Tasavvuf Mertebeleri 1

#1 von Kurban , 24.04.2015 09:36

Muhabbet


Hâl: Lügatte; bir önceki durumundan değişerek, bir sonraki hale geçmeye denir.

Nitekim; "Ne halde?" diye sorulan sorular dilimizde, en çok kullandığımız suallerdendir. Mesela; birşeyin rengini değiştirmesi de bu tarife girer. Fakat hâl kelimesini Meşâyih-i kiram, ıstılâhî manâsıyla şöyle tarif etmişlerdir: "Hâl, Allah'ın kendi inayetinden kuluna bağışlayacağı ihsanıdır. Kesb'le (çalışmayla ) elde edilemez." Hazret de Fütûhât'ında aynı şekilde tarifte bulunmuştur ve bu hâl daimidir. Aşk, şevk, muhabbet, zevk, recâ, üzüntü, keder v.s. gibi duygular insan nefsinin sıfatlarındandır. Ve bu duygular açığa çıksalar bile bir müddet sonra tekrar geçer. Yani bir nevi gelip geçicidirler. Oysa ki Allah'ın bahsetmiş olduğu hâl devamlıdır ve o hâl, o kimseye mekan olur. Hâl, güzel bir gelinin cilvesidir. Makam ise o gelinle halvet olup vuslatına erişmektir.

Gelinin cilvesini padişah da görür, başkaları da.

Fakat onunla vuslat ancak aziz padişaha mahsustur.

Gelin, havassa da cilve eder, avama da.

Ama onunla halvete giren ancak padişahtır.

Sûfîler içinde hâl ehli çoktur.

Fakat aralarında makam sahibi nadirdir.

Muhabbet bazı kimselere hâl, bazılarına ise mekandır. Mütekellimînin ve muhakkikînin, muhabbet meselesinde söyledikleri bir hayli söz vardır. Ancak mütekellimînin bazı sözleri çok güzeldir. Onlardan bir tanesi de şudur: "Muhabbet; kalbin, birşeyde kamili idrak eylemesinden ötürü, o şeye meyletmesidir". Şayet bir kul, hakikî surette kemâle ermenin, Allah'ın rızasına uygun davranmakla mümkün olacağını ve kendisinde ve başkasında gördüğü kemâlin Allah'tan kaynaklanacağını bilirse, o kulun muhabbeti Allah içindir. Bu kul böyle düşünmekle aynı zamanda Allah'ın rızasında ve mücâhedesinde olmuş olur. Ve Allah'a karşı lazım olan itaatini yerine getirir. Bu mânâdan olmak üzere muhabbeti itaat olarak da tefsir edenler olmuştur. Ancak ariflerden bazıları şöyle demişlerdir: "Cenab-ı Hak(cc) mahbûb fî zâtihî'dir." Yani kendi zatında mahbûbdur. Hakikatte, mahbûb-u hakikî de budur. Zira gerçek manâsıyla cemâl, kemâl, hüsn ve letafet onundur ve ondan kaynaklanır. Eşyada olan güzellik ve mükemmellik kaynağını Allah'tan alır. Bir arifin müşahedeye erişmekteki gönül saflığı, hiç şüphesiz Allah'tan kaynaklanır. Bu saflık ise muhabbetin tezahürüdür.

Allah'a olan muhabbet ise insanı müstesna bir vecd haline kavuşturur. Bu vecd ise şâir vecdlerden farklı olup, keşfe ve beyâna ihtiyacı yoktur. Zira onu tadan bilir. Şeyh hazretleri, Fütûhât'ında şöyle buyurmuştu: "Muhabbet insan'ın Allah'a nisbet ettiği sevgidir. O ilimle idrâk edilemez. O ancak tatmakla ve zevk almakla anlaşılabilir." İşte hakiki muhabbet budur. Gâyetu'l-Emânî adlı eserinde Molla Gürânî şöyle der: "Muhabbet, bütün mevcudatta sâridir.... Ve bütün mümkinât, icâd, onun üzerinedir. Muhabbet, Allah'ın zuhurundan ve müşahedesinden doğan, en önemli mefhumdur." Nitekim bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Gökteki melekler, Allah'tan kendileri için istediklerini onlar için de isterler." Yani Allah'ı sevenler için isterler manasınadır.

Eğer sevgin şâir değilse, âlem ve âdemin aramaktan başı dönmesi nedir?

Sana olan şevkinden dolayı bütün felekler ve yıldızların başı döndü.
Seni aramaktan su her köşede akmakta.
Zahid ve âbid seni Kabe'de ararsa,
puthâne ve kiliseden maksat nedir? Söyle.

Şeyh hazretleri Fütûhât'ında bazı mânâya muvafık olarak şu beyitleri serdetti:

Cümle âlem muhabbetten sâdır oldu
En makbul muhabbet bu muhabbettir

Ancak şu kadar var ki, bu muhabbete mazhar olmak herkesin kabiliyeti nisbetindedir.

Ve herkes kapasitesi nisbetinde âşık olur. Ancak bazı kemâl sahibi olan kimseler vardır ki, gönüllerinde husule gelen aşk sayesinde ve bir mürşîdin irşadı sayesinde hakiki aşka erişebilir. Hatta bu Allah'ın yarattığı varlıklardaki yaratılış sırrını tefekkür etmekle de elde edilebilir.

Nikabla sevgilinin yüzünü farkedemeyen, güneşe tapar. Ondan el çek.

Bundan böyle denizi çörçöpün örtmemesi için senden bir göz isteyelim.

Âşık'a lazım olan, göze hor gözükse bile, süslü ve tezyînâtlı olan geçici şeylerden kendini korumasıdır. Ve onlara meyi ve muhabbet etmemesidir. İbn-i Farız hazretleri bu mânâya muvafık şöyle buyurdular:

Meyletme hayâl gibi cemâl-i surete

O zinet ki bir gölgedir hayâl gibi çekip gider Bütün mesele mutlak cemâlden ayrılmamak, mukayyed (geçici) güzelliğe meyletmemektir. Onun için Suhreverdî hazretleri mukayyed cemâlden men ederek şöyle buyuruyor: "Bir kimse Allah'a muhabbet duyduğunu iddia ederek, Allah'ın yasakladığı şeyleri yapmaya devam ederse, o kezzâbdır (yalancıdır). Allah u Teâlâ harama meyletmeme hususunda şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammed! Mü'min kadınlara söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını ve namuslarını korusunlar, görünmesi zaruri olanlar hâriç zînetlerini göstermesinler..." (Nur, 31) "Ey Muhammedi.. Mü'min erkeklere söyle, gözlerini zinadan sakınsınlar, ırzlarını ve namuslarını korusunlar." (Nur, 30)

Muhabbet iki kısımdır. Birinci kısmı, bir kimsenin, nefsi neyi isterse ve neden haz alırsa Hakk'ı onun için sevmesidir. ikinci kısmı ise, bütün hazzedilen vesileleri bir kenara bırakıp, arada hiçbir illet ve sebep olmaksızın sevmek ve Hakk'a âşık olmaktır. Evliyanın yolunda makbul olan da budur.

Şu halde Allah'tan birşey umarak,
Allah'tan korkarak sevenler,

taklit defterinden ders çalışmaktadırlar.

Nerede Hakk'ı ancak Hak için seven, garezlerden, maksatlardan sıyrılmış âşık? Fakat ister öyle sevsin, ister böyle, mademki Allah'ı diliyor, onu Hakk'a çeken yine Hak'tır.

Daima Allah'ın hayrına nail olayım diye Allah'ı seven de, Allah'tan başkasına gönül vermekten korkup ancak onu seven de, her ikisinin bu sevgisi, bu arayıp taraması da o âlemdendir.

Bu gönül kaptırma, o dilberden, o güzelin güzelliğinden ileri gelmektedir.

Aşk

Şeyh hazretleri Fütûhât'ında şöyle buyurdu: "Aşk, sevginin, sevilen üzere hasredilmesi ve bu sevgiyi hasredenin bütün varlığında ve benliğinde sevginin hâkim unsur haline gelmesi demektir. "Kur'an-ı Kerim'de bu mânâya uygun olmak kabîlinden, hubb'a (aşka) yer verilmiştir. Nitekim bir âyet-i kerimede: "İnsanlardan bazıları, Allah'tan başka varlıkları O'na eşler koşarlar. Onları, Allah'ı sevdikleri gibi severler. Mü'minler ise, en çok Allah'ı severler..."

(Bakara, 165) Kemâl-i aşk, âşıkını, bakî olan maşukta fânî eden aşktır. Öyleki âşık, aşkının ateşinden mahfolur ve maşukunda bekaya erer. Aşk o yalımdır ki parladı mı sevgiliden başka ne varsa yakar.

Ey kardeşim! Allah'a ulaşmak için nice yollar vardır. Ancak bu yolların en kestirme olanı aşk yoludur. Ebü'l-Cenâb Necmüddin hazretleri şöyle buyurdular: "Bütün yolların usûlü üçtür: Birincisi, tarîk-i ahyâr, ikincisi, tarîk-i eb-râr; üçüncüsü ise, tarîk-i settâr'dır. Tarîk-i ahyarın usûlleri, namaz, oruç, hacc, zekât, cihâd gibi ibâdetleri yerine getirmektir. Bu Allah'a ulaşmanın uzun yolunda katedilen en küçük mesafelerden birincisidir. Ve bu yolda Allah'a ulaşanlar çok azdır. Tarîk-i ebrâr'a gelince bu usûlün îcapları, bâtının (iç dünyanın) tasfiyesi ve övülmüş ahlakın kazanılmasıdır. Bu yolla da Hakk'a ulaşan binde birdir. Nitekim İbrahim Havvas'a ibn Mensur şöyle sordu: "Ey ibrahim! Nefsini, hangi makamda riyaziyede terbiye ettin ve fenâfillaha erdin?" İbrahim Havvas şöyle cevap verdi: "Tam otuz yıldır nefsimi tevekkül makamında riyazete verdim." İbn Mansûr bunun üzerine şöyle mukabelede bulundu: "Ömrünü, bâtınını imar etmek için feda ettin. Peki buna rağmen fenâfillahın hangi mertebesindesin?" Tarîk-i Settâr ise, Allah'a duyulan şiddetli aşk sayesinde mâsivâdan arınmak ve gönül aynasında yârin yüzünü (Allah'ı) müşahede etmektir.

Ey bizim sevdası güzel aşkımız!
Şâd ol! Ey bütün hastalıklarımızın hekimi!
Ey bizim kibir ve azametimizin ilâcı!
Ey bizim Eflatunumuz!
Ey bizim Calinosumuz!

Âşkın bidayeti zühd, nihayeti ibadettir. Onlar havf ve recâ sahibidirler. Ve bunlar, cezbe-yi Hûda'yla seyreyleyip giderler. Bu mahalle münasip beyitlerde şöyle buyurulmuştur:

O halayık cân sevgisiyle koşmuştu;
bu korkusundan koşuyordu.
Aşk nerde, korku nerde?
Aralarında ne kadar fark var?

Arif her an padişahın tahtına kadar ulaşır.

Zâhidse yürür, yürür;
bir ayda tam bir günlük yol alır.
Aşkın beşyüz kanadı vardır.
Her kanadı arştan yeraltına kadar bütün kainatı kapsar.

Korkak zâhid ayağıyla yürümeye çabalar.
Âşıklarsa şimşekten de hızlı uçarlar, yelden de.
Aşkın sıfatını anlatmaya koyulursam
yüz kıyamet kopar da yine noksan kalır.

Akıl, cezbe-yi Hûda'nın kanat çırptığı engin semâlarda pervâz edemez. O semânın tek hâkimi cezbe-i aşk-ı Hûda'dır.

Ne bâtıl tasavvur, ne imkânsız hayal!
Aşk, insan fehminden yükseklerdedir
Ne kavuşmaya benzer ne ayrılığa
Hayalden her ne suret çıkarsa
Aşk enginliğiyle gölgelendirir.

Şevk

Şevk ve iştiyak, lügatte nefsin birşeyi aşırı derecede istemesi ve onu arzu etmesidir. Istılahta ise, "kalbin gayeye doğru esmesidir." Estiği yön ise, gâibdeki sevgilidir.

Fahreddin Râzi tefsirinde: "Mü'minler ise, en çok Allah'ı severler..." âyet-i kerimesini tefsir ederek şöyle buyurdu: "Birşeye iştiyak duyulması için, o şeyin tamamıyle olmasa bile, bazı yönleriyle idrâk ve müşahede edilmesi lazımdır. Zira insan müdrik olmadığı ve varlığını tesbit edemediği birşeye nasıl şevk duysun ki?" Çünkü bir kimsenin diğer bir kimseye iştiyak duyması için, onun sesini işitmesi ve şeklini görmesi îcabeder. Ki bu sayede iştiyak tasavvur olunabilsin. İşin diğer bir veçhesi de, birşeye bütünüyle müdrîk olunuyorsa, onda iştiyak duyulmaz. Çünkü şevkin en önemli hazırlayıcısı olan sır ortadan kalkmış demektir. Maşuka şevk iki türlü gelir: Birincisi, bir kimseyi gördükten sonra, onun kaybolmasıyla beraber zihindeki ona ait hayâlin tutuşturup depreştirerek geliştirdiği bir şevk. ikincisi ise, bir kimsenin sadece yüzünü görüp, o yüzündeki güzelliğine binaen başka güzelliklerini görmeden oluşan ve gelişen iştiyâktir.

Bu iki iştiyak tarzı da, Allah'a şevk duymada tasavvur edilebilmesi mümkün olan tarzlardır. Zira birincisini ele alacak olursak, biz insanlar dünyaya gelmeden önce elest bezminde Rabbimizle buluşmuş ve onun Rabbliğini ve hükümranlığını kabul etmiştik. Bu mülakat esnasında ruhlarımız O'nun cemâlini müşahede etmişti. Ancak ruhlarımız bilahere dünyada beşeriyyet hicabıyla giydirildiği için, Allah'ı göremez olduk. Bu mahzunlukla beraber, O'nun hayalimizde kalan güzellikleri, bizi kendisine âşık etti. İşte bu yolla Allah'a iştiyak duyanların izahı budur.

Ebrar'ın, Hakk'a kavuşmaya olan iştiyakları, müşahede ve rü'yet iştiyakıdır. Allah'ın bunlara olan iştiyakı ise, kendisini görsünler ve bundan lezzet alsınlar içindir.

İkinci kısım maşuklara gelince, bunlar da gönül aynalarında Hakk'ın tezahürünü görürler ve bu müşahededen ötürü ona âşık olurlar. Gerçi Rabb'in tecellisi çok çeşitlidir. Ve ona nihayet yoktur.

Kemâliyle rü'yet ve vuslat insanın sahip olduğu hâl-i hâzırdaki bedeniyle mümkün değildir. Bunlar yani maşuklar, ancak Rabbin kendilerine tecelli ettiği kadarıyla ona iştiyaka memurdurlar.

Azizler şöyle demişlerdir: "Şevk, gâib olanadır. Sevgili ne zaman kaybolursa âşığı ona iştiyak duymaya başlar." Bu söz bir yönüyle doğru değildir. Zira mahbûb-u hakikî, vahdaniyyeti cihetinden ve kemal-i kurbu hissiyatından dolayı âşıktan gaib olmaz. Ve onun zuhurunun namütenahi olması hasebiyle âşık onun zuhuruna müştak olur.

Meşayihden çoğu şu sözü sarfetmişlerdir:

"Müşahedenin şevki, gaybın şevkinden daha şiddetlidir. Zira gaybe şevk duymak, Allah'la buluşmayı arzulamaktır. Oysa müşahede bu likayı bir derecede gerçekleştirmek demektir."

Bu hususiyetleriyle mü'minler meleklere tercih edilir bir hâle gelirler. Zira meleklerde aşk ve şevk yoktur. Ve melekler, malûm olan makamlarında, zikir, tesbihât ve ibâdetle meşguldürler.

Necmeddin el-Kübra, Hasan Hırkânî'den naklederek şöyle diyor:

"Hasan Hırkânî bana şöyle dedi: "Ben tavaf ederken rûhaniyyetimle yükseldim ve Kabe'nin etrafını binlerce kere tavaf ettim. Etrafımda olanlar benin bu sür'atli tavafıma şaşırdılar. Bense onların tavafına şaşırmadım. Onlara dedim ki, "Siz kimsiniz? Ve bu tavafınız niçin bu kadar yavaştır." Onlar dediler ki, "Biz melekleriz ve nuruz, ama bundanhızlı tavafa asla gücümüz yetmez." Onlar da bana sorarak, "Sen kimsin ve bu sür'at de neyin nesi?"

Ben de onlara dedim ki, "Ben Ademiyim ve bende aşkın nuru vardır. Bu sür'atin sebebi ise nûr-u şevktir." Raks ve devrân hâlinde de, fukaranın aşk ve şevkle dönüp dönmediği, o devranın hızlı dönüp dönmediğinden anlaşılır. Allah şüphesiz herşeyin iyisini bilir.

Vecd ve Tevâcîd-i Nûr

Şeyh hazretleri Fütûhat'ında şöyle buyuruyor:

"Ey tâlib! Şunu iyi bil ki vecd, sâlikin Allah'ı müşahedesinden dolayı kalbe gelen bir hâldir. Bu halin gelmesi, başlangıçta ani olmakla birlikte, geliş şekliyle tıpkı, peygamberlere gelen vahyin ilk tesiri gibidir. Ve bu tesir, Hak tarafından aniden sâlikin kalbine salınır. Kalbe ulaşan bu vecdin tesiri şayet Allah'ın cemâlinin tecellisinden ise, vecdin sahibinde bu cûde karşı ünsiyyet hâsıl olur. Yok şayet tecelli-i kemâliyyeden ise, ünsiyyetle beraber kalbe bir rahatlık ve sükûnet peyda olur. Ama bu vecd, Allah'ın celâlinin tecellîsinden hâsıl olmuş ise, vecd sahibine ızdırap ve sıkıntı verir. Aynı zamanda korku ve dehşete düşürür."

Netice olarak vecd, sâlikin, kalbini evvelki halinden çıkarıp, Hakk'ın yakınlığının cezbesine kaptırmasıdır. Bu mevzuda Zünnûn hazretleri şöyle buyuruyor: "Vecd, Hakk'ın huzurunda hazır olmanın vermiş olduğu bir hâldir. Ki bu hal, kalbin evvelki halinden bir üst dereceye (Allah'a yakınlaşmaya) terfi etmesidir." Vecd, sahibine nasip olan müşahede ve hâllerin derecesine göre çeşitli kısımlara ayrılır.

Bu hallerden birincisi, kalbin ve kafanın bazan tahammül dahi edemeyeceği mânâların keşfedilmesiyle beraber, vecd sahibi kimsenin vücudu zaptedilemeyecek derecede titremeye başlar ve alabildiğine sarsılır. Bunun sebebi, gaybî mânâların tecellisi ve keşfiyle beraber, kuvvetli bir tazyikle kalbe hücum etmesindendir. Bu sayede kalp değişir ve hatta bu keşifler, insanın beşeriyyetine de tesir eder. Bu tesir vecd sahibinde bir çok hâlin tezahürüne sebep olur. Bahsettiğimiz bu vecdin husule gelmesinde birtakım değişik sebepler vardır. Mesela, bir kimse işittiği sesler münâsebetiyle de vecde girebilir. En zahmetsiz ve en kolay vecde girme hâli budur. Mesela; Mevlânâ hazretleri, Zerkûb Konevî'nin vurmuş olduğu çekiç sesleri sebebiyle vecde girmiştir. Hatta ibn-i Farız hazretleri Mısır yolculuğu esnasında çobanların okuduğu beyitler münasebetiyle vecde kapılmıştır. Kalbine hücum eden vecdin tesiriyle raksetmeye başlamış, etrafına toplanan halk onun bu vecdinden etkilenerek hep birlikte raksetmişlerdir. Çobanların okudukları beyitler ise şu mânâdadır.

Beyit

Ey Mevlamız! Gözlerimizi açıp sana ulaşmak isteriz
Hayalimizdeki bu temennimize müsaade et
İbn-i Farız hazretleri yine bir gün Mısır sokaklarında gezerken bir kadının, ölen kocasına ağıt için söylediği âh-u eninleri duyar duymaz vecde kapılmış, günlerce raksederek çırılçıplak kalana kadar üzerindeki elbiseleri parçalayıp atmıştır. Bir zaman sonra kendine gelerek toparlanmıştır. Nitekim, sahâbîden olsun, meşâyih-i kiramdan olsun, Kur'an tilavetini dinlerken vecde kapılanların sayısı bir hayli çoktur. İmam Gazâlî hazretleri İhyâ'sında şöyle buyuruyor:

"Sahabiden ve tabiînden bazıları, Kur'an okunduğu esnada kapıldıkları vecdle ağlamışlar, aşka gelmişler ve hatta bu vecd anında vefat edenler dahi olmuştur."

Tekellüfle olan vecde ise, tevâcid denir. Tevâcid; vecdin çekiciliği ve dairesi içine alma hâlidir. Bu daha ziyâde zikir meclislerinde olur. Şöyle ki; bir kimse bulunmuş olduğu meclisin hâlet-i rûhiyesine kapılarak, güzel nâmelerin ve zikirlerin sayesinde birdenbirekendini o ritmin içinde buluverir. Meclistekilerin vecde girmesi, onunda vecde girmesini sağlar. Hatta bazı hususları ve incelikleri bilmese bile, vecd sahiplerinin yapmış olduğu ritmik hareketleri ve zikirleri onları takliden yapmaya çalışsa yine vecdin lezzetine ulaşabilir. Zira o hâlet-i ruhiyenin insan üzerinde büyük ve derin tesirleri vardır. Onun için Hz. Peygamberdi Kur'an-ı Kerim'i dinlerken, ağlamaklığı olmasa bile ağlar gibi hüzünlenmenin güzel olduğunu ifade buyurmuşlardır.

Allah herşeyin en iyisini bilir.


Berk ve Zevk
Berk, velîlik yolunun başlangıcındaki nûr-u ilâhînin tıpkı bir şimşek gibi olan tecellîsine denir. Nitekim Şeyhü-l-islâm hazretleri şöyle buyurmuştur: "Berk, kulun, velayete girmesindeki ilk nûr'un tecellîsidir." Bu nurun tecellîsi kalbe doğar ve onu velayet yoluna dahil eder. Velayetin yolundan kasıt, "seyrun fil-lahtır" (Allah'ta seyirdir). Yoksa mutlak mânâda "es-seyrü ilallah" (Allah'a seyir) olan tarîk-i tasavvuf değildir. Zira, kalbe ilk evvel doğup da kulu Allah'a seyre götüren şey, yakazadır. Ki bunu sülûkun başlangıcında izah etmiştik.

Berk ile vecdin arasındaki fark şudur. Vecd, ahvalin nurundan doğan bir nurdur. Ve ahvalin terakkisinde (ilerlemesinde) bir davettir. Berk de, envâr-ı ahvâlden bir nurdur. Ancak velîlik mertebesine bir davettir. Vecd, ahvalde orta derecede (mutavassıt) olanlara zahir olur. Berk ise sâliki Allah'ın kurbuna çeker. Ki böylece mahbûbun vechi (yüzü) ona aşikar olur.

Bundan doğan zevki Şeyh hazretleri şöyle izah ediyor:

"Meşâyihe göre zevk, her tecellinin ibtidasıdır (başlangıcıdır). Her tecellînin mebdeine zevk ıtlak olunur."

Bu zevke uzun bir müddet sahip olmaya ise şirb denir. Şeyh hazretleri mevzua devamen şöyle buyurur: "Zevk, sana tecelli ettiği miktarca ilim verir. Bu tecellinin ölçüsünü ve derecesini ölçebilirsen müstehak olduğun şey ile amel ve teeddüp edersin (edeplenir, terbiye olunursun)."

Zevk, tecellînin mahiyetine göre çeşitlilik arzeder. Şöyle ki; tecillî surette (görünüşte) olursa, zevk hayalîdir. Yok şayet esmay-ı ilâhîde olursa, zevk aklî ve ruhanîdir. Zevk-i hayalînin eseri, nefistedir. Zevk-i aklinin eseri (tesiri) ise kalptedir. Nefsin zevkinin tesirine hükmedecek şeyler, oruç, ibâdet, zikir, Kur'an-ı Kerim okumak vs. gibi ibadet ve taatlerdir.

Aklın zevkinin tesirine hükmedecek yegâne unsur ise, güzel ahlaktır. Bu ahlakın gücü, sâliki, ilahî sıfatlarla muttasıf olmaya acıktırır ve teşvik eder.

Allah herşeyin en iyisini bilir.

Ataş ve Şirb

Ataş, şevkin aşırı derecede olması ve sahibini ateşli hale getirmesi hadisesidir. Şeyhü'llslâm bu mevzuda şu izahı yapmıştır: "Ataş, kişinin isteğindeki aşırılığından kinayedir." Lev' yani hararetle isteme, birşeye fazlasıyla hırslı olmayı ifade eder. Şeyh hazretleri bir diğer izahında: "Âşığın atası, maşukunun tecellîsine olup, bu tecellinin ve aşk hararetinin tesiriyle beşeriyyetten sıyrılması ve safi hale gelmesidir" demiştir. Allah aşkına susamış olan birkimse, O'nun her tecellisinde kendisinden geçer ve sarhoş olur. Bu sarhoşluk, aşk şarâbını içmekle husule gelir. Aşk şarabını içen kendinden geçer. Nitekim bu mahalle münâsip olmak üzere Hazret şöyle buyurmuşlardır:

Şarap iç ki kadehi, sevgilinin yüzüdür.
Kadeh ayyaş sarhoşun gözüdür.
Bakî olan Allah'ın cemal kadehinden şarap iç.

Çünkü "Tanrı onlara tertemiz bir şarap içirecek" âyeti (İnsan sûresi, 21. âyet) onun sâkîsidir.

Temiz o kimsedir ki, sarhoşluk zamanı seni varlığın pisliğinden temizler.

Ne güzel içki, ne güzel lezzet ve ne güzel zevk! Ne güzel devlet, ne güzel hayret ve ne güzel şevk! Hazreti Şeyh Fütûhât'ında şöyle buyurdular:

"Sûret-i hamrın tecellisi, evliyanın güvenliği için bu dünyada hasıl olmaz. Velî olan kimseler bu hamrın lezzetini bâtınlarında yaşarlar. O hamrın tesiri ve hükmü bunların üzerinde zahir olmaz. Şayet bu hüküm onların üzerinde zahir olacak olsa ve onlar cennet ehli mizaçlı olmayıp bu ilme vâki olmayan bir kavmin içerisindelerse, o zaman büyük fitne çıkar. Zira bazı büyüklerin bu sarhoşluk münâsebetiyle keşf-ü esrara vasıl olmaları, istidadı ve kabiliyeti zayıf kimselerce yanlış anlaşılır ve fesada sebebiyyet verir:

Ey hârâbat rindlerinin hâlinden habersiz kimse!
Bu şaraptan tatmadan münâcâta başladın.
Bu şaraptan iste.
Çünkü Musa ondan içti de Mîkat'ta öyle habersiz kalakaldı.

Bu şarapla sarhoş olmadıkça gönül erlerinin gönül sırlarını şath ve saçma sapan sözlerden ayırdedemezsin. Eğer bu şarapla sarhoş olursan, her iki dünyayı da senin mahkumun yaparlar. Ne de güzel lütuf ve inayet!

Eğer bu şarabın tecellîsi istidat ve aklı gölgelemeyecek miktarda olursa, kemâliyle zevk bulur. Yok şayet aklına galebe çalarsa (aklı gölgelerse) dehşetten başka birşey olmaz.

Dehşet

Şeyhü'i-İslâm hazretleri, dehşetin aniden gelen bir hayret olduğunu söylemişlerdir. Ve kulu çepeçevre kuşatarak, aklını kullanamaz hale getirir. Sabır, ilim, sebat gibi mefhumlar kontrolden çıkar. Yüsuf (as) 'un güzel yüzünü gören kadınların hali, dehşete güzel bir misaldir. Hatta o kadınlar, Yûsuf'(as) un güzelliği karşısında ne yapacaklarını şaşırmışlar ve şaşkınlıktan ellerini kesmişlerdir. Zira, âyet-i kerimede şöyle geçiyor: "Ne zaman ki onu (Yusuf u) gördüler, onu yücelttiler ve şaşkınlıktan (ellerindeki bıçakla) kendi ellerini kestiler. Ve dediler ki, bu asla beşer olamaz. Bu olsa olsa bir kerim melektir."

Mevlânâ hazretleri bu mânâya münâsip olarak şöyle buyurmuştu:

Akıl ve zeka sana kibir ve gurur verir.
Aptal ol da gönlün doğru kalsın!

Aptallık dediğim, halka iki kat maskara olan adamın ahmaklığı değildir.

Bu aptallık ona hayran olan adamın aptallığıdır. Kendilerini unutup Yusuf un yüzünü görenler, o güzelliğe dalıp kalanlar, bu yüzden ellerini doğrayanlar yok mu?

İşte onlar aptaldır.

Hayretle şu baştan akıl gitti mi başındaki her tel saç bir baş, bir akıl kesilir.

Hayret ve Heyemân


Hayret, kişinin, Allah'ın yaratmış olduğu şeylerin nizâm ve intizamındaki o eşsiz insicamın karşısında duymuş olduğu şaşkınlıktır. Bu noktada ilim ve akıl biter. Kişi sahip olduğu bilgilerin bu eşsiz nizam karşısında ne kadar kifayetsiz ve kıt olduğunu gördüğü an, Allah'ın sanatına olan hayranlığından hayrete düşer. Bu Allah aşkının tecellisiylede olan bir durumdur. Kişi Allah'a olan aşkının lezzetinden aklî melekelerini kullanamaz olur ve bu noktada hayrete düşer. Nitekim Hz. Mevlânâ bu mânâya münâsip olarak şöyle buyurmuştur. Sahabenin ruhlarında Kur'ân'a karşı fevkalade bir iştiyak vardı, ama aralarında hafız pek azdı.

Sahabe arasında birisi Kur'ân'a dörtte birini ezberledi de duyuldu mu, sahabe, bu bizim ulumuz derdi. Böyle büyük bir mânâ ile sureti bir arada cemetmek, hayretlere düşmüş, mest olmuş padişahtan başka kimseye mümkün değildir.

Böyle bir sarhoşluk âleminde edeb kaidelerine riayet etmenin imkanı yoktur. Bu imkan bulunsa bile şaşılacak şeydir doğrusu! Ey kardeşim! Hayret iki kısımdır. Birincisi övülmüş olan hayret, ikincisi ise zemmedilmiş olan hayrettir. Hayret-i Memduh (övülmüş hayret) dinde olan ulvî müşahede ve nimetlerden zuhur eden, Allah'ın esma ve sıfatından hasıl olan hayrettir. Hayret-i mezmûme (yerilmiş hayret) ise, dünya ve ondaki olan mâsivâdan hoşlanarak, bu hoşlanmanın akabinde hayret etmektir. Bu hayret, nefsin hevâsından hasıl olur. Nitekim ibn Farız hazretleri her iki hayrete de işaret ederek şöyle buyuruyor: Ey hayret, sende benim sevdiğim hayret varsa şayet.

Hiç tereddütsüz seni sevdim ve yolunu seçtim. Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (sav) "Allah'ım hayretimi arttır" buyurmuştur. Nitekim Hz. Mevlânâ, bu hayret-i mahmudeye binaen şöyle buyurdu:

Kâh böyle gösterir kâh bunun aksini. Din işinin künhünü anlamaya imkan yoktur. Ona ancak hayran olunur.

Fakat din işinde hayrete düşen, arkasını ona çevirmiş, ondan haberi olmayan bir hayran değil, sevgiliye dalmış, onun yüzünden sarhoş olmuş, kendinden geçmiş bir hayrandır.

Eğer hayret, normal sınırları aşmışsa buna, heyemân denir. Heyemân lügatte, delicesine âşık olmayı ifade eder. Heyemân sahibi kimse, aklını hükmü altına alıp zabdetmeye gücü yetmeyen kimse demektir. Dehşetle heyemân arasındaki fark, dehşet aniden ve süratli bir biçimde gelir. Gidişi de o kadar süratlidir. Hayret ve heyemânın gelmesi de, gitmesi de uzun sürer. Hayretle heyemân arasındaki fark ise, hayrette îtidâlullah akla galip gelir. Heyemânda ise, aklın hâkimiyeti tamamen ortadan kalkar. Ve sahibini mecnûn kılar. Mest ve müstağrak olur.

Kalk

Kalk lügatte, gönlün dışlanıp, sabırsız bir halde muzdarip olması demektir. Istılahta ise, sâlikin, Allah'tan başkasından kaçması ve onsuz bir yerde karar kılmamasıdır. Nitekim Şeyhü'l-islâm hazretleri şöyle buyurmuştur: "Kalk, şevkin sahibini, mahbûb-u Hakikî tarafına tahrik etmesidir. Hatta, halk, Allah ile kendisi arasında bir mânâda engel olduğu için, onlara karşı kızgınlık ve gazap göstermesidir. Bu mânâdan olmak üzere kalk sahibi olan bir kimse, ölümü arzular. Zira ölüm, sevgiliyle buluşmada bir merhaledir. Bu mânâya muvafık olarak Hz. Mevlânâ şöyle buyurdular:

Gazne'de bilgiler emen bir zâhid vardı.

Adı Muhammed'di. Künyesi Serrezî.

Her gece üzüm çotuğunun ucunu yer, onunla iftar ederdi.

Yedi yıl bu hâldeydi.

Varlık padişahından birçok şaşılacak şey gördü.

Fakat maksadı padişahın cemalini görmekti.

O kendine doymuş er bir dağ başına çıktı. Dedi ki: Ya bana kendini göster, yahut kendimi bu dağdan atacağım. Allah dedi ki: O ihsanın zamanı gelmedi.

Kendini atsan da ölmezsin, ben seni öldürmem.

Şeyh iştiyakından kendisini o yüce dağdan derin bir suya attı.

O canına doymuş er ölmedi.

Ölümden kurtulduğuna feryat etmeye başladı.

Çünkü bu yaşayış ona ölüm gibi görünmedeydi.

İş, onca tersineydi.

O gayb âleminden ölüm istiyor

"Hayatım ölümümdedir" deyip duruyordu.

Nitekim Hz. Peygamber (sav) Hîra Mağarası'na çıktığında, bidayet hallerinde bu hâl zuhur etti ve kendini o dağdan aşağı atmak istedi. Ancak Cebrâil(as) onu tutarak tekrar eski yerine götürdü. Bu bir rivayettir. Diğer bir rivayette ise birinci defa vâki olduğu ifade edilmiştir.

Mustafa'yı ayrılık derdi kapladı, daraldı mı, kendisini dağdan atmaya kalkardı.

Cebrail "Sakın yapma! 'Kun' emrinde sana nice devletler takdir edilmiştir" deyince yatışır, kendini atmaktan vazgeçerdi.

Sonra yine ayrılık derdi gelip çattı mı, yine gamdan, dertten bunaldı mı kendisini dağdan aşağı atmak isterdi.

Bu sefer Cebrail görünür

"Ey eşi olmayan padişah! Yapma bunu" derdi.

Hicab keşfedilip de o inciyi koynunda buluncaya kadar bu hâldeydi.

Bazen bu halet öyle bir yüksek mertebeye gelir ki, sahibini, ağırlığından dolayı parça parça eder. Ve böylece o kimse kendisinden halas olur mahbûbunu bulur.


Gayret
Ey talip! Şunu iyi bil ki, gayret, Allah'ın bir nimetidir. Nitekim sahih bir hadiste, Resûlullah efendimiz (sav) Sa'd hakkında şöyle buyurdu: "Muhakkak ki Sa'd kıskançtır. Benondan da kıskancım. Allah da benden kıskanç. Onun için zahirî ve bâtınî kötü şeyleri haram kıldı." Hz. Mevlânâ bu hususta şöyle buyurdular.

Hak, kıskançlıkta bütün âlemden ileri gittiği içindir ki bütün âlem kıskanç oldu.

Kıskançlıkların aslını Hak'tan bilin.

Hakk'ın kıskançlıkları şüphe yok ki Allah kıskançlığının fer'idir.

Padişah, birisi yüzünü gördükten sonra başkasına meylederse, kıskanır.

Gayret, gayrin müşâhedesiyle olur. Eğer gayrin müşahedesi olmaz ise, gayret de olmaz.

Hakk'ın gayretinin zuhuru, kullarının kendisinden başkasını hükümran olarak tanımamaları ile olur. Ve kendisinden başkasına kulluk etmemeleridir. Kendisinden gayri masivâyâ meylin ve hevesin olmaması yönünde gayret-i ilâhî tecelli eder. Kulun gayreti ise şu üç şeyden âri olursa gayret-i şeytanî olur. Bu üç şey şunlardır. Birincisi gayretlillah, ikincisi gayretfillah, üçüncüsü ise gayret alellahtır. Bunlardan ilk ikisi, mahbûbun rızâsı içindir. Mesela Süleyman (as) ikindi vakti geçtikten sonra, gayrete gelip, sâfinâtül ayâdı kırdığı gibi. Bu hadise âyette şöyle geçer: "Hani bir zaman akşam üstü Süleyman'a, cins ve rahvan atlar gösterilmişti. Süleyman: "Gerçekten ben at sevgisine, Rabbimin zikrinden dolayı düştüm" dedi. Nihayet atlar gözden kayboldular. Süleyman: "Onları bana getirin" dedi. Atlar gelince de bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı." (Sad, 31-32-33) Bu sevme işinden dolayı ikindi namazı fevt oldu. Bunun üzerine Hz. Süleyman bu duruma kızarak atların hepsini de boğazlattı.

Şeyh hazretleri Fütuhat'ında şöyle buyurdular: "El-gayretüfillah demek, kişinin, Allah'ın çizmiş olduğu hududlar içerisinde şer'i esaslara riâyet etmesi demektir. Ve bu riayeti sırf Allah rızâsı için yapması demektir. Şayet gayreti kendi nefsi için olursa, gayretinde isabet etmiş olmaz. El-gayretülillah ve el-gayretüfillah yalnız Allah'ın rızâsına mâtûfen yapılan gayretlerdir. Ancak el-gayretü alellah muhaldir. Zira, mahbûb-u hakîki, mahbub-u mecazî gibi değildir. Mahbûb-u hakîkiye tahrik ve teşvik bir mânâda caiz olsa bile, evliyanın takdirince, bu nevi müşahedeyi zarurî kılan hâl ve hareketler mümkün olduğunca gizli tutulmalıdır. Zira evliya ve asfiya Cenab-ı mahbûbun esrarını kemâl-i gayretlerinde ötürü namahreme (ehli olmayanlara) ifşa ve izhâr eylemezler.

Keşke bütün cihan sevdiğimizi sevse
Ve sözümüz hemen kıssa-i cânân olsa

Cenab-ı Hak dahi kemâl-i gayretinden evliyayı avama izhâr eylemeyeceği hususunda şöyle buyuruyor: "Benim vekillerim kubbemin (muhafazamın) altındadır. Onları benden başkası bilemez" (Hadis-i Kudsî.) Kuşeyrî Risalesi'nin "bâb-ı gayret" kısmında, "Şibli'ye ne zaman rahat ettiği soruldu. O'da, kendimi zikreder halde görmediğim zaman diye cevap verdi" denilmektedir. Çünkü kendini zikrediyor görmek Allah'a vuslatta bir perdedir. Zira, zâkir ve mezkûr birdir. Kendini zâkir olarak görmek, bir mânâda zikrettiği şeyden kendisini ayırmaktır. Ve başka biri olarak kabul etmektir. O halde zâkirin ve mezkurun bir olmasının şartı, zâkirin kendi varlığını asmasıyla mümkündür. Şu hadîs-i şerif, bahsetmiş olduğumuz mânâyı te'yid eder mahiyettedir. Resûlüllah efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: "Mü'min, kendi nefsi için istediğini kardeşi için de isteyendir." Bu hadîsin muktezâsınca bir mü'minin, diğer bir mü'mine zikir yapması hususunda ikâzı ve iştiyakı gayet tabi bir durum olup, bunun aksi ise mü'min olmayanlara mahsustur. Bir mü'min kendi yapmış olduğu zikrin rûhânî zevkine binaen, kardeşini de bu yola davet etmeli ve onun da bu rûhânî zevkten istifâdesini sağlamalıdır. Allah herşeyin en iyisini bilir.

 
Kurban
Beiträge: 1.012
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010


   

Tasavvuf da Yüz Mertebe 1.0/Nakil
Tasavvuf da Yüz Mertebe

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz