Hüzün
Hüzün; sürürün zıddıdır. Meşayihin ıstılahına göre ise, "Bir insanın geçmişte kaybettiği birşey için üzülmesi ve elem duymasıdır." Kaybolan şey nev'ine göre tedârik edilebilir veya edilemez mahiyette olabilir. Meselâ, vaktinde kılınmamış namaz ve vaktinde tutulmamış oruç gibi... Bu nevî tembellikten veya başka bir sebepten dolayı fevt olmuş ibâdetler kaza edilebilir. Eğer üzülmek lazımsa bu nevi kayıplara üzülmek evladır. Fakat bir de ölüm gibi tedâriki ve kazası mümkün olmayan şeyler vardır. O zaman tarikimizce bu neviden olan şeylere üzülmenin mânâsı da lüzumu da yoktur. Kaçırmış olduğu namazından vesair ibadetinden dolayı elem duymak ve teessüf ederek Rabb'e karşı pişmanlığını arzetmek, elbette güzel bir şeydir. Bu söylediğimiz mânâda mahzun olan kulların hakkında, Hz. Peygamber(sav) şöyle buyurmuştur; "Allah (CC) bütün hüzünlü kalb sahiplerini sever" ve bu hüzün merâtibden güzel bir mertebedir.
Şeyhu'l-islâm'a göre hüznün üç mertebesi vardır. Birincisi avamın hüznüdür ki bu, Allah'a olan ibâdetlerindeki aksamalara ve bu sayede geçip giden ömrüne üzülmektir. Şayet bu kimsenin gücü yeterse geçirdiği ibadetlerini kaza eder. Böylece hüznü de kabul olur. Yok yine tembelliğe devam ediyorsa, onun hüznü boşu boşuna olan bir hüzündür. Hiçbir kıymeti yoktur. Hüznün ikinci derecesi müridlerin hüznüdür. Müridlerin hüznünün sebebi ise, kalblerinin şuhûd-u Hakk'tan gâfıl olması hasebiyledir. Ve gönüllerinin mâsivâya meyl gösterdikleri içindir. Hüznün üçüncü derecesi ise ehass-ı havasındır. Onların hüznü yoktur. Zira hüznü normal insanlar çekebilir. Halbuki onlar, vecd halindedirler ve bunlar; "Onlara o gün korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de..." âyeti kerimesinin işaret buyurduğu makamdadırlar. Lakin şu kadar var ki, bazı arıza ve eksiklikler sebebiyle üzüntü duyarlar. Ve hüznü başkaları için çekerler. Tıpkı Resulullah'ın ümmetine olan hüznü gibi... Nitekim Allah u Teala âyeti-i kerimesinde şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammedi Demek onların sana indirdiğimiz bu Kur'an'a inanmayıp davetinden yüz çevirmelerine üzülerek, arkalarından kendini âdeta mahvedeceksin!" (Kehf, 6) Rasûlullah efendimiz(sav) şöyle buyuruyor: "O gün kıyametin dehşetinden herkes, nefsî nefsî diyecek. Ben ise, ümmetî ümmetî diyeceğim."
Korku
Allah'(cc) bir hadis-i kudsîsinde şöyle buyuruyor: "Kuluma iki korkuyu birden vermem. Ve iki emniyeti de vermem. Eğer kulum benden dünyada korkarsa, âhirette korkmaz. Ve eğer dünyada benden emin olursa ahirette olmaz." Bir kimse ahirette Rabbinin huzuruna çıkmadan evvel, ondan korkarak kendini dünyada hesaba çekerse ve hevâ ve heveslerinden sıyrılırsa onun varıp kalacağı yer "cennâtü'l-me'vâ"dır. Nitekim Allah u Teala âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: "Rabbinin azametinden korkup kendini şehevî arzularından koruyana gelince, onun da varıp kalacağı yer mutlaka cennettir." (Naziat, 40-41) "Korkmayın" sözü korkanlara sunulan hazır yemektir. Ve bu yemek tam onlara layıktır.
Korkanı emîn ederler, gönlünü yatıştırırlar. Korku ve hüznün arasındaki fark şudur. Hüzün, geçmişte kaybedilen şeyler için çekilen elemdir. Korku ise, gelecekte vuku bulacak menfi şeyler için üzüntü duymaktır. Korkunun üç derecesi vardır.
Avamın korkusu, havasın korkusu ve ehass-ı havasın korkusu. Nitekim Şeyhü'l-islâm hazretleri şöylebuyuruyor:
"Avamın korkusu, ahiret azabındandır. Şayet bir kimsede bu korku olmaz ise imanı sahih olmaz. Diğer bir ifadeyle ahireti kabul etmemiş olsaydı zaten cehennem azabından korkmasına gerek kalmayacaktı. Dolayısıyla korku imanın muktezasıdır. Havas, avamın korktuğu azaptan korkmaz. Hatta hadis-i şerifte geçtiği gibi Allah u Teala, onları cennetle müjdelese ve cehennemden emin eylese, bu (garantiye rağmen) yine de isyan eylemezler. Belki ihticâb ederler (gizlenirler). İkinci derece, eshâb-ı murakabe ve ashâb-ı müşahede'nin korkusudur. Bunlar mekr-i ilâhîden ve istidrâc-ı Rabbânî'den korkarlar. Mekr-i ilahiden, hüsrana uğrayanlardan başkası emin olamaz. Allah u Teala şöyle buyurmuştur: "Yoksa onlar, Allah'ın kendilerini ansızın yakalayıvermesinden emin mi oldular? Allah'ın ansızın yakalamasından ancak hüsrana uğrayan bir topluluk emin olur." (A'raf, 99) Şeyh hazretleri Fütuhatının 231. babında şöyle buyuruyorlar:
"Ey sâlik şunu iyi bil ki mekr, bizim katımızda Allah'ın kendisine ilim verdiği kimsenin amelinin olmaması, şayet ameli varsa ihlasının olmamasıdır. Bu zikrettiğim hasleti kendinde veya başkasında görüyorsan, o zaman bil ki Allah'ın mekriyle karşı karşıyasın. Eğer Allah u Teâlâ bir kimseyi mekrinden muhafaza edip ona hayır ihsan etmişse o kimse şeriatın ölçülerini asla terketmez. Çoğu meşayih mekri şöyle tarif ederler: Mekr, bir kimsenin Allah'a muhalefet ederek isyan içerisine battıkça, Allah'ın ona olan nimetlerini ve rızkını arttırmasıdır. Yani Allah onu hesabını aceleyle görmez. Biraz mühlet verir. Ve bu mühletle beraber nimetlerini de arttırır ki o kimsenin azgınlığı artsın. İçine düştüğü gafletten dolayı Allah'ın azabından emin olduğunu zannetsin ve bu minval üzere ölünceye kadar oyalansın dursun. İşte bu Hakk'ın kula olan mekridir. ibn-i Atâ hazretleri şöyle buyurmuşlardır: Mekr demek, kulun, Allah'tan gelecek azabın kendisine tesadüf etmeyeceği vehmine kapılması demektir." Onun için bu noktay-ı nazarda çok dikkatli ve hassas olmak lâzımdır. Çünkü Allah'ın azabı tedricî olarak da gelebilir. Buna mukabil, birden helak etme şeklinde tezahür etmeyebilir. İşte burada sâlike lâzım olan dakik bir nefs muhasebesine sahip olabilmesi ve bu yöndeki kabiliyetini azami derecede kullanması gerekir." Şeyh hazretleri; "kötü edep, nimetin bollaşması, ve muahezenin kalkması avamın mekridir" buyuruyorlar. Eshab-ı tarikin ve ashab-ı tahkikin mekri ise, Allah tarafından bahşedilen kerameti ve vecd halini bahane ederek: "Biz Hakk yolunda olmasaydık, bütün bu haller bize verilmezdi" deyip gururlanmalarıdır. Halbuki, kerameti gizlemek ve setretmek evliyanın şânındandır. Ve kerameti setretmek vaciptir. Resuller için ise tam tersi, izhar etmek vaciptir. Veli ise resul makamında değildir. Ve Allah, Resullerini daha bir donatmıştır. Ve onların tasarrufları ve yetkileri veliye nazaran daha fazladır. Onun için veli yaptığı daveti ve tebliği, sanki kendisi resulmüş gibi kendi ağzından yapmaz. O ancak Allah'ın gönderdiği resullerin söylediklerini (vahyi) onların dilinden hikâye ederek anlatır ve insanları bu minval üzere irşad eder. Yoksa kendinden birşey ihdas edemez. Şeyh hazretleri Fütûhât'ında şöyle buyuruyor: "Erbâb-ı tarikatte, zevk-i bitmenin devamını sağlamak için birtakım edebe mugayir hareketler yapılır. Bu küstahlıklara ve edepsizliklere rağmen sözkonusu olan eshab-ı tarikten keramet ve vecd halleri kesilmez. Bunun ke-silmemesinin sebebi bu kimselerin Allah'ın mekrine uğramaları hasebiyledir. Yani Allah (cc) bir nevi onların daha da azması ve azaplarının artması için, göstermekle övündükleri kerametlerini vererek, hesabın görüleceği güne kadar oyalar. Onlar da zannederler ki, eğer biz Hakk'ın rızası üzere olmasaydık, Allah u Teala bizden bu halleri çoktan keserdi. Halbuki bu Allah'ın onlara vermiş olduğu mekirden başka birşey değildir. Ve onların sergiledikleri ve adına keramet dedikleri şey, istidrâctan başka birşey değildir." Allah u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ben onlara mühlet veririm. Muhakkak ki benim tedbirim çok kuvvetlidir." (A'raf, 183) Şeyh hazretleri havasın mekri hakkında şöyle buyuruyor; "Allah'ın izni olmaksızın harikulade hadiseler ve kerametler izhar etmektir. Nitekim Resul, kendine ait lisanıyla Hakk'ın kendine vahyettiği hususları insanlara aktarabilir. Veli ise, Resule mutabakatla bu işi yapmak durumundadır. Bazı meşâyih keşf-i kerametle gururlanarak izhar ettiği keşf-i kerametine meftun (âşık) olur. Bu lezzet onu şaşırtır ve Allah'ın mekrine uğramış olur. Havasın korkusu bu zikredilenlerden ibarettir. Üçüncü derece ise ehass-ı havasın korkusudur. Bu üçüncü derecede olanların korkusu, avamın korkusuna benzemez. Ehass-ı havas müşahede makamında olanlardır. Bunların korkusu ise; hey'et-i ilâhînin bir noktada dayanılmaz olan celâlinin, kendilerini yakıp mahvetmesidir. Zira ayet-i kerimede geçtiği ifadesiyle, Musa(as) "Allah'ın dağa tecelli etmesiyle beraber bayılmıştı." Bu mânâya işaret eder mahiyette Hz. Mevlânâ şöyle buyurmuştur.
Heybet ateşini parlatırsa, ciğer onun parlaklığından kebab olur.
Onun kahır denizi kunfekâne, dalgasını meydana çıkarırsa, herşey harab olur.
Recâ (Ümit)
Recâ (ümit) ariflerin en zayıf menzilleri ve taliplerin en güzel mertebelerindendir. Taliplerin ittihâz etmesi gereken güzel bir sıfattır. Ancak recâ yani ümit etmek, bir yönüyle Allah'ın iradesine ters düşmek mânâsına yorulmuştur. Şöyle ki Allah (cc) bütün eşyanın mâlikidir. Bir mâlike yakışan ise; mülkünde istediği gibi tasarrufta bulunabilmesidir. Bir kulun ümit ettiği mevzuda recâya sarılması bir yönüyle Allah'ın iradesine muarız olmaktır.
Meselâ; Allah'ın takdir ettiğinin aksine; "şöyle olmasaydı da, böyle olsaydı" kabilinden isteklerde bulunması, bir mânâda Allah'ın iradesine itiraz etmek ve serzenişte bulunmaktır. Böylece kul kendi isteğini, Allah'ın isteği üzere tercih etmiştir. Asıl kula layık olan ise; mâlikin takdir ettiği emrine teslim olmasıdır. Ve iradesini Allah'ın iradesi istikametinde yapmasıdır.
Ben sana ulaşmak isterken,
Sen beni terk ediyorsun.
Öyleyse Rabbim sen isterken,
Ben muradımı terkediyorum.
diyen, azizlerin mertebesini bulur. Recâ edenin mertebesinin zayıf olmasının sebebi, ümit ettiği şeyin, Rabbin murad ettiği şeyden daha evlâ olduğunu zannetmesidir. Arif olanlar ise, Hakk'ın irâdesi ve isteği karşısında sükût eder ve ondan gelen herşeye razı olurlar. Ancak rec'a; kokunun hararetini (dozunu) ve ümitsizliğe ait ateşi söndürmede ve ayarlamada çok mühim ve faydalıdır. Eğer korku, ümit tarafına galip gelirse, ye's kendisinden izâle olur ve tehlike olmaktan çıkar. Nitekim âyet-i kerimede; "...Allah'ın merhametinden ümidinizi kesmeyiniz. Çünkü Allah'ın merhametinden ancak kafir bir millet ümidini keser." (Yusuf, 87) belirtildiği gibi, Allah'ın rahmetinden ümidini kesen ancak ve ancak kafirlerdir.
Şayet ümit tarafı, korku tarafına ağır basarsa o zaman kişi "Yoksa onlar Allah'ın kendilerini ansızın yakalayıvermesinden emin mi oldular? Allah'ın ansızın yakalamasından ancak hüsrana uğramış bir kavim emin olabilir." (A'raf 99) Âyet-i kerimesine muhatab olur. Kula yakışan, havf (korku) ve recâ (ümit) arasında bir denge kurup, kendisini bu şekil ayarlamasıdır. Recâ'nın bir diğer faydası da; ümit sayesinde kalblerin Allah'a yönelmekten sürür bulması, Hakk'a olan hüsn-ü zanla aşk ve şevkin muhafaza edilmesidir. Bu ibadetlerin istikrarlı yapılması yönünde de bir teşviktir . Şayet reca olmasa, kul yapmış olduğu ibadetlerinden soğur ve tembellesin Böylece kemale doğru ilerlemekten ve din-i mübîn-i islâmâ hadim olmaktan geri kalır. Netice olarak sâlike lazım olan, kendisine havf ve recâ'nın arasında bir menzile bulmasıdır. Bu onun üzerine vaciptir.
Huşu
Allah u Teâlâ, âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: "iman edenlerin Allah'ın zikrine ve indirilen Hakk'a karşı kalblerinin huşu içinde olması, daha önce kendilerine kitap verilip üzerlerinden uzun zaman geçince kalbleri katılaşan kimseler gibi olmamalarının zamanı gelmedi mi? Onlar doğru yoldan çıkarılmış kimselerdir." (Hadid, 16) Huşu demek; kalbin yumuşaklığı ve nazikliği yanında, Allah'a karşı olan tevazuu ve inkiyâdı demektir. Mümin olan kimsenin, kalbi katı olması mevzuunda hiçbir "Bahanesi yoktur. Tevazu ve huşu müm'inin şiarıdır. Ve katı kalblilik mü'minlikte asla yoktur. Istılahi olarak huşu: Allah'ın büyüklüğü karşısında kulun korku ve muhabbetle onun merhametine sığınması halidir. Bu hale vasıl olan kimse, nefsanî ve şehvanî isteklerini izale etmelidir. Eshâb-ı tertîbe ve erbab-ı ibadete en lazım olan sıfat huşudur.
Allah u Teala bir âyet-i kerimede şöyle buyuruyor; "O gün bir kısım yüzler zelil ve perişandır. Uğraşmış, yorulmuşlardır". (Gaşiye 2-3) Huşu, tecelliyi ilahîden hasıl olan bir sıfattır. Ahirette bu sıfat bunlardan gidip bir ehline naklolunur. Yukarıdaki âyet buna işarettir. Huşu tecelliyi ilâhîden hasıl olan bir sıfattır ki; her neye tecelli ederse o şey Allah'a huşu duyar. Resûlullah efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: Allah neye tecellî ederse, o ona tevazu gösterir. Onun için Allah'tan en çok korkan âlimlerdir. Zira âyet-i kerimede "Muhakkak ki Allah'tan en çok korkan âlimlerdir" buyrulmaktadır.Ve Resûlullah efendimiz(sav) "Ben sizin Allah'ı en çok bileniniz ve ondan en çok korkanınızım" buyuruyorlar. Allah(cc) bir kalbe tecelli ettiğinde, o kalp Allah korkusu ve muhabbetiyle huşu içerisine girer, insanın kalbi bu huşûyu yaşadığı an, diğer vücut azalarında ona tabi olur. Ama bir kimsenin kalbi Allah'a karşı huşu duymuyorsa, sâir azaları da huşu duymaz. Nitekim Resûlullah efendimiz[savl namaz kıldığı esnada bir kimsenin sağa sola sallandığını görünce şöyle buyurdu: "Eğer bu adamın kalbi huşu duysaydı muhakkak ki azaları da huşu duyacaktı." Kısacası, zahir bâtının bir nevi aynasıdır.
Zühd
Zühd; bütün isteklerden, özellikle eşyaya ait isteklerden vazgeçmektir. Dünyadan ve onda olandan, dünya malına muhabbetten yüz çevirmektir. Avamın zühdü Allah'a yaklaşmak içindir. Mertebeyi iradede olanlar zühd sayesinde kemâle erişir. Kemâle erişenler sahip oldukları bir önceki dereceyi çok aşağıda görerek bir üst mertebeye ulaşmak için, dünyaya ve masivâya ait herşeyi terkederek tecrid olurlar. Böylece Hakk'a yaklaşmaya yol bulurlar. Ve müridler nefislerini masivâdan tecrid etmekle cemiyyet-i batına vâsıl olurlar. Ehass-ı havasın zühdüne gelince, bunların gözleri Hakk'ın şühuduyla doludur; Ve gözlerinde Hakk'tan başkasına yol yoktur. O'nun içindir ki onlar baktıkları şeye Hak nazarıyla bakarlar. Onların gözünde bu dünyanın çöp kadar bir değeri yoktur.
Resûllulah efendimiz bunları işaret eder mâhiyette şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah'ın indinde dünyanın bir değeri olsaydı, hiç bir kâfire ondan bir içimlik dahi su içirmezdi."
Şeyh hazretleri, Beyâzıd hazretlerinden naklen Futûhat'ında şöyle buyuruyor. "Beyâzıd-ı Bestâmî hazretleri şöyle buyurdu: Ben üç gün zühde girdim. Zühdümün birinci günü dünyaya yüz çevirdim, ikinci günü ahirete ait zühde girdim. Üçüncü günü ise, bütün masivâdan yüz çevirip zühde girdim. Bunun üzerine Rabbim bana nida ederek; "Ne istiyorsun ya Beyazıd" buyurdu. Cevaben şöyle dedim: istememeyi istiyorum. Zira ben muradım sen mürîd'sin". Çoğu talebe buna benzer kelam ve sözleri öğrenmekle kemale erdiklerini zannederek; dünyanın kendilerine göre bir hiç olduğunu söylüyorlar. Oysa ki hemen akabinde bir şeyleri kaybolsa veya fevt olsa üzülüyorlar. Ama hakk-ı kemal sahiplerinin şanı ise; isterse bütün dünyâya malik olsun ve elindeki herşey bir anda fevtolsun, bundan dolayı asla üzülmemelidirler. Sâlikin bu mertebeye ulaşabilmesi için hem maddî ve hem de manevî çoğu şeyi terketmesi icap eder. Sâlikin hususiyetle dikkat etmesi gereken hususlardan bir tanesi de haram olduğu belli olanşeylerin haricinde bir de şüpheli olan şeylerden sakınmasıdır. Ve bu nevi şüpheli şeylere meyil ve muhabbet göstermemesidir. Zira şüpheli olan şeylere meyleden mal ve servet sevgisini bir kenara bırakıp, sâlikin elinde bulunan mallarından infak etmesi gerekir. İbnü'l-Fârız hazretleri; "Kolay, sade ve halk namına olan bir hayatı yaşamanın yolu, Allah yolunda infak etmektir" buyurmuşlardır. Bundan sonra sâlike lazım olan; âcile olan zevklerini ve lezzetlerini ve Hûda'dan başka mâsiva hükmündeki herşeyi terketmesi ve kalbinde Hûda'dan gayrisine muhabbet duymamasıdır. İşte bu düsturlar üzere olursa büyüklerimizden olan meşayih-i kiramın ve kemal ehlinin aldığı gönül lezzetini alır. Ve onların mertebesini bulmuş olur. Ve ariflerin zühdüne vâsıl olmuş olur. Zira zühdün üç derecesi vardır. Birincisi, avamın zühdü. İkincisi, havasın,üçüncüsü ise ariflerin zühdü. Avamın zühdü haramı terketmektir. Havasın zühdü, zaruret üzerindeki ihtiyacı terketmektir. Ariflerin zühdü ise, mâsivâullâhı terketmektir.
Bir kimse Allah'tan gayrı olan mâsivâya ait muhabbeti atarak kalbine yalnızca Allah sevgisini yerleştirmişse; o kimsenin mülkü altında ne kadar zenginlik olursa olsun, o kimseye menfi yönde zarar veremez. Zira o kimse kalbini Huda'ya bağlamıştır. Bu neviden misaller çoktur. Meselâ; Hz. İbrahim'in malı mülkü çoktu ama bu mal ve mülk onun kalbini, Hûda'dan koparmadı. Hz. Süleyman ve evliyaullahdan nicelerinin bol serveti, tahtları ve tadarı olmasına rağmen, onları Allah'a boyun eğmekten alıkoymadı. Ve malları kendileriyle Al-lah (cc) arasına perde olmadı. Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde; "Senin helakin sevdiğin şeydendir. O sevdiğin şey ise dünyadır" buyurmuşlardır,
Hz. Mevlânâ Mesnevi'sinde bu mevzu'a münasip şöyle buyurmuşlardır:
Dünya nedir? Allah'tan gafil olmaktır. Kumaş, para, ölçüp tartarak ticaret etmek ve kadın; dünya değildir. Mal mülk sevgisini gönülden sürüp çıkardığındandır ki Süleyman ancak yoksul adını takındı.
Takva
Allah u Teala bir âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: " Allah indinde en üstün olanınız, takvaca en ileride olanınızdır" Resûlullah efendimiz bir hadis-i şeriflerinde, "Dünyalık üstünü, zengin olanlardır. Ahirette üstün olacaklar ise; takva yönüyle üstün olanlardır." Allah katında, nesep, mal, şöhret gibi üstünlükler hiçbir şey ifade etmez. Allah indinde üstünlükte tek miras, takvadır. Allah'tan korkmaktır. Nitekim Peygamberimiz(sav) "Kim Allah katında en üstün olmak istiyorsa, Allah'tan korksun" buyuruyor. Çünkü Allah'ın katında nesep, şan , şeref ve mevki diye bir sınıflandırma yoktur. Üstünlük takvayladır. Ebu Hüseyin(ra) nin rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte Peygamberimiz(sav) şöyle buyuruyor: "Sizden birinizin diğerinden üstünlüğü, takvayladır."
Şeriat ehline göre takva; ahirette kötü neticeye yol açabilecek zararlı alışkanlık ve fiilden kaçınmaktır. Ve nefsi bu tür kötülüklerden korumaktır. Takvanın üç derecesi vardır. Evvela nefsi şirk ve küfür gibi hastalıklardan uzak tutmaktır. Bu sayede sâlikin kendisini cehennem azabından kurtarmalıdır, ikincisi, sâlikin işlemiş olduğu bütün günahlardan dolayı pişmanlık duyup tevbe etmesidir. Bu havasın takvâsıdır. Şeriat ehlinin katında ariflerin takvadaki derecesi budur. Hz. Mevlânâ bu mevzua muvafık şöyle buyurmuştur. Takva sahibi de, Firavunun gittiği yoldan usanan, Musalaşan kişidir. Muttakî olan kimse; zarurî olan şeyin korkusundan dolayı terketmelidir ki bu sayede muttakîlerin derecesine ulaşsın. Nitekim Hz. Rasulullah bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar "Bir kişi; zarurî olmayan birşeyi, zarurî olan bir şeyden dolayı terketmediği müdetçe, takva derecesine erişemez." Meşâyih-i kiram muttakî olanları şöyle tarif ediyor. "Takva demek; tariki Mustafa'dan giderek haramları terkedip, ihlasla Allah'tan çekinme ve bu uğurda bütün cefalara göğüs germektir". Takvanın üçüncü derecesi ise; mâsivâullahtan temizlenmektir. Kısacası âyet-i kerimede ifade edildiği üzere; "Ey iman edenler! Allah'tan hakkıyla korkun ve ancak müslüman olarak ölün." (Âl-iimran, 102) Allah'tan hakkıyla korkmaktır.
Gayrılık kavgasından kurtulmadıkça, yârin halveti için sana yol vermezler.
Hakikî takva; Hasan-ı Basrî'nin sahip olduğu mâsivadan vazgeçebilme, havf-ı îlahiyesidir. Ve İmam-ı Kuşeyrî hazretlerinin buyurdukları gibi, kendini muttâkî kılmaktan ittika etmektir. Ve daima Hakk'a muttakî ve mu'temed olmaktır.
Ezelî lütuftan medet um.
Verâ
Verâ lügatta; şüpheli olan şeylerden kaçınmak mânâsında kullanılır. Helal ve haram aşikar olarak ortada olduğuna göre; bir de dikkate alınması lazım gelen şüpheli şeyler vardır. Mü'niinin şüpheli şeyler hususunda iradesini tayin edecek merci, kalbidir. Mü'minin kalbi onun danışması gereken manevî müftüsüdür. Eğer bir hususun-haramlığı veya helalliği mevzuunda şüpheye sahipse, vicdanına danışır. Takva ölçülerinin verdiği hassasiyete göre, o hususun haramlığı ve helalliği mevzuunda kalbi bir kanaate varır. Ve bu kanâatini ameliyle tatbik eder. Eğer haramsa ondan kaçınır , helalse gönül rahatlığıyla alır. Nitekim bir hadis-i şerifte: "Kalbinin zerre kadar da olsa şüpheye düştüğü birşeyi terket" buyrulmuştur. Kalbin birşeye ait şüphe duyması, o şeyin haram olduğuna delildir. Kalbin o şey hakkında itimâd ve sükûn bulması ise, o şeyin helâl olmasına delildir. Sâlike verâdan daha güzel bir haslet yoktur. Çünkü bütün hasletlerin en güzeli ve efdali verâ'dır. Câbir hazretleri'nden rivayet edildiğine göre bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: "Bir gün bir kimse; Resûlullah'ın huzurunda güzel ahlakıyla, ibadetiyle, itaatıyla, cihadıyla ve hayrâtıyla zikredildi. Diğer bir kimse ise verâ sahibi olmasıyla övüldü. Bunun üzerine Rasûlullah efendimiz(sav) şöyle buyurdu. "Hiçbir şey verâ'ın yerini tutamaz. Zira verâ, hasletlerin en güzelidir". Diğer bir hadis-i şerifte Resûlullah efendimiz(sav) şöyle buyuruyor. "Dinimizin özü verâ'dır." Şibli hazretlerine vera hakkında sorulduğunda şu cevabı verdi."Halkın Hak canibinden başka yöne yönelmemesidir". Havastan bazılarına vera sorulduğunda ise; "ister kızgınlık anı olsun isterse rızâ, daima Hakk'la mükaleme eylemendir" diye cevap verdiler.
Tebettül
Allah u Azimüşşan bir âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor; "Rabbi'nin adını an ve herşeyi kalbinden çıkarıp sadece O'na yönel". (Müzzemmil,8)
Beyzâvî şöyle dedi: "Rabbinin adını anmaktan murad; teşbih etmek ve gece gündüz O'na ibadet etmektir. Kur'an okumak ve ilim tahsil etmektir." Tebettül; masivayı bırakıp herşeyi ile Allah'a yönelmektir. Hatta ehl-i tahkike göre cennet ve ahiret hayalini bırakıp Allah'a erişmek ve O'na muttasıl olmak için tevhide girmektir. Meselâ bir kimse yalnızca cennet beklentisiyle ve ahiret endişesiyle Allah'a yönelse, bu yöneliş hakikî bir yönelme değildir. Ve bu yolda dünyadan tecrit olmuş olur ve tebettül, bütün mâsivadan kopup Allah'a yönelmektir. Nefsin heva ve hevesinden el çekmektir. Ve bununla beraber; Allah'tan başkasına itimat etmekten, O'ndan başkasından korkmaktan, medet ummaktan ve yardım beklemekten ictinâb etmektir.
İbadet ve Ubûdet
İbadet, Allah'a karşı alçakgönüllülüktür. Meşâyihin çoğu ibadetle ubûdet arasında fark olduğunu beyan etmişlerdir. Ama bazı muhakkikler lafzan ve manen ikisinin de arasında fark olmadığını belirtmişlerdir, ibadet, kulluğa denir. Ubûdet ise, kul olmaya denir, ibadet edene âbid denir. Sahib-i ubûdete ise, abd ıtlak olunur. Bu iki sıfat, sâlike lâzım olan sıfatlardır. Bir kimse bütün ibadetlerin esrarına vakıf olup nuruyla nürlanmazsa, o kimse ubûdet sahibi olamaz. Ve ibadeti Allah katında makbul değildir. Ve bu kimse bu nev'i ibadetle kemâle eremez. Allah'a ibadet ve kulluk et.
Çünkü bunların her ikisiyle gönlün hayat bulur. İbadet gönlü başka şeylerden uzak tutar. Kulluğu itaat etmeye doğru çeker. Cenab-ı Hakk'a ibadet iki türlüdür. Birincisi, mutlak olan Zât'a ibadet, ikincisi safâiyyet-i mukayyedeye ibadettir. Ibadet-i zâtiyye-i mutlaka, herşeyi ilm-i Hakk'ta iken emrine imtisal etmek ve tekvini ve tayini kabul kılıp vücûda gelmesidir, istikrarlı olan ibadet, rahmet-i Rahmanın tecellisinde en önemli vasıtadır. Bu rahmet-i rahmaniyye kesintisiz yapılan amelin varlığına şâmildir. Kul şayet teklif ve tekellüfsüz olarak teslimiyette ise kuldur. Ama ibadet-i sıfâtiyye-i mukayyede ise, rahmet-i rahmiyye-i hâssa mukabelesinde vaki olmuştur. Nebiler ve Resuller vasıtasıyla namaz insanlara teklif edilmiştir.
Rahmet-i rahmiyye-i hâssanın vusulü için bu ibadet şarttır. Bu ibadet istekle yapılan ibadettir. İbadet diye, ihtiyarla (istekle) yapılan fiillere denir. Hz. Mevlânâ şöyle buyuruyor. İhtiyarla yapmak kudreti ibadetin tuzudur, lezzetidir. Yoksa bu gökyüzü de ihtiyarsız dönüp durmada. İbadetle yükümlü olanların âbid olanı, ibadet-i sıfâtiyye ile zahir olur. Nitekim bazıları ibadetsizlikleriyle farklı bir mercidedirler. Yani ibadet ayırtedici bir vasıftır. Nitekim bazısı ibadet ederek itaat eder. Bazısı ise ibadet etmemekle isyan eder. isteyerek ibadet edenler cennet nimetlerine erişecektirler. Ve isteyerek ibadet etmeyip isyan edenler, elbette ki cehennemi tadacaklardır.
İbadette biri makam mevki sahibi oldu, diğeri de serkeşlikle kuyunun dibini buldu. Kulluk itibarın ölçüsü oldu. Bu mihenk taşından her birinin ayarı bellidir. Hakk'a hakkıyla ibadet etmek, Hakk'ın fermanını, kendi hevâ ve hevesinin fermanına tercih etmektir. Fermân-ı Hüdâya mutabık olmaktır. Ya dostun rızası gerekir ya da kendi heva hevesin. Allah u Teâlâ bir ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: "Hevasını ilah edineni gördün mü?" Ehl-i tarikin yapması gereken nefsini ilah edinmeyip, Rabbini ilah edinmesidir. Heva hevesine uydukça Allah'a ibadet etmen mümkün olmaz. Hüdâya ibadet edenler dört kısımdır. Bir kısmı sahiden samimi olarak Hüdâ'ya tapar. Bir kısmı ise hevaperesttir. Birinci kısım ibadet edenler, ibadeti cennet için yaparlar. Bunlar tacirlerdir, ikinci kısım ibadet edenler ise, ubudiyyet korkusu yüzünden ibadet ederler. Bunlar kölelerdir. Üçüncü kısım ise, Allah'tan utandığı için ibadet ederler. Bunlar sâdikân ve müridândır. Dördüncü kısım ise, yanlızca, Allah'ın rızasını talep ederek ibadet edenlerdir. Bunlar ise husûsî âşıklardır. Râbia (r.anha)'nın dediği gibi: "Allahım sana yaklaşmak ve senin rızanı kazanmak için ibadet ediyorum. Senin ateşinden korktuğum için değil ve cennetini elde etmek için değil." Bu mertebeye ubûdet denir, ibadet müşkilât, havf (korku), recâ (ümid) ve külfetle yapılır. Ubûdet ise, ne meşakkat, ne havf ve reca ve ne de külfetle yapılır. Zevk-i ilahî ve şevkle yapılır. Nitekim ibn-i Farız hazretleri bu mânâya işaret ederek şöyle diyor: Her bir makamı, sülûkun makamlarından katettim. Ubûdetle, ubûdiyyeti tahkik ve tesbit eyledim. Havasın taâti, daima zevk ve şevkle yapılır. Avamın ibadeti ise kerhen ve zorlama iledir.Bu nev'i ibadet (avamın ibâdeti) ise makbul değildir. Bir âyet-i kerimede Allah u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Sonra Allah'ın irâdesi duman halinde bulunan semâya yöneldi. Semâya ve yere isteyerek veya istemeyerek gelin." dedi. Onlar da: "isteyerek geldik dediler." (Fussilet, 11) Akıllıların yuları "zorla gelin" emridir; gönlünü kaptıranların baharı "dileyerek gelin" emri. Nebiler, Resuller, Enbiyalar, Evliyalar ve cümle kâmilinden olan kimseler ibâdetlerini aşk ve şevkle yapmışlardır. Allah u Teâlât(cc) şöyle buyuruyor: "Ne isâ Mesih Allah'a kulluk yapmaktan kaçınır. Ne de Allah'a yaklaştırılmış melekler. Kim Allah'a kulluk etmekten çekinir ve kibirlenirse, bilsin ki, hepsini huzurunda toplayacaktır." (Nisa, 172) Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum. Ben senin hizmetinde kul olup, başımı koydum. Âzâd olan kul şâd olur. Ben sana kul olduğum için şâdım.
Hürriyet
Hürriyet, insanı dünyaya bağlayan herşeyden nefsi kurtarmak âzâd etmek demektir. Hz. Mevlânâ bu hususta şöyle buyurmuşlardır:
Ey oğul! Bağı çöz; âzâd ol.
Ne zamana kadar gümüş, altın esiri olacaksın? Bu halkın her birisi birşeylerin kulu olmuştur ve onu kendine put edinmiştir. Kimisi dünyanın esiri, kimisi şehvetin esiri, kimisi nefsinin ve gururunun esiri, kimisi ise şöhretin esiri olmuştur. Onun için Hz. Peygamber(sav) bu sıfattaki insanlara beddua ederek şöyle buyurmuştur: "Dünyanın esiri olan helak oldu, dirhemin esiri olan helak oldu, midesinin esiri olan helak oldu, kadının esiri olan helak oldu." işte sâlike lazım olan, bütün bu kötü hasletlerden salim olmasıdır. Cüneyd hazretlerine şöyle soruldu: "Kul ne zaman Allah'ın rızası doğrultusunda kul olabilir?" Cüneyd hazretleri cevap verdi: "Hür olduğu zaman. Gerçek hürriyet, Allah'a kul olmakla mümkündür." Hakk'a kullukla şâd olan o gönül iki dünyanın gamı, kederinden de kurtulur.
Şeyh hazretleri Fütuhatında şöyle buyuruyorlar: "Hürriyet, Allah'tan başka eşyanın bağlantısından kurtulup, yalnız ve yalnız Allah'a kul olmaktır. Ve mâsivâullahdan hür olmaktır. Allah'tan başkasını Rab edinmemektir. Bu sayede dirhem ve dinara esir olmaktan kurtulmaktır. Bununla beraber, benlikten ve nefse ait hürriyet esiri olmaktan kurtulmaktır. Nitekim bu mevzua münasip olarak Hz. Beyâzıd'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Adamın birisi ona sordu: Senin hürriyetin nedir? O da cevaben; "benlikten kurtulmaktır" dedi. Bunun üzerin adam; Allah senin himârını (merkebini) öldürdü ki, sen onun kulu olmayasın. Ve bilakis Allah'ın kulu olasın" dedi. Sen beden lezzetine kapılıp onun esiri olmuşsun Senin gönül âleminde hiç bir hayat hazır değil.