Ebû Hanîfe'pin Hadis Kabulündeki Şartları
Ebû Hanîfe'nin (ra) muhaddis yönünü tamamlayan bir hususun, hadis kabulünde koyduğu şartlar olduğu ifade edilmiştir. Usûl-i Serâhsî'den hareket ederek aşağıda sıralanacak kaideler, onun bu yönünü ve hadis hususundaki titizliğini belirtmekle kalmayıp usûl-i hadisin onun zamanında fiilen mevcudiyetini de gösterecektir.
Ebû Hanîfe'nin koyduğu şartlardaki "sıkılık", o devirde yaygınlık kazanan hadis uydurma faaliyetlerine karşı büyük İmamın İslam'ı koruma endişesiyle açıklanmaktadır:
1- Haber-i vâhid, yanında toplanmış olan usûle muhalefet etmemelidir. Zira bu usûl, şer'î kaynaklarda yapılan araştırmalar sonunda elde edilmiştir. Çelişki bulunması hâlinde iki delilden kuvvetlisiyle amel prensibine uyarak, haber-i vahidi terketmiş ve o haberi şâz saymıştır.
2- Haber-i vâhid, Kitab'm umûmi prensiplerine ve zahirine muhalefet etmemelidir. Böyle bir durumda Kitabın zahirini almış, rivayeti terketmiştir. Burada da prensip "iki delilden kuvvetlisiyle amel"dir. Ama bu rivayet, mücmel bir âyeti açıklama konumunda veya yeni bir hüküm koyma babında ise o zaman hadisi almıştır.
3- Haber-i vâhid meşhur sünnete muhalefet etmemelidir. Meşhur sünnet kavli veya fiilî olsun farketmez, hüküm aynıdır. Burada da "iki delilden kuvvetlisiyle amel" prensibi esastır.
4- Haber-i vâhid, kendisine eşit olan bir başka habere de muhalefet etmemelidir. Bu çeşit iki haberden biri, tercih sebeplerinden biriyle diğerine üstün kılınır. Meselâ: İki sahabeden biri daha fakîhtir, veya biri fakîh, öbürü değildir, veya biri genç, diğeri ihtiyardır. Böylece hata ihtimalinden uzaklaşılmış olur.
5- Râvi, rivayet ettiği hadise aykırı amel etmemelidir. Köpeğin yaladığı kabın yedi kere yıkanması gerektiğini ifade eden Ebû Hüreyre (ra) hadisi gibi. Çünkü Ebû Hüreyre (ra) bu hadisin gereğine göre amel etmemiştir.
6- Haber-i vâhid, içerdiği fazlalıkta münferid kalmamalıdır. Bu durum, metinde olmuş, senette olmuş fark etmez. Böyle bir hâlde, Allah'ın dininde ihtiyat maksadıyla nakıs olanla amel eder.
7- Haber-i vâhid, çok bilinen bir olaya dair olmamalıdır. Çünkü bu tür olaylar hakkındaki haberin meşhur veya mütevâtir olması gerekir.
8-Hükümde ihtilaf eden sahabeden biri, onlardan birinin rivayet ettiği haberi delil olarak kullanmayı terketmemiş olmalıdır. Zira haber sabit olsaydı onlardan biri mutlaka o haberi delil olarak kullanırdı.
9- Seleften birinin, hadis hakkında tenkidi bulunmamalıdır.
10- Rivayetlerin ihtilaf etmesi hâlinde, cezalarla ilgili meselelerde hafif olanı almak esastır.
11-Râvinin rivayet ettiği hadisi zabt durumu, hadisi aldığı andan naklettiği ana kadar değişmemiş olmalı, unutma ve karıştırma yaşanmamış olmalıdır.
12-Haber-i vâhid sahabe ve tabiîn arasında alışılagelmiş uygulamaya aynı beldede kaldıkça muhalefet etmemelidir.
13-Râvî, rivayet ettiği şeyi iyi hatırlamadıkça sırf yazının kendi yazısı olduğuna dayanarak, yazıya itimad ederek rivayeti kabul etmesi caiz değildir.
Hadis İlminin Dalları
Hadisin dinî bakımdan işgal ettiği önemli konum zamanla bağımsız bir ilim dalma dönüşmesine sebep olmuştur. Hadis âlimleri İslâm'da Kur'âri'dan sonra en önemli yeri işgal eden bu ilim dalını, sahih olanlarını sahih olmayanlardan ayırmak için, hadisin sened ve metninin araştınlmasını konu edinen bir ilim olarak tanımlamışlardır.
Hadis ilmi üzerinde yapılan çalışmalar, bazı konuların bağımsız ilim dallarına dönüşmesine yol açmıştır. Bu ilim dalları şunlardır:
1. Rivâyetü'1-hadis İlmi:
Hz. Peygamber'in sünnetini, toplayan, nakleden ilim. Hadislerin yazılı şekillerini ihtiva eden bütün hadis kitapları (Sahihler, Camiler, Sünenler, Müsnedler...) bu ilme âit malzemeyi oluştururlar.
Hz. Peygamber'e nispet edilen söz, fiil, takrir ve sıfatların sağlam esaslarla naklini konu alan ilimdir. Hadislerin lafızlarını tesbite yarayan terimler de Rivâyetü'l-hadis ilminin konusuna girer.
Buradan anlaşılıyor ki, Rivâyetü'l-hadis ilminin konusu doğrudan doğruya Hz. Peygamberin sözleri, fiilleri, takrirleri ve sıfatlarıdır.
Bu ilmin içerdiği sağlam hadisleri tesbit ve nakil esasları, Hz. Peygamber'e (sav) ait hadisleri naldederken hata yapmama yollarını göstermesi bakımından çok önemlidir.
Bu Konuda Yazılan Eserler:
Hadislerin ilk tedvininden itibaren yazılan bütün eserler Rivâyetü'l-hadis ilmine ait eserler kabul edilir. İbni Şihâb ez-Zührî'den sonra İbni Cüreyc (Mekke), el-Evzai (Şam), Süfyân es-Sevrî (Küfe), Hammâd b. Seleme (Basra) hadisleri ilk tedvin edenler sayılır. Bilâhare bunların eserlerine Kütüb-i Sitte ashabının eserleri de eklenmiştir.
2. Dirâyetü'l-Hadis İlmi:
Hadislerin sıhhat durumlarını tesbit için, sened ve metnin durumlarını anlamaya yardımcı olan ilim dalıdır.
Rivayet, rivayet esas ve türleri, rivayete ait hükümler, râvilerin sıfatları, bir râvide bulunması gereken şartlar, nakledilen hadis türleri gibi konularla ilgilenen bir ilimdir.
Rivayet esaslarından maksat, semâ, arz, kıraat, icazet gibi hadis rivayet yöntemleridir. Rivayete ait hükümlerden maksat ise kabul veya reddir.
Nakledilen hadis çeşitleri, cami, sünen, müsned, rnu'cem, cüz, müstahrec, müstedrek gibi eserlerde nakledilenlerdir. Şu hâlde Dirayetül-Hadis ilmi, çeşitli eserlerde tasnif edilerek yazılmış hadisler hakkında kabul veya red hükmünü verebilmek için, onları değişik yönleriyle ele alan bir bilim dalıdır. Bu ilmin konusu Özetle kabul veya red bakımından hadisler ve râvileridir.
3. Cerh ve Ta'dîl İlmi
Sahabeden itibaren bütün hadis râvîlerinin doğruluk ve güvenirlik durumlarını inceleyen ilim dalıdır.
Râvîler genelde isimlerine ve künyelerine göre alfabetik bir tarzda sıralanır ve her birinin hayatı, kimlerden hadis rivayet ettiği, kimlere hadis naklettiği, diğer râvîler arasındaki yeri, adalet ve zabt bakımından durumu, hakkında hadis eleştirmenlerinin görüşü... teknik terimlerle ifade edilir. İlk asırlardan itibaren pek çok kıymetli eserin kaleme alındığı bu ilim dalında, İbni Ebi Hatim er-Râzî'nin el-Cerh ue't-Ta'dîl adlı kıymetli bir kitabı vardır.
Cerh, sözlükte silahla yaralamak, dürtmek, yarayı deşmek mânâlarına gelir. Ta'dîl ise düzeltmek, hakkını vermek, temizlemek demektir.
Cerh ve ta'dîl; hadis râvilerini irdeleyerek özel hayatlarında ve hadis rivayetinde kusur ve ayıp sayılan hâllerini ya da güvenilir olduklarını açığa çıkarmak demektir. Cerh ve Ta'dîl ilmi râvilerde hadis rivayetinde kusur sayılan bazı hâllerin bulunup bulunmadığını araştıran ilimdir.
Cerh ve Ta'dîl, Hadis Ricali İlminin bir bölümüdür. Hadis ilminde yüksek derecede bulunan bir âlimin, bir râviyi İslam dininin emir ve yasaklarına aykırı hareket, yalancılık ve hadis rivayet kaidelerine uymamak gibi bir sebeple tenkit edip rivayetini çürüğe çıkarmasına cerh denir.
Ta'dîl ise araştırma sonucu râvinin kötülükten uzak, dürüst, İslamiyetin emir ve yasaklarına bağlı, haûza bakımından kusursuz olduğunun belirlenmesidir. Cerh ve Ta'dîl İlmi, başka bir deyişle hadis râvilerinin güvenilir olup olmadıklarını ortaya koyan ilim dalıdır.
Cerh ve Ta'dîl İlminin temel eserleri:
a) Kitabul-Cerh ve't-Ta'dîl, İbni Ebî Hatim er-Râzî (240-327 h./854-938m.)
b) el-Kâmil, İbni Adıyy (277-327h./690-938m.)
c) Mîzânu'l-i'tidâl, ez-Zehebi (673-748h./1274-1337m.)
d) Lisânu'l-mîzân, İbni Hacer el-Askalânî.
4. Râvîler Tarihi ilmi:
Hadis rivayeti bakımından râvilerin hayatlarını, tabakalarını inceleyen ilimdir.
Hadis râvilerini inceleyen Rical ilminin bir bölümüdür. Râvilerin hâllerini, doğum-ölüm tarihlerini, kimlerden hadis aldıklarını, hadis alış yer ve tarihlerini, onlardan rivayette bulunanları ve seferlerini konu alır.
Bu da hadis rivâyetiyle birlikte doğmuş bir ilimdir. Râvilerin hâllerini bilmek, hadisleri tanımada ilk adımı teşkil ettiğinden Râvi Tarihi ilmi, hadis ilminin en önemli kollarından birini oluşturur.
Bu sahada en tanınmış eserlerden birkaçı:
a) et-Tabakâtu'l-kubrâ, îbni Sa'd (168/230h./784-844m.)
b) et-Târihu'l-kebîr, el-Buhârî.
c) Tehzîbu't-tehzîb, İbni Haceri'l-Askalânî.
d) el-lsâbe fî temyîzi's-sahabe, İbni Hacer.
5. Vürûd Sebepleri İlmi:
Hadislerin söyleniş veya bir fiil bildiriyorsa yapılış sebeplerini konu alan ilim dalıdır. Kur'an-ı Kerim için Esbâbu'n-nüzul İlmi (Ayetlerin iniş sebepleri) ne ise, hadisler için Esbâbu vurûdil-hadis ilmi odur.
Bu ilim daha çok hadislerin nâsih ve mensûhunu anlamada yardımcı olur. Ayrıca hadislerin taşıdığı hükmü anlamaya da yardım eder.
Esbâbu vurûdi'l-hadis konusunda yazılan en önemli eser, İbni Hamza ed-Dımeşkî'nin (1054-1120h./1644-1708m.) el-Beyan ve't-ta'rîf fî esbâbi vurûdi'l-hadisi'ş-şerîfadkldtabıdiT.
Hadislerin daha iyi anlaşılmasını sağlayan bu dalda. Suyûtî'nin de el-Luma1 adlı bix eseri vardır.
6. Garîbu'l-Hadis İlmi:
Hadis metinlerinde geçen, az kullanıldığı veya Arapça'ya sonradan girdiği için anlaşılması zor olan kelimelerin açıklanması bu ilmin konusunu oluşturur.
Bu ilme, Müşkilu'l-hadis ilmi de denir. Hadislerin iyice anlaşılabilmesi için bu ilme kesin ihtiyaç vardır. Çünkü bir hadisten hüküm çıkarmak, ancak onun iyi anlaşılabilmesiyle mümkündür. Hadis anlaşılamadığı takdirde çıkarılan hüküm yanlış olur.
Allah Resulü (sav) herkesin anlayabileceği fasih ve açık bir Arapça ile konuştuğu için hadislerde kapalılık ve anlaşılmayan bir taraf yoktur.
Ne var ki Hz. Peygamber'in (sav) vefatından sonra yabancı milletlerden İslam'a girenlerin çoğalması Arap dilinin kendi ifade kalıpları içinde söylenmiş hadislerin herkesçe anlaşılmaması durumuna yol açmıştır. Yeni müslüman olmuş milletlerin hadisleri Araplar gibi anlamasına imkan yoktu. Diğer taraftan hadislerin iyice anlaşılabilmesi belli bir İslami kültürü de gerektirir. Yeni müslüman olmuş bir yabancıdan böyle bir kültür beklenemez. İşte hadislerin herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilmesi için onun yüksek ifadelerini, anlaşılmayan yerlerini izah etmek Garibu'l-hadis ilminin doğuş sebebidir.
a) Garîbu'l-hadis, Ebû Ubeyd el-Kâsım b. Seliâm (157-224h./773-838m.)
b) Gatîhul-kadp, İbni Kuteybe
c) el-Fâik fi garîbi'l-hadis, Zemahşerî.
d) en-Nihâye fi garîbi'l-hadis, İbni'l-Esîril-Cezerî (544-606h./H49-1209m)
7. İlelü'l-Hadis İlmi:
Yalnız hadis uzmanlarının tesbit edebildiği ve hadisin sıhhatine engel olan gizli kusurları araştıran ilim dalıdır.
Zahirde sahih olan bazı hadislerde herkesin anlayamayacağı gizli kusurlar bulunur. Bu kusurlara illet denir. İllet kelimesinin çoğulu ileldir. İlelü'l-hadis, hadislerin illetleri demektir.
Hadislerin illetleri dışarıdan fark edilemeyecek derecede gizli olduğu için İlelü'l-hadis konusu hadis ilimlerinin en karışık ve en zor olanı sayılmıştır. Buna rağmen İslam alimleri Hadis İlminin her kolunda olduğu gibi bu önemli bölümünde de kıymetli eserler vermişlerdir. Birkaç tanesini kaydediyoruz.
a) Kitabul-ilel ve ma'rifetu'r-rical, Ahmedb. Hanbel
b) Kitabu'l-üel, et-Tirmizî.
c) Kitabu'l-üeli'l-hadis, İbni Ebî Hatim er-Râzî.
d) el-îlelü'l-varide fi'l-ehâdîsi'n-Nebeviyye, ed-Dârekutnî (306-385h./9l8-995m.) *
8. Muhtelifu'l-Hadis ilmi:
Bu ilim, aslen olmadığı hâlde dış görünüşü bakımından aralarında çelişki var gibi görünen hadisleri ele alır ve görünürdeki çelişkiyi giderir.
İbni Kuteybe'nin bu alanda yazdığı Te'uîlu muhtelifi'l-hadıs adlı eseri, Hadis Müdâfaası adıyla Türkçe'ye çevrilmiştir.
9. Nâsih ve Mensûh İlmi:
Biri diğerinin hükmünü kaldıran hadisleri konu edinen bir ilimdir.
Bu ilmin en önemli kaynağı Hâzimî'nin el-î'tibâr adb. eseridir.
Sünnet; Kaynak Ve Önemi Sünnetin Kaynağı
Hz. Peygamber (sav); vahiy, üstün beşerî akıl ve nebevi akıl ya da peygamberlik birikimi denilen üçlü bir yolla ilim elde etme imkanına sahip bulunmaktadır. Vahiy gibi diğer insanların ulaşması mümkün olmayan bir bilgi kaynağıyla uzun süre temasta bulunan beşerî aklın en üst seviyesine sahip Hz. Peygamber'de, meleke-i nübüvvet denilen bir peygamberi ictihad kabiliyet ve birikiminin oluşacağı muhakkaktır. Bu yetenek sayesinde Hz. Peygamber (sav), başkalarının kavrayamadığı bazı ilahî gerçekleri kavrayıp en uygun ifade ve uygulamalarla insanlara anlatır. Sünnetin ulaşılmaz boyutu, başkalarının yorumlarından üstün oluşu işte buradan kaynaklanmaktadır.
Allah Resûlü'ndeki (sav) bu peygamberlik melekesine, diğer bir ifadeyle nübüvvet ilmine, Kur'an-ı Kerîm değişik kelime ve tabirlerle işaret etmektedir: Zikir, hüküm, hikmet, yüreği açmak, tefhîm, öğretmek ve göstermek gibi kelime ve terimler bunlardandır. Hz Peygamber'in ilahî iradenin beyanı niteliğindeki açıklamaları, ilahî anlatım ve denetim altındaki nebevi akıldan doğmaktadır, denebilir. Sünnetin'bağlayıcıhğı da işte bu ilahî-nebevî niteliğinden ileri gelmektedir.
Sünnetin Dindeki Yeri
Sünnet, Peygamber Efendimiz'den (sav) Kur'an dışında sâdır olmuş her türlü söz, fiil ve takrirlerden oluşmaktadır. Daha kısa ve fıkıh usûlü âlimlerinin anlayışına uygun bir anlatımla "Sünnet, Allah Resülü'nün söz, fiil ve takrirlerinden ibarettir."
Şer'î debilerin ikincisi olan sünnetin tarifinde "peygamberlik" kaydı, vazgeçilmez unsurdur. Böylece sevgili Peygamberimiz'in (sav), peygamberliğinin başlangıcından vefatına kadar, Kur'an dışında söylemiş olduğu her söz veya yaptığı her fiil sünnet içinde yerini almış olmaktadır. Bu söz ve fiillerin ümmete yönelik genel bir hüküm getirmiş olması ile özel kişilere veya kendi zatına yönelik olması arasında fark yoktur.
Bu kapsamdaki sünnetin delil olduğunda bütün müslümanlar icmâ etmişlerdir. Yani "sünnef'in dinde delil olmadığını söyleyen hiç kimse veya grup bulunmamaktadır.
Öte yandan, Kitabın Sünnet'e göre üstün olduğu konusunda da bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Zira Kitap, lafiz olarak Allah katından indirilmiş, ibadetlerde okunması emredilmiş, bütün bir insanlık en küçük süresinin benzerini getirmekten âciz kalmış ilahî bir beyandır. Sünnet ise bu vasıflara sahip değildir. Bu açıdan bakıldığı zaman, delillerin sıralanmasında sünnet, elbette Kitap'tan sonra gelmektedir.
Kur'an'da sünnetin hukukî delil olduğunu gösteren ayetler bulunmaktadır. Bu sebeple sünnete ait her hangi bir delilin, mesela çelişki halinde olduğu sanılan bir ayetin zahirini korumak maksadıyla dikkate alınmaması, sünnetin delilliğini gösteren ayetle-nn tamamının dikkate alınmaması anlamına gelir. Sünnet, Kur'an karşısında üç görev üstlenmiştir: Te'kid, tefsir, teşri'.
Te'kîd: Sünnet herhangi bir hükme Kur'an gibi delalet eder, yani her yönüyle Kur'an'm hükmüne uygun bir beyanda bulunur. Mesela, "Namazı kılın ve zekatı verin" (Bakara 43), "Ey inananlar, oruç size de farz kılındı" (Bakara, 183), "Kabe'ye gitmeye yol bulabilene haccetmek Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır" (Âl-i İmrân, 97) ayetlerinde mutlak olarak ifade buyurulan İslam'ın şartlarını bir de "İslam beş temel üzerine kurulmuştur" (Buharı, İman 1; Müslim, İman 22; Nesâî, İman 13; Tirmizî, İman 3) hadisi, -uygulamaya yönelik hiç bir açıklama getirmeksizin- sadece hüküm açısından beyan etmektedir.
"Mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin..." (Nisa, 29) ayeti ile "Her müslümamn malı diğerine haramdır" (Buhârî, Nikah 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud, Edeb 40, 56) hadisi tam bir uyum içinde aynı mânâyı ifade etmektedirler.
Tefsir veya beyan: Sünnet, Kur'an'da bulunan herhangi bir hükmü, herhangi bir yönden açıklar. Buna genellikle, kısaca temas edilmiş (mücmel) hükümlerle, anlaşılması kolay olmayan (müşkil) hükümlerin açıklanması, mutlak hükümlerin belli kayıtlara bağlanması (takyîd), genel hükümlerin özelleştirilmesi (tahsis) denilmektedir.
Örneğin namaz ve zekatın uygulama biçim, Ölçü ve şekillerine açıklık getiren hadisler, yine "beyaz iplik siyah iplikten sizin için ayırt edilinceye kadar" (Bakara, 187) ayetindeki beyaz ve siyah iplikten maksadın gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı olduğunu belirten hadisler ve yine "inanıp da imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar.." (En'âm, 82) ayetindeki zulümden kastın, "şirk" olduğunu açıklayan hadis, sünnetin bu özelliğini ortaya koymaktadır.
Sünnetin en yoğun şekilde icra ettiği görev Kitab'ı açıklamaktır. Bu sebeple "Sünnet Kitab'm açıklayıcısıdır" denilmiş ve Kitap ile Sünnet arasındaki ilişki de açıklayan-açıklanan ilişkisi olarak tesbit edilmiştir.
Sünnetin bu iki işlevi hakkında İslam bilginleri arasında herhangi bir görüş ayrılığı söz konusu değildir.
Teşrî: Kur'an'm herhangi bir hüküm getirmediği konuda sünnetin bir hüküm ortaya koyması demektir. Bu konu alimler tara-ûndan tartışılmıştır.
Bazı alimler, "Allah Teâlâ, Peygamber'e itaati farz kılmış ve Peygamber'in kendi rızasına uygun davranacağını bildiği için Ki-tap'ta hükmü belirtilmeyen konularda Peygamber'e hüküm koyma yetkisi vermiştir" dediler.
Bazıları da "Hiçbir sünnet yoktur ki, Kur'an'da bir aslı bulunmasın. Namazın rfasıl kılınacağını gösteren sünnetin, namazın kılınması emrini getiren ayete dayandığı gibi diğer konulardaki teşriî sünnetler de mutlaka bir ayete dayanır. Peygamber (sav) neyi haram veya helal kilmışsa, onları Allah tarafından bir açıklama olmak üzere ortaya koymuştur" dediler.
Bu görüşler sünnetin müstakil olarak hüküm getireceğinde birleşmekte, sadece Peygamber'in tek başına ortaya koyduğu hükmü, doğrudan doğruya Allah'ın yardımına dayanarak kendiliğinden mi ortaya koyduğu, yoksa kendisine vahiy mi edildiği, ya da kalbine ilkâ ve ilham mı edildiği noktasında birbirlerinden ayrılmaktadırlar.
Sonuç itibarıyla sünnetin müstakillen teşri kaynağı olduğu açıklık kazanmaktadır. Fıkıh kitaplarında görülen "Bu konunun meşruiyeti sünnetle sabittir" ifadeleri de sünnetin bağımsız teşri kaynağı kabul edildiğini gösterir. Mesela, mest üzerine mesh etmek, yağmur duası ve namazı, şüf a, lukata, içki içene verilecek ceza bu tür konulardandır.
Burada şu hususa da dikkat edilmelidir. Peygamber (sav), herhangi bir hükmün tebliği konusunda hataya düşmekten korunmuştur.
Sünnetin Bağlayıcılığı
Sünnetin bir bütün ve kavram olarak bağlayıcılığı kesindir. Peygamber'e (sav) uymayı, verdiği hükme razı olmayı, O'nun hükmü karşısında mü'minlere seçim hakkı tanınmadığım belirleyen ayetler, sünnetin müslümanların hayatındaki etkin ve bağlayıcı rolünü ortaya koymaktadır.
Ancak Hz. Peygamber'in değişik vasıflarla ortaya koyduğu sünnetin bağlayıcılık derecesinin ve çerçevesinin aynı olmadığı da bir gerçektir. Hz. Peygamber
Risâlet (peygamberlik),
İftâ (müftilik),Kaza (hakimlik)
İmamet (devlet başkanlığı) vasıflarından biri ile tasarrufta bulunur.
Risâlet vasfıyla ortaya koyduğu sünnet, genelde ayetleri özelliklerine göre açıklama (tefsir), belli bir şarta bağlama (takyîd), belli kişi ve şartlara özel kılma (tahsis), helal ve haramı açıklama, inanç ve hükümleri beyan etme maksadını taşır. Bu çeşit sünnet, ilahî hükümlerin bir beyan ve tefsiri demek olduğu için, hükmü kıyamete kadar devam edecek olan bir teşrî anlamındadır. Zira Hz. Peygamber (sav), bu tebliğ ve beyan tasarrufunda bir tebliğci ve «akilci durumundadır. Allah katından kendisine bildirilen gerçekleri nakil ve beyan etmektedir. Hz. Peygamber'in (sav) bu sıfatla ortaya koyduğu tasarrufları bütün ümmeti bağlayıcıdır.
İftâ, Allah Teâlâ'nm hükmünü delillerden çıkararak dini soruları cevaplandırmak, hükümleri Allah adına bildirmek, tebliğ ve izah etmek demektir. Hz. Peygamber bu tasarrufunda delillere bağlıdır. Bu yolla ortaya koyduğu hükümlerse ümmeti bağlayıcıdır.
Kaza, iki veya daha fazla kişi arasında cereyan eden anlaşmazlıklarda, sebep ve delillerin meydana getirdiği kanaate göre, haklıyı haksızı belirlemek maksadıyla verdiği hükümlerdir. Peygamber (sav) burada yeni bir hüküm ortaya koymaktadır.
Hz. Peygamber, kendisine getirilen davalar konusunda genel durumu ortaya koymak üzere şöyle buyurmuştur:
"Davanızı bana getiriyorsunuz, ben ancak bir beşerim. (Kimin haklı olduğu konusunda) bana bir vahiy gelmiş değildir. Vahiy gelmeyen konularda ben ancak re'yimle hükmediyorum. Olur ki biriniz, diğerine nisbetle delilini daha tesirli anlatır, daha iyi ortaya koyar, ben de onu haklı zannederek lehine hükmederim. Her kime kardeşine ait bir hakkı hükmeder, verirsem, sakın onu almasın. Ben ona bir ateş parçası vermiş olurum". (Buhârî, Şehâdât 27, Mezâlim 16, Hiyel 9, Ahkâm 20, 29, 31; Müslim, Akziye 5; Muvatta, Akziye 1; Ebû Dâvud, Akziye 7; Tirmizi, Ahkâm 11; kesâî, Kuzât 13)
Hz. Peygamber'in yargılama sonucu ortaya koyduğu sünnet, sadece davacı ve davalıyı bağlar. Ancak hüküm verirken takip ettiği yöntem, dikkate aldığı esaslar, yargılama ve hukuk usûlünde bize örnek oluşturur.
Devlet başkanlığı tasarrufu, ilk üç sıfat ve tasarrufundan farklı ve onlara ilâve bir yetki ve tasarruftur. Bunda bir yaptırım gücü söz konusudur. Öte yandan peygamberliğin devlet başkanlığını gerektirmediği de ortadadır. Çünkü bazı peygamberlere hükümdarlık verilmemiş, bazılarına ise verilmiştir. Hem hükümdar hem de peygamber olan Peygamberimizin bu iki vasfıyla ortaya koyduğu tasarruflar birbirinden farklıdır.
Hz. Peygamber'in (sav) devlet başkanı sıfatıyla yaptıkları hem diğer devlet başkanlarını bağlamaz hem de zamanın devlet başkanı izin vermedikçe, benzeri haklar müminler tarafından re'sen kazanılamaz. Ganimetlerin paylaştırılması, devlete ait mal varlığının uygun bir şekilde kullanılması ve harcanması, cezaların rn-fâzı3 orduların teşkili ve şevki, toprak, maden ve su gibi doğal kaynakların özel şahıs veya kuruluşlarca işletilmesi gibi hususlar bu tür tasarruflardır.
Başkan veya temsilcisi hüküm ve izin vermedikçe, bunların alınması, yapılması, icra ve infaz edilmesi caiz değildir. Bu konulara ait tasarrufları, sonra gelen başkan değiştirebilir. Meselâ Hz. İn (ra) isyancıların üzerine asker sevketmezken Hz. Ali (ra) sevketmiştir.
Sonuç itibarıyla sünnetin bağlayıcılığı, tartışmasız bir gerçektir. Cereyan ettiği konuya ve dayandığı niteliğe göre kapsam ve fıkhî hüküm açısından (vacip, mendup, müstehab gibi) farklılık göstermesi onun temel özelliği olan bağlayıcılığı ortadan kaldırmaz, aksine uygulama alanı ve kıymet hükmünün açıkça belirlenmesi anlamına gelir.
Peygamber ve Sünnete Olan İhtiyaç
Yüce yaratıcı insanoğlunu değerli ve mükemmel bir varlık olarak yaratmıştır. Fakat bu mükemmelliğine rağmen insan, ilahî hitaba doğrudan muhatap olacak yapıya sahip değildir. Bu sebeple dünyada insan hayatının başladığı günden beri, Allah Teâlâ, onların arasından seçtiği "Nebî" veya "Resul" denilen peygamberleri kullarıyla arasındaki irtibatı kurmak ve dinini açıklamakla görevlendirmiştir.
Bütün peygamberler, Allah'ın emir ve yasaklarını kullarına ulaştırmak ve onlara doğru yolu göstermekle görevlendirilmiş hidayet elçileridir. Peygamberler bu kutsal elçilik görevlerini hakkıyla yerine getirmeye çalışmışlardır. Bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) de ümmetine Allah Teâlâ'nın istediği şekilde yaşamaları için gerekli bilgileri uygulamalı olarak tesliğ etmiştir. Her peygamber gibi bizim peygamberimizin de iki temel görevi vardı: Tebliğ ve beyân.
"Ey Peygamber, Rabbînden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun". (Mâide, 67)
"insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın diye sana da Kur'an'ı indirdik". (Nahl, 44)
Peygamber Efendimiz (sav) vahiy yoluyla Allah'tan aldığı Kur'an ayetlerini, görevi gereği, insanlara sadece ulaştırmakla kalmıyor aynı zamanda onları açıklıyor ve anlatıyordu. Tebliğ ettiklerini açıklamak ve anlatmak O'nun aslî göreviydi. Hemen belirtelim ki Peygamberimizin tebliğ görevi evrensel olduğu için, açıklamaları da ona uygun bir çerçeve ve nitelikte gerçekleşiyordu. Yani sünnet, Kur'an'm evrensel planda Hz. Peygamber (sav) tarafından yorumlanması demek oluyordu.
Gerçek şu ki, yüce Kitabımızın yeterli, açık ve açıklayıcı oluşu bir hakikattir. Ancak onun bu niteliklerine rağmen, muhatapları olan insanların anlayış seviyeleri farkh olduğu için onu tek tek doğru olarak anlayıp kavramaları mümkün değildir. Öte yandan sorumluluk için duymak değil, anlamak gerekmektedir. İnsanları anlamadıkları şeylerden sorumlu tutmak mümkün değildir. Bu sebeple kim, neyi anlamak ihtiyacında ise, ona onu anlatmak gerekir.
En iyi, en güzel, en doğru ve en doyurucu açıklamayı da elbette Kur'an ayetlerini getirip tebliğ eden Peygamber yapacaktır. Pey-gamber'in açıklamaları, hiç bir zaman Kur'an'ın eksik, yetersiz ve kapah olduğu anlamına gelmez. "Allah'a kul olmak"tan başka görevi bulunmayan insanlar, ancak bu açıklamalar sayesinde O'na nasıl kulluk edeceklerini öğrenmiş olacaklardır. Bu sebeple sün-netsiz bir müslümanlık düşünmek mümkün değildir.
Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır:
Peygamber size ne verirse onu alın, neyi yasaklarsa ondan da kaçının!".(Haşr, 7)
De ki: Allah'ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın".(Âliİmrân, 31)
Allah'a ve kıyamet gününe kavuşacağını uman sizler için Allah'ın Resülü'nde güzel bir örnek vardır".(Ahzâb; 21)
"Hayır Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem tayin edip verdiğin hükmü, içlerinde hiç bir sıkıntı duymadan kabul edip teslim olmadıkları sürece tam mü'min olamazlar".(Nisa, 65)
Gerçekten sen, doğru yola, Allah'ın yoluna çağırıyorsun".(Müminûn, 73)
"Peygamber'in emrine muhalefet edenler, fitneye ya da can yakıcı bir azaba uğramaktan çekinsinler".(Nur, 63)
"Kim Peygamber'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur". (Nisa, 80)
Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"Kim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir".(Buhârî- Müslim)
"Dinin elden çıkışı sünnetin terkiyle başlar. Halat nasıl lif lif kopup parçalanırsa, din de sünnetin birer birer terkiyle ortadan kalkar".(Dârimî, Mukaddime, 16)
Bütün bu ayet-i kerime ve hadis-i şerifler, müslümanların ancak sünnete sarılmak ve ondan ayrılmamaya çalışmak suretiyle İslamî kimliklerini koruyabileceklerini ifade etmektedir. Çünkü sünnetin terk edilmesiyle doğacak boşluk, sünnetin tam zıddı demek olan bid'atla doldurulacaktır.
Sünnet, en kısa ve genel anlatımıyla "İslam kültürü" demektir. Bid'at ise, İslam kültürüne ters düşen, onda yeri olmayan ve fakat ondanmış gibi görülmeye ve gösterilmeye çalışılan yabancı unsurlar demektir.
Sünnetin Türleri,Meydana Geliş Açısından Sünnet
"Hz. Peygamber'den bize intikal eden her şey" demek olan sünnet ya da hadis, değişik nitelikli bazı unsurlar ihtiva eder.
Sünnet, Kur'ân-ı Kerim'den sonra ikinci ana kaynaktır. Fıkıh usûlünde delil olarak kullanılan sünnet, Hz. Peygamber'den geliş şekline göre; söz, fiil veya onaylama (takrir) olmak üzere üçe ayrı-hr. Bazı âlimler sıfat (vasfı) sünneti ilâve ederek dörde ayırırlar.
1. Kavlî Sünnet (Sözlü Hadis):
Hz. Peygamberin (sav) çeşitli vesilelerle söylemiş olduğu sözlerdir. Meselâ;
"Ramazan hilâlini görünce orucu tutun, Şevval hilalini görünce orucu açın." (Ebû Dâvud, Savm 6)
"Size, sıkı sarıldığınız sürece sapıtmayacağınız iki şey bıraktım. Allah'ın kitabı, Resulünün sünneti." (Muvatta1, Kader, 3)
Peygamber (sav)'in günlük yaşayışı sünnetin tümünü kapsamaktadır. Zira sünnet kelimesi "Övülmüş veya kınanmış yol" anlamındadır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulmuştur:
"Kendilerine hidayet geldiğinde insanları inanmaktan ve Rablerinden mağfiret dilemekten alıkoyan, sadece öncekilerin sünnetinin (gidişatının) kendilerine gelmesini beklemelidir." (Kehf, 55)
Hz. Peygamber (sav) sünnet kelimesini sözlük anlamı olan, yol mânâsında kullanmıştır:
"Kim iyi bir sünnet (yol) edinirse, onun ve onunla amel edeceklerin sevabı o kimseye aittir." (Müslim, İlim, 15, Zekât, 69)
Hadisçiler, Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirleri şeklinde tarif etmişlerdir. Aynı şekilde O'nun ahlâkî sıfatları, sîreti ve hayatı sünnettir.
Kavlî sünnet, Hz. Peygamber'in çeşitli vesilelerle söylemiş olduğu mübarek sözlerdir. Bu anlamıyla hadis ve sünnet eşanlamlıdır.
Hadislerin bütünü içerisinde önemli yer tutan kavlî sünnet, özel çalışmalara da konu olmuştur.
Hukukî açıdan da kavlî sünnetin önemi büyüktür. Çünkü fiilî sünnetin Hz. Peygamber'e mahsus özel bir hâl olma ihtimali vardır- Takriri sünnette de bir şahsa ve olaya mahsus özel bir hüküm veya izin olma ihtimali mevcuttur, hâlbuki kavlî sünnetin lafzî delâleti daha açıktır. Bu açıdan şer'î hükümlerin istinbâtmda kavlî sünnet, daha kuvvetlidir.
2. Fiilî Sünnet (Fiilî Hadis):
Resûlüllah'm davranış ve fiili uygulamalarıdır. Fiilî sünnete O'nun namaz kılışını ve haccını örnek verebiliriz. Kendisi şöyle buyurmuştur
"Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın." (Buhâri,Ezan 18, Edeb, 27)
Hz. Peygamber'in savaşlarda yapmış olduğu işler de fiili sünnete girer.
Fiilî sünnetler de diğer sünnetler gibi kısmen yazılarak ama büyük bir kısmı hafızadan hafızaya nakledilerek tevatür, meşhur, âhâd tarîkleriyle bize kadar ulaşan, hadis adı verilen sözlü ifadelerle belgelenmiş ve bunlar hadis kitaplarında toplanmıştır.
Hz. Peygamber'in Fiilleri,Resûlüllah (sav)'m fiilleri üçe ayrılır:
a. Allah Resûlü'nün (sav) bir insan olarak yaptığı fiillerdir. Yeme, içme, giyinme, uyuma, yatıp kalkma gibi. Bu fiiller genel olarak ümmeti bağlamaz. Çünkü bunlar Allah elçisinden bir peygamber sıfatıyla değil bir insan olması sıfatıyla zahir olan fiillerdir.
Yine de sahabe arasında O'nu bu gibi fiillerinde izleyenler de vardı. Abdullah b. Ömer (ra) bunlardandır.
Hz. Peygamberin ticaret, tarım, savaş tedbirleri, hastalık tedavisi gibi dünyevî işlerde kendi görgü ve tecrübesine dayanarak yaptığı davranışlar da bu kısma girer. Çünkü bunlar kişisel tecrübeyle ilgilidir. Bununla ilgili olarak çok bilinen şu örneği zikredebiliriz: "Hz. Peygamber, Medinelilerin hurmaları aşıladıklarını görünce, aşılamamalarını bildirdi. Ertesi yıl iyi ürün alınmadığını görünce; hurma bahçesi sahiplerine "Dünyanıza ait işleri daha iyi bilirsiniz" buyurdu.(Müslim, Fezâil, 141;İbnı Mâce, Rühûn, 15)
b. peygamber'in sırf kendisine mahsus olduğu şer'i bir delille belirtilmiş olan fiilleri. Gece teheccüd namazı kılması, Rama-zan'da "visal orucu" tutması, dörtten fazla kadınla evlenmesi buna örnek olarak zikredilebilir.
c. Hz. Peygamber'in teşrî (yasa, hüküm) nitelikli fiilleri. Namaz kılışı, oruç tutuşu, haccedişi, ziraî ortaklık kuruşu, borç alıp vermesi gibi. Bu tür fiilleri sünnet olup bunlara uymak gerekir.
Sonuç olarak sünnet, Kur'ân'dan sonra ikinci asıl kaynak olup İslâm'ın pek çok hükmü ve belki İslâmî müessese ve esasların bütünlüğü sünnetle tamamlanmıştır
3. Takriri Sünnet:
Hz. Peygamber'in görüp işittiği bir işe karşı çıkmaması ve onaylanıasıdır. Çünkü Allah Resulü (sav) bir işin yapıldığını gördüğü veya işittiği hâlde onu reddetmemiş ve susmuşsa, bu durum söz konusu işi tasvip ve kabul ettiği anlamına gelir.
Örnek: "Bîr gün Hz. Peygamber kabir başında ağlayan bir kadına rastlar. Ona; "Allah'tan kork ve sabret" der. Kadın Resûlüllah (sav)'ı tanımadan; "Benim başıma gelen, senin başına gelmediği için beni anlayamazsın" diye cevap verir. Daha sonra O'nun Allah elçisi olduğunu öğrenince de, evine giderek özür diler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Asıl sabır, olayla ilk karşılaşmada gösterilen sabırdır." (Buhâri, Cenaiz, 32)
Burada Allah'ın Resûlü'nün (sav) kadının kabir ziyaretine ses çıkarmadığı görülmektedir. Bu, erkekler gibi kadınlar için de kabir ziyaretinin caiz olduğunu gösteren bir takrirdir.
Takriri Sünnet iki türlüdür:
a) Sarîh (açık) Takrir:
Resûlüllah'm (sav) muttali olduğu herhangi bir olay ya da sahabîlere ait uygulamayı tasvip ve tasdik ettiğini açıkça belirtnıesidir. Örneğin yılanın zehirlediği bir kabile reisini Fatiha sûre-si'ni okuyarak tedavi eden ve bunun karşılığında bir miktar koyun alan sahabînin, bu koyunların yenilip yenilemeyeceği hususunu Resûlüllah'a sorması, Hz. Peygamber'in de: "Fatiha'nın şifa vereceğini nereden biliyordun? İyi etmişsin. Koyunları bölüşün, bir pay da bana ayırın" buyurmasıdır.
Allah Resulü (sav) bu olayda Kur'an ile tedavi karşılığında ücret almayı açıkça tasvip etmiş bulunmaktadır.
b) Zımni Takrîr:
Gördüğü veya duyduğu herhangi bir olay karşısında sükût buyurmasıdır.
Örnek: Hendek savaşı sırasında Beni Kureyza Yahudilerinin üzerine giderken sahabeden bir grubun ikindi namazını yolda kılması, bir grubun da "Beni Kureyza yurduna varmadan kılmayın" buyurdu diyerek vakit geçmesine rağmen namazı kılmamış olması karşısında Allah Resûlü'nün (sav) susarak her iki grubun hareketini de zımnen tasvib etmiş olmasıdır. (Stret-i İbni Hişârn, Ben-i Kureyza Gazası, 2/234)
4. Sıfat (Vasfî) Sünnet:
İki kısımdır. a) Hulkî (Ahlaki) Sıfat:
Allah Resûlü'nün (sav) herhangi bir ahlakî sıfatını tanıtan hadislerdir.
Örnek: "Resûlüllah (sav), insanların en cömerdiydi. O (sav), Ramazan'da daha çok cömertti." (İbni Kesir, Peygamberimizin Şemaili s. 86)
dir.
b) Hılkî (Yaratılışla İlgili) Sıfat:
Allah Resûlü'nün (sav) şemailine dair bilgileri içeren hadisler-
Örnek: "Allah Resulü (sav) sima olarak insanların en güzeli, yaratılış olarak da en mükemmeli, en dengelisiydi. O (sav), ne aşırı uzun ne de çok kısa idi." (sonen-/nmut Tercümesi- 4, s.201)
Sünnetin Rivayet Bakımından Türleri
Senedinde kopukluk bulunmayan hadisler rivayet bakımından üçe ayrılır. Mütevâtir, meşhur ve Ahâd sünnet.
1. Mütevâtir Sünnet:
Yalan üzerinde birleşmeleri aklen mümkün olmayacak sayıda bir sahabe topluluğunun Hz. Peygamber'den (sav) rivayet ettiği, daha sonra bu topluluktan tâbiûn ve tebe-i tabiîn devirlerinde de aynı Özellikteki toplulukların naklettiği haberlere "mütevâtir sünnet" denir.
Bu üç kuşaktan sonraki devirlerde yalan üzerinde birleşmenin aklen mümkün olmaması şartı aranmaz. Çünkü sünnet bu dönemden sonra tedvin ve tasnif edilerek yazılı eserlere intikal etmiş, daha Önce tek râviler yoluyla gelen haberlerin büyük bölümü tevatür ve şöhret derecesinde nakledilmiştir.
Tevatür lafzı ve mânevi olmak üzere ikiye ayırıhr.
a) Lafzı Mütevâtir:
Lafız ve anlam birliği içinde nakledilen mütevâtir haberdir. Meselâ; "Kim bana yalan söz isnat ederse, cehennemdeki yerini hazırlasın" (Buharı, ilim 38; Müslim, zühd 72) hadisi, tevatür derecesinde kalabalık bir sahabe topluluğunca aynı lafızla rivayet edilmiştir.
b) Manevî Mütevâtir:
Lafız ve anlam bakımından farklılıklar içermekle birlikte, bütün râvilerin ortak bir anlamda birleştiği mütevâtir haberdir. Dua sırasında ellerin kaldırılması bu çeşit mütevâtire Örnek gösterilebilir.
Mütevâtir sünnetin hükmü, Hz. Peygamber'e nispetinin kesin oluşudur. Buna göre, mütevâtir sünnetle amel etmek farz olup onu inkâr eden dinden çıkar. Bu tür hadislerin delâleti zannî olmadıkça, ortaya koyduğu hüküm kesinlik ifade eder. Mütevâtir hadisler, delil olma bakımından Kur'ân'a yakın kuvvettedir.
2. Meşhur Sünnet:
Hz. Peygamber'den bir veya iki ya da tevatür sayısına ulaşmamış sayıda sahabî tarafından rivayet edilmişken, tâbiün veya tebei tabiîn devirlerinde tevatür sayısında râvi tarafından nakledilen sünnettir.
Mütevâtir ve meşhur sünnet arasındaki fark şudur; birincide her üç tabaka râvileri tevatür sayısında iken, meşhur sünnette, sahabî râviler tevatür sayısına ulaşmamıştır. Buna göre mütevâtir hadisin Hz. Peygamber'e nispeti kesinken meşhur hadisin, Hz. Peygamber'den rivayet eden sahabîye nispeti kesin olmakla birlikte, Hz. Peygamber'e nispeti kesinlik taşımaz.
Meşhur sünnetin hükmü, kesine yakın bir bilgi vermesidir. Bu yüzden mütevâtir sünnetle Kur'ân'daki umûmî lafzın tahsisi ve mutlak lafzın takyidi mümkün olduğu gibi, meşhur sünnetle de aynı şeyler yapılabilir.
3. Ahâd Sünnet:
Bunlar, Hz. Peygamber'den bir, iki veya daha fazla sahabî tarafından rivayet edilip meşhur hadis şartlarını taşımayan hadislerdir. Ahâd hadisi bir kişiden yine bir kişi rivayet etmiş olup, bize kadar ulaşan senedindeki kişiler hiçbir zaman tevatür sayısına ulaşmamıştır. Hadis kitaplarında toplanmış bulunan hadislerin çoğu bu türden olup, bunlara tek kişinin haberi anlamında "haber-i vâhid" veya birer birer kişilerin haberi anlamında "âhâd haber" denir.
Âhâd sünnet kesin bilgi ifade etmeyip zannî bilgi verir. Çünkü Hz. Peygamber'e nispetlerinde kuşku vardır. Bu yüzden itikâdî konularda Âhâd habere dayanılmaz. Belli şartlan taşıyan Âhâd haberler amelî konularında delil olarak kabul edilir.
Hanefîler dışındaki âlimlere göre, hadisler Mütevâtir ve Âhâd olmak üzere ikiye ayrılır. Şu var ki bu görüşte olanlar Âhâd haberi, kendi içinde "Garib", "Aziz" ve "Müstefiz" olmak üzere üçe ayırmışlardır.
Âhâd Hadisle Amel Etmenin Şartları:
Hanelilere göre daha önce de belirtiğimiz üzere Ahâd haberin delil olarak kullanılabilmesi için şu özellikleri taşıması gerekir.
1. Râvi, naklettiği hadisle amel etmelidir. Rivayetine aykırı davranış veya fetvası bilinirse, hadis değil, amel veya fetvası esas alınır. Çünkü râvi, bu hadisin neshedildiğini gösteren bir delil bilmese, hadise aykırı davranmaz. Aksi hâlde "adalet" vasfını kaybeder.
2. Hadisi rivayet eden râvi, fıkıh bilgisi ve ictihad ehliyeti ile tanınmış bir kimse değilse hadis, kıyasa ve genel şer'î usûle aykırı olmamalıdır.
Buna göre, kıyasa aykırı hadis dört halife gibi, Abdullah b. Ab-bas, Abdullah b. Mes'ud ve Abdullah b. Ömer gibi hem hadis rivayeti ve hem de fıkıhtaki ehliyeti ile tanınmış biri ise hadis kabul edilir ve onunla amel edilir. Fakat Enes b. Mâlik ve Bilâl gibi yalnız hadis rivayeti ile tanınan, ictihad ehliyeti bulunmayan birisi ise, hadis kabul edilmez.
Bu prensip, hadislerin mânâ ile rivayetinin yaygınlaşması yüzünden konmuştur. Buna göre fıkıh bilgisi olan râvi, bir kelime yerine hadiste başka bir kelime kullansa, hadisin aynı anlamı koruduğunu söylemek mümkün olur. Ancak fakih olmayan râvi için bunu söylemek güçtür. Özellikle; ortada kıyasa ve genel şer'î esaslara aykırı düşen bir rivayet varsa, bu râvinin yanılma ihtimali güç kazanır.
3. Âhâd haber sık yaşanan ve her mükellefin bilmesi gereken olaylar hakkında olmamalıdır. Usûl ilminde bu duruma "umumî belvâ" denir. Burada olayın tevatür veya şöhret tarîkiyla nakli için gerekli şartlar oluşmuştur. Buna rağmen haberin tek râvi tarîkiyla gelmesi, onun Hz. Peygamber'e (sav) nispetinin sağlam olmadığını gösterir.
Bu ilkeden hareketle, Hanefî bilginleri Abdullah b. Ömer'den (ra) rivayet edilen; "Hz. Peygamber rukûya giderken ve başını rukûdan kaldırırken ellerini kaldırırdı" anlamındaki hadis ile amel etmemişlerdir. Çünkü ellerin kaldırılması, çok sık yaşanan ve herkesin hükmünü bilmesi gereken bir olaydır. Eğer bu konuda vârid olan hadis sahih olsaydı, bunu çok sayıda başka râvinin nakletmesi gerekirdi.
Senedinde Kopukluk Bulunan Hadisler:
Senedinde kopukluk bulunan hadis sened bakımından Hz. Peygamber'e ulaşmayan hadistir. Buna "Mürsel" veya "Munkatı"' hadis denir. Sahabe atlanıp tabiînden birisinin Hz. Peygamber'den (sav) işitmiş gibi naklettiği hadis de böyledir.
İmam Ebû Hanife ve İmam Mâlik, mürsel hadisi kayıtsız şartsız kabul eder, yalnız mürsel hadisi rivayet eden râvinin güvenilir olup olmamasına bakarlar.
İmam Şafiî ise, bunu rivayet eden tabiî, Medineli Saîd b. el-Müseyyeb ve Iraklı Hasan el-Basrî gibi meşhur ve bir çok sahabî ile görüşmüş bir tabiî ise kabul eder. İmam Şafiî ilgili hadisin bunun dışında şu dört şeyden biriyle desteklenmesini de şart koşar.
1. Mürsel hadisi, senedinde kesinti olmayan ve anlamı aynı olan başka bir hadis desteklemelidir.
2. Mürsel hadisi, ilim adamlarının kabul ettiği başka bir mürsel hadis desteklemelidir1.
3. Mürsel hadis, bazı sahabî sözlerine uygun düşmelidir.
4. İlim ehli, mürsel hadisi kabul edip çoğunluğu onunla fetva vermiş olmalıdır.
İmam Şafiî'ye göre, mürsel hadis, senedi kesintisiz (^muttasıl) bir hadisle çatışırsa ikincisi tercih edilir.
Hadis, Fıkıh ve Usûl Bilginlerinin Sünnet Anlayışları
Bu üç sınıf ilim adamının Allah Resûlü'ne (sav) bakışları sahip oldukları ilim gereği kısmen farklı olduğu için sünnet anlayışları ve sünnet karşısındaki tavırları da biraz farklı olagelmiştir.
Hadis bilginleri Resûlüllah (sav)'i öncelikle bir hayat rehberi görür, Yüce Allah'ın "Allah'ın Resulünde sizin için güzel bir örnek vardır" (Ahzab, 21) buyruğunu şiar edinirler.
Onlara göre Resûlüllah (sav)'den bize nakledilen her şey; söz, fiil, takrir, şemail, hâl, hılkî veya hulkî sıfatlar, tavırlar... sünnettir, rivayet edilmeli ve korunmalıdır. Bu bakımdan fikhî bir hükme delâlet etmesi, hatta risâlet sonrası döneme ait olması da gerekmez. Dolayısıyla çocukluk ve gençlik dönemiyle ilgili rivayetler de sünnet kabul edilir.
Fıkıh bilginleri ise Hz. Peygamber (sav)'e öncelikle bir şeriat koyucu olarak bakar ve fiillerinin mutlaka şer'î bir hükme delâlet edeceğini kabul ederler. Bu bağlamda O'nun fül ve sözlerinden farz, vâcib, haram, mubah benzeri hükümler çıkarmaya çalışırlar.
Sünnet kavramı, fıkıhçılar tarafından kimi zaman şer'î bir delil ile sabit olan hususlar için kullanılır. Örneğin abdest uzuvlarının belli bir sırayla yıkanması Kur'ân ile sabit olduğu hâlde Hane-filere göre sünnet, Şâfulere göre ise farzdır. Kurbanla ilgili emir de böyledir.
Sünnetin bu geniş anlamdaki kullanımına ilk üç kuşağı oluşturan selefin onayladığı her şey dâhil edilebilir.
Fıkıh usûlü bilginlerinin hadis/sünnet anlayışına gelince; bunlar Allah Resulü (sav)'e daha farklı bir gözle bakmışlardır. Onlar Hz. Peygamber (sav)'e; fendinden sonra, ictihâd yapacak müctehidlere, bu işte yol gösterecek ve dayanak olacak esaslar koyan, insanlara hayat kurallarını açıklayan bir 'şeriat koyucu' sıfatıyla bakmış ve bir hüküm tesbit ve takrir eden söz, fiil ve takrirlerine yönelerek bunlara sünnet demişlerdir.
Eser
Sünnet veya Hadis yerine kullamllan kelimelerden biri de Eser kelimesidir. Sözlük anlamı itibarıyla bir sözü nakletmek mânâsına gelir.
Hadise eser dendiği gibi, muhaddis'e de eserî denmiştir. Bu deyime fazla sık olmasa da rastlanır. Teferruata inildiği takdirde eser kelimesinin daha özel kullanımları görülebilir. Şiîler, masum imamların söz, fiil ve takrirlerine "hadis", masum olmayan kimselerden gelen sözlere "eser", masumların dışındaki sahabi, tabiî ve tebei tabiînden gelen sözlere de "haber" derler.
Aslolan cumhur yani çoğunluğun kullandığı şekildir. Buna göre eser hadis ile eşanlamlıdır. Hatta Müşküu'l-âsâr gibi kitap isimlerinde dahi kullanılmaktadır.
Hadisçiler, merfû ve mevkuf hadislere 'eser' adım verirler. Tahâvî'nin bu alandaki kitabının adı, Şerhu Meâni'l-âsâri'l-
muhtelifeti'l-me'sûre' dir.
Bu bağlamda değinmemiz gereken Ehli re'y - Ehli eser ihtilâfı tâbiûn döneminde ortaya çıkmıştır. Ehli eser, re'y ve kıyası zayıf saymış, zorunlu kalmadıkça akıl ve kıyasla fetva vermemişlerdir. Onlar sadece hadis toplama ve yazma işine ağırlık vermişlerdir. Zahirî mezhebi aşırı eserci bir mezhep kabul edilir. Çünkü kıyası, sahabe ve tâbiûn fetvalarını delil olarak kabul etmezler.
"Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak..." (Rûm 50) ayetinde olduğu gibi, yüce Allah'ın âlemdeki bütün eserlerine âsâr denilir.
1) Ehli Eser:
Eser, gerek Hz. Peygamber (sav)' den, gerekse sahabeden rivâvet edilen habere denir. Ehli Eser de eser sahipleri, eser taraftarları anlamına gelir. Bu gruptaki âlimler için Ehli Rivayet, Ehli Hadis gibi tanımlar da kullanılmıştır.
2) Ehli Re'y:
Ortaya çıkan yeni bir meselenin hükmünün Kur'an-ı Kerim ve hadislerde açık bir şekilde bulunamaması durumunda umumî prensipler ve İslâm'ın ruhundan hareket edilerek akıl ve kıyasla varılan netice ve çıkarıla
Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen |