İRTİDAD MÜRTED
Arapça'da r-d-d kök harflerinden türetilen irtidad terimi, 'geri dönüş' anlamındadır ve aynı kökten üretilen mürted de, "bulunduğu halden geri dönen" kişiye karşılık gelmektedir. Redd etmek terimi, kabul edilmesi istenen şeyi 'geri çevirmek' anlamına gelirken, ridde tabiri de, 'dinden dönme' anlamında özel bir kullanıma sahiptir. Aynı kökten daha pek çok yan anlamları haiz terimler üretilmiş olmakla birlikte, kelimenin kök/öz anlamı, bir 'geri dönüş' fiiline tekabül etmektedir. BIF başka ifadeyle, bu fiil, 'mevcut halden başka bir hale dönüşü' ifade etmek için kullanılmaktadır ve bu kullanım, nötr bir mahiyeti haizdir.
Dolayısıyla irtidad etmek, yaygın olarak bilindiği şekilde, iyi bir halden kötü bir hale dönüşü ifade etmek için kullanılabileceği gibi, bunun tam aksi bir kullanımla, kötü bir halden iyi bir hale dö-nüş için de kullanılabilir. Nitekim Kur'an ayetlerinde, bu nötr kullanım çok net bir şekilde görülür (Kasas:7;Ra'd:11; Rum:43; Hud: 76; Naziat:10, Nisa: 59, Kehf:36, Tevbe: 94, Muhammed: 25, vd).
Dolayısıyla, önemli olan neden dönüş yapıldığıdır. Eğer dönüş, küfürden imana ise bu iyidir, eğer imandan küfre ise, bu da kötüdür. Ancak özellikle fıkıh literatüründeki irtidad ve mürted terimlerinin, 'İslam'dan bir başka dine dönme' durumlarını karşılamak için yaygın olarak kullanılması nedeniyle, bu tabirler özel anlamları ile bilinir olmuşlardır.
Bu noktada Bakara: 217., Muhammed: 25. ve Ma-ide: 54. ayetlerin incelenmesi gerekmektedir; çünkü 'ir-tidad' olayı bu ayetlerin doğrudan konusudur. Bakara:217. ve Maide:54. ayetlerde, "sizden her kim dininden dönerse" (ve men yertedid minkum an dinihi) ve (men yertedde minkum an dinihı) ifadeleri, tam da irtidad konusunu işlemektedir ve bu nedenle bu iki ayetin titizlikle incelenmesi ve doğru bir yoruma ulaşılması el-zemdir. Bakara:217. ayetin tam metni şöyledir: "Sana haram olan ayı, onda savaşmayı sorarlar. De ki: "onda savaşmak büyük (bir günahtır).
Allah katında ise, Allah'ın yolundan alıkoymak, onu inkar etmek, Mescid-i Haram'a engel olmak ve halkını oradan çıkarmak daha büyük (bir günahtır). Fitne ise katl'den beterdir. Eğer güç yetirirlerse, sizi dininizden geri döndürünceye kadar sizinle savaşmayı sürdürürler; sizden kim dininden geri döner ve kafir olarak ölürse, artık onların bütün amelleri, dünyada da ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateşin halkıdır, onda sürekli kalacaklardır".
Malum olduğu üzere, mürtedlik konusundaki asıl tartışma, dininden dönene uygulanacak hüküm ile ilgilidir. Ancak burada, ayetlerin bahsettiği 'dinden dönme' olayının mahiyeti ve 'bağlamları' üzerinde çok da derinlikli durulmadığı söylenmelidir.
Çoğunluğun görüşünde, dininden dönenin hayat hakkı yoktur; yani mürtedin cezası ölümdür. Bu hükmün, özellikle günümüzde, basit anlamda 'inanç değiştirmiş' kişileri de kapsayıp-kapsamadığı sorusu ise sarih bir şekilde cevaplandırılmamıştır.
Bugünkü ortamın mahiyeti üzerine çokça düşünülmediği ve somut bir 'ilm-i hal' üretilemediği için, bir diğer deyişle gerekli içtihadlar yapılmadığ.) için, geçmiş dönemlerin olayları hakkında verilmiş hükümler, bugün de aynısıyla tatbik edilmeye çalışılmış ve sonuçta pratik hayatın gereklerine uymayan bu hükümler ya zararlı sonuçlar doğurmuş ya da işlevsiz kalmıştır. Diğer pek çok konuda olduğu gibi, mürtedin hükmü konusu da böyledir. Her ne kadar bu konudaki ayetlerde 'ölüm cezasından bahsedilmemişse de, pratik olayların neticelerine bakılarak bu hüküm verilmiş ve konunun 'bağlamları' ve siyasi uzanımları göz ardı edilmiştir.
Bu noktada, ilk olarak vurgulanması gereken husus, yukarıdaki ayetin bir 'ölüm cezası' içermediğidir. Ayet, çok açık bir şekilde, dininden dönüp, kafir olarak ölen kişinin, amellerinin boşa çıktığını ve yerinin Cehennem olduğunu ifade etmekte, ve fakat dünyada o kişinin öldürülmesi gerektiğine ilişkin bir emr va'z etmemektedir.
Maide:54. Ayet için de aynı şey söz konusudur. Ayette: "Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse (yertedde minkum an dinihi), Allah, (yerine), kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği, mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise izzetli, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir..." buyurulmakta, burada da dinden dönmenin dolaylı karşılığı olarak, ancak Allah'ın o kavmin yerine bir başka kavmi getirme-sinden bahsedilmektedir.
Muhammed: 25. ayette ise, irtidad hadisesi bir başka ifade ile ele alınmakta ve şüphesiz, kendilerine hidayet açıkça belli olduktan sonra, gerisin geri (küfre) dönenleri (erteddü ala edba-rihim), şeytan kışkırtmış ve boş emellere kaptırmıştır" buyurulmaktadır. Aynı surenin 27. ayetinde, meleklerin bu kişilerin canlarını yüzlerine ve arkalarına vura vura aldıklarından bahsedildikten sonra, 28. ayetin sonunda, yaptıkları işin neticesi açıklanmakta ve bunların amellerinin boşa çıktığı ifade edilmektedir.
Bu noktada, netice itibarıyla şunlar söylenebilir: bu üç ayet de Medine döneminde yaşanan olaylar üzerine inmiştir ve bu ayetlerde bahsi geçen 'irtidad'ın, basit anlamdaki 'inanç değiştirme' vakalarıyla bir alakası yoktur. Ayrıca 'hüküm' noktasında bu ayetlerin sarih ifadelerine bakıldığında da, 'ölüm cezası'nın yer almadığı açıkça görülmektedir.
Fıkhın bu konudaki keskin tutumunun nedeni ise, hadis literatüründe yer alan ve mütfefekun aleyh olarak nakledilen "dinini değiştireni öldürünüz" hadisidir. Bu noktada hadis usulü ile ilgili iki hususun altını çizmek gerekmektedir. Her ne kadar usul ilminde, üzerinde ittifak edilen hadislerin, Kur'an'ı tefsir edeceğine dair yaygın bir kanaat serd edilirse de, yine usulün diğer bazı alimlerine göre de, Kur'an'a aykırı düşen her hangi bir hadis kabul edilmez. Bu konuda Ebu Hanife'nin görüşü meşhurdur. 0, büyük günah işlerken kişiden imanın sıyrılıp çıktığına dair ittifakla rivayet edilen bir hadisi, Kur'an'dan ayetler getirerek ve ardından da: "Peygamber, Kur'an'a aykırı bir şey söylemez" diyerek reddetmiştir.
Doğru olan da budur. Zira Kur'an'ın korunmuşluğu konusunda Allahu Teala'nın vaadi varken, hadis literatürü için böylesi bir vaad söz konusu değildir. 0 halde, kaynağı sahih olarak bildirilen hadislerin de Kur'an'a tabi olması gerekir ve şayet bu iki kaynak arasında bir zıtlık varsa, hadis terk edilir, Kur'an'a tabi olunur. Fakat İslam fıkıh tarihinde, çoğunlukla hadislerin Kur'an'ı tefsir edebileceği görüşü ağırlık kesb ettiği için, irtidad konusunda da aynı yol izlenmiş ve sonuçta, Kur'an'ın bahsetmediği bir hüküm, fıkha eklemlenmiştir. Ancak fıkıh mezhepleri, bu konuda genelde onaylayıcı bir tavır takınmış olmasına rağmen, örneğin Ebu Hanife, kadın mürtedin öldürülmeyeceği yönünde görüş serdetmiştir ki bu da, konunun özde 'itikadi' olmadığını kanıtlamaktadır. Zira konu itikadi olsaydı, kadın ve erkek mürtedin hükmünün değişmemesi gerekirdi.
İkinci husus işe hadisin bağlamı konusundadır ve aslında konunun can alıcı noktası da buradadır. Buna göre, bu hadis, Hz. Peygamber döneminde, dininden dönenlerin, otomatik olarak Müslümanlarla 'savaş haline geçtikleri bir vasatta söylenmiştir ve özel olarak da o dönemdeki Yahudileri kastetmektedir. Çünkü Yahudiler, dinden dönme olayını, özel bir 'taktik' olarak benimsemişler ve insanların Müslüman olmalarını engellemek için irtidad olayını psikolojik harbin bir unsuru olarak kullanmayı denemişlerdir. Bu nedenle, Hz. Peygamber, 'siyasi' bir karar vererek, böyle yapanların öldürülmesi emrini vermiştir. Hadisin asıl bağlamı bu olmalıdır ve bu bağlam, bu öldürme emrinin, inanç değişimi yüzünden değil, siyasi nedenlerle verildiğini kanıtlamaktadır.
Ayetlerin tefsirinde de işte bu 'bağlam'ın göz önünde tutulması gerekmektedir. Ayetlerin nüzul sebeplerine ve indikleri ortama bakıldığında, mürtedin hükmü bahsi altında verilen cezanın mahiyeti de anlaşılabilmektedir. Bu ayetlerin üçü de Medeni'dir ve 'dinden dönme' hadisesini kullanarak 'fitne' çıkarmak isteyenler üzerine inmiştir. Ayetler, basit ve bireysel anlamda bir din değiştirme sorunu üzerine inmiş değildirler, bilakis İslam Toplumu'na yönelik 'ihanet' teşebbüslerini önlemek amacıyla nazil olmuşlardır.
Zaten Mekke'de 'dön-den dönme' konusunda tek bir ayet dahi nazil olmamış olması da, konunun 'siyasi' içerikli olduğunun kanıtıdır. Halbuki sorun, basit anlamda bir inanç değişimi sorunu olsaydı, Mekke'de de aynı konuda örnekler görülmesi gerekirdi. Hatta İsra hadisesi üzerine Müşriklerin yaydığı söylentilere inanarak, Hz. Peygamber'i terk edenler dahi olmuştu. Buna rağmen, Mekke'de 'dinden dönme' konusunda bir ayet nüzul olmamıştı.
Dolayısıyla 'irtidad' sorunu, Medine dönemine özgü idi ve temelinde de, İslam toplumuna zarar vermeye yönelik niyetler vardı. Nitekim henüz Hz. Peygamber hayatta iken 3 irtidad olayından bahsedilmektedir ki, bunlar da, konunun siyasi boyutunu gözler önüne sermesi açısından önemlidir. Buna göre Yemen'deki Benu Müdliç kabilesinden Esved'l-Ansi, peygamberlik iddiasında bulunup, Hz. Peygamberin zekat memurlarını da oradan çıkarınca, bizzat Hz. Peygamberin talimatıyla öldürülmüştür.
İkinci olay 'yalancı peygamber' olarak bilinen Müseylemetü'l-Kezzab'ın katli hadisesidir. Üçüncü olay da yine peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha Ibn Huveylid'in kabilesi olan Benu Esed'e karşı girişilen savaştır. Tuleyha bu savaşta yenilmiş ardından Şam'a kaçmış, fakat daha sonra muslüman olmuş ve öylece vefat etmiştir. Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber döneminde gerçekleşen bu 'irtidad' olaylarının 'bağlamı' da siyasidir ve bu kişilere 'harbi' muamelesi yapılmıştır.
Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer ridde hadiseleri de aynı bağlamda değerlendirilebilir. Dininden dönen bu kabilelere karşı savaş açılmış olmasından, mürtedin öldürüleceğine dair bir hükmün çıkarılması doğru değildir, zira o dönemde irtidad eden kabileler, kendileriyle antlaşma yapmadıkları herkesle savaş haline geçiyorlardı. Dolayısıyla zekatı vermeyen kabileler, İslam cemaatini parçalamaya ve düzenlerini bozmaya çalışıyorlardı. Nitekim, fıkıhçılar da, tek başına zekat vermeyen kişinin öldürülmeyeceği kanaatindedirler. 0 halde, zekat verip vermemek, öldürmenin asıl gerekçesi değildir. Asıl gerekçe, Müslüman topluma yönelik ihanet ve saldırıdır.
Mürtedin öldürüleceğine dair kanaat belirtenlerin delil olarak gösterdiği başka ayetler, hadisler ve yaşanmış olaylar da vardır; ancak bunların 'bağlamları'nın da farklı olduğu vurgulanmalıdır. Nisa:91. ayet, bunlardan biridir:
Ayette: "başka bir takım insanlar bulacaksınız ki, hem sizden, hem de kendi toplumlarından emin olmayı isterler. Fitneye döndüklerinde can atarak icabet ederler. Eğer bunlar sizden uzak durmazlar, sizinle barış içinde yaşamak istemezler ve sizden el çekmezlerse onları yakalayın ve nerede bulursanız öldürün. İşte böylelerine karşı Allah size açık bir yetki vermiştir" buyurulmakta ve burada yer alan 'nerede bulunsanız öldürün' ifadesinden, mürtedlerin öldürüleceğine dair hüküm çıkarılmaktadır.
Halbuki ayet, öncelikle bir şart ileri sürmekte ve şayet bu şarta uymazlarsa, onları öldürün demektedir. Yani 'Müslümanlardan uzak durmaz ve barış içinde yaşamak istemezlerse' onların öldürülebileceği ifade edilmektedir. Rivayetlere göre, ayette söz konusu edilenler, Hz. Peygamber'e gelerek zahiren müslüman olduklarını ilan eden ve fakat Müşriklerin yanına döndüklerinde de tekrar putlarına dönüverenlerdir. Bu kişilerin öldürülme gerekçeleri ise, 'Müslümanlara karşı savaş haline geçmiş olmalarıdır. Dolayısıyla burada 'inançlarını değiştirmiş olmaları' yüzünden.bir öldürme emri verildiğini iddia etmek imkanı yoktur. Yine Tevbe:5. ayetteki: "müşrikleri nerede görürseniz öldürünüz" ifadesi de yanlış yorumlanmaktadır, zira burada da inanç değişimi anlamında bir irtidaddan bahsedilmemekte, antlaşmanın bozulmuş olmasından dolayı müşriklere karşı bu müeyyide uygulanmaktadır. Nite-kim 8. ayetteki, "Mescid-i Haram'ın yanında kendileriyle ahidleştikleriniz müstesna" ifadesinden, öldürme emrinin gerekçesinin, antlaşmanın ihlali olduğu gayet sarih bir şekilde anlaşılmaktadır.
Bütün bu örneklerden anlaşılabileceği gibi, 'dinden dönme' hadisesinin tarihsel örneklerinde 'siyasi' nedenler etkili olmuştur. Dolayısıyla, irtidad sorununa ilişkin yürütülen tartışmanın, 'inancını değiştirenlerle' ilgili olmadığı açıktır. Ancak fıkıhta yer alan bu hüküm, günümüzde, İslam'a yönelik saldırıların bir gerekçesi yapılmak istenmektedir. Buna göre, inancını değiştirenin öldürüleceği yönündeki hüküm, İslam'ın müsamahakar bir din olmadığı ve 'inananlarını baskı ile kendi içinde tuttuğunu gösterir. Bu, kasıtlı bir propagandadır ve hiçbir dayanağı yoktur. Zira Kur'an çok açık bir şekilde:
"dinde zorlama yoktur" buyurmaktadır ve Müslümanların tarihsel pratiği de bu konuda pek çok örnekle doludur. Hz. Peygamber de, çocuklara zorla dini pratikler yaptırmayı yasaklamıştır. İslam orduları, fethettikleri ülkelerin halklarına inanç baskısı uygulamamış, sadece onlarla İslam arasındaki engelleri kaldırmış ve imanı kabulde insanları serbest bırakmıştır.
Bu noktada, şu mantığı işletmek gerekmektedir: insanları bu dine girmeleri konusunda zorlamayan bir din, terk etme noktasında neden zorlama yapsın? Şayet böylesi bir zorlama var olmuş olsaydı, kabul noktasında olmalıydı. Kendine güvenen, hakikatin kendi uhdesinde olduğu iddiasında olan bir dinin: "ya girme, ya da çıkma" gibi bir kompleksli iddiada bulunması mümkün olabilir mi? Aksine bu din, insanlara: "gir, bak, bir daha çıkmak aklının köşesinden bile geçmeyecek" der. Asıl, insanları zorla kendi içlerinde tutan dinler, sahte dinlerdir; zira kendilerine güvenleri yoktur ki, bu baskı ve zora başvurmaktadırlar.
Firavun, Musa'nın dinini kabul eden hahamlarına: ."ben izin vermeden mi, dininizi değiştirdiniz" demiş ve onları cezalandırmıştır. İşte bu yaklaşım, bütün beşeri dinlerin ortak yaklaşımıdır. İslam ise, gerçek anlamda bir seçim yapıp, kendisini benimsemiş olan kişinin, bu dini bir daha asla terk etmeyeceği noktasında emindir. Şu halde, İslam'ın insanların inanç tercihi konusunda bir zorlamada bulunması, hele hele ölüm gibi bir hüküm vaz etmesi mümkün değildir.
Günümüzdeki insanların durumuna gelince, bugün İslam dünyasındaki belirli bir kesim insanın durumu, tıpkı Hz. Peygamber dönemindeki Mekke ahalisinin durumu gibidir. Hz. Peygamber, Mekke'de inanmayanları tutup öldürmemiş, bilakis onları İslam'a çağırmıştır. Aslında Mekke'de 'irtidad' diye bir hadisenin olması da mümkün değildir. Çünkü Mekkeliler zaten inan- mamaktadırlar, dolayısıyla inanıp, inancından dönme gibi bir hadise Mekke'de zaten söz konusu değildir.
Bugün de aynı şekilde, laik, sosyalist, ateist vs. kişi ve gruplar, zaten hiç inanmamışlardır ki, onların bir de irtidad etmeleri söz konusu olsun, Velev ki, inanıp da, sonra bu inançlarından dönseler bile, yine onlar hakkında ölüm cezası hükmü zaten yoktur, Bu insanlardan bazıları:"benim babam hacıydı, hocaydı, bana Kur'an'ı ezberletti ama ben daha sonra laik, sosyalist oldum. Şimdi ben mürted olarak öldürülecek miyim?" tarzında istihzai sorularla insanların kafalarını karıştırma sevdasındadırlar. Bu insanlara Kur'an, küfürlerinin karşılığını açıkça beyan etmiştir. Yaptıkları her şey boşa gidecek ve sonuçta Cehennem'e sürüleceklerdir...
Hüküm budur ve bu insanlar", Hesap Günü'nde Allah'ın vaadinin doğru olduğunu 'Hakk'al-Yakin' göreceklerdir... Bu dünyada 'fitne çıkaranlar' ise, şayet İslami bir iktidar söz konusu ise, o iktidarın vereceği cezaya da razı olacaklardır. Nitekim, irtidad sorunu ilk olarak, Medine'de ortaya çıkmıştır ve o dönemde müslüman toplumun varlığına yönelik eylemler arasında algılanmıştır.
Mürtedin öldürüleceğine dair verilen hüküm de, bu bağlamda değerlendirilmelidir. Ancak bugün durum, farklıdır. Bugün ortam, Mekke ahalisinin durumuna teşbih edilebilir. Dolayısıyla bugünün asli sorunu tebliğdir. Zaten vahyin amacı, insanların hayatlarına son vermek değil, bilakis onlara 'hayat vermektir'. Ve İslam'ı gerçek anlamda bir kez tadan da, onu bir daha asla bırakmaz.
Nitekim, tarihsel pratikte, imanı kabul eden hiçbir kavmin, 'imani gerekçelerle' bu dini terk ettiği görülmemiştir. Ama nice Hıristiyan, Yahudi veya müşrik topluluğun, fevc fevc bu dine girdiği ve bir daha da çıkmadığı sabittir. İman kalbinde yer etmemiş, daha doğrusu imanları boğazlarından aşağı inmemiş kişilerin yaşadıklarını söyledikleri değişim ise, asla bir kriter olarak alınamaz. Zira mantık olarak, bu dünyada tek bir hakikat varsa, o da, tek bir din tarafından temsil edilmelidir. Bu dinin adı, tarihsel dönemler boyunca vahiy dini / İslam olmuştur ve evrensel hakikat, bu din tarafından temsil edilir. Kim bu dini anlar, kabul ederse, o kişi, doğruyu bulmuştur. Mü'min işte bu hakikatin bilincinde olan kişidir. İnanmış görünen, ama gerçekte imanı tadamayanlar, ölçüt olamazlar. Zira onlar imana zaten girmemişlerdir ki, çıkmış olsunlar!...
İnanç değiştirmenin cezası olarak ölümü meşrulaştırmak için bulunan gerekçelerin ise hiçbir geçerliliği yoktur. Bu gerekçeleri öne sürenler, İslam'ın yüceliğini savunduklarını sanmaktadırlar ama aslında İslam'a zararları dokunmaktadır.
Bunlara göre, "İslam gibi çok değerli bir dini terk edenin, yaşam hakkı olamaz. Zira o, insana şeref veren en değerli şey olan dininden ayrılmıştır. Dolayısıyla o kişi, artık yok hükmündedir, değersizdir ve onun ölümü, kendisi için ağır bir karar değildir, bilakis bir hak etme söz konusudur". Bu tür yorumlar, 'zamanın bedii' olduğu söylenen kişiler tarafından yapılmaktadır ve bu gibi kişilerin peşinden gidenler de hiç düşünmeksizin bu görüşlere inanmaktadır. Halbuki bu tür mantıksal uyarlamalar, 'kitabına uydur-ma' çabasından başka bir şey değildirler.
Ama bilinmelidir ki, İslam'ın değeri, bu tür gerekçelendirmelerle kanıtlanmaz, bilakis İslam'a zarar verilir. Doğru olan, Allah'ın müstağni olduğunu vurgulamak, 'dileyenin inanıp, dileyenin de inkar edebileceğini', ama herkesin de yaptıklarının karşılığına razı olması gerektiğini söylemektir. Evet, dileyen inkar etsin, ama inkarının sonucunun da Cehennem olduğunu bilsin. Ki orada hayat ebedidir ve azab da hiç mi hiç hafifletilmez... Varsın inkar eden ve inkarında direnen, bu dünyada daha çok yaşasın, ki Allahu Teala'nın beyanıyla: "günahı artsın", azabı katmerlensin. Böylece inkarının kendisini nerelere sürüklediğini daha iyi görsün... İnanacak olan da inansın, imanı başkalarına da tavsiye etsin, inanmayanlara karşı mücadelesini versin ve sonuçta hakikate yapmış olduğu 'şahitliğin' karşılığını Cennet olarak görsün... İşte İslam'ın doğruları bunlardır ve doğrular, ancak salim akil sahipleri tarafından sahiplenilirler...
Mürted olan kişi tevbeye davet edilmeden öldürülebilir mi? Bu konuda mezheplerin görüşü nedir?
Hanbeli alimlerinden olan İbn-i Kudamenin bu görüşü mezhep görüşü değildir. Cumhura göre mürtedin tevbeye davet edilmesi vaciptir.
Mûrted: İnkâr ettiğini açıkça söyleyerek veya inkân gerektiren bir söz telaffuz ederek yahut da inkâra götürecek bir fiil işleyerek kendi arzusu ile İslâm'dan dönen mükellef şahıstır.
Mürtedin öldürülmesi:
İrtidat eden şahsın öldürülmesinin vacip olduğunda alimler ittifak halindedirler. Çünkü Resulullah (a.s.v) Efendimiz:
"Kim dinini (İslâmı) değiştirirse onu öldürünüz."(1)
"Müslüman bir kişinin kanı ancak şu üç şeyden biri ile helâl olur: Zina eden evli şahıs, başka birini öldüren kişi, cemaatten ayrılıp dinini terkeden kimse." buyurmuştur.(2)
"Ümmü Mervan adındaki bir kadın İslâm'dan dönmüştü. Durumu Hz. Peygamber (a.s.v)'e bildirildi, O da kadının tövbeye davet edilmesini, tövbe ederse bırakılmasını, yoksa öldürülmesini emretti."(3)
Meşhur Muaz (r.a.) hadisinde zikredildiğine göre Resulullah (a.s.) kendisini Yemen'e gönderdiği vakit şöyle buyurdu:
"Hangi erkek islam'dan dönerse onu önce İslâm'a davet et. Dönerse ne âla; yoksa boynunu vur. Yine hangi kadın İslâm'dan dönerse onu önce İslâm'a davet et. Dönerse ne âla; yoksa onun da boynunu vur."(4) Hafız İbni Hacen "Hadisin isnadı hasendir. İhtilâf konusunda temel kabul edilmesi gereken bir nastır." demektedir.
Öldürmeden önce, Hanbelilere göre, irtidat eden kişinin İslama dönme ihtimali bulunduğu için tövbeye davet edilip kendisine İslam'ın teklif edilmesi müstehaptır. Şayet İslama dönerse bu hoşnutlukla karşılanır. Eğer dönmezse o zaman İslâm devlet başkanı (veya onun naibi) onun durumuna bakan Tövbe etme ümidi varsa yahut mürtedin kendisi süre talep ederse üç gün mühlet verir. Ama tövbe etme ümidi yoksa ya da mürted mühlet isteğinde bulunmazsa hemen öldürülür. Hz. Ömer (r.a.) Efendimizden nakledilen şu rivayet buna delâlet etmektedir:
"İslâm ordularından kendisinin yanına gelen bir adama Hz. Ömer: "Uzaklardan yeni bir haber var mı?" diye sordu. Adam: "Evet, bir adam müslüman olduktan sonra tekrar Allah Teâlâ'yı inkâr etti, biz de onu öldürdük" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Onu bir evde üç gün hapsedip her gün bir ekmek vererek tutsaydınız ya... Belki de tövbe ederdi." dedi. Sonra da şöyle ekledi: "Allah'ım, ben bu olayda bulunmadım, öyle yapılmasını emretmedim ve duyduğumda razı da olmadım."(5) Kemalüddîn İbnü'l-Hümâm: "Hz Ömer'in bu şekilde olaydan uzak olduğunu ifade etmesi tövbeye davet etmenin vacip olmasını gerektirir." demektedir.
Cumhura göre ise irtidat eden kadın ve erkeğin öldürülmeden önce üç kere tövbeye davet edilmesi vaciptir. Yukarıda geçen Ümmü Mervan hadisi ile Hz. Ömer'den gelen tövbeye daveti vacip gördüğü yolundaki rivayetler bu hükmün delilidir.
Netice olarak irtidat eden kişiye tekrar İslam'a girme teklifinde bulunmak Hanefîlere göre müstehap,(6) cumhura göre vaciptir. Eğer mürted bir şüpheye kapılmışsa kendisine o hususta gerekli açıklama yapılır. Çünkü görünen odur ki, ancak şüpheye düşen bir kişi dinden döner. Hanefîlere göre mürtedin üç gün hapsedilmesi menduptur. Bu sürede her gün kendisine İslâm teklif edilir. Müslüman olursa ne âlâ; olmaz ise "Dinini değiştireni öldürün." hadisi gereği öldürülür.(7)
İrtidat eden sadece imam (devlet başkanı) veya onun naibi tarafından öldürülür. Onların izni olmaksızın mürtedi öldüren yanlış yaptığından tazir cezasına çarptırılır.
Dipnotlar:
1. Müslim dışında cemaat ile İbni Ebu Şeybe ve Abdurrezzak Ikrime yoluyla Hz. İbni Abbas'dan rivayet etmişlerdir. Tahrici yukarıda geçti. Neylü'l-Evtâr, VII, 190.
2. Buhari ve Müslim, İbni Mesud (r.a.)'dan rivayet etmişlerdir. Sübülü's-Selâm, III, 231; el-İlmâm, 443.
3. Darekutnî ve Beyhakî, Cabir (r.a.)'den tahric etmişlerdir, isnadı zayıftır. Beyhakî başka zayıf bil vecihten Hz. Aişe (r.a.)'den de tahric etmiştir. Neylu'l-Evtâr, VII, 192; Nasbu'r-Râye, III, 458; et-Telhîsü'l-Habîr, Mısır baskısı, IV, 49.
4. Taberani el-Mucem'inde Muaz b. Cebel (r.a.)den rivayet etmiş. Hafız ibni Hacer, senedinin hasen olduğunu söylemiştir. Neylu'I-Evtâr, VII, 193; Nasbu'r-Râye, III, 457.
5. İmam Malik Muvatta'da, Beyhakî de İmam Şafii yoluyla Muhammed b. Abdullah b. Abdulkadîr'den: "Ebu Musa el-Eş'arinin yanından Ömer b. el-Hattab'a bir adam geldi..." şeklinde rivayet etmişlerdir. Nasbu'r-Râye, III, 460; Neylû'l-Evtâr, VII, 191.
6. el-Kitab ma'al Lübâb, IV, 148.
7. Buhari, Ebu Dâvud, Neseî, Tirmizî, İbni Mace, Ahmed, Abdullah b. Abbas (r.a.)'tan rivayet etmişlerdir. Yukarıda tahrici geçti.
Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen |