Hadis ilminin Kiriterleri Neler dir?

#1 von Kurban , 31.12.2012 19:51

Ahmet Tahir Dayhan

D.E.Ü. İlahiyat Lisans Tamamlama
Hadis ve Hadis Metinleri, Ünite no. 7
İzmir 2012, s. 147-167

GİRİŞ
Sahîh bir hadîsin isnâdında aranan vasıf, râvîlerinin âdil (İslâma uygun yaşayan) ve zâbıt (rivâyetini sağlam taşıyan), senedinin ise muttasıl (kesintiye uğramayan) olmasıdır. Şüzûz’dan (daha üstün râvîlere muhâlefetten) ve illetden (gizli bir kusurdan) arınmışlığı ise metninde aranan vasıflardır. Bir hadis, isnâd bakımından sağlam oluşuyla sahîhu’l-isnâd adını alır. Ancak gerçek anlamda “sahîh hadis”, diğer iki vasfı da hâiz olandır. (Leknevî, er-Raf’u ve’t-Tekmîl, s. 187; Irâkî, Fethu’l-Muğîs, s. 9). Yani isnâdın sahîhliği, bağlı bulunduğu hadis metninin de sahîh olmasını gerektirmez (A’zamî, Menhecü’n-Nakd, s. 83). İlk muhaddisler, ellerinde mevcut hadis malzemesini gelecek nesillere aktarmak için oluşturdukları külliyât içerisine, bu beş şartı taşıyan hadisleri almaya gayret etmişlerdir. Eserlerine sonradan yöneltilen tenkîdlerin yoğunluk derecesi, bu seçimdeki başarılarıyla orantılıdır.
Babanzâde Ahmed Naim (1934)’in ifadesiyle: “Muhaddisin vazîfesi, nükûlü eslâftan ahlâfa nakletmektir (rivâyetleri öncekilerden sonrakilere nakletmektir). İçlerinde nakd-i ricâl, tâbir-i diğerle intikâd-ı esânîd (râvî ve sened tenkîdi) ile meşgul olarak hadisin kavîsini zaîfinden ayırdetmek ve mütûnun teâruz ve tefâvütlerini (metinlerin çelişki ve farklılıklarını) göstermek vazîfe-i mühimmesini de deruhte etmiş (üzerine almış) olanlar varsa da, mânâ ve delâlet itibâriyle nakd-i mütûn (metin tenkîdi) onlara âid değildir. Nakd-i mütûn ile uğraşan, fukahâ ve onların başında müctehidlerdir”. (Ahmed Naim, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi (Mukaddime), I/10).
Son devir Osmanlı ulemâsının önde gelen ismi Muhammed Zâhid Kevserî (1952) ise şöyle demektedir: “Vâkıa, muhaddisler çoğunlukla sened yönünden hadis tenkîdiyle yetinmişler, seneddeki ızdırâba (problemlere) verdikleri önem kadar, hadis metnindeki ızdırâba önem vermemişlerdir. Goldziher yandaşlarının dâhilî tenkîd dedikleri metin tenkîdini, fıkıh ve istinbât ehli yerine getirmiştir. Ve böylece iki grup (hadisci ve fıkıhçılar) hadis tenkîdini paylaşmışlardır”. (Kevserî, Makâlât, s. 57).
Gerçekten de bazı hadisler, senedlerinde adı geçen râvîlerin tümünün sika olmasına rağmen, herkesin göremeyeceği bir illet-i kâdiha (sıhhat bozucu gizli sebep) ile ma’lûl olabilmektedirler. Bu nedenle, çok geniş bir sahayı kapsayan ilelü’l-hadîs (hadis problemleri), bazen o hadisin rivâyet hakkını elinde tutan râvînin veya musannifin ilmini aşabilmekte ya da gözünden kaçabilmektedir. Bu tür rivâyetleri tenkîd ve gerekirse red işi, -eğer muhaddis aynı zamanda fakîh değilse- çoğunlukla fukahâ ve şârihlere kalmaktadır. Sözlerini naklettiğimiz çağdaş âlimlerin fikrine, Tâhir el-Cezâirî (1921), Muhammed Reşid Rızâ (1935), Muhammed Zübeyr Sıddîkî ve Muhammed Gazâlî (1996)’nin de iştirâk ettiğini görüyoruz. (Reşid Rızâ, Mecelletü’l-Menâr, XXVII/615, 8. cüz; XXIX/40, 1. cüz; Cezâirî, Tevcîhü’n-Nazar, s. 257, 334; Sıddîkî, Hadith Literature, s. XXVII; Gazâlî, es-Sünnetü’n-Nebeviyye, s. 39).

HADİSLERİ DEĞERLENDİRMEDE METNİN ROLÜ

Yukarıdaki görüşlerden ilk bakışta, hadis ilminin temel hedefini belirleyen bütün yükünü omuzlayan muhaddislerin, metne ilgisiz kaldıkları ve kendi koydukları kurallara aykırı davrandıkları gibi garip bir sonuç çıkmaktadır. Zira Dirâyetü’l-hadîs ilminin konusu; râvî ile mervînin halleridir. Râvî ile sened, mervî ile metin kastedilir. Metni gözardı ederek varılan sonuçlar, hadis ilmi açısından değer ifade etmezler. Hadisleri değerlendirmede metnin rolü senedden büyüktür. Şöyle ki;
Bir hadisin sahîh ya da hasen oluşu mutlak değildir. Bu hüküm senedine mi, yoksa metnine mi aittir?, izâh edilmesi gerekir. Bir haberin mütevâtirliği (râvîlerinin sayısından ziyâde, lafzının halk ya da âlimler arasında meşhur olması sebebiyle) metinle alâkalı bir durumdur. Benzer biçimde, sahîh-hasen-zayıf arasında müşterek olan ıstılahların bir kısmında sadece metnin durumuna bakılır. Meselâ merfû, mevkûf, muzdarib, müdrec, musahhaf, müselsel; bunların tümü metni ilgilendiren ıstılahlardır. Bir garîb hadisin meşhûr (müstefîz) ya da azîz hadislere muhâlefeti metin sebebiyledir. Şâzz hadisteki râvînin teferrüdü (tek kalması) ve muhâlefeti, çoğu zaman metinde bulunur. Sika olan râvîlerin, metindeki ziyâdeleri de böyledir. İlletlerin bir kısmı da yine metinde bulunan kusurlardır. Örneğin, Hadis Usûlü/Mustalahu’l-hadîs ilmine dair derli toplu ilk eserin sahibi olan Hâkim en-Nîsâbûrî (405/1014), Ma’rifetü Ulûmi’l-Hadîs’in 27 ve 28. nev’lerini İlelü’l-hadîs ve Şâzz’a ayırmıştır. Orada şöyle der: “Bir hadis bir çok yönden kusurlu olur ki bunlarda (râvî ile ilgili) cerhin herhangi bir dahli yoktur. Zira mecrûh râvînin hadisi zaten değersizdir. İllet ise, çoğunlukla sika râvîlerin hadislerinde olur. Onlar illetini bilemedikleri bir hadisi rivâyet ederler, böylece hadis ma’lûl olur.” (إِنَّماَ يُعَلَّلُ الْحَدِيثُ مِنْ أَوْجُهٍ لَيْسَ لِلْجَرْحِ فِيهاَ مَدْخَلٌ . فَإِنَّ حَدِيثَ اْلمَجْرُوحِ ساَقِطٌ واَهٍ . وَعِلَّةُ الْحَدِيثِ يَكثُرُ فِي أَحاَدِيثِ الثِّقاَتِ ، أَنْ يُحَدِّثوُا بِحَدِيثٍ لَهُ عِلَّةٌ ، فََيَخْفَى عَلَيْهِمْ عِلْمُهُ ، فَيَصِيرُ الْحَدِيثُ مَعْلوُلاً)
Maklûb hadis, bir yönüyle, metinde meydana gelen değişimin karşılığıdır. Lafzî-mânevî şevâhid ile mütâbeâ’da, metinlerin birbirlerine uygunluğu aranır. Mevzû hadislerin alâmeti sayılan bütün deliller metinle ilgilidir. Örneğin İbn Kayyimi’l-Cevziyye (751/1350), mevzû hadisleri tanıma yollarını ve ne tür hadislerin mevzû olduklarını 19 madde halinde ve örneklerle anlatmıştır ki, hemen hepsi metni ilgilendiren hususlardır. (İbnü’l-Kayyim, el-Menârü’l-Münîf, s. 50-105). Ayrıca Hatîb-i Bağdâdî (463/1070), Usûl’ünde, “Münker ve Müstahîl Hadisleri Atmanın Vacip Oluşu” başlığı altında, mevzû olduklarına işaret ederek beş adet hadis zikretten sonra, gireceği yeni konuya şöyle bir başlık atmıştır: “Akla, Kur’ân’ın sâbit ve muhkem hükmüne, ma’lûm Sünnete, Sünnetin aktığı mecrâda deverân eden fiile ve her kesin delîle ters düşen haber-i vâhid kabul edilmez”. (Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, s. 469-472).
Mânâları görünüşte birbirine zıt iki sahîh hadisin, cem’, tercîh ve nesh metodlarından biri uygulanarak açıklığa kavuşturulması demek olan Muhtelifü’l-hadîs ilmi ile; Akıl, his, ilim ve dînin kesin kâidelerine ters görünen sahîh bir hadisin te’vîli demek olan Müşkilü’l-hadîs ilmi, konularını bütünüyle metne tahsis etmişlerdir.
Metinle ilgili yukarıda saydıklarımıza eklenebilecek başka ıstılahlar da vardır. (Örnekler için bk. İdlibî, Menhecü Nakdi’l-Metn, s. 174-222).
Şu halde, senedi bir hedefe varmak için kullanan muhaddislerin rivâyet edende titiz davranmalarının, rivâyet edilenin sıhhatini meydana çıkarmaya yönelik olduğunu; dış görünüşe aldanılmadığı takdirde, muhaddislerin senedden çok metin üzerinde durduklarını ya da en az sened kadar metne de eğildiklerini kabul etmemiz gerekir. (Subhî es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, s. 237-248; Cevâbî, Cühûdü’l-Muhaddisîn fî Nakdi Metni’l-Hadîs, s. 315-431). Bu yüzdendir ki dikkatler, Hz. Peygamber (s.a.v)’in “Ateş’te oturacağı yeri hazırlamakla” tehdit ettiği zümreye dâhil olmamak ve ona yalan isnâd etmemek için, hadisin lafzen edâsında senedden çok metin üzerine çevrilmiştir. İlk muhaddislerden (Hz. Ebû Bekr’in torunu) el-Kâsim b. Muhammed (106) ve yine tâbiûndan Recâ b. Hayve (112) ile Muhammed b. Sîrîn (110), rivâyet ettikleri hadislerin her kelimesinde olağanüstü titizlik göstermişlerdir. (İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-İlmi ve Fadlih, I/80; Bağdâdî, el-Kifâye, s. 220).

İnternet: İlk nesillerin hadis rivâyetinde temkinli davranmalarının “lafza riâyet edememe” korkusundan; nakilde titiz davranmalarının “olduğu gibi aktarabilme” kaygısından kaynaklandığına dair bilgi ve örnekler için, http://rivaye.blogspot.com adresinde bulunan İlk Dönem Hadis Tarihinde Mânâ İle Rivâyet Meselesi adlı makalemize (İslâmî Araştırmalar, cilt: 13, sayı: 1, yıl: 2000, ss. 93-100) bakınız.

Oryantalistlerin İddiaları
Batı dünyasında hadis üzerine çalışan araştırmacıların büyük çoğunluğu, muhaddislerin metin ve muhtevâya hiçbir önem vermediklerini iddia edegelmişlerdir. Reinhart P. A. Dozy (Hollandalı, 1883), Alois Sprenger (Avusturyalı, 1893), Ignaz Goldziher (Macar, 1921) ve daha sonra Leone Caetani (İtalyan, 1935), Joseph Schacht (Alman, 1969), Gaston Wiet (Fransız, 1971) gibi hadis ilmindeki araştırmalarıyla meşhur olan şarkiyatçılar, senedle metni birbirinden ayırarak değerlendirmişler, bir hadisin metninin sıhhatini tespit için senedden başka bir yol olmadığını savunmuşlardır. Bu fikirlerinin kaçınılmaz neticesi olarak; muhaddislerin hadis tenkîdini isnâda hasredip, metni terkettikleri iddiasını ortaya atmışlardır. (Dozy, Târîh-i İslâmiyet, I/162-163; Sıddîkî, a.g.e., s. XXII; Subhî es-Sâlih, a.g.e., s. 244; Hatîb, Muhammed Acâc, es-Sünnetü Kablet-Tedvîn, s. 254; Caetani, İslâm Târihi, I/85; Sıddîk Beşîr Nasr, Davâbıtü’r-Rivâye, s. 41; Cevâbî, Cühûdü’l-Muhaddisîn, s. 450).
Onların bu görüş ve yaklaşımları, Ahmed Emîn (1954), Mahmûd Ebû Rayye (1970) es-Seyyid Sâlih Ebû Bekr ve Zâkir Kâdirî Ugan (1954) gibi bazı müslüman araştırmacılar tarafından da benimsenerek devam ettirilmiştir. (Ahmed Emîn, Fecru’l-İslâm, s. 217; Duha’l-İslâm, II/130; Ebû Şehbe, Sünnet Müdâfâsı, I/95; Sâlih Ebû Bekr, el-Advâü’l-Kur’âniyye, s. 5, 77-78; Z. K. Ugan, Dînî ve Gayr-ı Dînî Rivâyetler, IV/194).

Kitap: Zâkir Kâdirî Ugan’ın isnad tenkîd sisteminin eksik ve yetersiz olduğu, muhaddislerin metinden çok isnâda önem vererek muhtevâyı ikinci plana ittikleri, bu durumun hadis ilmine gölge düşürdüğü gibi rivâyetü’l-hadîs ve dirâyetü’l-hadis’e yönelik eleştirileri ve bunların 10 madde halinde değerlendirmesi için Osman Güner’in Zakir Kâdirî Ugan’ın Hadis Sistematiğine Yönelik Eleştirilerinin Tahlil ve Tenkîdi adlı makalesini (Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 17, yıl: 2004, ss. 65-94); Ahmed Emîn’in fikirlerini hiçbir kritik yapmaksızın aynen aktarıp kabullenen Süleyman Ateş’in ifadeleri için Gerçek Din Bu adlı kitabının ilgili yerlerini (İstanbul 1991, II/104-105) gözden geçiriniz.

Metni Tenkîd Etmenin Anlamı
Birbirine zıt sözkonusu fikirler karşısında, evvelkiler ve sonrakilerin metin tenkîdi (Reşid Rızâ’nın tabiriyle “tahlîlî tenkîd”, Mecelletü’l-Menâr, 1353, 8. cüz, XXXIV/620) ile ne kasdettiklerini iyice anlamamız gerekmektedir.
Görebildiğimiz kadarıyla, ilk devir muhaddisleri hadis metnini aktaran taşıyıcılara (râvîlere) ayrı bir önem vermişler, bir habere sahîh ya da sakîm (zayıf) damgasını vurabilmek için, öncelikle haberciye bakmışlardır. Zira bir şahsın dürüstlüğü, sosyal yaşantısına bakılarak ispat olunmuş, buna ilaveten hafıza gücü de onaylanmışsa, onun sözlerinin -vâkıalarla aksi ispatlanmadıkça- doğru olarak kabul edilmesi, bugün bile geçerli bir âdettir. (A’zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 206). Onların bu noktadan hareket etmiş olmaları bir noksanlık değildir. Çünkü mevsûkiyeti kesin olmayan bir belgenin muhtevâsını tenkîdden işe başlamak, kısa yol varken uzun yolu tercîh etmek olurdu. (Polat, Hadiste Metin Tenkîdi, Erciyes Ü. İlahiyat F. Dergisi, sayı: 6, yıl. 1989, s. 122). Ancak bunu yaparken metni tamamen gözardı ettikleri de söylenemez. Zira amel edilmesi gerekli hüküm ve kâide metnin içindedir. Dolayısıyla senedler, metinlere götüren bir vâsıta, bir vesîledir. İsnad zincirini oluşturan râvîlerin tetkîk ve tahlîli sona erdiğinde dikkatler metne çevrilmiş, hadisin sıhhatini bozacak bir kusurun bulunup bulunmadığı araştırılmıştır. Gerek sahâbe ve gerekse tâbiûn metin tenkîdi yapmışlar, muâraza, mukârane ya da mukâbele denilen karşılaştırma metodunu kullanmışlardır.
Karşılaştırma metodu başlıca altı şekilde kullanılmıştır (Örnekler için bk. A’zamî, Menhecü’n-Nakd inde’l-Muhaddisîn, s. 50-79):
1. Birkaç sahâbînin Hz. Peygamber (s.a.v.)’den aktarmış olduğu rivâyetlerin, birbiriyle karşılaştırılması. (Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer ve Abdullah b. Ömer bunu bizzat uygulamışlardır).
2. Muhaddisin rivâyetinin, farklı zamanlarda kendisinden dinlenerek kontrol edilip, karşılaştırılması. (Sahâbeden Hz. Âişe bunu tatbîk edenlerdendir).
3. Bir şeyhin farklı talebelerinin kendisinden aldıkları rivâyetlerin birbiriyle karşılaştırılması.
4. Ders esnâsında muhaddisin rivâyet ettiği bir haberin, talebeleri tarafından onun akrânı olan diğer râvîlerinki ile karşılaştırılması.
5. Hadis rivâyetinin bulunduğu kitabın hâfızada olanla, ya da başka bir kitapta olanla karşılaştırılması.
6. Rivâyetin Kur’ân âyetleriyle karşılaştırılması. (Hz. Ömer, Hz. Âişe ve Ebû Eyyûb el-Ensârî, ashâb arasında bunu ilk kez uygulayanlardır).
İlk kez sahâbe tarafından başlatılan metin tenkîdi, başlıca beş sebebe dayanıyordu (Örnekler için bk. Cevâbî, Cühûdü’l-Muhaddisîn fî Nakdi Metni’l-Hadîs, s. 460-484):
a) Hadîsin Kur’ân’la çelişmesi,
b) Sahâbînin naklettiği rivâyet ya da verdiği fetvânın Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünnetine muhâlif oluşu,
c) Hadisin metnini nakilde hatâ yapılmış olması,
d) Hadîsin sahâbî tarafından yanlış anlaşılmış olması,
e) Sîret-i Nebeviyye ile ilgili bir haberin (yani târihî bir meselenin) naklinde hataya düşülmesi.
Bu durumda özellikle ashâbın ileri gelenleri, o hadisi Kur’ân’a ya da sâbit ve mahfûz olan Sünnete veya târihî mâlûmâta arz etmek sûretiyle düzeltme yoluna gitmişlerdir.
Ashâb-ı kirâmın yolunu takip eden muhaddisler de aynı metodları (hatta buna mürekkep ve kağıt kontrolü gibi bazı metodları da ekleyerek) uygulamışlar, metni gözardı etmemişlerdir.
Bu noktada şu hususu da hatırlatmalıyız ki; son yıllarda bir çok araştırmacı, metin tenkîdi sözüyle hadislerin müspet ilim ölçülerine vurulmasını kasdetmektedir. (Kandemir, Mevzû Hadisler, s. 118; Polat, Hadiste Metin Tenkîdi, Erciyes Ü. İlahiyat F. Dergisi, sayı. 8, s. 94). Oysa çağımızda bile kesin karara bağlanmamış, dayanak ve sonuçları araştırmadan araştırmaya değişebilen ilmî verilere dayanarak, hadis metinlerini aceleye getirilmiş hükümlerle değerlendirmenin yanlış olacağı ortadadır. Örneğin, tasnîf asrının ileri düzeye ulaşmamış ilim ve tekniğine istinâden bir takım rivâyetler baştan reddedilip eserlere alınmamış olsaydı, günümüzde her müslümanın kolayca idrâk edebileceği birçok hadis, elimize ulaşmama tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktı.
Buna şunu da ilâve etmeliyiz; Vahiy, İslâm düşünce sisteminde, Rasyonalist İslâm filozofları dahil, bilgi kaynağı olarak kabul edildiği halde, Pozitivist zihniyette herhangi bir kıymet ifade etmez. Buna bağlı olarak vahiy unsuru, onu getiren Peygamberi alelâde bir insandan üstün kılacak bir vasıf taşımaz. Hadislerin metin tenkîdine tâbî tutulmadığını savunan müsteşriklerin kendi aklî çıkarımlarına uygun ve mâkul görmediği bir takım hadisler, aradaki bu bakış farkı (dünya görüşü, paradigma) sebebiyle bir müslüman için problem teşkil etmeyecektir. (Polat, Buhârî’nin Sahîh’ine Yapılan Bazı Tenkîdlerin Değerlendirilmesi, s. 248).
Yine son devir araştırmacılarının hadislerin tenkîdi için kriter kabul ettikleri diğer bir mesele de, hadislerle aklî verilerin çatışmasıdır. Hadis âlimleri, bir metnin aklın muktezâsına (mantıksal çıkarımlara, tecrübe ve kıyâsa) muhâlif oluşunu mevzûluk/uydurulmuşluk alâmeti sayarken, buna te’vîle müsâit olmama kaydını da ilâve ederler. (Kinânî, Tenzîhü’ş-Şerîa, I/6). Te’vîl’den maksat; menkûl ile ma’kûl’ün arasını bulmaktır. Yani aslında te’vîl; hadisin akla uygun olup olmadığını araştırmak demektir. Akıl-nakil teâruz ettiğinde (çatıştığında) kabul edilebilecek en genel kâide, aklî olana değil kat’î olana öncelik tanımaktır. Zira naklî verilerde olduğu gibi, aklî veriler içinde de zannî olanlar vardır.

Sıra Sizde: İlk bakışta ilmî ve aklî verilerle çatışır gibi göründüğü için şüphe uyandıran ve dolayısıyla devre dışı bırakılmaya uygun, ancak zamanla doğruluğu ortaya çıkan sahîh bir rivâyet bulmaya çalışınız.

HADİS TENKÎDİNDE AKIL-NAKİL ÇATIŞMASI
Sahîh ve sağlam bilgiye ulaştıran iki önemli delîlin teâruz/çatışma halini mercek altına alan, bir başka deyişle aklın nakle göre durumunu inceleyen İbn Teymiyye (728/1328)’nin filozof ve kelâmcılara karşı öne sürdüğü deliller, öğrencisi İbn Kayyimi’l-Cevziyye (751/1350) tarafından 51 madde hâlinde özetlenmiştir. Bâkıllânî (403), Gazâlî (505) ve Fahruddîn Râzî (606) gibi filozof-kelâmcıların el-Kânûnü’l-Küllî adını verdikleri; “Akıl ile naklin çatışması hâlinde aklın takdîmi vâciptir. Çünkü akıl, naklin esâsıdır. Naklin takdîm edilmesi, aklın da naklin de bâtıl olmasını/iptalini gerektirir” şeklindeki genel kâideyi tâğût olarak niteleyen İbnü’l-Kayyim’in itirazları arasından seçtiğimiz altı maddeyi şöyle sıralayabiliriz:
1. Sem’î ya da aklî olan iki delil kendi aralarında, veya sem’î ve aklî olanlar birbiriyle üç durumda çatışırlar: Ya her ikisi de kat’îdir, veya her ikisi de zannîdir, ya da biri kat’î diğeri zannîdir. Eğer iki kat’î olan birbirine muârız olmuşsa ikisinin arasını cem’ etmek (birleştirmek) lâzımdır. Eğer biri kat’î ise, sem’î olsun aklî olsun o kat’î olan öne geçer. Eğer her ikisi de zannî iseler, tercîh yapılır.
2. “Akıl ve nakil çatıştı” denildiğinde iki kat’î delilden bahsedilmekte ise, biz burada teâruzu mümkün görmüyoruz. Eğer iki zannî delil kastedilmişse, tercih edilen kesinlikle diğerine takdîm edilir. Yoksa aklî olanın mutlak olarak naklî olanın önüne geçirilmesi yanlıştır. Aklî olan sadece kat’î olduğunda diğerine takdîm edilir; sırf aklî oluşu yeterli bir sebep değildir.
3. Naklin sahîh olup olmadığına şahitlik eden akıldır, denilerek aklın öne alınması da yanlıştır. Bu durum, aklın takdîmini gerektirmediği gibi, iptâlini de gerektirmez. Meselâ; insanlar bir adamın tıpta uzman olduğuna şehâdet etseler, sonra da aralarında bu konuda tartışma çıksa, kendisine şehâdet edilenin (meşhûdün leh) sözünün, şehâdet edenlere (şuhûd) takdîmi vâciptir. Onlar: “Senin lehine şehâdet eden seni tezkiye eden biziz, senin ehliyetin bizim şehâdetimizle sâbit oldu. Bizimkine değil de senin sözüne öncelik tanınması, senin sözünün kendisiyle sâbit olduğu aslı (ana kaynağı) zedeler.” derlerse o da şöyle der: “Sizin değil benim bu işe ehil olduğumu bilginizle onaylayan sizsiniz. Bu konuda sizin değil benim sözüm makbuldür. Zira ihtilâf ettiğimiz konuda kendi sözlerinizi benimkinin önüne geçirmeniz sizin şehâdetinizi ve ilminizi zedeler ki, bu benim sizden daha bilgili olduğumu kabul etmek demektir.
4. Aklın şer’e takdîmi, aklın konumunu düşürür. Çünkü akıl, şerîatin ve vahyin kendisinden daha bilgili olduğunu kabul etmiştir. Bunlar birbiriyle kıyas bile edilemez. Zira vahye nisbetle aklın ilim ve marifetleri, dağ yanında hardal tanesi kadardır. Buna rağmen akıl -sırf akıl olduğu için- vahye takdîm edilirse, onun evvelki şehâdeti zedelenmiş olur. Ve şehâdeti bâtıl olanın sözü de kabul olunmaz.
5. (Akıllıların hakkında şüphe etmediği) sarîh aklın, şerîate muârız olması elbette düşünülemez. Bazı akıllıların (ulemânın) bazı önemli meselelerdeki tartışmaları iyice düşünülürse, sahîh ve sarîh nasslara muhâlif görüşlerin, akıl ile yanlışlığı anlaşılabilen bir takım fâsid şüpheler olduğu görülecektir.
6. Biri aklî diğeri naklî olan iki delilde sadece, aralarındaki delâlet yönü (kat’îlik, zannîlik) göz önüne alınır. Zira aklın sübûtla alâkası yoktur. Sübût, bir haberin nakli ile ilgilidir. Aklî delilde nakil sözkonusu değildir. Bir nakil, sahîh olarak sâbit olmamışsa artık onun delâletinin kat’î mi yoksa zannî mi olduğuna bakılmaz. Bu durumda akıl mukaddemdir/öne geçer. (İbnü’l-Kayyim, Muhtasaru’s-Savâiki’l-Mürsele, s. 107-207; İbn Teymiyye’nin 11 ciltlik eserinden özetle. Krş. İbn Teymiyye, Der’ü Teâruzi’l-Akli ve’n-Nakl, I/86 vd.).

Dikkat: Son maddeye dair şöyle ilginç bir örnek verebiliriz. İlkiyâ ed-Deylemî (509/1115)’nin Abdullah b. Ömer’den tahrîc ettiği “أَوَّلُ نِعْمَةٍ تُرْفَعُ مِنَ اْلأَرْضِ الْعَسَلُ” (Yeryüzünden kaldırılacak olan ilk nimet bal’dır) rivâyeti, senedinde yalancı bir râvî bulunması nedeniyle Mevzûât kitaplarına girmiş, dolayısıyla sahîh olarak sâbit olmamış “uydurma” bir hadistir. (Gümüşhânevî, Râmûzü’l-Ehâdîs, I/159, no. 6; Deylemî, Firdevsü’l-Ahbâr, I/64, no. 66; Kinânî, Tenzîhü’ş-Şerîa, II/239). Oysa 2007-2008 yıllarında arıların kitleler halinde ölümü üzerine sıkça tekrar edilen Albert Einstein’a ait şu söz, hadisin metnini destekler mahiyettedir: “Eğer arılar yeryüzünden kaybolursa insanlığın sadece dört yıl ömrü kalır. Arı olmazsa döllenme, bitki, hayvan ve insan da olmaz”. Ne var ki, senedinde ve sübûtunda problem olan bir rivâyete “hadistir” demek, hadis kabul kriterlerine uygun bir yaklaşım değildir. Belki sadece, modern ilmin verilerine uygun düştüğü için “mânâsı sahîhtir” denebilir. Tersini düşünürsek; yani bu rivâyet isnâdı sahîh bir hadis olsaydı ve ilk asırlardaki ulemâ tarafından akla-ilme uygun olmadığı için reddedilmeye kalkışılsaydı, bu da hadis kabul kriterlerine uygun bir yaklaşım olmazdı. Şu halde diyebiliriz ki; bir metnin otantikliği (sahihliği) ya da apokrifliği (mevzûluğu), zaman, mekân ve telakkîlerin değişimine endeksli olmamalıdır. Aksine değişim/farklılık, sübûtu ispatlanmış (isnadı sahih) bir metnin anlaşılma ve uygulanma safhasında sözkonusu olabilir.

 
Kurban
Beiträge: 1.052
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010

zuletzt bearbeitet 31.12.2012 | Top

   

Teklifi Hükümler
Kertenkele'nin Öldürülmesi

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz