İSLAM`DA MÜRTEDİN ÖLDÜRÜLMESİNİN HİKMETİ
Kullanıcı: Sorularlaislamiyet.com
| Tarih: Cum, 01/01/2010 - 01:00
Bak:Bakara 217
"Sana haram (hürmetli) aydan ve onun içinde yapılan savaştan soruyorlar. De ki: “Onun içinde (o ayda) savaş büyük (günahtır). (Fakat insanları) Allah yolundan saptırmak (alıkoymak) ve O'nu inkâr etmek, (mü'minlere) Mescid-i Haram'ı (yasaklamak) ve onun halkını oradan (Mekke'den sürüp) çıkarmak ise Allah katında daha büyüktür (büyük günahtır). Ve fitne, (adam) öldürmekten de daha büyüktür (bir suç ve günahtır). Eğer onların güçleri yetse (yapabilseler), sizi dîninizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri kalmazlar. Sizden kim dîninden dönerse, o taktirde o, kâfir olarak ölür. Bu sebeple işte onlar, amelleri dünyada ve ahirette boşa gitmiş olanlardır. Ve işte onlar, ateş ehlidir. ve onlar, orada ebediyyen kalacak olanlardır.”
....
Islâm, insan için, bütün eksikliklerden arındırılmış bir hayat programıdır. O, dindir, devlettir, ibadettir, önderliktir, kitap ve kılıçtır, ruh ve maddedir, hem dünya hem de ahirettir. O, akıl ve mantık üzerine bina edilmiş ve kesin bilgi ve deliller üzerinde yükseltilmiştir. Onun inanç sisteminde ve şeriatında insan fıtratıyla çatışan, ona ters düşen hiç bir şey yoktur ve o, insanın önünde diğer beşerî düşünceler gibi, onun edebî ve maddî olgunluğa erişmesi için bir engel değil; ona ulaştıran emin bir yoldur. Kim Islâm`a girer, onun hakikatini kavrar, onun ruhî zevkini tadar ve sonra da ondan dönüp irtidad ederse apaçık delilleri inkar ederek, hak ve mantık ölçülerinin dışına çıkmış olur.
Insan bu duruma geldiği zaman, çöküş derecelerinin en aşağılarına düşmüştür. Böyle bir insanın hayatının korunmasının hiç bir geçerli sebebi yoktur. Çünkü onun hayatında ulaşılması gereken ne yüce bir gaye, ne de şerefli bir maksat kalmıştır.
İslam dininde, dinini değiştireni öldürünüz, hükmünü nasıl anlamak gerekir?
Tebliğ insanı ızdıraplıdır; insanların doğru yoldan sapması, Allah'ın emirlerini çiğneyip O'na baş kaldırması, tebliğ insanını tâ can evinden vurur. İrtidatlar, onu iki büklüm eder ve tebliğ adına çaresiz kalıp eli kolu bağlandığı anlar, onu çileden çıkarır ve ona hafakanlar yaşatır. Kur’ân, Efendimiz (s.a.s)'e hitaben: "Onlar îman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın" (Şuara sûresi, 26/3) derken, Allah Resûlü'nün tebliğ adına çektiği ızdırabı ve bu ızdıraptan doğan ruh hâlini resmeder. Esasen ızdırabının keyfiyet ve durumuna göre bu ruh hâli, her tebliğ insanında vardır ve olması da gerekir.
İrtidat dinden dönme demektir. Buna göre mürted ise, daha önce inandığı bütün mukaddesâtı inkâr eden insandır. Ve bu insan bir bakıma Müslümanlara ihanet etmiştir. Bir kere ihanet eden, her zaman ihanet edebilir. Onun için de bazılarına göre mürtedin hayat hakkı yoktur. Ancak fıkıh âlimlerinin sistematize ettiği şekle göre, mürted hangi meseleden dolayı irtidat ettiyse, evvelâ ona o mesele en ince teferruatına kadar anlatılıp izah edilecektir. Belli bir süre takibe alınarak, takıldığı hususlarda iknaya çalışılacaktır. Bütün bunların fayda vermediği zaman da artık o insan İslâm bünyesinde bir ur ve çıban başı olduğu tebeyyün edince de ona göre muamele yapılacaktır.[1> Ne var ki, hiçbir mü'min, bir başkasının irtidadı karşısında alâkasız kalamaz. Zira İslâm'ın mürüvvet anlayışı buna manidir. Belki hâdiseyi duyan her mü'min, şuurundaki seviyeye göre böyle bir irtidat hâdisesi karşısında üzülür ve ızdırap duyar. Ama tebliğ adamının ızdırabı herkesten daha derindir. Çünkü insanların hidayeti, onun varlık gayesidir.
İşte Halid b. Velid (r.a)'in başından geçen bir hâdise karşısında Allah Resûlü (s.a.s)'nün hâlet-i ruhiyesi. Hz. Halid, dinin irtidat mevzuundaki prensiplerini değerlendirmede acele davranıp bir infazda bulunur. Bu haber Allah Resûlü (s.a.s)'ne ulaşınca çok üzülür ve ellerini kaldırarak: "Allah'ım Halid'in yaptığından sana sığınırım" diyerek Cenâb-ı Hakk'a ilticada bulunur.[2>
Allah Resûlü (s.a.s)'nün bu hassasiyeti, etrafındakilerde de aynı şekilde ma'kes bulmuştur. Mesela Yemame'den dönen birisine, Hz. Ömer (r.a) ciddî birşeyin olup olmadığını sorar. Gelen zât, ciddî ve önemli birşeyin olmadığını, sadece içlerinden birinin irtidat ettiğini söyler. Hz. Ömer (r.a) heyecanla yerinden doğrulur ve, "Ona ne yaptınız?" diye sorar. Adam, "Öldürdük" deyince, Hz. Ömer (r.a) aynen Allah Resûlü (s.a.s) gibi bir iç geçirir ve adama hitaben, "Onu bir yere hapsedip bir müddet bekletmeli değil miydiniz?" der. Sonra da ellerini kaldırır ve Rabbine karşı şu niyazda bulunur: "Allah'ım, kasem ederim bunlar bu işi yaparken ben yanlarında yoktum. Ve yine kasem ederim, duyduğum zaman da yaptıklarından hoşnut olmadım."[3>
1- Buhari, Diyat, 6; Müslim, Kasâme, 25; Serahsî, Mebsut, 10/98; Kâsânî, Bedîü's-Sanaî, 7/134.
2- Buhari, Mağazi, 58; İbn-i Hişam, Sîre, 4/72.
3- Muvatta, Akdiye, 58.
....: WEB KÜTÜPHANESİ :....
İSLAM'DA DİN HÜRRİYETİNİN TEMELLERİ ( İÇİNDEKİLER )
[ Ridde Savaşları`nın Asıl Sebebi Ne İdi? ]
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Hz. Ebûbekir, zekât vermek istemeyenlerle savaşılması gerektiği konusunda Hz. Ömer' i iknâ ederken, namaz kılmayanlarla savaşılabileceği örneğini vermiştir. Yâni o, iki olay arasında ortak bir özellik/illet dolayısıyla, hükmü `bilinmeyen' zekât vermeme olayını (makîs), hükmü bilinen namaz kılmama olayına (makîsun aleyh) kıyaslamıştır. Ancak belirttiğimiz gibi iki olay arasındaki ortak özelligin / illetin irtidat(sonucunda ortaya çıkan isyan) mı, yoksa bir yükümlülüğü yerine getirmemek mi olduğu açık değildir ve bunu `makîsun aleyh'ten hareketle belirlemek mümkün değildir. Zîra daha önce namaz kılmayanlara karşı ne fiilen savaş/onların öldürülmesi, ne de bu yönde bir haber bulunmaktadır. Ancak, Hz. Ebûbekir'in zekât vermeyenlere karşı, kâfir (ve sonuçta isyancı) oldukları için mi, zekât vermedikleri için mi savaş açtığını belirlersek, namaz kılmayanlarla niçin savaşılacağını da (ikisi arasındaki ortak özelliği yani kıyasın illetini de) belirlemiş oluruz.
Hz. Peygamber'in vefâtından sonra, Hz. Ebûbekir'in hilâfetinin başlarında (H.ll/M.632) ortaya çıkan irtidat olayları içinde yer alanlar iki gruptular. Birinci grubu Hz. Peygamber'in peygamberliğini inkâr ederek Müseylime ve Esved-i Ansî gibi yalancı peygamberlere bağlanmak, ya da doğrudan doğruya İslam'dan önceki şirk hayatına dönmek suretiyle dinden çıkanlar oluşturuyordu. Hz. Ebûbekir, bunlara karşı ordu göndermiş, liderlerini öldürmüş ve çoğunu ortadan kaldırmıştır. İkinci grup ise müslüman olduklarını söylemekle berâber el-Hattâbî'nin ifâdesiyle "namaz ile zekâtı birbirinden ayırıp zekâtın farziyetini ya da imama ödenmesinin gerektiğini inkâr edenler"194 idi. Alıntıladığımız bu son ifâdelerin sâhibi el-Hattâbî ilginç bir yaklaşımla bunların "aslında (kâfir olmayıp) isyancı" olduklarını," o dönemde özellikle mürtedler arasında anılmakta" olduklarını "zîrâ irtidat olaylarının isyan olaylarına göre daha yaygın" olduğunu ifâde etmektedir.195
Zekât vermeyenlerden bir kısmı şöyle diyordu: "Allah Teâlâ `Ey Muhammed! onların mallarından, onları kendisiyle temizleyip arındıracağın bir sadaka al ve onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için bir sükûnettir',196 buyurmuştur. Bu ayette zekât toplama emri Hz. Peygamber'e yöneltilmiştir. Emir ona hastır. Ayette zekât alınması için gerekli bir takım şartlar da zikredilmiştir ki, bunlar da Hz. Peygamber'den başkası tarafından yerine getirilemez. O da vefat ettiğine göre, zekât toplama yetkisine sahip kimse bulunmadığından, zekât fârizası düşmüştür."197 Bir kısmı da zekât vermek istiyor, fakat liderleri buna engel oluyordu. Meselâ Yerbü'oğulları zekâtı halifeye teslim etmek üzere toplamışlar, fakat liderleri İbnü Nüveyre buna engel olmuş, toplanan meblağı aralarında dağıtmıştı.198 Hattâbî'ye göre, kendileri ile savaşılması konusunda Hz. Ömer'in tereddüt ettiği kimseler bunlardı.199
el-Cassâs (ö.370/ 980) ise zekât vermeyenler hakkında, yukarıdaki gibi bir detaylandırmaya girmeden, zekât vermeyenler, "zekât yükümlülüğünü üstlenmekten, onun farz olduğunu kabullenmekten kaçındılar ve bu yüzden mürted oldular. Çünkü Kur'an'dan bir âyeti inkâr eden, onun tamamını inkâr etmiş demektir",200 yargısını koymaktadır. Hattâbî'nin `müslümanız' dedikleri halde `zekât vermeyiz' diyenleri mürted değil, isyancı saymasına karşılık el-Cassas, bunlara mürted denmesinin mecâzî olmadığını ve irtidatlarının, "farz oluşunu reddederek zekât vermekten kaçınmaları" na dayalı olduğunu, bu sebeple (gerçek anlamda) mürted diye nitelendirildiklerini vurgulamaktadır.201
Bu insanların, yukarıda aktardığımız batıl yorumları ışığında değerlendirildiğinde, el-Cassâs'ın yorumunun sağlam bir zemine dayanmakta olduğu kabul edilebilir. İrtidat etmiş kimselerin, mâlî yükümlülüklerini (zekâtı) yerine getirmemekte direnen insanların, meşru düzene karşı isyan içerisinde oldukları açıktır. Bu durumda onlara savaş açılması/öldürülmeleri meşrûdur.
Şu halde kısaca ifâde etmek gerekirse, zekât vermeyenler mürted oldukları ve isyancı konumuna düştükleri için öldürülmüşlerdir. Öyle ise, eş-Şâfiî'nin dediği gibi, namaz kılmayanın öldürülebilmesi için; zekât vermeyenlere savaş açmanın/onları öldürmenin meşruluğunun ispâtında esas kabul edilen "namaz kılmayanla savaşılacağı/onların öldürüleceği" hükmü de, namazın farz olduğunu inkâr edip, meşru düzene karşı isyan esasına dayanmalıdır. Halbuki eş-Şâfiî namaz kılmayanların namazı inkar etmelerini ve devlete karşı isyan etmelerini şart kılmaksızın sadece namaz kılmadıkları için öldürüleceklerini söylemektedir. Oysa bu açık bir `kıyas maa'l-farik' (bir şeyi kendisi ile aynı ortak vasfı taşımayan başka bir şeye kıyaslamak)tır. Nitekim o bunun farkındadır ve durumu şöyle açıklamaya çalışmaktadır:
"Her ne kadar namaz kılmayan kimse elimizde bulunsa ve bize karşı koyacak durumda olmasa da namaz kılmadığı taktirde onu öldürürüz. Zîra namaz, buluntu eşya, haraç ve mal gibi maddî bir şey değildir ki onu elinden alalım. Durum böyle olunca kişi, irtidat etmesi ve imana dönmemesi hâlinde nasıl öldürülüyorsa, maddî bir şey olmayan namaz yükümlülüğünü yerine getirmeyince de öylece öldürülür.202
Görüldüğü üzere burada eş-Şâfiî zekâtla namazı birbirine kıyaslayarak karşılaştığı açmazdan kurtulmaya çalışırken bir başka açmazla karşı karşıya gelmekte ve kalbî bir durum olan iman ile hem fizîkî, hem kalbî eylem olan namazı aynı düzlemde ele almaktadır.
Olayı bir de, `mürtedleri' tek bir kategori olarak değil de, iki ayrı kategoride değerlendiren el-Hattâbî'nin bakış açısıyla değerlendirelim:
Eğer zekât vermek istemeyenler `mürted' değil de `bâğî' (isyancı) iseler, bu takdirde öldürülmelerinin sebebi küfür ve isyan değil de, yalnız isyan olacaktır. Bu noktada da onlara savaş açılması, isyan etmeksizin namaz kılmamakta direnenlere kıyaslanmış olamaz. Şu halde Hz. Ebûbekir'in yaptığı kıyasın sağlıklı olabilmesi için -ki öyle olduğunda şüphe yoktur- söz konusu kıyasta namaz kılmama olayının da, meşru düzene karşı isyan zemininin de gerçekleşmiş olması gerekir. Oysa eş-Şâfiî, sadece namaz kılmamayı savaş/öldürme sebebi saymaktadır.
Bir başka konu da, zekat vermek istedikleri halde, liderlerinin engellemesi yüzünden bunu gerçekleştiremeyenlerin durumudur. Eğer bu olay târihî olarak doğru ise ve bu kimselere karşı savaş açılmış, öldürülmüşlerse; ya halife onların bu durumunu bilmediği için hatâen öldürülmüşlerdir -ki, bu ihtimal çok uzaktır- ya da, liderlerinin kandırması sonucu `isyancı' durumuna düşmüşlerdir. Dolayısıyla bu noktadaki hüküm de bir önceki paragrafta ortaya konan hükümle aynıdır.
Daha önce gördüğümüz üzere, Fahruddîn er-Râzî; eş-Şâfiî'nin, et-Tevbe, 5 ayetini, namaz kılmayanın öldürüleceği konusunda delil getirmiş olduğunu söylemektedir. Yine, bazı müteahhirin alimlerince "... insanlarla savaşmam bana emredildi", hadisinin, eş-Şâfî'nin görüşüne delil olarak gösterildiğinden söz etmiştik. Şimdi kısaca bu `delilleri' değerlendirmeye çalışacağız.
Önce söz konusu ayet ile hadîsi hatırlayalım:
"Haram aylar çıkınca, müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayın, hapsedin. Her gözetleme yerine oturup onları bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı kılar ve zekâtı verirlerse siz de onların yollarını boşaltın."203
İbnu Ömer (r.a.)'den :
"Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in, Allah'ın Resülü olduğuna şehadet edinceye, namazı kılıncaya ve zekâtı verinceye kadar insanlarla savaşmam bana emredildi."204
Belirtmek gerekir ki, eş-Şâfiî, namazın terki meselesini de ele aldığı `el-Ümm' adlı eserinde konu ile ilgili olarak, ne yukarıdaki âyeti ne de hadîsi delil olarak kullanmıştır. O, bu konuda sadece Hz. Ebûbekir'in: "Allah'a yemin ederim ki, namaz ile zekâtı birbirinden ayıranlarla mutlaka savaşacağım" ifâdesine başvurmakla yetinmiştir.205 Bu durumda er-Râzî'nin, "eş-Şafiî bu ayeti, namaz kılmayanın öldürüleceği konusunda delil olarak kullanmıştır" ifadesini, "Bu ayet eş-Şafiî'nin görüşüne delil olmaya müsaittir", şeklinde anlamak gerekmektedir.
Yukarıdaki ayet ile hadis karşılaştırıldığında içeriklerinin sonuç olarak aynı olduğu görülecektir. Şu farkla ki ayette müşriklerle; hadiste ise "insanlarla" savaşmanın emredilmesi söz konusudur. Hadis, ayet ışığında değerlendirilecek olursa, "insanlar" ile müşriklerin kastedildiği kolayca anlaşılır. Kısaca bu ayet ile hadis, esas itibariyle müşrikler hakkındadır ve her ikisinde de, müslüman olmayan kimselerin İslam'a girmesi amaçlanmakta, bu amaç gerçekleşinceye kadar -özel şartlar altında- onlarla savaşılması istenmektedir. Bu sebeple ayet ve hadis olsa olsa Ahmed b. Hanbel'e ait "Namaz kılmayan kafir olur, tevbe etmezse öldürülür", görüşünün delilleri olabilirler, "Namaz kılmayan kafir olmaz, ama öldürülür" görüşüne delil olmazlar. Zira, "Zaten müslüman olan kimsenin, İslam'a girmesini amaçlamak", gibi bir şey söz konusu değildir. eş-Şafiî'nin bu iki "delil"e baş vurmamış olmasının sebebi bizce bu durumdur.
Hal böyle olmasına rağmen biz, ayet ile hadisin temelde müşriklere yönelik olduğunu dikkate almadan; müslüman olup namaz kılmayanlara (ve zekât vermeyenlere) yönelik olduklarını var sayarak bu "deliller"i değerlendireceğiz.
Yukarıdaki ayet ile hadisin, namaz kılmayanın öldürüleceğine delil gösterilmesi sırasında iki noktaya vurgu yapıldığına değinmiştik. Bunlardan birincisi insanların/müşriklerin; tevbe etme, namaz kılma ve zekât verme şartlarının üçünü birden yerine getirmelerine kadar öldürülmelerinin emredilmiş olması; ikincisi de bu şartlardan her hangi birinin eksik olması ile hepsinin bulunmaması arasında bir farkın bulunmadığıdır.
Hatırlanacağı üzere eş-Şafiî, Hz. Ebubekir'in "Zekât vermeyenlerle mutlaka savaşacağım", şeklindeki sözüne atıfta bulunarak, "Yelzemu mine'l-Kıtâli el-Katlü" ="Kital (savaş) öldürmeyi gerektirir" yorumunu yapıyor, buradan da zekât vermeyenlerin ve tıpkı bunlar gibi namaz kılmayanların öldürüleceği sonucuna ulaşıyordu. Aynı mantıkla bakıldığında yukarıdaki ayet ve hadisin de eş-Şafiî'yi "desteklediği" görülmektedir. Çünkü her iki metinde de temel hüküm olarak "kital" in gerekliliği vurgulanmaktadır. Ancak eş-Şafiî'nin "Kital öldürmeyi gerektirir", şeklindeki yaklaşımının, yeterince sağlam bir dayanağı olduğunu kabul etmek zordur. Zira hadiste ve ayette kıtalin emredilmiş olması karşı tarafın mutlaka öldürülmesinin emredilmiş olduğunu ifade etmez. İbnu Hacer el-Askalânî (ö. 876/1471) "...İnsanlarla savaşmam bana emredildi" hadisini açıklarken şöyle demektedir:
"Kirmânî (ö. 786/ 1384)'ye, zekâtı vermeyen kimse hakkındaki hükmün ne olduğu sorulmuş o da: ` İkisinin (zekât vermemekle namaz kılmamanın ) hükmü birdir' demiştir. Kirmânî bu ifadesi ile her ikisi uğruna da savaşılacağını ifade etmek ister gibidir. Her ikisinin de öldürme sebebi olacağını kast etmiş değildir. Bu iki durum (savaşmak ile öldürmek) arasındaki fark şudur: Zekât vermekten kaçan kimseden zekât zorla alınabilir. Namaz ise böyle değildir. Çünkü zekât vermeyen kimse işi savaşmaya kadar götürürse onunla savaşılır. Hz. Ebubekir zekât vermeyenlerle işte bu suretle savaşmıştır. Onun zekât vermeyenlerden hiç kimseyi "sabran" (yani pasif durumda iken) öldürdüğü nakledilmiş değildir. Dolayısıyla bu hadisin, namaz kılmayanın öldürüleceği konusunda delil olarak kullanılması münakaşaya açık bir konudur."206
İbnu Dakîk el-`Îd (ö.702/ 1302) in de, biraz daha detaya inerek, ama aynı mantıkla konuyu ele aldığını görüyoruz. O şöyle demektedir:
"Kıtal (savaş); bu emri alan kimsenin, hasmını her zaman öldüreceği/ öldürebileceği anlamına gelmez. Zira bir şeyden dolayı savaşmak ile aynı şeyden dolayı öldürmek arasında fark vardır. Şöyle ki Arap gramerinde "mukatele" [ ve aynı anlamdaki "kıtal"] kalıbı savaş eyleminin, iki tarafın etkinliği ile meydana gelmesini gerektirir. Dolayısıyla savaşa kalkıştıkları zaman namaz kılmayanlara karşı, namaz yüzünden savaşmanın mübah olması, savaşa kalkışmadıkları zaman da öldürülmelerinin mübah olmasını gerektirmez."207
et-Tevbe, 5 ayeti ile "...insanlarla savaşmam bana emredildi" hadisinde, savaşın/ öldürmenin sona ermesi için tevbe (iman), namaz kılmak ve zekât vermek gibi üç şartın getirildiği, bunlardan her hangi birinin eksikliği halinde ayetteki genel hükmün devam ettiği iddiası da sağlam bir delile dayanmamaktadır. Zira ehli sünnet inancına göre mutlak iman, naslarla belirlenen cezalar dışında kanı/canı masum kılar. Ölüm cezasının uygulandığı suçlar arasında namaz kılmamak ve zekât vermemek yoktur.
Ayette ve hadiste `tevbe'den sonra yer alan namaz ve zekât imânın kayıtlayıcı şartı niteliğinde değil, imânın belirtisi, işâreti niteliğinde olmak üzere zikredilmiştir. Namaz bedenî ibâdetlerin; zekât ta mâlî ibâdetlerin ön plandaki örnekleri olarak şehâdet kelimesiyle birlikte, İslam'a bir bütün olarak inanıldığını temsil etmektedirler. Nitekim el-Kastalânî, İbnu Ömer'in rivâyet ettiği yukarıdaki hadîsin el-Alâ b. Abdurrahman rivâyetinde, "Muhammed'in Allah'ın resûlü olduğuna şehadet edinceye, namazı kılıncaya ve zekatı verinceye kadar.." ifadesi yerine, "Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet edinceye ve benim getirdiklerime imân edinceye kadar.." ifâdesi yer almaktadır.208
Buraya kadar söylenenler namaz kılmayan müslümanların, pasif durumda olsalar da öldürüleceği şeklindeki görüşün yeterli delillerden yoksun olduğunu ortaya koymaktadır. Kaldı ki, bu görüşün uygulama alanı bulduğu örneklere de rastlamıyoruz
Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen |