Maide Süresi Meal Ve Tefsiri 56-66
وَمَنْ يَتَوَلَّ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا فَاِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْغَالِبُونَ۟ ﴿٥٦﴾
Meal 56: Kim Allah’ı, Peygamberini ve mü’minleri dost edinirse, şüphe yok ki üstün gelecek olanlar, Allah’ın tarafında yer alanlardır.
Tefsir:Mü’minlerin, umumi olarak kendi dinlerine inanmayanları, bunlar arasında da yahudi ve hıristiyanları velî, dost ve yandaş edinmelerine gerek yoktur. Çünkü onların dostları Allah Teâla, O’nun Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.) ve huşû içinde namazını kılan, zekâtını veren ve Allah’ın emir ve yasaklarına ihlasla boyun eğen mü’minlerdir. Bunların dostluğu, başkasını dost edinmeye ihtiyaç bırakmayacak derecede güzel, önemli ve üstündür. Bu şekilde muhabbet ve kardeşlik hisleri içinde Allah, Peygamberi ve birbirleriyle dost olan mü’minler, Allah’ın taraftarlarıdırlar. Bir mânada O’nun şeytana ve din düşmanlarına karşı cihad eden ordusu ve askerleridirler. Allah’ın ordusunun galip geleceğinde ise asla şüphe yoktur.
Burada tavsiye edilen ülvî dostlukları tesis edebilmek için bazı ince noktalara dikkat edilmesi gerekir. Şöyle ki:
Allah’ın dostluğu, O’nun düşmanlarına düşman olmak demektir. Nitekim Hz. İbrâhim kavminin taptığı putları kastederek: “O putlar benim düşmanımdır. Ancak Âlemlerin Rabbi olan Allah dostumdur” (Şuarâ 26/77) demiştir.
Resûlullah (s.a.s.)’in dostluğu, nefse düşman olmayı ve onun kötü arzularına karşı çıkmayı gerektirir. Hadis-i şerifte: “Sizden hiç biriniz, tüm arzuları benim getirdiklerime uymadıkça gerçek mânada îman etmiş olmaz” buyrulmuştur. (Kenzü’l-Ummâl, I, 217) Bir diğer hadiste de: “Sizden biriniz, ben ona kendisinden, malından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça gerçekten îman etmiş olmaz” buyrulur. (Buhârî, İman 8; Müslim, İman 70)
Mü’minleri dost edinmek ise onlarla din kardeşi olmaktır. Bu hususta Allah Teâlâ: “Bütün mü’minler kardeştir” (Hucurât 49/10) buyurur. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) de: “Sizden biriniz kendisi için istediğini din kardeşi için de istemedikçe gerçekten îman etmiş olmaz” ihtarında bulunur. (Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72)
54. âyette yalnız yahudi ve hıristiyanları dost edinmek yasaklanmıştı. Gelen âyetle ise yasak, onlarla birlikte bütün kâfirlere teşmil edilmekte ve özel olarak Ehl-i kitabın İslâm dinini alaya alan ve küçük görenlerine tahsis olunmaktadır:
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا د۪ينَكُمْ هُزُوًا وَلَعِبًا مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَالْكُفَّارَ اَوْلِيَٓاءَۚ وَاتَّقُوا اللّٰهَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ ﴿٥٧﴾
Meal 57: Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan dîninizle alay edip eğlenenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Eğer gerçekten mü’min iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının.
Tefsir:Âyetin iniş sebebi hakkında şöyle bir rivayet vardır: Yahudilerden Rifâa b. Zeyd ve Suveyd b. Hâris dıştan müslüman olmuş gibi görünmüş, sonra da münafıklığa başlamışlardı. Zahiren müslüman göründükleri için de bazı müslümanlar onlara dostluk besliyorlardı. Bunun üzerine bu ayet indi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VI, 391; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 202) Buna göre dıştan müslüman görünüp içinden küfür ve nifak taşımak, dini çirkin maksatlara alet yapıp onu eğlence ve oyuncak yerine koymaktır. Bununla önce müslüman olduğunu söyleyip, sonra müslümanlara içlerinden fesat saçmak isteyen kâfirlere dikkat çekilmiştir. Bununla beraber ayet her türlü alayı içine alır. Bu sebeple bu genel sözden sonra alay etmenin özel bir çeşidini beyân etmek üzere şöyle buyrulmaktadır:
وَاِذَا نَادَيْتُمْ اِلَى الصَّلٰوةِ اتَّخَذُوهَا هُزُوًا وَلَعِبًاۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ قَوْمٌ لَا يَعْقِلُونَ ﴿٥٨﴾
Meal 58: Siz ezan okuyup namaza dâvette bulunduğunuz zaman onu alay ve eğlence konusu yaparlar. Çünkü onlar, akletmeyen ve gerçeği anlamayan bir topluluktur.
Tefsir:Dost edinmeniz yasaklanan o kâfirler ve Ehl-i kitap, müslümanları namaza çağırmak için ezan okuduğunuz zaman o ezan veya namazı eğlence ve oyun mevzuu yapar, onunla alay ederler. Bu da bunların akılsız bir toplum olmalarından kaynaklanır. Bu yüzden onlar, boş sözlere kulak verir, mânasız çanları dinlerler de tevhide, namaz ve kurtuluşa çağıran yüksek mânalı güzel ezanlardan hoşlanmazlar.
Bu âyet-i kerîme de özellikle Allah Resûlü (s.a.s.)’in müezzini namaz için ezan okuyup da müslümanların Mescid-i Nebevî’ye doğru gitmeleri üzerine yine yahudiler alay yollu bir şekilde: “Kalktılar, kalkamaz olasıcalar; namaz kıldılar, kılamaz olasıcalar; rûkû ettiler, edemez olasacılar” dediler. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 202; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XII, 29) Başka bir rivayette de müşriklerin ve yahudilerin özellikle müslümanlar secdede iken onlara güldükleri, secde ile veya müslümanların secdedeki halleriyle alay ettikleri belirtilmektedir. (Kurtubî, el-Câmi‘, VI, 224) Yine rivayete göre Medine’de bir hıristiyan varmış, müezzinin “Şâhitlik ederim ki, Muhammed Allah’ın Resulüdür” dediğini işittiği zaman “Allah yalancıyı yaksın” dermiş. Bir gece hizmetçisi elinde bir ateş ile odasına giderken bir kıvılcım sıçramış, hane halkı da uykuda imiş, derken bir yangın çıkmış, hıristiyan da bütün âilesi ile beraber yanmış gitmiş, bu âyet de bunun üzerine inmiştir. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 203)
Bu âyet öncelikle ezanın meşrûluğuna, ikinci olarak da onunla alay etmenin ve onu hafife almanın küfür olduğuna delalet etmektedir. Bunun için ezana icâbet etmek vacibtir. Ezanın sözleri ve tertibi ise sünnetle belirlenmiştir.Allah’ın buyruklarına boyun eğmedikleri gibi, üstelik onlarla alay edip eğlenen Ehl-i kitaba ilâhî ihtarlar şu şekilde devam ediyor:
قُلْ يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ هَلْ تَنْقِمُونَ مِنَّٓا اِلَّٓا اَنْ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْنَا وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلُۙ وَاَنَّ اَكْثَرَكُمْ فَاسِقُونَ ﴿٥٩﴾
Meal 59: Rasûlüm de ki: “Ey Ehl-i kitap! Siz herhalde yalnızca Allah’a iman ettiğimiz, hem bize hem de daha önce indirilmiş kitaplara inandığımız için ve sizin pek çoğunuz da yoldan çıkmış kimseler olduğunuz için bizden hiç hoşlanmıyorsunuz.
قُلْ هَلْ اُنَبِّئُكُمْ بِشَرٍّ مِنْ ذٰلِكَ مَثُوبَةً عِنْدَ اللّٰهِۜ مَنْ لَعَنَهُ اللّٰهُ وَغَضِبَ عَلَيْهِ وَجَعَلَ مِنْهُمُ الْقِرَدَةَ وَالْخَنَاز۪يرَ وَعَبَدَ الطَّاغُوتَۜ اُو۬لٰٓئِكَ شَرٌّ مَكَانًا وَاَضَلُّ عَنْ سَوَٓاءِ السَّب۪يلِ ﴿٦٠﴾
Meal 60: De ki: “Allah katında uğrayacakları ceza itibariyle kötünün kötüsü bir durumda olanları size haber vereyim mi? Bunlar, kendilerini Allah’ın lânetlediği, gazabına uğrattığı, kimini maymunlara, kimini domuzlara çevirdiği kimseler ve şeytânî güçlere tapanlardır. İşte bulundukları yer ve konum itibariyle en kötü olan ve dosdoğru yoldan en çok sapanlar onlardır.”
Tefsir:Kitap ehlinin, müslümanlardan hoşlanmamaları, onları ayıplamaları, dinlerini beğenmemeleri, başka bir şeyden değil, ancak iki sebepten dolayıdır: Birincisi, mü’minlerin Allah’a, Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirilen Kur’an’a, şeriat ve yola, önceki geçen peygamberlere indirilmiş olan kitaplara ve bu arada Tevrat ve İncil’e de iman etmeleridir. İkincisi müslümanları kıskanan, ayıplayan kitap ehlinin çoğunun günah işlemek suretiyle doğru yoldan çıkmış olmasıdır. Görüldüğü üzere ümmet-i Muhammed’in imanları onlarınkinden daha geniş ve onların inandıkları esasları da içine almaktadır. Kitap ehlinin ise hem iman sahaları ve vicdanları dar, hem de çoğu fâsık ve vicdansızdır. Şüphesiz iman ve vicdan genişliği ayıplanacak bir şey değil, takdir edilmesi gereken bir durumdur. Fakat şu bir gerçek ki, anlayışı dar olanlar yüksek anlayışlı insanları, vicdansızlar vicdanlıları, günahkârlar doğruları sevmezler ve onları rahatsız etmek için ellerinden geleni yaparlar. Dinin emri, bunlara tahammül etmek ve kötülüklerini engelleyebilmek için gerekli çalışmaları yapmaktır. O halde müslümanlar toplum olarak bu cevabı verebilmek için, bu geniş ve kuvvetli imana sahip olmaları ve günahlardan uzak durmaları gerekir.
Bir grup yahudi Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e geldiler ve: “Ey Muhammed, hangi peygamberlere iman ediyorsun?” diye sordular. Allah Resûlü: “Biz, sadece Allah’a boyun eğen müslümanlarız”a kadar olmak üzere “Allah’a, bize indirilene, İbrâhim’e, İsmâil’e... indirilene...” âyet-i kerîmesini okudu. (bk. Bakara 2/136) Bu âyet-i kerîmede Hz. İsa’nın ismi geçince onun peygamberliğini inkârla: “Biz ne İsa’ya ne de ona iman edene asla iman edecek değiliz. Dünya ve âhirette payı sizinkinden daha az bir din, sizin dininizden daha kötü bir din bilmiyoruz” dediler de bu âyet-i kerîmeler nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 203)
60. âyette, Allah’ın insanları kurtuluşa erdirmek için gönderdiği hak dini ve onun esaslarını şer olarak gören yahudilere, gerçek kötülüğün ne olduğu ve Allah katında büyük cezalara uğrayacak şerli kimselerin kimler olduğu haber verilmektedir. Bunlar:
› İşledikleri büyük günahlar ve isyanları sebebiyle Allah’ın lânet ettiği, üzerlerine gazabını yağdırdığı kimseler. Nitekim apaçık âyetleri, mûcize ve delilleri gördükten sonra inkâr etmeleri, günahlara batmaları yüzünden yahudiler lânetlenmiş, ilâhî rahmetten uzaklaşmış ve gazaba uğramışlardır. (bk. Bakara 2/61, 159)
› Maymunlar ve domuzlara çevirdiği kimseler. Bu çevrilme gerçek mânada olabileceği gibi, Allah’ın emir ve yasaklarını çiğneyen günahkâr kimselerin ahlâkî ve mânevî bir değişmeye uğramalarına da işaret edebilir. Müfessirlerin pek çoğu bunun gerçek olarak tahakkuk ettiğini söylemişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ yahudilerden bir kısmını cumartesi gününe saygı göstermedikleri ve o günün yasağını ihlal ettikleri için Dâvud (a.s.) zamanında onun bedduasıyla maymunlara dönüştürmüştür. (bk. A‘râf 7/166) Bir kısmını da Îsâ (a.s.) devrinde Allah tarafından indirilen sofradan yedikten sonra ve apaçık âyetleri gördükten sonra küfre düştüklerinde domuza çevirmiştir.
› Tâğût’a kulluk yapanlar. Tâğût, hakkı kabul etmeyip azgınlık yapan, doğru yoldan sapan ve saptıran her türlü şeytânî güçtür. Allah’ın dışında tapılan şeylere de bu isim verilir. Şeytan da, azıp sapması sebebiyle bu isimle anılmıştır.Ehl-i kitabın iki yüzlü tavırlarına dikkat çekmek üzere buyruluyor ki:
Kaynak: Prof.Ömer Çelik Tefsiri
وَاِذَا جَٓاؤُ۫كُمْ قَالُٓوا اٰمَنَّا وَقَدْ دَخَلُوا بِالْكُفْرِ وَهُمْ قَدْ خَرَجُوا بِه۪ۜ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا كَانُوا يَكْتُمُونَ ﴿٦١﴾
Meal 61: Size geldikleri zaman “İnandık!” derler. Halbuki onlar yanınıza kâfir olarak girer, oradan yine kâfir olarak çıkarlar. Allah, içlerinde gizledikleri şeyi çok iyi bilmektedir.
وَتَرٰى كَث۪يرًا مِنْهُمْ يُسَارِعُونَ فِي الْاِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاَكْلِهِمُ السُّحْتَۜ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿٦٢﴾
Meal 62: Onların pek çoğunun günah işlemede, düşmanlık etmede ve her türlü haramı yemede yarışırcasına ve birbirlerine destek içinde koşuştuklarını görürsün. Yapmakta oldukları şeyler, gerçekten ne kötüdür.
Tefsir:Bir kısım yahudiler Allah Resûlü (s.a.s.)’in huzuruna gelir ve münafıklık yaparak “iman ettik” derlerdi. Halbuki kalpleri küfür ve inkârla dolu idi. Cenâb-ı Hak, onların bu iki yüzlülüklerini haber vermekte, Peygamber ve mü’minleri böyle şahsiyetsiz kişilere karşı uyanık durmaya çağırmaktadır. Bu tip kimseler, bırak iman edip onun gereğini yapmayı, açıktan açığa günaha, düşmanlığa ve her türlü haramı yemeğe âdeta birbirleriyle yarışırcasına koşuşurlar. Yalancılık eder, kötü söz söyler, zulüm ve haksızlık yapar, rüşvet alır, diğer haram şeyleri pervasızca ele geçirip yemekten çekinmezler. Allah’tan korkmaz, insanlardan utanmazlar. Zira âyetteki “görürsün” hitabı, onların bu tutum ve davranışlarının herkes tarafından görülebilen bir durum olduğuna işaret eder.
İster Ehl-i kitap ister diğer insanlar için olsun, insanları günahlardan sakındırmada din âlimlerine büyük bir sorumluluk düşmektedir. Bunu hatırlatmak üzere şöyle buyruluyor:
لَوْلَا يَنْهٰيهُمُ الرَّبَّانِيُّونَ وَالْاَحْبَارُ عَنْ قَوْلِهِمُ الْاِثْمَ وَاَكْلِهِمُ السُّحْتَۜ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَصْنَعُونَ ﴿٦٣﴾
Meal 63: Keşke mürşitleri ve âlimleri onları günah olan sözleri söylemekten ve haram yemekten alıkoysalardı. Fakat heyhât! Bunların da yapıp durdukları şeyler gerçekten ne kötüdür.
Tefsir:Din âlimlerinin; mürşitlerin, müçtehitlerin ve fakîhlerin vazifesi Allah’ın dinini en güzel şekilde öğrenmek, yaşamak ve halkı da bu yönde bilgilendirip terbiye etmektir. Onları günahlardan uzaklaştırarak hayırlı ve faziletli işlere yönlendirmektir. Halkın salâhı, bunların salâh ve gayretine bağlıdır. Âlimlerde meydana gelen en küçük bir bozulma, halk nezdinde daha büyük oranda bozulmalara yol açar ve pek çok kişinin yoldan çıkmasına neden olabilir. Bu hususa ışık tutan şu kısacık hikâye ne kadar ibrete şayândır:
Birgün İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri, çamurda yürüyen bir çocuğa rastlamıştı. Ona merhamet ve şefkatle tebessüm ederek:
“–Evlâdım, dikkat et de düşmeyesin!” dedi.
Çocuk da, zekâ ve basîret parlayan gözleriyle İmâm’a döndü ve kendisinden beklenmeyecek bir olgunlukla şu karşılığı verdi:
“–Ey İmâm! Asıl sen dikkat et ve düşmekten sakın! Çünkü âlimin düşmesi, âlemin düşmesi demektir. Benim düşmem basittir, düşersem yalnız ben zarar görürüm. Fakat sizin ayağınız kayacak olursa, size tâbî olup peşinizden gidenlerin de ayakları kayar ve düşerler ki, bunların hepsini kaldırmak, oldukça güçtür!..”
Ebû Hanîfe Hazretleri, bu sözden çok etkilendi ve sarsıldı. Artık o günden sonra, öğrencileriyle birlikte tam bir ay müzâkere ettikten sonra ancak bir fetvâ verirdi. Öğrencilerine de şu nasihatte bulunurdu:
“Şayet bir meselede size daha kuvvetli bir delil ulaşırsa, o hususta bana tâbî olmayınız. İslâm’da kemâlin alâmeti budur. Bana olan sevgi ve bağlılığınız da ancak bu şekilde ortaya çıkar...” (İbn Âbidin, Hâşiyetü İbn Âbidîn, Dımaşk 2000, I, 217-219)
Osmanlı tarihinden seçilen şu misal, âlimlerin fetvâ verirken, idarecilerin de bunları uygularken bunların Allah’ın emrine uygun olup olmadıkları noktasında göstermeleri gereken titizliği gözler önüne serer:
Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“İnsanlar, zalimi görüp de onun elini zulümden çekmeyecek olurlarsa, aradan fazla zaman geçmeden Allah’ın hepsini birlikte cezalandırılmasından korkulur.” (Tirmizî, Tefsir 5/3057)Yahudilerin şu yaptıkları, böyle bir zulme ibretli bir misaldir:
وَقَالَتِ الْيَهُودُ يَدُ اللّٰهِ مَغْلُولَةٌۜ غُلَّتْ اَيْد۪يهِمْ وَلُعِنُوا بِمَا قَالُواۢ بَلْ يَدَاهُ مَبْسُوطَتَانِۙ يُنْفِقُ كَيْفَ يَشَٓاءُۜ وَلَيَز۪يدَنَّ كَث۪يرًا مِنْهُمْ مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ طُغْيَانًا وَكُفْرًاۜ وَاَلْقَيْنَا بَيْنَهُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَٓاءَ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِۜ كُلَّمَٓا اَوْقَدُوا نَارًا لِلْحَرْبِ اَطْفَاَهَا اللّٰهُۙ وَيَسْعَوْنَ فِي الْاَرْضِ فَسَادًاۜ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الْمُفْسِد۪ينَ ﴿٦٤﴾
Meal 64: Yahudiler: “Allah’ın eli bağlı ve sıkıdır” dediler. Elleri bağlansın onu söyleyenlerin, lânet olsun onlara! Hiç de öyle değil, aksine Allah’ın iki eli de açıktır, nasıl dilerse o şekilde ihsân ve ikram eder. Rabbinden sana indirilen âyetler, elbette onların pek çoğunun azgınlığını ve küfrünü daha da artıracaktır. Biz de onların arasına kıyâmet gününe kadar sürüp gidecek düşmanlık, kin ve nefret saldık. Ne zaman savaş için bir fitne ateşi körükledilerse, Allah onu söndürdü. Yine de onlar dünyanın her tarafında sırf bozgunculuk çıkarmak için koşuşturup dururlar. Allah, bozgunculuk yapanları sevmez.
Tefsir:Yahudiler önceleri varlık, bolluk ve refah içinde idiler. Yaşadıkları yerlerde halkın en zengini onlardı. Hz. Muhammed (s.a.s.) peygamber olup onu yalanladıktan sonra malları azaldı, darlığa ve sıkıntıya düştüler. Bu sebeple Allah’ın kendilerine ihsan ve ikramda bulunmaktan vazgeçmesine bir isyan, bir sızlanma ve şikâyet olarak Allah’ın elinin bağlı, kendilerine karşı cimri olduğunu söylemişlerdir. Bu tavır sadece yahudilere mahsus değildir. Başka toplumlardaki câhil ve beyinsiz kimseler de, sıkıntı, meşakkat ve belâlara düçar oldukları zaman, Allah’a dönecekleri yerde sabredemez ve bu şekilde asılsız sözler sarfederler. İkinci olarak yahudiler, Peygamber Efendimiz’in ve etrafındaki pek çok kimsenin fakir olduğunu görüp, buna rağmen Cenâb-ı Hakk’ın, “Kim Allah’a güzel bir borç verecek olursa” (Bakara 2/245) gibi ayetlerde beyân edildiği gibi bu fakir kimselerden borç istediğini işitince Allah’ın fakir ve cimri olduğu düşüncesine kapılmış ve bunu ifade etmişlerdir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XII, 35) Görüldüğü üzere bu ifade, “Harcamalarında ve başkalarına yardımda eli sıkı olma!” (İsrâ 17/29) buyruğunda olduğu gibi cimrilikten bahseden temsili bir ifadedir. Bu sözleri sebebiyle yahudiler hem ahlâkî bir vasıf hem de iktisâdî bir tutum olarak son derece cimri bir toplum haline gelmişler ve Allah’ın lânetine uğramışlardır.
Aziz ve Celil olan Allah’ın durumu, onların söylediği gibi değildir. “Hiç de öyle değil, aksine Allah’ın iki eli de açıktır, nasıl dilerse o şekilde ihsan ve ikram eder” (Mâide 5/64) Hâşâ o cimri değil, mutlak cömerttir; sonsuz lutuf ve ihsan sahibidir. Âciz değil, mutlak kâdirdir. Nasıl dilerse öyle verir, isterse verir isterse vermez; isterse az isterse çok verir. İsterse hesap ile isterse hesapsız, isterse sebep ile isterse sebepsiz ihsan eder. O hem zengin ve kerîm, hem mutlak güç ve kuvvet sahibi, hem her istediğini yapan, hem de mutlak rızık vericidir. O vermeye mecbur olmadığı gibi vermemeye de mecbur değildir. Vermekle zenginliği tükenmeyeceği gibi, vermemekle de cimri olması gerekmez. Onun ne kudretini kayıtlayacak bir güç, ne de iradesini yasaklayacak bir kanun vardır. Kudretleri sınırlayan kayıtlar, iradeleri zorlayan kanunlar Allah üzerinde değil, ancak ve ancak yaratıklar üzerinde hâkimdir. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın zenginliği ve cömertliği ile alakalı olarak hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
“Allah’ın sağ eli nimetlerle dopdoludur. Hiçbir şey onu eksiltmez. O, gece gündüz bol bol ihsan eder. Gökleri ve yeri yarattığı günden beri verdiğini bir düşün. Bütün bunlar O’nun sağ elinde bulunanları hiç eksiltmemiştir.” (Buhârî, Tevhid 22; Müslim, Zekât 37)
Gerçek böyle olmakla beraber yahudiler bunu kavrayamadılar, üstelik doğru olanı yanlış olandan ayırarak insanlığı hidâyete eriştirmek için gelen Kur’an’ın diriltici mesajlarına da kulaklarını kapattılar. Bu yüzden inen âyetler onlara şifa olacak yerde bir çoğunun azgınlığını ve küfrünü artırmıştır; bu tînette olanların da kıyamete kadar azgınlıklarını artıracaktır. Çünkü Kur’an her ne kadar bütün insanlar için hidâyet rehberi olsa da, onun fiilî hidâyeti ancak mü’minler ve müttakîler içindir. (bk. Bakara 2/2) Zâlimler ve kâfirler onun hidâyetinden bir nasip alamayacaklardır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Biz Kur’an’ı mü’minlere şifa ve rahmet olarak indiriyoruz. O, zâlimlerin ise ancak ziyânını artırır.” (İsrâ 17/82)
Cenab-ı Hak o yahudilerin arasına kıyamete kadar devam edecek bir düşmanlık ve kin bırakmıştır. Bu, hiçbir zaman yok olmayacaktır. “Sen onları dışarıdan birlik içinde sanırsın; halbuki kalpleri darmadağınıktır” (Haşr 59/14) âyeti bu hakikati dile getirir. Ne zaman Allah Resûlü ile savaşmak ve ona bir kötülük etmek isteseler Allah onu söndürmüştür. Aralarında ihtilaf ve tefrika çıkarmak suretiyle onları geri çekmiş ve peygamberini onların kötülüklerinden korumuştur. Yine de onlar yeryüzünde fesat çıkarmak için koşup dururlar. müslümanlara tuzak kurmaya, İslâm ümmeti arasında kötülük ve fitne çıkarmaya çalışırlar. Bu davalarından hiçbir zaman vazgeçmezler. Allah ise fesatçıları sevmez, bozgunculuğa koşanların cezasını verir.Ancak, merhametine sınır olmayan Yüce Allah, kim olursa olsun kullarına kurtuluş için kapıyı devamlı açık tutmaktadır:
وَلَوْ اَنَّ اَهْلَ الْكِتَابِ اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَكَفَّرْنَا عَنْهُمْ سَيِّـَٔاتِهِمْ وَلَاَدْخَلْنَاهُمْ جَنَّاتِ النَّع۪يمِ ﴿٦٥﴾
Meal 65: Eğer Ehl-i kitap iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, biz elbette onların günahlarını örter ve kendilerini nimetlerle dolu cennetlere yerleştirirdik.
وَلَوْ اَنَّهُمْ اَقَامُوا التَّوْرٰيةَ وَالْاِنْج۪يلَ وَمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِمْ مِنْ رَبِّهِمْ لَاَكَلُوا مِنْ فَوْقِهِمْ وَمِنْ تَحْتِ اَرْجُلِهِمْۜ مِنْهُمْ اُمَّةٌ مُقْتَصِدَةٌۜ وَكَث۪يرٌ مِنْهُمْ سَٓاءَ مَا يَعْمَلُونَ۟ ﴿٦٦﴾
Meal 66: Eğer onlar Tevrat’ın, İncil’in ve son olarak Rablerinden kendilerine indirilmiş olan Kur’an’ın hükümlerini tam olarak uygulasalardı, o takdirde hiç şüphesiz yukarıdan yağıp yerden fışkıracak bereketlerle, başlarının üzerinden ve ayaklarının altından bol bol yerlerdi. Her şeye rağmen içlerinde ölçülü davranıp mutedil yolda giden bir zümre de vardır. Fakat çoğunluğa gelince, onların işleyip durdukları şeyler çok kötüdür.
Tefsir:Kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanlar inanılması gereken hususlara iman ederek, bozgunculuk, yalancılık, haram yeme gibi günahlardan sakınsalardı, Allah Teâlâ onların bütün kötülüklerini muhakkak örter, onları ebedî nimet cennetlerine koyar, mesut ve bahtiyar ederdi. Böylece azaptan kurtulur, rahmete ererlerdi. Eğer yine onlar imanla beraber Tevrat’ın, İncil’in ve Rablerinden kendilerine indirilen diğer kitapların, âyetlerin, bunlar içinde de hususiyle son Peygamber’e indirilen Kur’an’ın hükümlerini yerine getirseler, tatbik ve icra etselerdi; bunların ihtiva ettiği emir ve yasaklar istikametinde dürüst bir hayat yaşayıp gerçekten muttakî kimseler olsalardı, bu takdirde hem başlarının üzerinden hem ayaklarının altından yiyecekler, her taraflarından Allah’ın nimetine garkolacaklardı. Böylece sıkıntılar içinde kalıp cimrilik ve pintilik derdiyle “Allah’ın eli bağlıdır” demeyecekler, lanet ve gazaba uğramayacaklar, neticede dünya ve âhiret saadetine ereceklerdi.
66. âyette geçen “başlarının üzerinden ve ayaklarının altından bol bol yerlerdi” ifadesinden şu mânaları anlamak mümkündür:
❂ Bundan maksat sadece üst ve alt taraf değil, her yönde bolluktan kinâyedir. Buna göre mâna, “onlar hiçbir yönden fakirlik görmeyecek, her yönden ve her zaman nimete gark olacaklardı” demek olur.
❂ Yukarıdan yemek, yağmur ve benzeri gibi gökten gelen nimetlerden istifade etmek; ayak altından yemek ise yeryüzüne ait mahsullerden faydalanmaktır.
❂ Yukardan yemek, çalışmaksızın ihsan olunacak Rabbânî bağışları; ayaklarının altından yemek de çalışıp çabalamakla kazanılacak nimetleri ifade eder.
❂ Üstten yemek, devletin elde ettiği ve bölüştürdüğü genel menfaatlere; alttan yemek de şahsî teşebbüs ile olan ferdî üretime delalet edebilir.
اَلْمُقْتَصِدُ (muktesıd), “mutedil davranan, orta yolu tutan kimse” demektir. Kitap ehlinden böyle bir ilâhî övgüye nâil olan az bir kesim bulunmaktadır. Bir görüşe göre bunlardan maksat, yahudilerden Abdullah b. Selâm, hıristiyanlardan Necâşî gibi kitap ehli arasından Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e iman edenlerdir. Diğer görüşe göre ise kitap ehli içinde kendi dinlerinde adâletli ve doğru olan, Peygamberimiz’e iman etmemiş olmakla beraber şiddetli inat ve kızgınlığı bulunmayıp, ölçülü ve tarafsız bulunan kimselerdir. Bunların iman edip hidâyete erme ihtimalleri daha kuvvetlidir. Çünkü kendine gösterilen delilleri taassup göstermeden değerlendirebilen kişilerin, hakikati bulma bakımından daha başarılı olacakları şüphesizdir. Bunun için de Peygamber, ulaşabildiği herkese Rabbinden gelen ilâhî buyrukları büyük bir ümitle ve korkmadan tebliğe devam etmelidir:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri