرْكِسُوا ف۪يهَاۚ فَاِنْ لَمْ يَعْتَزِلُوكُمْ وَيُلْقُٓوا اِلَيْكُمُ السَّلَمَ وَيَكُفُّٓوا اَيْدِيَهُمْ فَخُذُوهُمْ وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْۜ وَاُو۬لٰٓئِكُمْ جَعَلْنَا لَكُمْ عَلَيْهِمْ سُلْطَانًا مُب۪ينًا۟ ﴿٩١﴾
Meal 91: Bir de hem sizden hem de kendi kavimlerinden güven içinde olmayı isteyen başka münafıklar da bulacaksınız. Onlar, ne zaman fitne fesat çıkarmaya dâvet edilseler, hemen oraya baş aşağı dalarlar. Eğer size karşı savaşmaktan uzak durmaz, barış teklifinde bulunmaz ve ellerini üzerinizden çekmezlerse, onları bulduğunuz yerde yakalayıp öldürün. İşte bu gibiler aleyhinde size apaçık bir savaş izni vermişizdir.
Tefsir:Bir grup kimseler de var ki, bir taraftan müslümanlarla barış içinde olmaya gayret ederler. müslüman olduklarını göstermek için sadece dilleriyle kelime-i tevhid getirerek onlardan gelecek tehlikelerden emin olmak isterler. Diğer taraftan da müslümanlardan gizledikleri, fakat yeri gelince ortaya çıkardıkları küfürleri sebebiyle kendi kavimlerinden emin olmaya çalışırlar. Rivayete göre bunlar Esed ve Gatafan kabîlelerinden bir topluluktur. Medine’ye geldiklerinde müslüman olmuşlar ve müslümanlardan emîn olmak için anlaşma yapmışlardı. Kabîlelerinin yanına dönünce de onlardan emîn olmak için müslümanlarla yaptıkları anlaşmayı bozmuşlar ve kâfir olmuşlardı. (Kurtubî, el-Câmi‘, V, 311)
Bu tip insanlar, her ne zaman fitneye davet edilseler, kavimleri tarafından müslümanlarla savaşmaya çağrılsalar, buna hemen gözü kapalı atılır, baş aşağı dalarlar. Kendilerini bu yanlış yöneliş ve yuvarlanmaktan kurtaramazlar. Küfürlerindeki ısrarlarını ve müslümanlara olan büyük düşmanlıklarını gizleyemezler. Baş aşağı daldıkları o derin fitne çukuru içinde son derece çirkin duruma düşerek, en şerli düşmandan daha beter hale gelirler. Burada kullanılan “baş aşağı dalma” ifadesi, düşülen şeyin içinden çıkmanın mümkün olmadığını ifade etmektedir.
Allah Resûlü (s.a.s.), kalpleriyle inkâr ettikleri halde sadece dilleriyle inandıklarını söyleyen münafıkları, dıştan göründükleri gibi kabul ediyor ve küfürlerini açıkça ortaya koymadıkça onlara mü’min muamelesi yapıyordu. Allah Teâlâ, bu âyet-i kerîmede söz konusu ettiği kimselerin münafık olduklarını haber vermekte ve bunun göstergelerini bildirmektedir. Bu göstergeler onların müslümanlara zarar vermeleri, barışa yanaşmamaları ve savaşa devam etmeleridir. Bu durumda Allah Teâlâ mü’minlere, onları buldukları yerde yakalayıp öldürme müsaadesi vermektedir.
Ancak bu öldürme müsaadesi belli şartlar altında ve belli şahıslar için geçerlidir. Bu bakımdan mü’minler haksız yere insan öldürmekten şiddetle uzak durmalıdırlar. Çünkü dinimizde haksız yere cana kıymak büyük bir günahtır. Hata ile veya kasten oluşuna göre de ağır cezaları vardır:
وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ اَنْ يَقْتُلَ مُؤْمِنًا اِلَّا خَطَـًٔاۚ وَمَنْ قَتَلَ مُؤْمِنًا خَطَـًٔا فَتَحْر۪يرُ رَقَبَةٍ مُؤْمِنَةٍ وَدِيَةٌ مُسَلَّمَةٌ اِلٰٓى اَهْلِه۪ٓ اِلَّٓا اَنْ يَصَّدَّقُواۜ فَاِنْ كَانَ مِنْ قَوْمٍ عَدُوٍّ لَكُمْ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَتَحْر۪يرُ رَقَبَةٍ مُؤْمِنَةٍۜ وَاِنْ كَانَ مِنْ قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ م۪يثَاقٌ فَدِيَةٌ مُسَلَّمَةٌ اِلٰٓى اَهْلِه۪ وَتَحْر۪يرُ رَقَبَةٍ مُؤْمِنَةٍۚ فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ شَهْرَيْنِ مُتَتَابِعَيْنِۘ تَوْبَةً مِنَ اللّٰهِۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَل۪يمًا حَك۪يمًا ﴿٩٢﴾
Meal 92: Bir mü’minin diğer bir mü’mini öldürmesi olacak şey değildir. Fakat yanlışlıkla olabilir. Kim yanlışlıkla bir mü’mini öldürürse, cezası, mü’min bir köleyi azat etmesi ve ölenin ailesine diyet ödemesidir. Ancak ölenin ailesi bağışlarsa, diyet ödemesi gerekmez. Şâyet ölen mü’min olmakla birlikte size düşman olan bir kavimden ise, öldürenin cezası, sadece mü’min bir köleyi azat etmesidir. Eğer öldürülen kişi, aranızda anlaşma bulunan kâfir bir kavimdense, o takdirde ceza, ölenin ailesine diyet ödemesi ve mü’min bir köleyi azat etmesidir. Bunları yerine getirmek için yeterli imkânlara sahip olamayan, bunun yerine peş peşe iki ay oruç tutmalıdır. Allah bu cezaları, yanlışlıkla adam öldüren kimsenin tevbesini kabul etmek için koymuştur. Allah, hakkıyla bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Tefsir:Âyet-i kerîmenin iniş sebebi hakkında bir kısım rivayetler bulunmaktadır. Bunların her biri, bir mü’minin yanlışlıkla öldürülmesini konu alır. Urve b. Zübeyr’in naklettiği hâdise şöyledir: Huzeyfe b. Yeman (r.a.), Uhud Savaşında Pey­gamber Efendimiz’le beraberdi. O sırada müslümanlar yanlışlıkla Huzeyfe’nin babası Yeman’ı, kâfir zannedip yakalamışlar ve kılıçla boynunu vurmuşlardı. Halbuki Huzeyfe tam o esnada “O, benim babamdır!” demiş, fakat müslümanlar Huzeyfe’nin sözünü, ancak babasını öldürdükten sonra anlayabilmişlerdi. Bunun üzerine Huzeyfe, “Allah sizi bağışlasın, çünkü O, merhametlilerin en merhametlisidir” dedi. Bu söz, Allah Resûlü’nün yanında Huzeyfe’nin değerini daha da artırdı. İşte bunun üzerine de bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, X, 180)
Bilerek ve haksız yere bir mü’minin başka bir mü’mini öldürmesi haram kılınmıştır. Bu şekilde bir mü’mini öldüren kişinin cezası kısas yoluyla idamdır. Eğer bir mü’min başka bir mü’mini yanlışlıkla; mesela av hayvanı veya kendisine karşı savaşan bir kâfir zannederek öldürür ya da ölümüne sebep olursa, bunun günahından kurtulabilmek için ödemesi gereken maddi ve mânevî cezalar vardır. Bu cezalar, öldürdüğü kişinin mensup olduğu aile ve toplumun durumuna göre değişiklik arzetmektedir:
› Öldürülen, İslâm toplumu içinde yaşayan müslüman bir aileye mensupsa öldürenin ödeyeceği iki ceza vardır. Birincisi, öldürülenin ailesine teslim edeceği diyettir. Bu da Peygamber Efendimiz’in belirlemesiyle yüz deve veya ona denk altın veya gümüş paradır. (bk. Buhârî, Cizye 12; Müslim, Kasame 6) Günümüz değerleriyle hesaplanırken bin dinar yani zekâttaki “nisap” miktarının elli katının esas alınması pratik bir yoldur. Öldürülen kişinin ailesi isterse bunu bağışlayabilir; diyet almaktan vazgeçebilir. İkincisi mü’min bir köle azat etmesidir. Bununla, yanlışlıkla da olsa hür bir hayatı yok ettiği için, ona bedel olarak topluma hür bir hayat kazandırmak hedeflenmiştir. Köle azat etmeye gücü yetmeyenler, hiç ara vermeksizin iki ay oruç tutarlar.
› Şayet öldürülen mü’min, fakat ailesi gayri müslim ve aynı zamanda müslümanlara düşman bir toplum içinde bulunuyorsa, o takdirde öldüren sadece mü’min bir köle azat etmekle sorumludur. Öldürülen kişinin ailesine diyet ödemez. Çünkü böyle bir durumda ödeyeceği diyet, kâfirleri müslümanlara karşı kuvvetlendirmek ve onlara yardım etmek mânası taşıyacaktır. Bu ise hikmete uygun değildir.
› Eğer öldürülen mü’min, müslümanlarla aralarında anlaşma bulunan bir kavimden ise birinci şıkta olduğu gibi yine ödenecek ceza ikidir. Öldürülenin ailesine teslim edilecek diyet ve mü’min bir kölenin azat edilmesidir. Köle azat etmeye imkânı olmayan ise, tevbesinin kabul edilebilmesi için iki ay peş peşe oruç tutacaktır.
Bir mü’mini kasten öldürmeye gelince:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
وَمَنْ يَقْتُلْ مُؤْمِنًا مُتَعَمِّدًا فَجَزَٓاؤُ۬هُ جَهَنَّمُ خَالِدًا ف۪يهَا وَغَضِبَ اللّٰهُ عَلَيْهِ وَلَعَنَهُ وَاَعَدَّ لَهُ عَذَابًا عَظ۪يمًا ﴿٩٣﴾
Meal 93: Bir mü’mini kasten öldürenin cezası ise, içinde ebedî kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için pek büyük bir azap hazırlamıştır.
Tefsir:Bu âyet-i kerîme Mıkyes b. Subâbe’nin, kardeşinin öldürülmesi üzerine işlediği cinayet hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki; Mıkyes ve kardeşi Hişâm müslüman olmuşlardı. Bir gün Mıkyes, kardeşi Hişâm’ı, Neccâr oğulları içinde öldürülmüş olarak buldu ve gelip Resûlullah (s.a.s.)’e durumu bildirdi. Peygamberimiz de yanına Fihr oğullarından ve Bedir ashâbından Zuheyr b. İyâz’ı katarak:
“–Eğer kâtili biliyorsanız kısas yapılmak üzere bunlara teslim edin, bilmiyorsanız diyetini verin” diye Neccâr oğullarına gönderdi. Neccâr oğulları o zaman Kubâ’da oturuyorlardı. Bunlar Neccâr oğullarına geldiler ve Resûlullah (s.a.s.)’in emrini tebliğ ettiler. Onlar da:
“–Allah Resûlü’nün emri başımız üstüne. Kâtili bilmiyoruz, fakat diyetini verelim” dediler. Hişâm’ın diyeti olarak yüz deveyi o ikisine teslim ettiler. Mıkyes ve Zubeyr de develeri alarak Medine’ye doğru yola çıktılar. Kubâ-Medine arası yaklaşık bir saatlik yoldu. Yolda şeytan Mıkyes’e vesvese verdi. Mıkyes kendi kendine: “Sen ne yapıyorsun? Kardeşinin diyetini alıp da insanları kendi aleyhine mi konuşturacaksın? Yanındakini öldür, cana can olsun, aldığın diyet de kâr kalsın” deyip bir gaflet anında Zubeyr’in başını bir taşla parçaladı. Develerden birine binerek, diğerlerini de alıp götürdü. Bir şiir söyleyerek dinden döndüğünü îlân etti ve Mekke’ye kaçtı. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 174)
Kasten adam öldürmenin dünya hayatıyla ilgili hükmü Bakara sûresinde, “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas emredildi” (Bakara 2/178) âyetiyle beyân buyrulmuştur. Âhiretle ilgili hükmü de şudur: Mümin veya kâfir kim bir mü’mini kasten, bile bile, hayatına kasdederek öldürürse onun cezası cehennemdir. Orada pek uzun müddet ve belki sonsuza kadar cezalandırılır. Çünkü Allah ona gazab etmiş, onu lanetlemiş, merhamete layık görmeyip onun için büyük bir azab hazırlamıştır. Zira böyle bir cinâyet, imanla birlikte işlenmeyecek kadar büyük bir günahtır. Bu sebeple diyet ödemek ve köle azat etmek bu suça bir ceza olarak kabul edilmemiş, bilakis onun akibeti Allah’a bırakılmıştır.
İbn Abbas gibi bazı sahabîler bu suça tevbenin kabul olunmayacağını söylemişlerdir. Bazıları da yüce Allah’ın “Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ama dilediği kimselerin bunun dışındaki günahlarını bağışlar” (Nisâ 4/116) ayetine dayanarak tevbe eden kâtilin de bağışlanacağı görüşündedirler. Buna göre âyette geçen الخلد (huld) “sonsuzluk” kelimesi “uzun bir zaman dilimi” olarak tefsir edilmiştir.
Bilindiği gibi Kur’ân-ı Kerîm’de cehennemde ebedi kalışı bildiren ne kadar ayet varsa hepsi kâfirlere ait olduğu halde Sadece “Bir mü’mini kasten öldürenin cezası ise, içinde ebedi kalacağı cehennemdir” (Nisâ 4/93) âyet-i kerîmesi, bir mü’mini kasten öldüren mü’minleri de kapsamaktadır. Fakat konuyu derinlemesine tetkik eden âlimler, şirk ve küfrün dışındaki günahların eninde sonunda bağışlanacağına dair âyet ve hadisleri daha kuvvetli bulmuşlardır. Dolayısıyla bu âyetten maksat, insanları bir mü’mini kasten öldürmekten şiddetle menetmektir.
İkinci olarak da “Mü’mini, sırf mü’min olduğu için öldürme” mânası kastedilmektedir.
Âyet-i kerîmenin tefsiriyle ilgili rivayetler ve açıklamalar değerlendirildiğinde şöyle bir neticeye varılabilir:
“Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ama dilediği kimselerin bunun dışındaki günahlarını bağışlar.” (Nisâ 4/116)
“Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan bağışlanma dilerse, şüphesiz Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olarak bulur” (Nisâ 4/110) âyetleri, tevbe edildiği takdirde bütün günahların bağışlanacağını beyân buyurmaktadır. Ehl-i Sünnet âlimleri bu görüşte ittifak etmektedirler. Bu hükme aykırı düşen rivayetler, haksız yere cana kıyma fiilini, şiddetli ve korkutucu bir üslûp ile yasaklamaya hamledilmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın af kapısı her tevbekâra açıktır. Bu hususta, İsrâiloğullarından yüz kişiyi öldüren bir kâtilin affedilip cennete gitmesiyle alâkalı Resûlullah Efendimiz’in naklettiği kıssa mühim bir delildir. (bk. Buhârî, Enbiyâ 50; Müslim, Tevbe 46; İbn Mâce, Diyât 2)
Mü’mini kasten öldürme günahının affedilebileceğine dâir âlimlerimiz üç delil serdetmişlerdir:
› Küfür, mü’mini kasten öldürmeden daha büyük bir günahtır. Küfrün tevbesi kabul edildiğine göre bu günahın tevbesi öncelikle kabul edilir.
› Furkan Sûresi 68-69. âyetlerde büyük günahlar sayılmakta, bunlardan birisi olarak da haksız yere adam öldürmek zikredilmekte ve bunlara verilecek uhrevî ceza bildirilmektedir. 70 ve 71. âyetlerde ise bu günahların hepsini işleyenin bile tevbesinin kabul edileceği haber verilmektedir. Dolayısıyla sadece adam öldürme günahını işleyenin tevbesinin makbul olması daha evlâ olur.
› Nisâ Sûresi 48 ve 116. âyetlerde tekraren Allah Teâlâ’nın şirk hâriç diğer bütün günahları dileyeceği kimseler için, tevbe şartı zikredilmeksizin bağışlayacağı bildirilir. Dolayısıyla Allah’ın o günahları kul tevbe ettikten sonra bağışlaması ihtimali daha kuvvetlidir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, X, 191)
Cana kıymanın büyük bir günah olması ve savaş ortamlarında bu ihtimalin daha da artması sebebiyle Allah Teâlâ mü’minleri şöyle ikaz buyurur:
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِذَا ضَرَبْتُمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ فَتَبَيَّنُوا وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ اَلْقٰٓى اِلَيْكُمُ السَّلَامَ لَسْتَ مُؤْمِنًاۚ تَبْتَغُونَ عَرَضَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۘ فَعِنْدَ اللّٰهِ مَغَانِمُ كَث۪يرَةٌۜ كَذٰلِكَ كُنْتُمْ مِنْ قَبْلُ فَمَنَّ اللّٰهُ عَلَيْكُمْ فَتَبَيَّنُواۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرًا ﴿٩٤﴾
Karşılaştır 94: Ey iman edenler! Allah yolunda cihâd için sefere çıktığınız zaman iyice araştırın, dikkatli olun da size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatlerini arzulayarak: “Sen mü’min değilsin” deyip onu öldürmeye kalkmayın. Unutmayın ki, Allah katında pek çok ganimetler vardır. Daha önceleri siz de onlar gibiydiniz; Allah size iman nimetini lûtfetti. O halde iyice araştırın da bir yanlışlık yapmayın! Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
Tefsir:Bu âyetin iniş sebebi olan hâdiseyi, aynı zamanda olayın kahramanı olan Üsâme b. Zeyd şöyle nakletmektedir:
Resûlullah (s.a.s.), bizi Cüheyne kabilesinin Huraka kolu üzerine göndermişti. Sabahleyin onlar sularının başındayken üzerlerine hücum ettik. Ben ve ensardan bir kişi onlardan bir adama ulaştık. Üzerine yürüyünce, adam: لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ (lâ ilâhe illallah) “Allah’tan başka ilâh yoktur” dedi. Bunun üzerine ensardan olan arkadaşım hücumdan vazgeçti; bense mızrağımı adama sapladım ve onu öldürdüm. Medine’ye döndüğümüzde bu olay Peygamber (s.a.s.)’in kulağına gitti ve bana:
“– Ey Üsâme! Lâ ilâhe illallah dedikten sonra adamı öldürdün ha?” buyurdu. Ben :
“– Yâ Rasûlallah! O, bu sözü sadece canını kurtarmak için söyledi” dedim. Peygamber Efendimiz tekrar :
“– Lâ ilâhe illallah dedikten sonra adamı öldürdün ha?” diye yine sordu ve bu sözü o kadar çok tekrarladı ki, ben, daha önce müslüman olmamış olmayı bile temenni ettim. (Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman l58-159)
Müslim, İman 158’de, Efendimiz’in Üsâme’ye: “Kalbini mi yardın ki, bu sebeple söyleyip söylemediğini bilesin?” buyurduğu da rivayet edilmektedir.
Peygamber Efendimiz bu olaya son derece üzüldü ve bunun üzerine sözkonusu âyet-i kerîme indi.
Ayetin iniş sebebiyle alakalı bir diğer rivayet de şöyledir:
İbn Abbas (r.a.)’nın anlattığına göre, müslümanlardan bir grup, be­raberinde birkaç koyun bulunan bir adama arkadan yetiştiler. O da “es-Selâmu aleykûm” dediği halde onu öldürdüler ve beraberindeki ko­yunlarını aldılar. Bunun üzerine yüce Allah: “Dünya hayatının geçici menfaatlerini arzulayarak” (Nisâ 4/94) buyruğuna kadar bu âyet-i kerîmeyi indirdi. Dünya hayatının menfaati ise, orada sözü geçen birkaç koyundu. (Buhârî, Tefsir 4/17; Müslim, Tefsir 22)
İslâm’da cihadın gâyesi ne toprak işgal etmek, ne ganimet elde etmek ne de şu veya bu sebeple insan hayatına son vermektir. İslâm cihadı, insanla Rabbi arasındaki engelleri kaldırmak ve onu Allah’a teslim olmuş bir kul haline getirebilmek için farz kılmıştır. Bu teslimiyetin mânası da herkesi müslüman yapmak değil, hidâyetten nasibi olanlara onun yolunu aralamak, bunun dışında kalanları da İslâm’ın hâkimiyetine boyun eğdirmektir. Aslında müslümanlar, herkesin hidâyete erişmesini arzu ederler. Çünkü bu durum, elbette hidâyete eren insanın dünya ve âhirette faydasına olacak ve ebedi mutluluğa ermesini sağlayacaktır. Fakat bunu güç kullanarak silah zoruyla kabul ettirmek doğru değildir. Güç, insanları zorla müslüman yapmak için değil, onlara İslâm’ın hâkimiyetini kabul ettirmek için kullanılmalıdır. Çünkü silahlı cihad, İslâmî tebliğin en son merhalesidir. Ayrıca âyetin iniş sebebiyle ilgili nakledilen rivayette Peygamber Efendimiz’in, “Kalbini mi yardın?” ikazı, müslümanlara düşen vazifenin, zâhire göre hüküm vermek olduğunu bildirmektedir. Zira kalpten geçeni bilmeye Allah’tan başka hiç kimsenin gücü yetmeyecektir.
Âyetin “Daha önceleri siz de onlar gibiydiniz; Allah size iman nimetini lûtfetti. O halde iyice araştırın da bir yanlışlık yapmayın!” (Nisâ 4/94) kısmı, müminleri, kendi geçmişlerini ve İslâm’a henüz yeni girip ısınırken yaşadıkları hâlet-i ruhiyelerini tefekküre yönlendirmektedir. O zaman ki hallerini ve psikolojilerini düşündükleri zaman, kendilerine “selâm verenleri, müslüman oldum diyenleri, kelime-i tevhidi söyleyenleri...” bu beyânlarında samimi kabul edecek, bunun tabii ve mâkul bir durum olduğunu daha rahat anlayacaklardır. Çünkü müslüman olduğu halde henüz hicret etme imkânı bulamamış, müminlerle tanışa­mamış, kabilesi içinde imanını gizleyerek yaşama durumunda kalmış olanlar hep böyle yapmışlar, müslüman olanlarla ilk karşılaştıklarında ya selâm vererek veya kelime-i tevhidi söyleyerek durumlarını anlatmaya çalışmışlardır. Diğer taraftan bir kimsenin imana gelmesi bazan birden olabildiği halde bazan da peyderpey gerçekleşmek­tedir. Bu bakımdan hidâyette ilk adımın atılması ve kişinin kalbinde iman istikâmetinde ilk defa bir meylin oluşması fevkalâde mühimdir. O halde müslümanların baş­langıçta dikkatli olmaları ve imanı tedâi ettiren en küçük işaretlerle bile yetinmeleri, hem yanlış bir davranışta bulunmalarına mâni olacak hem de insanların hidâyete kavuşmalarını daha da ko­laylaştıracaktır.
Cihad esnasında bir kısım aksaklıkların olması müslümanların azimlerini kırmamalıdır. Bilakis bu aksaklıkları gidererek daha büyük bir azimle Allah yolunda cihada devam etmelidirler. Çünkü:
لَا يَسْتَوِي الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ غَيْرُ اُو۬لِي الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْۜ فَضَّلَ اللّٰهُ الْمُجَاهِد۪ينَ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِد۪ينَ دَرَجَةًۜ وَكُلًّا وَعَدَ اللّٰهُ الْحُسْنٰىۜ وَفَضَّلَ اللّٰهُ الْمُجَاهِد۪ينَ عَلَى الْقَاعِد۪ينَ اَجْرًا عَظ۪يمًاۙ ﴿٩٥﴾
Meal 95: Hastalık, körlük, topallık gibi bir mazereti bulunmaksızın savaştan geri kalıp evde oturan mü’minlerle, mallarıyla canlarıyla Allah yolunda savaşanlar elbette bir değildir. Allah, mallarıyla canlarıyla savaşanları, herhangi bir sebeple savaştan geri kalan kimselerden derece itibariyle daha üstün tutmuştur. Gerçi Allah, her birine varılacak en güzel yurt olan cenneti va‘detmektedir. Yine de Allah, cihâd edenleri, pek büyük bir mükâfatla, mücâdeleden kaçıp oturanlara üstün kılmıştır.
دَرَجَاتٍ مِنْهُ وَمَغْفِرَةً وَرَحْمَةًۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُورًا رَح۪يمًا۟ ﴿٩٦﴾
Meal 96: Onlar için Allah’ın yanında yüksek dereceler, bir bağışlanma ve bir rahmet vardır. Çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Tefsir:İslâm dininin öğrenilmesi, yaşanması ve yayılması için Allah yolunda cihad çok mühim bir düstûrdur. Bu sebeple canı ve malıyla cihad eden mü’minlere Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok âyetinde büyük mükâfatlar va‘detmekte ve onları cennetle müjdelemektedir. (bk. Tevbe 9/111-112; Saf 61/10-12) Fakat cihad hususunda bütün mü’minler aynı seviyede değildir. Maddi, mânevî ve bedenî imkânlar bakımından onların durumları birbirinden farklılık arzetmektedir. Dinimiz, her ferdi ancak imkânları ölçüsünde sorumlu tutar. Nitekim bu âyet-i kerîme, cihad etmek veya cihattan geri kalmak bakımından mü’minleri sınıflandırmakta, ancak “mazeret sahibi olanları” istisnâ etmektedir. Bunlar hastalık, körlük, topallık gibi cihada katılmalarını engelleyecek fizikî bir özrü bulunanlardır. Âyet-i kerîmede: “Savaşa katılmama hususunda köre günah yoktur, topala günah yoktur, hastaya da günah yoktur…” (Fetih 48/17) Savaşa gidebilecek binit, elbise, silah gibi maddî imkânlardan mahrum olanlar da bu gruba dâhildirler. (bk. Tevbe 9/91-92)
Âyette geçen “bir mazereti bulunmaksızın” (Nisâ 4/96) kaydıyla alakalı olarak Allah Resûlü’nün vahiy katiplerinden Zeyd b. Sabit, şu hâdiseyi nakleder: Resûlullah cihad edenlerle oturan­ların eşit olmadıklarını bildiren âyeti bana yazdırırken âmâ sahabî Ümmü Mektûm çıkageldi ve: “Ey Allah’ın Rasûlü! Yemin ederim ki, eğer güç yetirebilseydim, gözlerim görüyor olsaydı ben de cihada katılırdım” dedi. Bunun üzerine Resûlullah’ın dizi benim dizimin üze­rinde iken vahiy gelmeye başladı, bacağıma öylesine bir ağırlık çöktü ki uyluk ke­miğimin kırılacağını zannettim. Sonra Allah Resûlü’nün üzerinden bu hal giderildi ve “bir mazereti bulunmaksızın” kaydı geldi. (Buhârî, Tefsir 4/18)
Bu âyet, mazeret sahiplerinin ecir ve sevap bakımından mücâhitlerle eşit olduğuna delâlet etmektedir. Rivayete göre Resûlullah (s.a.s.) Tebük seferinden dönüp Medine’ye yaklaştığı zaman:
“Medine’de öyle insanlar vardır ki siz nereye gittiyseniz, hangi vâdiyi geçtiyseniz muhakkak onlar da sizinle beraber oradaydı” buyurdu. Orada bulunanlar:
“- Yâ Rasûlallah! Onlar Medine’de idi. Nasıl bizimle beraber olabilirler?” dediklerinde Allah Resûlü (s.a.s.):
“Evet, onlar Medine’dedirler. Fakat onları orada alıkoyan mazeretleridir” diye cevap verdi. (Buhârî, Cihad 35; Müslim, İmâre 159; Ebû Dâvûd, Cihad 19)
Ancak imkânları olduğu ve herhangi bir özrü bulunmadığı halde cihattan geri kalanların durumu ayrı mütalaa edilmektedir. Bunlar mü’min oldukları için kendilerine cennet vaat edilmekle beraber, derece ve mükâfat itibariyle mallarıyla canlarıyla cihad edenlerle eşit tutulmaları mümkün değildir. Şüphesiz Allah, mallarıyla canlarıyla kendi yolunda cihad edenleri katında yüksek derecelere erdirecek, onlara büyük mükâfatlar ikram edecek, bütün günahlarını bağışlayacak ve onlara merhametiyle muamele edecektir.

 
Kurban
Beiträge: 1.052
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010

zuletzt bearbeitet 01.06.2024 | Top

   

Nisa Süresi Meal Ve Tefsiri 97-106
Nisa Süresi Meal Ve Tefsiri 75-87

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz