Nisa Süresi Meal Ve Tefsiri 107-116
وَلَا تُجَادِلْ عَنِ الَّذ۪ينَ يَخْتَانُونَ اَنْفُسَهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ خَوَّانًا اَث۪يمًاۚ ﴿١٠٧﴾
Meal 107: Haksızlık yaparak kendilerine hâinlik edenleri savunma! Şüphesiz Allah, hâinlikte ve günah işlemekte aşırı gidenleri hiç sevmez.
Tefsir:
“Nefse hıyanet”, kişinin kendini aldatması, bir menfaat elde edeceği zannıyla hareket edip, beklentisinin tam aksine büyük bir zarara uğramasıdır. Bu bakımdan bir insanın haksızlık yapmaya veya bir günah işlemeye cür’et ederek kendini cehennem azabına maruz bırakması, kendini aldatmak ve Allah’ın emaneti olan nefse hainlik etmek anlamına gelmektedir. Allah bu tür pek hâin, pek günahkâr olan; hâinlikten sakınmayan ve günahtan çekinmeyen kimseleri hiç sevmez. O halde böyle kimseleri savunmak, avukatlığını yapmak, onu haklı çıkarma niyetiyle lehinde deliller bulmaya çalışmak doğru bir davranış değildir.
Şimdi “nefse hıyanetin” açık bir misali verilmektedir:
يَسْتَخْفُونَ مِنَ النَّاسِ وَلَا يَسْتَخْفُونَ مِنَ اللّٰهِ وَهُوَ مَعَهُمْ اِذْ يُبَيِّتُونَ مَا لَا يَرْضٰى مِنَ الْقَوْلِۜ وَكَانَ اللّٰهُ بِمَا يَعْمَلُونَ مُح۪يطًا ﴿١٠٨﴾
Meal 108: Onlar, yaptıkları hâinlik ve işledikleri günahları insanlardan gizlemeye çalışırlar da, hayâ edip Allah’tan gizlemezler. Halbuki onlar, bilhassa gece karanlığında gizli gizli Allah’ın râzı olmayacağı ihânet planları yaparken Allah onların yanıbaşındaydı. Zâten Allah, onların yaptıkları her şeyi ilmiyle kuşatmış durumdadır.
Tefsir:Burada “nefse hıyânetin” açık bir misâli verilmektedir: Kendilerine hıyanet edenler, insanlardan utandıkları ve zararlarından korktukları için planladıkları günahlarını onlardan gizliyorlar. Fakat her şeyi hakkiyle bilen ve gören, dolayısıyla haya edilmeye ve azabından sakınılmaya en layık varlık olan Allah’ı hesaba katmıyorlar. Halbuki Allah, gece gündüz hep onlarla beraberdir. Geceleyin gizlice bir araya gelip, Allah’ın razı olmayacağı sözleri düzüp, bunu nasıl uygulayacaklarını planlarken O hep yanlarında bulunmaktadır. Allah, onların bütün yaptıklarını ilmiyle her yönden kuşatmıştır. Hiçbir şeyi gözden kaçırmaz ve cezasını bir gün mutlaka verir. Bu, yanlış olma ihtimali bulunmayan değişmez bir gerçektir. O halde kulun, bütün niyet, söz ve fiillerini, kendinden bir an bile gafil olmayan bir yüce Rabbin murakabesinde ve O’nun muradına uygun tarzda tanzim etmesinden başka bir çıkar yol yoktur.
Şunu unutmamak gerekir ki:
هَٓا اَنْتُمْ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ جَادَلْتُمْ عَنْهُمْ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا فَمَنْ يُجَادِلُ اللّٰهَ عَنْهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَمْ مَنْ يَكُونُ عَلَيْهِمْ وَك۪يلًا ﴿١٠٩﴾
Meal 109: Haydi diyelim, siz dünya hayatında onları savunmaya çalıştınız; peki kıyâmet günü Allah’a karşı onları kim savunacak? Yahut kim onlara vekil olacak?
Tefsir:Dünya iyilerle kötülerin birbirinden ayrılmasını sağlayacak bir imtihan sahası olduğu için burada iyiler iyiliklerini, kötüler de kötülüklerini yapacaklardır. Haksızlık yapanlar olacağı gibi, o haksızları savunanlar da bulunacaktır. Fakat yapılanlar dünya hayatıyla sınırlı kalmayacak, bunların âhiret hayatını, cennet ve cehennemi alakadar eden çok ciddî bir boyutunun olduğu bir gün bütün açıklığıyla ortaya çıkacaktır. Kıyamet günü Allah Teâlâ ne emrederse sadece o geçerli olacak, hiç kimsenin O’nun emrine ve hükmüne aykırı davranması mümkün olmayacaktır. Çünkü o günün tek hâkimi Cenâb-ı Hak’tır. (Fâtiha 1/3; Mü’min 40/16) Hâsılı, dünya hayatında haksızların yanında yer alanlar, onların savunuculuğunu yapmaya çalışanlar, âhirette bu imkândan mahrum kalacakları için, onları Allah’a karşı kesinlikle savunamayacak, kendileri de o hıyanete ortak olacaklardır. Onları savunacak veya onlara vekillik yapacak başka bir kimse de bulunmayacaktır. Neticede haksızlık yapanlar da, haksızlığa destek çıkanlar da hepsi birlikte Allah’ın hesâbı ve azabıyla yüz yüze geleceklerdir.
Ancak, henüz dünyada yaşarken elbette tevbe ve istiğfar kapısı açıktır:
وَمَنْ يَعْمَلْ سُٓوءًا اَوْ يَظْلِمْ نَفْسَهُ ثُمَّ يَسْتَغْفِرِ اللّٰهَ يَجِدِ اللّٰهَ غَفُورًا رَح۪يمًا ﴿١١٠﴾
Meal 110: Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan bağışlanma dilerse, şüphesiz Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olarak bulur.
وَمَنْ يَكْسِبْ اِثْمًا فَاِنَّمَا يَكْسِبُهُ عَلٰى نَفْسِه۪ۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَل۪يمًا حَك۪يمًا ﴿١١١﴾
Meal 111: Günah işleyen kimse, onu ancak kendi aleyhine işlemiş olur. Allah, her şeyi hakkıyla bilen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.
وَمَنْ يَكْسِبْ خَط۪ٓيـَٔةً اَوْ اِثْمًا ثُمَّ يَرْمِ بِه۪ بَر۪ٓيـًٔا فَقَدِ احْتَمَلَ بُهْتَانًا وَاِثْمًا مُب۪ينًا۟ ﴿١١٢﴾
Meal 112: Kim de bir hata yapar veya günah işler de sonra onu suçsuz birinin üzerine atarsa, muhakkak ki büyük bir iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.
Tefsir:Kur’an, son nefese kadar tevbe kapısını açık tutar. İnsana hatasından dönüp halini ıslaha fırsat verir. Dolayısıyla hırsızlık etmek ve iftira atmak suretiyle başkasına kötülük yapan veya şirk ve benzeri gibi herhangi bir günahı işleyerek kendine zulmeden kul, tevbe edip Allah’tan mağfiret talep ettiği zaman, bağışlanma ihtimali vardır. Çünkü günahları bağışlayacak olan sadece Allah’tır. Allah ise çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.): “Her hangi bir kul eğer bir günah işler, sonra abdest alır iki rekat namaz kılar ve Allah’tan bağışlanma dilerse, mutlaka Allah onu bağışlar” buyurmuş, sonra da: “Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan bağışlanma dilerse, şüphesiz Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olarak bulur” (Nisâ 4/110) âyetini okumuştur. (Tirmizî, Salât 181; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 9)Günah, kesinlikle onu işleyen kişinin aleyhinedir. Çünkü günah, fıtratı bozar. Onun kiri, kişinin berrak kalp aynasında hemen ortaya çıkar; onu gerçeği görüp dinlemeye karşı kör ve sağır eder. Âyet-i kerîmede: “Hayır, gerçek hiç de öyle değil! Aslında onların işledikleri günahlar, kalplerini bütün bütün paslandırmıştır” (Mutaffifîn 83/14) buyrularak bu hususa işaret edilir. Bu sebeple her günah, kişinin bizzat nefsine, insanlık cevherine yaptığı bir hâinlik olup, onun zararını görecek ve cezasını çekecek olan da yine kendisidir.
Yapılan bir kötülüğü veya günahı, bunlarla hiçbir ilgisi bulunmayan suçsuz birinin üzerine atmak ise daha büyük bir günahtır. Bunu yapan kişi hem iftira etmiş hem de apaçık bir günah işlemiş olur. Günahlar bir yük ve ağırlık olduğundan, buna işaret edilmek üzere âyette özellikle “yüklenmek” fiili kullanılmıştır. Nitekim bir başka âyette: “Gerçek şu ki onlar kendi günahlarını yüklenecekler, kendi günahlarıyla beraber saptırdıkları insanlara ait nice günahları da yükleneceklerdir…” (Ankebût 29/13) buyrulur.
Âyette geçen اَلْخَط۪يئَةُ (hatîe) kelimesine küçük günah; اَلْإثْمُ (ism) kelimesine büyük günah; birincisine “yapanla sınırlı kalan küçük günah”, ikincisine ise “zulüm ve öldürme gibi başkasına tecavüz eden günah”; birincisine “gerek isteyerek olsun, gerek bilmeden olsun, yapılması uygun olmayan”, ikincisine ise “isteyerek yapılan günah” gibi mânalar verilmiştir.
Başkasına, yapmadığı bir kötülüğü iftira etmek, ağır ve büyük bir günah olduğu gibi, kendi günahını başkasına yüklemeye çalışmak, o günaha bu ağır ve büyük günahı ilave etmektir. Yani günahın katlanarak daha ağır ve büyük hale gelmesidir. Böyle bir duruma düşen kulun yapacağı şey pişman olmak, tövbe etmek, hakkı sahibine teslim etmek, adâlete başvurmak, Allah’a yönelmek ve O’ndan bağışlanmayı dilemektir.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bir gün ashâbına: “Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar, “Allah ve Rasulü daha iyi bilir”, dediklerinde şöyle buyurdu: “Kardeşin hakkında duyduğunda hoşuna gitmeyecek şekilde konuşmandır.” Bu kez Efendimiz’e, “Şayet söylediğim kardeşimde bulunuyorsa bunun hakkında ne dersin?” diye soruldu. O da şöyle buyurdu: “Eğer dediğin onda varsa onun gıybetini yapmış olursun. Eğer dediğin onda yoksa, ona iftirada bulunmuş olursun.” (Müslim, Birr 70)
Bütün bu hatırlatmalardan sonra Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.s.)’e olan özel ihsanlarını ve mü’minlerin uymaları gereken yolu şöyle beyân ediyor:
وَلَوْلَا فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكَ وَرَحْمَتُهُ لَهَمَّتْ طَٓائِفَةٌ مِنْهُمْ اَنْ يُضِلُّوكَۜ وَمَا يُضِلُّونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَضُرُّونَكَ مِنْ شَيْءٍۜ وَاَنْزَلَ اللّٰهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُۜ وَكَانَ فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكَ عَظ۪يمًا ﴿١١٣﴾
Meal 113: Rasûlüm! Eğer üzerinde Allah’ın lutuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir grup vereceğin hükümde seni bile adâletten saptırmaya kesinlikle yeltenmişti. Fakat onlar, başkasını değil ancak kendilerini saptırırlar ve sana da hiçbir zarar veremezler. Çünkü Allah, sana kitabı ve hikmeti indirmekte ve sana bilmediğin şeyleri öğretmektedir. Allah’ın sana olan lutfu gerçekten çok büyüktür.
Tefsir:Allah Teâlâ, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e diğer bütün nimetlerden üstün olarak peygamberlik nimetini ve günah işlemekten korunmuş olma hususiyetini vermiştir. İlâhî teyid hep onun yanındadır. Dolayısıyla Peygamber’in yanılması ve yanlış yapması mümkün değildir. Haksızlık, yalan ve iftira yoluyla Peygamberi yanıltmaya çalışanlar, sadece kendilerini yanıltırlar ve ona hiçbir zarar veremezler. Üstelik Allah Peygamberine kitap ve hikmeti indirmiştir. Kitap, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Hikmet ise sünnettir; dini bütün inceliği ile anlayıp tatbik edebilme özelliğidir. Ona bilmediği şeyleri de öğretmiştir. Allah Resûlü (s.a.s.), daha önce kitabın ve imanın ne olduğunu bilmezken, Cenâb-ı Hakk’ın öğretmesiyle bunlardan haberdar olmuş, yolu aydınlanmış ve gerçekleri görme imkânı bulmuştur. (bk. Şûrâ 42/53) Yine onu, münafıkların sırlarına müttali kılmış, onların çeşitli hile ve tuzaklarından sakınabilecek yolları göstermiştir. Bu sebeple herhangi bir art niyetli kimsenin, Peygamberi aldatmaya, saptırmaya ve ayağını kaydırmaya hiçbir zaman gücü yetmeyecektir. Onlar ne kadar gizli toplantılar tertip etseler de bu konuda istedikleri neticeye ulaşamayacaklardır. Bu sebeple Yüce Rabbimiz, gizli yapılabilecek toplantıların mahiyetini, şartlarını ve gayesini belirlemek üzere şöyle buyuruyor:
لَا خَيْرَ ف۪ي كَث۪يرٍ مِنْ نَجْوٰيهُمْ اِلَّا مَنْ اَمَرَ بِصَدَقَةٍ اَوْ مَعْرُوفٍ اَوْ اِصْلَاحٍ بَيْنَ النَّاسِۜ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِ فَسَوْفَ نُؤْت۪يهِ اَجْرًا عَظ۪يمًا ﴿١١٤﴾
Meal 114: Onların kendi aralarında yaptıkları gizli görüşmelerin ve fısıldaşmaların çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi, iyilik yapmayı ya da insanların arasını düzeltmeyi emredenlerinki bunun dışındadır. Kim bunu Allah’ın rızâsını kazanmak niyetiyle yaparsa, ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.
Tedsir:
Başkalarının da bulunduğu bir yerde iki veya daha fazla kişinin bir araya gelerek gizli görüşme yapmaları ve kendi aralarında fısıldaşarak bir şeyler konuşmaları dinimizce hoş karşılanmamıştır. Bu tür davranışlar insanların tecessüs ve meraklarını celbederek şüphe içine düşmelerine sebep olmaktadır. Bu bakımdan âyet-i kerîme gizli olarak yapılan toplantı ve fısıldaşmaların çoğunda hayır olmadığını haber vermekte; bundan sadece hayırlı işlerin hepsini içine alan şu üç durumu istisna etmektedir:
› Sadaka vermek,
› Şeriatin ve aklın güzel gördüğü her türlü iyiliği emretmek,
› İnsanların arasını ıslaha çalışmak.
Bu hususla ilgili olarak diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Ey iman edenler! Aranızda gizli konuşacak olursanız sakın günah işlemek, düşmanlık etmek ve Peygamber’e karşı çıkmak için fısıldaşmayın. Ancak iyilik ve takvâ üzere bir araya gelin ve konuşun. Bir gün huzurunda toplanacağınız Allah’a karşı gönülden saygı besleyin ve O’na itaatsizlikten sakının!” (Mucâdile 58/9)
Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) de şöyle buyurur:
“Üç kişi olduğunuzda iki kişi, arkadaşlarını bir kenara bırakarak kendi aralarında gizlice fısıldaşmasınlar. Çünkü bu durum, arkadaşlarını üzer.” (Müslim, Selâm 38)
Hasılı çıkar yol, Allah Resûlü (s.a.s.)’in yoluna ve tüm samimiyetleriyle bu yola bağlanmış mü’minlerin yoluna uymaktır:
وَمَنْ يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدٰى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَب۪يلِ الْمُؤْمِن۪ينَ نُوَلِّه۪ مَا تَوَلّٰى وَنُصْلِه۪ جَهَنَّمَۜ وَسَٓاءَتْ مَص۪يرًا۟ ﴿١١٥﴾
Meal115: Kim de, kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra Peygamber’e aykırı davranır, mü’minlerin yolundan başka bir yol tutarsa, onu döndüğü o bâtıl yolda bırakır ve cehenneme atarız. Cehennem ise, varılacak ne kötü bir yerdir.
Tefsir:Bu âyet, hırsızlık yapan ve bunu başkasının üzerine atmaya çalışan Tu‘me b. Ubeyrık hakkında inmiştir. O, tevbe edip günahından af dileyecek yerde Mekke’ye kaçıp müşriklere katıldı. Dinden dönerek Allah Resûlü’ne muhalefet etti ve kâfir olarak öldü. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, V, 376)
Cenâb-ı Hak, peygamber göndermek, ona kitap ve hikmeti öğretmek suretiyle insanlara doğru yolu bütün berraklığıyla beyân buyurmuştur. Peygamber ve beraberindeki mü’minler, bu yolda istikamet üzere yürüyerek, sonradan gelenlere örnek olacak pek güzel bir İslâmî hayat yaşamışlardır. Dolayısıyla gidilecek yol, yolda uyulması gereken işaretler ve varılacak menzil bellidir. Bu yol, itikat ve amelde tevhidi esas alan sapasağlam İslâm dinidir. Bu yol, Allah ve Rasûlü’ne kayıtsız şartsız itaat yoludur. Varılacak menzil ise dünyada huzur ve saadet, âhirette de cennet ve rızâ-i ilâhîdir. Şimdi kim, tercihini Peygamber’e muhalefetten yana kullanır, ona düşmanlığı seçer ve mü’minlerin yolundan başka bir yola girerse, varacağı yer çok fenâ bir mekan olan cehennemdir.
Âyet-i kerîmede “Peygamber’e karşı gelmek” ile “mü’minlerin yolundan başkasına tâbi olmak” ayrı birer fiil olarak zikredilir. Âyetin bu sarih ifadesiyle, Allah Resûlü’ne uymak istendiği gibi, müminlerin yoluna uymak da açıkça istenmektedir. Zira “kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra Peygamber’e aykırı davranma” ifadesinden sonra “mü’minlerin yolundan başka bir yol tutma” (Nisâ 4/115) kaydının getirilmesi, her iki şıkkın da bizzat matlup ve gerekli olduğunu gösterir. Buna göre Resûlullah (s.a.s.)’e karşı çıkmak, müminler yoluna gitmemek demek olduğu gibi, müminler yoluna gitmemek de Resûlullah (s.a.s.)’e karşı çıkmak demek olduğu açıkça belirtilmiştir. Bundan dolayıdır ki, Ehl-i Sünnet âlimleri, âyetin bu kısmını icma-ı ümmete uymanın farz olduğunu ifade için sevkolunmuş bir delil olarak anlamışlardır. Böylece icma-ı ümmet yani İslâm âlimlerinin ittifakı ile doğrunun ortaya çıkabileceği ve ona da uymanın farz olduğu kabul edilmiştir. Zaten âyette kullanılan اَلْإتِّبَاعُ (ittibâ) kelimesi de asıl meselenin “uyma” esası üzerinde cereyan ettiğini göstermektedir.
Ümmetin icmâsının önemini gösterme bakımından Enes (r.a.)’ın naklettiği şu hâdise pek anlamlıdır:
“Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ile bâzı sahâbîler birlikte bulunurlarken yanlarından bir cenâze geçti. Ashâb-ı kirâmdan bâzıları o cenâzeyi hayırla yâd ettiler. Bunun üzerine Efendimiz:
“–Vecebet: Vâcib oldu, kesinleşti!” buyurdu.
Sonra bir cenâze daha geçti. Orada bulunanlar onun kötülüğünden bahsettiler. Resûl-i Ekrem Efendimiz yine:
“–Vecebet: Vâcib oldu, kesinleşti!” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer:
“–Yâ Rasûlallah, kesinleşen nedir?” diye sordu. Peygamber Efendimiz:
“–Önce geçen cenâzeyi iyilikle yâd ettiniz, bu sebeple onun cennete girmesi kesinleşti. Sonrakinin de kötülüğünden bahsettiniz, onun da cehenneme girmesi kesinleşti. Çünkü siz mü’minler, Allah’ın yeryüzündeki şâhitlerisiniz.” buyurdu. (Buhârî, Cenâiz 86; Müslim, Cenâiz 60)
Dolayısıyla müslümanların, bugün bu âyet-i kerîmenin mesajı üzerinde önemle durmaları gerekmektedir. İslâm hakkında yapılan yayınlar ve söylenen sözler bu açıdan büyük bir ehemmiyet taşımaktadır. Zira müslümanları ne kadar derinden yaraladığını düşünmeden rastgele söylenen sözler, birçok tahribata sebep olmaktadır. Çünkü bu yolla müslümanların tuttuğu yoldan farklı ve onlara zıd görüşler sanki İslâm’ın görüşü gibi sunulabilmekte, bu da müslümanlar arasında düşünce, inanç ve amel zaafına neden olabilmektedir. Hatta onlara bir kısım günahların kapısını aralayabilmekte ve onları şeytanın tuzağına düşme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmaktadır:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه۪ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَٓاءُۜ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا بَع۪يدًا ﴿١١٦﴾
Meal 116: Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ama dilediği kimselerin bunun dışındaki günahlarını bağışlar. Artık kim Allah’a şirk koşarsa, doğru yoldan çok uzak bir sapıklığa düşmüş olur.
Tefsir:Rivayete göre yaşlı bir kimsenin, Peygamberimiz’e gelip: “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben büyük küçük günahlara batmış yaşlı bir adamım. Ancak şu kadar var ki ben, Cenâb-ı Hakk’ı bildiğim ve O’na îman ettiğim günden beri O’na hiçbir şeyi ortak koşmadım. Şimdi benim Allah katındaki durumum ne olacak” demesi üzerine bu âyet nâzil olmuştur. (Kurtubî, el-Câmi‘, V, 386)
Allah’a şirk koşmak, en büyük günahtır. Kul tevbe etmediği müddetçe bu günah bağışlanmayacaktır. Allah Teâlâ, şirkin dışındaki günahları ise, tevbe olsun veya olmasın dilediği kulları için bağışlayabilir. (Bk. Nisâ 4/48)
Allah’a şirk koşan kimse, doğru yoldan çok uzaklara sapar ve bütün hayırlardan mahrum kalır. Neticede cennetten de uzak düşer. Kişi, haktan uzaklaştığı nispette cennetten de uzak kalacaktır. Onu rızâ-i ilâhîden ve cennetten en çok uzaklaştıracak günah ise şüphesiz şirk olacaktır. Bu sebeple şirkin, açık ve gizli bütün yönlerini en iyi şekilde bilip onlardan uzak durmak, kulun yapması gereken en mühim vazifelerin başında yer almaktadır.
Şirkin en açık şekli, Allah’ın dışında putlar edinip onlara tapmaktır: