Maide Süresi Meal Ve Tefsiri 82-90

#1 von Kurban , 12.05.2024 07:46

Maide Süresi Meal Ve Tefsiri 82-90

لَتَجِدَنَّ اَشَدَّ النَّاسِ عَدَاوَةً لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا الْيَهُودَ وَالَّذ۪ينَ اَشْرَكُواۚ وَلَتَجِدَنَّ اَقْرَبَهُمْ مَوَدَّةً لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا الَّذ۪ينَ قَالُٓوا اِنَّا نَصَارٰىۜ ذٰلِكَ بِاَنَّ مِنْهُمْ قِسّ۪يس۪ينَ وَرُهْبَانًا وَاَنَّهُمْ لَا يَسْتَكْبِرُونَ ﴿٨٢﴾
Meal 82: İnsanlar içinde mü’minlere en şiddetli düşmanlık besleyenlerin yahudiler ve Allah’a şirk koşanların olduğunu görürsün. Yine insanlar içinde mü’minlere sevgi, şefkat ve alaka bakımından en çok yakınlık duyanların ise “Biz Hristiyanız” diyenler olduğunu görürsün. Çünkü onların içinde ilim ve ibâdetle meşgul dürüst din âlimleri ve kendilerini Allah’a adamış rahipler vardır. Onlar, gerçekler karşısında büyüklenmezler.
Tefsir:Bu âyet ve bundan sonraki üç ayetin (82-85) iniş sebebi olarak şu hâdiseler rivayet edilmektedir:
Birincisi; Allah Resûlü (s.a.s.) Mekke-i Mükerreme’de müşriklerin, ashâbına kötülük yapmalarından endişe etmekteydi. Bir çıkış yolu olarak Cafer b. Ebî Talib ve İbn Mes’ûd’u ashâbından bir grup ile birlikte Necaşi’ye gönderdi. Onlara: “O sâlih bir kraldır; zulmetmez ve yanında kimseye zulmedilmez. Ona gidin. Umulur ki Allah bu şekilde müslümanlara bir ferahlık ve kurtuluş müyesser kılar” buyurdu. Cafer ve yanındakiler Necâşî’nin yanına varınca onlara ikramda bulundu ve: “Size indirilen Kur’an’dan bir şeyler biliyor musunuz?” diye sordu. “Evet” dediler. “O halde onlardan okuyun” dedi. Etrafında papaz ve rahipler de vardı. Cafer (r.a.) Meryem süresini okumaya başladı. Her bir âyeti okuduğunda burada zikredilen gerçekleri tanıyıp bildikleri için gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Hatta Necâşî, yerden bir ot parçası alarak: “Vallahi, Allah Teâlâ’nın İncil’de Hz. Meryem ve Hz. İsa hakkında bahsettiği ile bu ayetler arasında şu kadarcık bile bir fark yok” dedi. Hz. Cafer kıraatini tamamlayıncaya kadar da ağlamaya devam ettiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîmeler nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 205-206; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XII, 57)
İkincisi; Habeş kralı Necâşî, tebaasının seçkinlerinden 30 kişilik bir heyeti Resûl-i Ekrem (s.a.s.) göndermişti. Efendimiz onlara Kur’ân’dan Yâsîn sûresini okudu. Orada bulunanların kalpleri inceldi, ağladılar ve: “Allah’a yemin ederiz ki biz bunları biliyoruz. Bunlar İsa’ya indirilenlere ne kadar çok benziyor” deyip iman ettiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîmeler indirildi. Bu hey’et, Necâşî’ye dönüp olanları ona da anlattılar ve o da müslüman oldu. Necâşî müslüman olarak öldü. Onun ölüm haberi Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e ulaşınca Medine’de onun için giyâbî cenaze namazı kıldırdı. (Taberî, VII, 3-6; Vâhidi, s. 206)
Mü’minlere en amansız düşmanlık yapanlar ve yapacak olanlar yahudiler ve müşriklerdir. Düşmanlığın şiddeti açısından yahudiler müşriklerden de önde gelmektedir. Çünkü bunların dünya hırsı hepsinden daha fazladır. (bk. Bakara 2/96) Kalpleri son derece kasvetlidir. (bk. Mâide 5/13) İmansızlık, menfaatperestlik ve günahlar yüzünden o kalpler taş gibi, taştan daha katı hale gelmiştir. (bk. Bakara 2/74) Nefsani arzularına düşkünlükleri, fesat çıkarmaya meyilleri, Hakk’a karşı kibir ve inatları pek kuvvetlidir. Peygamberleri yalanlama ve öldürmede, isyan ve ihtilal yapmada, fitne ateşini körüklemede maharet ve alışkanlıkları pek çoktur. müslümanlara şiddetli düşmanlıklarının altında yatan mühim sebeplerden bir kısmı bunlardır. Mü’minlere muhabbet besleme açısından en yakın olanlar ise “Biz hıristiyanız” diyen kimselerdir. Aslında çoğunluk itibariyle bunlar mü’min değildir ve müslümanlara karşı düşmanlık bunlarda da mevcuttur. Fakat yahudi ve müşriklerle mukayese edildiğinde öbürlerinin düşmanlık yönleri önde, bunların ise mü’minleri sevebilme kabiliyeti fazladır. Bu âyet-i kerîmede yahudilere nispetle hıristiyanlardan daha fazla kimsenin hidâyete ereceğine işaret vardır ki tarihi gerçekler de bunun doğruluğuna şâhitlik yapmaktadır.
Âyet-i kerîmede hıristiyanların müslümanlara daha yakın olmalarının sebepleri şöyle haber verilmektedir:
› Hıristiyanlar arasında kıssîslerin yani ilim ve ibâdetle meşgul olan keşişlerin bulunmasıdır. Bunlar ilmî ve dinî araştırmalar itibariyle Hıristiyanların önde gelen bilginleri ve ibâdetle meşgul olan kişileridir.
› Onlar arasında ruhbanların bulunmasıdır. Ruhban, “râhipler” demektir. Allah ve âhiret korkusuyla mânastırlarda ibâdete çekilen, nefislerini ezen ve dünyayı terk eden kişilere bu isim verilmektedir.
› Hıristiyanların, yahudi ve müşriklere göre gerçekleri kabulde daha ılımlı ve mütevazı insanlar olmalarıdır. Tevazu, insanın Yüce Allah’ın kudreti karşısında kendi küçüklüğünün ve aczinin idraki içinde olması, bu sebeple bir yandan O’na itaat etmesi, diğer yandan O’nun yaratıklarına karşı şefkat ve merhametle muamele etmesini ifade eder. Dolayısıyla burada alçak gönüllü olmayı ve kendine kötülük edene bile müsamaha ile davranmayı esas kabul eden Hıristiyanlığın, bu anlayışa diğer dinlere nispetle daha yakın olduğuna dikkat çekilmiştir. Özellikle dini kaynaklarından öğrenen, ilim ve amele ehemmiyet veren âlimlerin ve dünyaya ait arzulardan arınmaya çalışan rahiplerin, mânevîyat önderlerinin varlığı, Hıristiyanların kibirlerini kıran ve onları mü’minleri sevmeye yaklaştıran mühim bir sebep olduğu anlaşılmaktadır.
Görüldüğü üzere kibirsiz, mütevazı ve mü’minlere muhabbet bakımından diğerlerinden daha yakın duran Hıristiyanlar içinde Kur’an’a ve Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’e iman eden ve iman edecek olan rakik kalpli, Hakk’ı bilen mü’minlerin de bulunduğunu haber vermek üzere şöyle buyrulur:
وَاِذَا سَمِعُوا مَٓا اُنْزِلَ اِلَى الرَّسُولِ تَرٰٓى اَعْيُنَهُمْ تَف۪يضُ مِنَ الدَّمْعِ مِمَّا عَرَفُوا مِنَ الْحَقِّۚ يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اٰمَنَّا فَاكْتُبْنَا مَعَ الشَّاهِد۪ينَ ﴿٨٣﴾
Meal 83: O âlim ve rahiplerin, Peygamber’e indirilen Kur’an’ı dinledikleri zaman, kendi kitaplarında görüp tanıdıkları gerçeği bunda bulmaları sebebiyle gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün! Onlar şöyle derler: “Rabbimiz! Biz iman ettik, artık bizi gerçeğe şâhitlik edenlerle beraber yaz.”
Tefsir:Onlar arasında iman şerefine erenler, Allah Resûlü (s.a.s.)’e indirilen Kur’ân-ı Kerîm’i dinledikleri zaman, bunun Allah kelâmı olduğunu anlar, daha önce kendi kitaplarında âşinâ oldukları bu gerçekleri yeniden duymanın heyecanıyla duygulanır, müteessir olur ve gözlerinden yaşlar boşanır, imanlarını ikrar ederler. “Rabbimiz! Biz iman ettik, artık bizi gerçeğe şâhitlik edenlerle beraber yaz” (Mâide 5/83) derler. Kur’an’ın gerçekliğine şâhitlik etmiş bulunan Muhammed ümmeti defterine yazılmalarını niyaz ederler.[1] Kendi nefislerinin fısıltılarına veya müslüman olmalarına itiraz edenlere karşı da artık gerçekten inandıklarını teyit ve ispat için “Bütün arzumuz, Rabbimizin bizi sâlih kullar arasına katarak cennete koyması iken, Allah’a ve bize gelen gerçeğe niçin iman etmeyelim!” (Mâide 5/84) derler. Şu halde inanmamak için hiçbir haklı sebep olmadıktan başka, üstelik Muhammed ümmeti gibi sâlihler zümresinin nâil olacakları güzel mükâfatlara iştirak etme arzusu gibi iman etmeyi gerekli kılan pek yüksek ve mühim bir sebep de mevcuttur. Şüphesiz Allah, bu şekilde hakkı bulan, onun doğruluğunu ikrar eden ve bir daha ondan ayrılmayı düşünmeyen bahtiyar kulları, altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedi kalacakları cennetlerle mükâfatlandıracaktır. İyiliğin karşılığı şüphesiz iyilik olacaktır. Dünya hayatında düşüncesi, niyeti, itikadı, sözü ve ameli güzel olanlar; yaptıkları işleri Allah görüyormuşçasına en iyi yapanlar böyle ilâhî lutuflara ve ebedî nimetlere kavuşacaklardır. Fakat Allah’ın âyetlerini inkâr eden, yalanlayan ve yok sayanlar, dolayısıyla şu fani ömürlerini küfür, günah ve gaflet karanlıkları içinde geçirenler ancak cehennemin dostları olabileceklerdir.
Önceki âyetlerde Hıristiyanlar içinde bulunan keşiş ve ruhbanlar methedildi. Ruhbanlık ise dünya lezzetleri, nimet ve güzelliklerinden büsbütün çekilip uzaklaşmak demektir. Bundan hareketle müslümanların ruhbanlığa teşvik edildiği mânası anlaşılmamasını temin ve İslâm’da ruhbanlığın bulunmadığını belirtme sadedinde söz helâl ve haram yiyeceklere getirilerek mü’minlere şöyle hitap edilmektedir:
[1] Hakiki âlimlerin hali işte böyle olur. Onlar ilâhî hakikatler karşısında duydukları derin bir huşû ile ağlarlar, fakat baygın düşmezler. Allah’tan niyazda bulunurlar, fakat feryat ve figan etmezler. Hüzünlü görünürler, fakat cenaze imiş gibi bir görüntü vermezler.
وَمَا لَنَا لَا نُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَمَا جَٓاءَنَا مِنَ الْحَقِّۙ وَنَطْمَعُ اَنْ يُدْخِلَنَا رَبُّنَا مَعَ الْقَوْمِ الصَّالِح۪ينَ ﴿٨٤﴾
Meal 84: “Bütün arzumuz, Rabbimizin bizi sâlih kullar arasına katarak cennete koyması iken, Allah’a ve bize gelen gerçeğe niçin iman etmeyelim!”
فَاَثَابَهُمُ اللّٰهُ بِمَا قَالُوا جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ وَذٰلِكَ جَزَٓاءُ الْمُحْسِن۪ينَ ﴿٨٥﴾
Meal 85: Bu sözlerinden dolayı Allah onları altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlerle mukâfatlandırdı. İyilik yapanların mükâfatı işte budur!
Tefsir:Onlar arasında iman şerefine erenler, Allah Resûlü (s.a.s.)’e indirilen Kur’ân-ı Kerîm’i dinledikleri zaman, bunun Allah kelâmı olduğunu anlar, daha önce kendi kitaplarında âşinâ oldukları bu gerçekleri yeniden duymanın heyecanıyla duygulanır, müteessir olur ve gözlerinden yaşlar boşanır, imanlarını ikrar ederler. “Rabbimiz! Biz iman ettik, artık bizi gerçeğe şâhitlik edenlerle beraber yaz” (Mâide 5/83) derler. Kur’an’ın gerçekliğine şâhitlik etmiş bulunan Muhammed ümmeti defterine yazılmalarını niyaz ederler.[1] Kendi nefislerinin fısıltılarına veya müslüman olmalarına itiraz edenlere karşı da artık gerçekten inandıklarını teyit ve ispat için “Bütün arzumuz, Rabbimizin bizi sâlih kullar arasına katarak cennete koyması iken, Allah’a ve bize gelen gerçeğe niçin iman etmeyelim!” (Mâide 5/84) derler. Şu halde inanmamak için hiçbir haklı sebep olmadıktan başka, üstelik Muhammed ümmeti gibi sâlihler zümresinin nâil olacakları güzel mükâfatlara iştirak etme arzusu gibi iman etmeyi gerekli kılan pek yüksek ve mühim bir sebep de mevcuttur. Şüphesiz Allah, bu şekilde hakkı bulan, onun doğruluğunu ikrar eden ve bir daha ondan ayrılmayı düşünmeyen bahtiyar kulları, altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedi kalacakları cennetlerle mükâfatlandıracaktır. İyiliğin karşılığı şüphesiz iyilik olacaktır. Dünya hayatında düşüncesi, niyeti, itikadı, sözü ve ameli güzel olanlar; yaptıkları işleri Allah görüyormuşçasına en iyi yapanlar böyle ilâhî lutuflara ve ebedî nimetlere kavuşacaklardır. Fakat Allah’ın âyetlerini inkâr eden, yalanlayan ve yok sayanlar, dolayısıyla şu fani ömürlerini küfür, günah ve gaflet karanlıkları içinde geçirenler ancak cehennemin dostları olabileceklerdir.
Önceki âyetlerde Hıristiyanlar içinde bulunan keşiş ve ruhbanlar methedildi. Ruhbanlık ise dünya lezzetleri, nimet ve güzelliklerinden büsbütün çekilip uzaklaşmak demektir. Bundan hareketle müslümanların ruhbanlığa teşvik edildiği mânası anlaşılmamasını temin ve İslâm’da ruhbanlığın bulunmadığını belirtme sadedinde söz helâl ve haram yiyeceklere getirilerek mü’minlere şöyle hitap edilmektedir:
[1] Hakiki âlimlerin hali işte böyle olur. Onlar ilâhî hakikatler karşısında duydukları derin bir huşû ile ağlarlar, fakat baygın düşmezler. Allah’tan niyazda bulunurlar, fakat feryat ve figan etmezler. Hüzünlü görünürler, fakat cenaze imiş gibi bir görüntü vermezler.
وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَٓا اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْجَح۪يمِ۟ ﴿٨٦﴾
Meal 86: Âyetlerimizi inkâr edip yalanlayanlara gelince, onlar o kızgın, alevli ateşin yoldaşıdırlar.
Tefsir:Onlar arasında iman şerefine erenler, Allah Resûlü (s.a.s.)’e indirilen Kur’ân-ı Kerîm’i dinledikleri zaman, bunun Allah kelâmı olduğunu anlar, daha önce kendi kitaplarında âşinâ oldukları bu gerçekleri yeniden duymanın heyecanıyla duygulanır, müteessir olur ve gözlerinden yaşlar boşanır, imanlarını ikrar ederler. “Rabbimiz! Biz iman ettik, artık bizi gerçeğe şâhitlik edenlerle beraber yaz” (Mâide 5/83) derler. Kur’an’ın gerçekliğine şâhitlik etmiş bulunan Muhammed ümmeti defterine yazılmalarını niyaz ederler.[1] Kendi nefislerinin fısıltılarına veya müslüman olmalarına itiraz edenlere karşı da artık gerçekten inandıklarını teyit ve ispat için “Bütün arzumuz, Rabbimizin bizi sâlih kullar arasına katarak cennete koyması iken, Allah’a ve bize gelen gerçeğe niçin iman etmeyelim!” (Mâide 5/84) derler. Şu halde inanmamak için hiçbir haklı sebep olmadıktan başka, üstelik Muhammed ümmeti gibi sâlihler zümresinin nâil olacakları güzel mükâfatlara iştirak etme arzusu gibi iman etmeyi gerekli kılan pek yüksek ve mühim bir sebep de mevcuttur. Şüphesiz Allah, bu şekilde hakkı bulan, onun doğruluğunu ikrar eden ve bir daha ondan ayrılmayı düşünmeyen bahtiyar kulları, altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedi kalacakları cennetlerle mükâfatlandıracaktır. İyiliğin karşılığı şüphesiz iyilik olacaktır. Dünya hayatında düşüncesi, niyeti, itikadı, sözü ve ameli güzel olanlar; yaptıkları işleri Allah görüyormuşçasına en iyi yapanlar böyle ilâhî lutuflara ve ebedî nimetlere kavuşacaklardır. Fakat Allah’ın âyetlerini inkâr eden, yalanlayan ve yok sayanlar, dolayısıyla şu fani ömürlerini küfür, günah ve gaflet karanlıkları içinde geçirenler ancak cehennemin dostları olabileceklerdir.
Önceki âyetlerde Hıristiyanlar içinde bulunan keşiş ve ruhbanlar methedildi. Ruhbanlık ise dünya lezzetleri, nimet ve güzelliklerinden büsbütün çekilip uzaklaşmak demektir. Bundan hareketle müslümanların ruhbanlığa teşvik edildiği mânası anlaşılmamasını temin ve İslâm’da ruhbanlığın bulunmadığını belirtme sadedinde söz helâl ve haram yiyeceklere getirilerek mü’minlere şöyle hitap edilmektedir:
[1] Hakiki âlimlerin hali işte böyle olur. Onlar ilâhî hakikatler karşısında duydukları derin bir huşû ile ağlarlar, fakat baygın düşmezler. Allah’tan niyazda bulunurlar, fakat feryat ve figan etmezler. Hüzünlü görünürler, fakat cenaze imiş gibi bir görüntü vermezler.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تُحَرِّمُوا طَيِّبَاتِ مَٓا اَحَلَّ اللّٰهُ لَكُمْ وَلَا تَعْتَدُواۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَد۪ينَ ﴿٨٧﴾
Meal 87: Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı temiz ve güzel nimetleri kendinize haram kılmayın! Haddi de aşmayın; çünkü Allah haddi aşanları sevmez.
وَكُلُوا مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّٰهُ حَلَالًا طَيِّبًاۖ وَاتَّقُوا اللّٰهَ الَّذ۪ٓي اَنْتُمْ بِه۪ مُؤْمِنُونَ ﴿٨٨﴾
Meal 88: Allah’ın size verdiği helâl ve temiz rızıklardan yiyin. Kendisine iman ettiğiniz Allah’a karşı gelmekten sakının!
Tefsir:
Bu âyetlerin iniş sebebiyle alakalı şöyle bir rivayet nakledilir:
Ashâb-ı kirâmdan bâzıları birgün Sevgili Peygamberimiz’in ibâdetini öğrenmek için mü’minlerin annelerine sormuşlardı. Onlar da gördüklerini anlattılar. Efendimiz’in îtidâl üzere yapmış olduğu ibâdetlerini az gören bu kimseler kendi kendilerine:
“– Allah’ın Resûlü nerede biz neredeyiz? Onun geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmıştır” dediler. İçlerinden biri:
“– Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım” dedi. Bir diğeri:
“– Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim” dedi. Üçüncü sahâbî de:
“– Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kalacak, asla evlenmeyeceğim” diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygamberimiz onların yanına geldi ve kendilerine şunları söyledi:“ Şöyle şöyle diyen sizler misiniz? Sizi uyarıyorum! Allah’a yemin ederim ki ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bazan oruç tutuyor, bazan tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren kimse, benden değildir.” (Buhârî, Nikâh 1)Sonra sahâbeyi toplayıp onlara şöyle bir konuşma yaptı:
“Birtakım kimselere ne oluyor ki hanımlarıyla beraber olmayı, yeme içmeyi, güzel koku sürmeyi, uyumayı ve meşrû sayılan dünya zevklerini kendilerine haram kılıyorlar. Şüphesiz ki ben size keşiş ve ruhban olmanızı emretmiyorum. Benim dinimde et yemeyi terk etmek, kadınlardan uzaklaşmak bulunmadığı gibi, dünyadan el etek çekip manastırlara sığınmak da yoktur. Ümmetimin seyahati oruç, ruhbanlığı ise cihaddır. Allah’a ibâdet ediniz, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız, hac ve umre yapınız, namazlarınızı kılınız, zekâtınızı veriniz, Ramazan orucunu tutunuz. Siz dosdoğru olunuz ki başkaları da öyle olsun. Sizden önceki ümmetler, aşırılıkları yüzünden helâk oldular. Dini kendilerine zorlaştırdılar, Allah da onlara zorlaştırdı. Bugün kilise ve manastırlarda bulunanlar, onların artıklarıdır.” (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 207-208)
Eşyada aslolan mübahlıktır. Allah Teâlâ bunları kulların hayatiyetlerini devam ettirmeleri için yaratmıştır. Ancak imtihan gayesiyle bir takım şeyler haram kılınmış, onlara dokunulmaması emredilmiştir. Zaten dinlerin gönderiliş maksadı da neyin helâl neyin haram olduğunu beyân etmek ve insanların bu sınırlar içinde yaşamalarını sağlamaktır. Bu yetki sadece dine ait olup, kulların kendiliklerinden bir şeyi haram veya helâl kılma salahiyetleri yoktur. Bu hususla ilgili âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Hiçbir delile dayanmadan sırf dillerinizin yalan yere nitelendirmesiyle, “Şu helâldir, şu haramdır” demeyin. Böyle yapmakla Allah adına yalan uydurmuş olursunuz. Allah adına yalan uyduranlar ise asla kurtuluşa eremezler.” (Nahl 16/116)
“De ki: «Allah’ın kulları için yarattığı zînetleri, temiz ve hoş rızıkları kim haram kılabilir?»” (A‘râf 7/32)
Bu âyetlerin mânasını izah sadedinde âlimlerimizin güzel açıklamaları olmuştur. Şu misal ne kadar dikkat çekicidir: Bir adam Hasan Basrî’ye gelir ve bir komşusunun, şükrünü edâ edemeyeceği için pelte yemediğini söyler. Hasan Basrî de: “Komşun soğuk su içiyor mu?” diye sorar. Adam, “Evet” deyince de: “Senin komşun meğer soğuk suyun şükrünün, pelteden daha ağır olduğunu bilemeyecek kadar cahil bir adammış” der.
Yine Allah dostlarından Fudayl (k.s.)’a zühd için güzel elbise, et ve hurma tatlısı gibi güzel şeyleri terk etmenin hükmü sorulur. Ben tatlı yemem diyen adama: “Keşke hem yeseydin hem de Allah’tan korksaydın. Çünkü Allah Teâlâ helâl ve temiz şeyleri yemeni kerih görmez. Sen asıl, annene babana iyilik yapmaya, sıla-i rahime riayete, komşuna iyilik etmeye, bütün müslümanlara merhametli olmaya, kinini yutmaya, sana zulmedeni affetmeye, sana kötülük yapana iyilik etmeye, belalara karşı sabırlı ve tahammüllü olmaya bak. Bu gibi hükümler zühd için hurma tatlısını terk etmekten daha önemlidir” tavsiyesinde bulunur.
87. âyetteki “Haddi aşmayın” ifadesine şu mânaları vermek mümkündür: Helâli haram sayarak Allah’ın hükümranlık alanına girmeyin. O hoş ve temiz rızıkları kazanırken başkalarının hakkına tecavüz etmek suretiyle haram yapmayın. Helâl şekilde kazandığınız nimetlere de normal ihtiyaçtan daha fazla hırs ve düşkünlük ile atılıp İsrâf etmeyin. Sadece şehvetlerin peşine koşmayın. Gerek kendinizin gerek başkalarının hakkını gözeterek ölçülü bir şekilde hareket edin. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.
88. âyetteki “yiyin” ifadesi, “yeme, içme, giyinme, seyahat etme gibi yollarla dünya nimetlerinden yararlanın” mânasında olup, insanın günlük hayatının vazgeçilmez ihtiyaçlarından ve dünya nimetlerinden istifade etmenin en önde gelen yolu olması sebebiyle “yeme” fiili esas alınmıştır.
Gerek helâl olan nimetleri kendimize haram kılma, gerekse başka hususlarda olsun, yapılan bir yeminden dönülmesi gerektiğinde ödenecek kefareti bildirmek üzere şöyle buyruluyor:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
تَحْر۪يرُ رَقَبَةٍۜ فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلٰثَةِ اَيَّامٍۜ ذٰلِكَ كَفَّارَةُ اَيْمَانِكُمْ اِذَا حَلَفْتُمْۜ وَاحْفَظُٓوا اَيْمَانَكُمْۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ ﴿٨٩﴾
Meal 89: Allah kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sorumlu tutar. Bunun kefâreti, ailenize yedirdiğinizin orta hallisiyle on fakiri bir gün sabah akşam doyurmak veya giydiğiniz orta hallisiyle onları giydirmek yahut bir köleyi hürriyetine kavuşturmaktır. Buna gücü yetmeyen üç gün oruç tutmalıdır. İşte yemin ettiğinizde onu bozmanın kefâreti budur. Bununla birlikte, yeminlerinize bağlı kalıp gereğini yerine getirin. Şükredebilmeniz için Allah size âyetlerini işte böyle açıklamaktadır.
Tefsir:
Ağızdan kasıtsız bir şekilde, düşünmeden ve rastgele çıkan yeminlerin herhangi bir bağlayıcılığı yoktur. Bunların gereğini yerine getirmek lazım gelmediği gibi, bozulması da bir kefaret gerektirmez. Çünkü bu bir akit değildir. Fakat gelecekle alakalı olarak “vAllahi şöyle yapacağım, böyle yapacağım, şöyle olursa böyle edeceğim” tarzında kişinin kendini bağladığı, sağlam bir irade ve niyetle akdettiği yeminler bağlayıcıdır. Bunların gereğini yerine getirmek icap eder. Aksi takdirde cezayı gerektirir. Bu tarz yapılan yemin iki türlüdür. Birincisi günah olmayan bir şeye yemindir ki, bunun bozulması caiz değildir, büyük günahtır. Diğeri günah olan bir işi yapmaya yemindir ki, bunda sebat etmek bozmaktan daha günahtır. Bu sebeple daha hafif olan günah tercih edilerek böyle bir yemin bozulmalı ve kefareti ödenmelidir.
Bozulan yeminin kefareti, kişinin maddî imkânlarının durumuna göre şu yollardan biriyle ifâ edilir:
Maddî durumu müsait olan:
› Ya ailesine yedirdiğinin orta derecesinden bir gün sabah akşam on fakiri doyurur,
› Veya on fakiri baştan ayağa giyindirir,
› Yahut bir köleyi özgürlüğüne kavuşturur.
› Bunlardan birini yapmaya gücü yetmeyecek kadar fakir olan birisi ise, bozduğu yeminin kefareti olarak üç gün oruç tutar.
İslâm, helâl olan nimetleri haram kılmayı yasakladığı gibi, haram kıldığı şeylerden de şiddetle sakınılması gerektiğini haber verir:
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنَّمَا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالْاَنْصَابُ وَالْاَزْلَامُ رِجْسٌ مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ فَاجْتَنِبُوهُ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ ﴿٩٠﴾
Meal 90: Ey iman edenler! İçki, kumar, tapınmak ve putlara kurban kesmek için dikilen taşlar, fal ve şans okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.
Tefsir:Bu âyetlerde içki, kumar, putlara tapmak ve falcılık kesin bir dille yasaklanmıştır. Aklı örtüp onu çalışmaz hale getirdiği için içkiye اَلْخَمْرُ (hamr); haksız ve kolay bir şekilde para kazanma yolu olması sebebiyle kumara اَلْمَيْسِرُ (meysir) denilmiştir. (bk. Bakara 2/219) اَلْاَنْصَابُ (ensâb), tapmak için dikilen taşlar, yani putlardır. اَلْاَزْلَامُ (ezlâm) ise üzerinde “hayır” ve “şer” kelimelerinin yazıldığı, câhiliye döneminde Arap geleneğinde önemli bir işe başlamadan önce, bu işin sonunun hayırlı olup olmayacağını anlamak maksadıyla kullanılan fal oklarıdır. (bk. Mâide 5/3)
İslâm’da fert ve toplum hayatı için büyük önem arzeden emirler tedricî olarak geldiği gibi, aynı şekilde toplumda iyice yerleşmiş bulunan kötülüklerin yasaklanması da yine tedricî olarak vuku bulmuştur. Çünkü insanı terbiye etme ve ona bir kısım gerçekleri kabul ettirmede tedricîlik, yani belli bir usûl çerçevesinde adım adım hareket etmek çok mühim bir yere sahiptir. Bu sebeple Kur’an, içki ve kumarı da tedricî bir yolla haram kılmıştır. İçkinin haram kılınması dört merhalede olmuş ve bu konuda belli aralıklarla dört âyet inmiştir:
› “Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının meyvelerinden hem sarhoşluk veren bir içki hem de güzel bir rızık elde edersiniz. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir toplum için kesin bir delil vardır.” (Nahl 16/67) Bu âyet inince müslümanlar içki içmeye devam etmişlerdir. Çünkü o zaman henüz içki içmek haram kılınmamıştı.
› Hz. Ömer, Muâz b. Cebel ve sahâbeden bir grup Resûlullah (s.a.s.)’e gelerek: “Ya Rasûlallah bize içki hakkında fetvâ ver. Çünkü o aklı gidermektedir” dediler. Bunun üzerine: “Rasûlüm! Sana içki ve kumarın hükmünü soruyorlar. Şöyle de: «Onlarda büyük bir günah ve zarar, bununla birlikte insanlar için birtakım faydalar da vardır; fakat günah ve zararları faydalarından daha büyüktür.»” (Bakara 2/219) âyeti indi. Bunun üzerine bir takım müslümanlar içki içmeye devam edip: “Biz faydasını alır kötülüğünü terk ederiz” dediler. Bir kısmı ise içki içmeyi terk edip: “İçinde pek büyük bir günah olan bir şeye bizim ihtiyacımız yok” dediler. (Vâhidi, s. 73)

 
Kurban
Beiträge: 1.052
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010

zuletzt bearbeitet 12.05.2024 | Top

   

Maide Süresi Meal Ve Tefsiri 101-110
Maide Süresi Meal Ve Tefsiri 70-81

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz