Maide Süresi Meal Ve Tefsiri 43-53
وَكَيْفَ يُحَكِّمُونَكَ وَعِنْدَهُمُ التَّوْرٰيةُ ف۪يهَا حُكْمُ اللّٰهِ ثُمَّ يَتَوَلَّوْنَ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَۜ وَمَٓا اُو۬لٰٓئِكَ بِالْمُؤْمِن۪ينَ۟ ﴿٤٣﴾
Meal 43: Hem Allah’ın hükümlerinin yer aldığı Tevrat ellerindeyken nasıl oluyor da senin hakemliğine başvuruyorlar ki? Başvuruyorlar, hemen arkasından ne diye verdiğin hükmü kabul etmeyerek dönüp gidiyorlar? Aslında onlar mü’min değildirler.
Tefsir:
Bu âyet, Peygamber Efendimiz’e hüküm sormak için gelen yahudi ve münafıkların bu hususta samimi olmadıklarını haber vermektedir. Eğer samimi olsalardı, ya içinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat’la amel eder, meseleyi Peygamberimiz (s.a.s.)’e getirmeye gerek duymazlardı. Ya da Peygamberimiz’in verdiği hükme razı olup ondan yüz çevirmezlerdi. Dolayısıyla bu durum onların hem kendi kitaplarına olan imanlarının, hem de Allah Resûlü’ne olan itimatlarının ne derece asılsız olduğunu ortaya koymakta; onların sadece şahsî arzularının peşine koştuklarını ifade etmektedir.
Halbuki o dönem itibariyle Tevrat’ta onların meselelerini çözecek ilâhî hükümler yer almaktadır. Çünkü:
اِنَّٓا اَنْزَلْنَا التَّوْرٰيةَ ف۪يهَا هُدًى وَنُورٌۚ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذ۪ينَ اَسْلَمُوا لِلَّذ۪ينَ هَادُوا وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالْاَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُوا مِنْ كِتَابِ اللّٰهِ وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَٓاءَۚ فَلَا تَخْشَوُا النَّاسَ وَاخْشَوْنِ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَنًا قَل۪يلًاۜ وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ ﴿٤٤﴾
Meal 44: İçinde doğru yolu gösteren ve gerçekleri aydınlatan âyetler bulunan Tevrat’ı şüphesiz biz indirdik. Allah’a teslim olmuş peygamberler, müçtehitler ve diğer âlimler yahudilere ait dâvalarda onunla hüküm verirlerdi. Çünkü hepsi de Allah’ın kitâbını korumakla vazîfelendirilmişlerdi ve onun hak kitap olduğuna şâhit idiler. Öyleyse siz insanlardan korkmayın da yalnız benden korkun. Âyetlerimi azıcık bir dünya menfaati karşılığında satmayın! Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir.
Tefsir:
Tevrât, Hz. Mûsâ’ya indirilen Allah kelâmıdır. Geçerli olduğu süre içerisinde insanları doğru yola çağıran ve onların yollarını aydınlatan bir rehber kitaptır. Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’dan başlayarak, Hz. İsa dâhil olmak üzere bütün peygamberler, yahudiler arasındaki meselelerin çözümünde onunla hükmetmişlerdir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) de, bu surenin 41-43. âyetlerinde geçtiği üzere yahudiler arasında Tevrat’la hükmetmiştir. Dolayısıyla bahsedilen peygamberlere, Peygamberimiz de dâhildir. Peygamberlerden başka yahudilerin اَلرَّبَّانِيُّونَ (rabbaniyyûn) denilen “dini ilimlerle, hususiyle Tevrat’la meşgul olan, insanlara doğru bilgi ve inancı öğreten, kendilerini Allah’a adamış müçtehid âlimleri, fakihleri” ve yine اَلْاَحْبَارُ (ahbâr) denilen ve bizdeki müftüler mukâbilinde olan “dini ilimleri bilen ve öğreten din âlimleri” de Tevrat’la hükmetmişlerdir. Bunlar aynı zamanda Allah’ın kitabını tahrif edilmekten ve değiştirilmekten korumakla vazifeli olmuşlar, onun doğruluğuna şâhitlik yapmışlar ve üzerinde gözcü olmuşlardır. Allah’ın kitabını korumak ise:
› Onun tahrif ve tebdil edilmesini, değiştirilmesini, yanlış anlaşılmasını, belli kaidelere bağlı kalmadan tefsir edilmesini önlemekle;
› Metnini yazmak ve ezberlemekle,
› Mânasını ve hükmünü öğrenmekle,
› Emir ve nehiyleri istikâmetinde amel etmekle ve
› Onu başkalarına öğretmekle olur. Bunları başarabilmek için bir takım zorlukları göğüslemek, Allah’tan başka kimseden korkmamak ve dünyevi menfaatler karşısında eğilmemek,44 ve bundan sonraki 45 ve 47. âyetlerde Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler sırasıyla “kâfirler”, “zâlimler” ve “fâsıklar” olarak vasıflandırılmışlardır:
Kâfirler, Allah’ın hükümlerini inkâr ettikleri, kabul etmedikleri veya hafife aldıkları için onunla hükmetmeyenlerdir. Zâlimler, Allah’ın hükümlerine inandıkları halde onunla hükmetmeyenlerdir. Çünkü Allah’ın hükmü adâleti, onun zıddı zulmü temsil eder ve onunla hükmetmeyenler de zâlim olur. Fâsıklar, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmemek suretiyle O’nun emrinden çıkanlardır. Görüldüğü üzere küfür, zulüm ve fısk, ilâhî hükmü çiğnemenin birer neticesidir. İlahi hükmün tatbik edilmediği yerlerde bu üç günahtan birinden veya hepsinden kaçınmak mümkün değildir. Değişen, işin keyfiyetine ve reddedişin boyutuna göre suçun cinsidir. Her ne kadar 44 ve 45. âyetler yahudiler, 47 âyet hıristiyanlar hakkında inmiş olsa da, beyân ettikleri bu hükümler bütün insanları şümûlüne alan umûmî kâidelerdir.
Tevrat’ta yer alan, Kur’ân-ı Kerîm’in de onaylayıp aldığı hükümlerden biri şudur:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
وَكَتَبْنَا عَلَيْهِمْ ف۪يهَٓا اَنَّ النَّفْسَ بِالنَّفْسِۙ وَالْعَيْنَ بِالْعَيْنِ وَالْاَنْفَ بِالْاَنْفِ وَالْاُذُنَ بِالْاُذُنِ وَالسِّنَّ بِالسِّنِّۙ وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌۜ فَمَنْ تَصَدَّقَ بِه۪ فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَهُۜ وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ ﴿٤٥﴾
Meal 45: Biz Tevrat’ta onlara şunu farz kılmıştık: “Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş karşılıktır; yaralamalar da böyle kısas yapılacaktır.” Fakat kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun günahları için bir kefâret olur. Her kim de Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.
Tefsir:
Bu âyet-i kerîme yahudilere öldürme ve yaralanma durumlarında kısasın farz kılındığını haber vermektedir. Sosyal statüsü ne olursa olsun Allah’ın hükmü karşısında bütün insanlar eşittir ve herhangi bir insana yapılan menfi müdahalenin mutlaka karşılığı verilmelidir. Bu sebeple öldüren öldürülmeli, çıkarılan göze karşılık göz çıkarılmalı, kesilen burna karşılık burun kesilmeli, koparılan kulağa karşılık kulak koparılmalı, kırılan dişe karşılık diş kırılmalı ve yaralanmalarda da misliyle yaralama yapılmalıdır. Ancak öldürülenin velisi veya zarara uğrayan kişinin kendisi, kısas yapılacak şahsı bağışlarsa, Allah Teâlâ bu vesileyle bağışlayan kişinin günahlarını affeder.
Bu hükümler Kur’ân-ı Kerîm’de genel olarak zikredildiğinden ve yürürlükten kaldırıldığına dair herhangi bir nas bulunmadığından müslümanlar için de geçerlidir.
شَرْعُ مَنْ قَبْلَنَا (şer‘u men kablenâ) denilen, Peygamber Efendimiz’den önceki ilâhî dinlerin hükümlerinin şimdiki müslümanları bağlayıcı olup olmadığı konusunda bir kısım değerlendirmeler yapılmıştır. Önceki peygamberler vasıtasıyla bildirilen hükümler ümmet-i Muhammed’e nispetle iki kısma ayrılır:
Birincisi; Kur’ân-ı Kerîm’de veya Peygamber Efendimiz’in sünnetinde yer almayanlar. Bunların müslümanlar için bağlayıcı olmadığı hususunda âlimlerin görüş birliği vardır.
İkincisi; Kur’ân-ı Kerîm’de veya Peygamber’in sünnetinde zikri geçen hükümler. Bunları da üçe ayırmak mümkündür:
Müslümanlar açısından yürürlükten kaldırılmış olduğuna dair delil bulunan hükümler. Bunların da müslümanlar için geçerli olmadığı hususunda görüş birliği vardır. Meselâ En‘âm sûresinin 145-146. âyetlerinde söz konusu edilen tırnaklı hayvanların yahudilere haram kılınmasına dair hüküm böyledir.
Müslümanlar hakkında da geçerli olduğuna dair delil bulunan hükümler. Bunlar müslümanlar için de bağlayıcıdır. Bakara sûresinin 183. âyetinde zikredilen oruç hükmü bu kısma misal teşkileder.
Kur’ân-ı Kerîm’de veya Peygamberimiz (s.a.s.)’in beyânlarında kabul veya red yönünde bir işaret olmaksızın zikri geçen ve yürürlükten kaldırıldığına dair bir delil bulunmayan hükümler. Bunların müslümanlar bakımından bağlayıcı olup olmadığı İslâm âlimlerince tartışılmıştır; fakat çoğunluk bağlayıcı olduğu kanaatindedir. Açıklamakta olduğumuz âyet de bu son gruba girmektedir.
Hz. İsa ve İncil’e gelince:
وَقَفَّيْنَا عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ بِع۪يسَى ابْنِ مَرْيَمَ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ التَّوْرٰيةِۖ وَاٰتَيْنَاهُ الْاِنْج۪يلَ ف۪يهِ هُدًى وَنُورٌۙ وَمُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ التَّوْرٰيةِ وَهُدًى وَمَوْعِظَةً لِلْمُتَّق۪ينَ ﴿٤٦﴾
Meal 46: Daha sonra, o peygamberlerin izleri üzere Meryem oğlu İsa’yı, kendinden önce indirilen Tevrat’ın hükümlerini doğrulayıcı olarak gönderdik. Ona da içinde doğru yolu gösteren ve gerçekleri aydınlatan âyetler bulunan İncil’i, kendisinden önceki Tevrat’ı tasdik etmek üzere ve takvâ sahiplerine bir yol gösterici ve öğüt olarak verdik.
وَلْيَحْكُمْ اَهْلُ الْاِنْج۪يلِ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ ف۪يهِۜ وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ ﴿٤٧﴾
Meal 47: İncil ehli de, Allah’ın orada indirdiği ile hükmetsin! Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fâsıkların tâ kendileridir.
Tefsir:
Allah’ın indirdiği hükümler sadece Tevrat’tan ve Tevrat’ta bulunanlardan ibaret değildir. Tevrat’tan sonra Allah Teâlâ, kendinden önceki peygamberlerin izlerinden yürümek üzere Hz. İsa’yı göndermiş, ona da İncil’i vermiştir. İncil de aynen Tevrat gibi içinde hidâyet ve nur bulunan, takvâ sahipleri için güzel güzel öğütler veren, insanlara ebedi saadetin yollarını gösteren ilâhî kelâmdır. Âyette hem Hz. İsa hem de İncil’in Tevrat’ı doğrulayıcı olduğuna dikkat çekilmektedir. Hz. İsâ’nın Tevrat’ı doğrulamasından maksat ona iman etmesi, emir ve yasaklarını yaşaması ve yaşatmaya çalışmasıdır. İncil’in Tevrat’ı doğrulaması ise onun tevhid, nübüvvet, haşir ve adâlet gibi temel esaslarıyla birlikte neshedilmemiş birçok hükmünü içermesi demektir. İncil ehli olan Hıristiyanlar, Tevrat’ın kendileri için geçerli olan hükümleriyle beraber İncil’deki hükümlerle amel etmekle sorumlu tutulmuşlardır. Allah’ın indirdiği ile hükmetmedikleri takdirde itikadî durumlarına göre yukarıda 44. âyetin tefsirinde kısaca temas edildiği gibi kâfirler, zalimler veya fâsıklar zümresine dâhil olurlar.
Allah Resûlü (s.a.s.), hakimlerin mesuliyetinin büyüklüğü hakkında şöyle buyurur:
“Hâkimler üç sınıftır. İkisi cehennemde, biri cennettedir. Cehenneme girecek olan bir grup hâkim bilerek adâletsiz hükmettiği için, diğeri bilmeden hükmedip de insanların haklarının yok olmasına sebep olduğu için girer. Hak ve adâlete uygun hükmeden hâkim ise cennete girer.” (Ebû Dâvûd, Akdiye 2; Tirmizî, Ahkam 1)
Tevrat ve İncil’le alâkalı ilâhî beyânlar bu şekilde bildirilmiştir. Fakat Allah Teâlâ’nın indirdiği kitaplar bunlardan ibaret değildir. Bilindiği üzere son olarak, önceki bütün ilâhî kitapları doğrulayıcı ve koruyucu vasfıyla Kur’ân-ı Kerîm’i inzal buyurmuştur:
وَاَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ الْكِتَابِ وَمُهَيْمِنًا عَلَيْهِ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَٓاءَهُمْ عَمَّا جَٓاءَكَ مِنَ الْحَقِّۜ لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنْكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجًاۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَجَعَلَكُمْ اُمَّةً وَاحِدَةً وَلٰكِنْ لِيَبْلُوَكُمْ ف۪ي مَٓا اٰتٰيكُمْ فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِۜ اِلَى اللّٰهِ مَرْجِعُكُمْ جَم۪يعًا فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ ف۪يهِ تَخْتَلِفُونَۙ ﴿٤٨﴾
Meal 48: Rasûlüm! Sana da Kur’an’ı, kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onları koruyup denetleyici olarak her yönden gerçeğe uygun bir tarzda indirdik. O halde daha önce kendilerine kitap verilenler arasında Allah’ın indirdiğiyle hükmet; sana gelen gerçekleri bir tarafa bırakarak onların asılsız isteklerine uyma. Biz her biriniz için, o dönemin peygamberine ait bir şeriat ve bir yol-yöntem belirledik. Eğer Allah dileseydi, sizi, tarih boyu aynı şeriate bağlı bir tek ümmet yapardı. Fakat her birinizi, kendisine verdiği kitap ve şeriat ile imtihan etmek için böyle ümmetlere ayırdı. Öyleyse ey mü’minler, siz de durmayın, hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Neticede hepinizin dönüşü Allah’adır ve anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri O size bildirecektir.
Tefsir:
Cenâb-ı Hak Hz. Mûsâ’ya Tevrat’ı, Hz. İsa’ya İncil’i indirdiği gibi, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e de Kur’ân-ı Kerîm’i indirmiştir. İncil Tevrat’ı doğrulayıcı olarak geldiği gibi, Kur’ân-ı Kerîm de Tevrat ve İncil başta olmak üzere kendinden önceki bütün ilâhî kitapları hem doğrulayıcı hem de onları koruyup kollayıcı, muhafaza edici, denetleyici olarak gelmiştir. Ayette Kur’an’ın bir vasfı olarak zikredilen اَلْمُهَيْمِنُ (müheymin) sözlükte “koruyan, gözeten, şâhitlik eden, kollayan, barındıran” gibi mânalar içermektedir. Dolayısıyla Müheymin olan Allah Teâlâ’nın bizzat muhafazası altında bulunduğundan bozulma ve tahriften uzak kalacağı garanti olan Kur’an, önceki ilâhî kitapların da amel edilmesi gerekli olan hükümlerini kaybolma ve bozulmadan koruyacak, şâhitliğiyle gerçek olan bilgileri ibkâ, bozuk olanları ise iptal edecek, bu kitabın tasdikinden geçmeyen yahut buna aykırı olan diğer kitaplar ve geçmiş şeriatlerin hükümleriyle amel etmek caiz olmayacaktır. Yani bu kitap, onlar üzerinde, tasdik ve teyidine başvuruda bulunulacak emin bir merci, bir koruyucu, bir murâkıb ve gerçek bir şâhit olacaktır. Artık Tevrat veya İncil’in hükümleriyle amel etmenin mutlak olması da bu kitabın getirdiği ahkamla kayıtlı bulunacaktır. O halde bundan böyle hem Ehl-i kitabın hem de diğer insanların problemlerinin çözümünde artık Allah’ın Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirdiği Kur’an’ın ahkâmiyle hükmetmek, bu hükümleri bir kenara iterek insanların keyfî arzu ve isteklerine uymamak icab etmektedir. Allah’ın muradı böyle tecellî etmiştir, ona teslim olmaktan başka alternatif yoktur.
Âyet-i kerîmede geçen اَلشِّرْعَةُ (şir‘a) kelimesi sözlükte “bir ırmak veya herhangi bir su kaynağından su almak veya içmek maksadıyla girilen yol” mânasına gelir. “Şeriat” de aynı mânadadır. Terim olarak şeriat, “Allah tarafından peygamberi vasıtasıyla bildirilen hükümlerin hepsini kapsayan ilâhî kanun” demektir. Bu kelimenin “sadece ibâdet ve muamelâtla alâkalı hususları düzenleyen kâideler” anlamında kullanıldığı da görülmektedir. اَلْمِنْهَاجُ (minhâc) kelimesi ise sözlükte “açık yol, metot, yöntem” demektir. Bir değerlendirmeye göre minhâc, “Allah’a, peygamberlere ve âhirete iman gibi dinin açık, sabit, sürekli, zamana, mekâna ve ahvale göre değişmeyen esasları” mânasına gelmektedir. Buna göre dinin değişmeyen esaslarına “minhâc”, zamana, mekâna ve ahvale göre değişebilen ayrıntılarına da “şeriat” denilebileceğini söylemek mümkündür.
Allah Teâlâ, gönderdiği her peygambere, kendi döneminde yaşayan insanların ihtiyaçlarını dikkate alarak bir şeriat ve yürüyecekleri apaçık bir yol talim buyurmuştur. Dolayısıyla peygamberlere bildirilen şeriatler arasında, dinin temel düstûrları dışında, özellikle muamelâta ait yönlerde bir kısım farklılıklar olmuştur. Her ümmet, peygamberleri tarafından kendilerine tebliğ edilen şeriate göre sorumlu tutulmuştur. Bu da insanların dünyada tabi tutuldukları imtihanın bir gereğidir. Eğer Allah dileseydi, her bir ümmete farklı bir şeriat ve yol değil, hepsine aynı şeriat ve yolu emredebilirdi.
Buna göre Hz. Mûsâ’dan Hz. İsa’nın gönderilmesine kadar olan ümmetin şeriati Tevrat’ta, Hz. İsa’nın gönderilmesinden Hz. Muhammed (s.a.s.)’in gönderilmesine kadar olan ümmetin şeriati İncil’de, son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’in gönderilmesinden itibaren mevcut olan ümmetin şeriati de Kur’ân-ı Kerîm’dedir. En son ve en şümullü kitap olan Kur’ân-ı Kerîm, Tevrat’ın ve İncil’in kıyâmete kadar geçerli olacak doğrularını muhtevası içine alması yanında değişmesi gereken hükümlerini de uygun olanlarıyla değiştirmiştir. Bu sebeple insanlığın hidâyeti için gönderilmiş olan Kur’an geldikten sonra artık, bütün beşeriyetin olduğu gibi, yahudi ve hıristiyanların da ona iman edip hükümleriyle amel etmeleri gerekmektedir.Ömer Çelik Tefsiri
وَاَنِ احْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَٓاءَهُمْ وَاحْذَرْهُمْ اَنْ يَفْتِنُوكَ عَنْ بَعْضِ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ اِلَيْكَۜ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاعْلَمْ اَنَّمَا يُر۪يدُ اللّٰهُ اَنْ يُص۪يبَهُمْ بِبَعْضِ ذُنُوبِهِمْۜ وَاِنَّ كَث۪يرًا مِنَ النَّاسِ لَفَاسِقُونَ ﴿٤٩﴾
Meal 49: Hangi dinden olurlarsa olsunlar, onların arasında Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından bile seni saptırmamaları için, onlara karşı son derece dikkatli ol! Eğer senin verdiğin hükmü kabul etmez de yüz çevirip giderlerse, şunu bil ki Allah, bir kısım günahları sebebiyle onları belâya uğratmak istemektedir. Zâten insanların birçoğu Allah’ın yolundan çıkmış kimselerdir.
Tefsir:
Bu âyet-i kerîmelerin şöyle bir sebep üzere indikleri nakledilir: Bir grup yahudi kendi aralarında “Gelin Muhammed’e gidip onunla konuşalım. Belki onu dininde fitneye düşürebiliriz” diye konuşup Resûlullah (s.a.s.)’e geldiler ve: “Ey Muhammed, biliyorsun ki biz, yahudilerin bilginleriyiz, eşrafıyız ve efendileriyiz. Eğer biz sana tâbi olursak kavmimiz bize muhalefet etmez ve bütün yahudiler sana tâbi olurlar. Şimdi bizimle kavmimiz arasında çözülmesi gereken bir dava var. Bu davada gelip senden hüküm isteyelim, seni aramızda hakem kılalım. Sen de onların aleyhine, bizim lehimize hüküm ver. Biz de sana iman edelim, seni tasdik edelim” dediler. Peygamberimiz onların bu tekliflerini kabul etmedi ve bu âyetler nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VI, 370-371)
Âyetin “Eğer senin verdiğin hükmü kabul etmez de yüz çevirip giderlerse, şunu bil ki Allah, bir kısım günahları sebebiyle onları belâya uğratmak istemektedir” (Mâide 5/49) kısmı dikkat çekicidir. Burada Allah’ın hükümlerine sırt çevirmenin, onlara göre amel etmekten uzak durmanın, bir de o hükümlerin uygulanmasına engel olmaya çalışmanın cezasının tehir edilmeyip hemen verileceği ikâzı yapılmaktadır. Çünkü Kurân ve Peygamber’in verdiği hükmü kabul etmemek, bunlardan yüz çevirmek, açıktan açığa adâleti reddedip haksızlığa ve zulme yönelmek mânasını taşır. Adâletin yerine getirilmemesi ise toplumu felâketlere sürükleyecektir. Peygamber’in emrine aykırı davranmanın dünyada belâ ve musibetlere, âhirette de azaba sebep olacağıyla ilgili şöyle buyrulur:
“Resûlüllah’ın emrine aykırı hareket edenler, artık başlarına büyük bir belânın gelmesinden veya pek elemli bir azâbın tepelerine inmesinden korkup çekinsinler.” (Nûr 24/63)
Nitekim Medine yahudileri her fırsatta İslâm’a karşı düşmanca tavır aldıkları ve müslümanlara ihanet ettikleri için başlarına büyük musibetler gelmiş; bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı da sürgün edilmiştir. Bu durum, Allah’ın hükmü yanında, onu bir tarafa itip câhiliye hükmünü tercih etmenin tabii bir neticesinden başka bir şey değildir:
اَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَۜ وَمَنْ اَحْسَنُ مِنَ اللّٰهِ حُكْمًا لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ۟ ﴿٥٠﴾
Meal 50: Yoksa onlar, hâlâ câhiliye hükmünü mü arzu ediyorlar? Oysa gerçeği kesin olarak bilen bir toplum için, Allah’tan daha güzel hüküm veren başka kim olabilir?
Tefsir:İki türlü hüküm vardır. Birincisi Allah’ın koyduğu ve razı olduğu hükümdür. Diğeri ise bunların dışında kalan hükümlerdir. Âyet-i kerîme Allah’ın dışındaki kimselerin koyduğu hükümleri “câhiliye hükmü” olarak tavsif etmektedir. Aslında “câhiliye”, özel olarak, Araplar’ın İslâm’dan önceki dinî ve sosyal hayat telakkilerini, genel olarak da fert ve toplumların günah ve isyanlarını ifade eden bir terimdir. Burada belli bir döneme verilen isimden ziyade zulüm, haksızlık, adâletsizlik, menfaatperestlik temelleri üzerine oturan bir zihniyeti temsil etmekte; bunu isteyen insanlar ve gruplar kınanmaktadır. Halbuki gerçeği yakînen idrak edebilenler için Allah’tan daha üstün bir hâkim ve O’nun koyduğu hükümlerden daha güzel bir hüküm yoktur. Bu inancı geliştirip kökleştirebilmenin şartlarından biri, hâlâ câhiliye hükmünü arzu eden kimselerle dostluk ilişkilerine dikkat etmektir:
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارٰٓى اَوْلِيَٓاءَۢ بَعْضُهُمْ اَوْلِيَٓاءُ بَعْضٍۜ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ مِنْكُمْ فَاِنَّهُ مِنْهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ ﴿٥١﴾
Meal 51: Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları dost ve sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar birbirinin dostudur. Sizden kim onları dost edinirse, kesinlikle onlardan olur. Şüphesiz ki Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola erdirmez.
Tefsir: اَلْوَلِيُّ (velî), araya başka bir yabancının girmeyeceği kadar yakın dost, arkadaş ve yardımcı demektir. Cenâb-ı Hak mü’minlerden, yahudi ve hıristiyanları bu şekilde gizli sırlarını açabilecekleri, sırtlarını dayayabilecekleri ve mühim işlerini havâle edebilecekleri dostlar edinmemelerini istemektedir. Çünkü yahudiler yahudilerin, hıristiyanlar da hıristiyanların dostu olup kendilerinin iyiliklerini, müslümanların ise kötülüklerini isterler. Bu sebeple mü’minlerden her kim onları dost edinirse o da onlardan olur. Düşünce ve davranışta onlara benzemiş ve onların huyunu kapmış olur. O artık onların istek ve arzuları istikametinde hareket eder. Neticede onların yoluna girip âhirette de onlarla beraber haşrolunur. Zira Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola çıkarmaz. Zâlimleri dost edinenler de aynı âkıbete düçar kalırlar.51-52. âyetlerin iniş sebebiyle alâkalı şöyle bir rivayet nakledilir:
Hâris oğullarından Ubâde b. Sâmit (r.a.) Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e gelip: “Ey Allah’ın Rasûlü, benim yahudilerden bir çok dostum var. Onların dar zamanımda bana yardım edeceklerinden de eminim. Ama ben, o yahudi dostlarımın dostluğunu terk edip Allah ve Rasûlü’ün dostluğuna dönüyorum; Allah’a ve Rasûlü’ne dostluk besliyorum” dedi. Orada bulunan Abdullah b. Übeyy ise: “Ben, zamanın ilerde başımıza getirebileceği felâketlerden korkan bir adamım. Onun için önceki dostlarımın dostluğundan ayrılacak değilim” dedi. Peygamberimiz ona: “Ey Ebu’l-Hubâb, yahudilerin dostluğunu Ubâde b. Sâmit’inkine tercih ediyorsan buyur öyle yap!” buyurdu. Abdullah b. Übeyy de: “Evet öyle yaptım” deyince bu (51 ve 52.) âyetler indi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VI, 372; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 200-201)
Dostluk konusunda Ehl-i kitapla mü’minler arasında bocalayan münafıkların durumunu ortaya koymak üzere şöyle buyruluyor:
فَتَرَى الَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ يُسَارِعُونَ ف۪يهِمْ يَقُولُونَ نَخْشٰٓى اَنْ تُص۪يبَنَا دَٓائِرَةٌۜ فَعَسَى اللّٰهُ اَنْ يَأْتِيَ بِالْفَتْحِ اَوْ اَمْرٍ مِنْ عِنْدِه۪ فَيُصْبِحُوا عَلٰى مَٓا اَسَرُّوا ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ نَادِم۪ينَۜ ﴿٥٢﴾
Meal 52: Kalplerinde hastalık bulunanların: “Ne olur ne olmaz, korkarız ki zaman aleyhimize dönüverir de başımıza bir felaket gelir” diyerek, o zâlimlerin dostluklarını kazanmak için âdeta yarış yaptıklarını görürsün. Kim bilir, belki de Allah, mü’minlere bir zafer, bir ferahlık ihsân eder veya münafıklara doğrudan kendi katından bir musibet verir de onlar, içlerinde gizledikleri nifak yüzünden: “Eyvah, biz ne yaptık!” diye pişman olurlar.
وَيَقُولُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ الَّذ۪ينَ اَقْسَمُوا بِاللّٰهِ جَهْدَ اَيْمَانِهِمْۙ اِنَّهُمْ لَمَعَكُمْۜ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فَاَصْبَحُوا خَاسِر۪ينَ ﴿٥٣﴾
Meal 53: O zaman mü’minler hayretle aralarında şöyle söylenirler: “Var güçleriyle Allah’a yemin edip, biz müslümanlarla beraber olduklarını söyleyenler bunlar değil miydi?” Onların bütün yaptıkları boşa gitti, böylece kayebedenlerden oldular.
Tefsir: “Kalplerinde hastalık bulunanlar”dan (Mâide 5/52) maksat münafıklar olup, burada onların yahudi, Hıristiyan ve mü’minlerle olan münâsebetlerinden bir kesite yer verilmektedir. Âyetlerin indiği dönem itibariyle Medine’de yahudiler hem verimli topraklara sahip hem de ticari hayata da hâkim durumda idiler. Bu sebeple toplumun iktisâdî ve siyasî hayatında hissedilen bir ağırlıkları bulunmaktaydı. Hıristiyanlar da yaşadıkları bölgelerde iktisâdî açıdan diğerlerinden daha iyi durumda idiler. Resûlullah (s.a.s.)’in liderliğinde Medine’de kurulmuş bulunan İslâm devleti ise, düşmanlarına karşı verdiği mücadele henüz kesin bir sonuca ulaşmadığı için münafıklar durumlarını tam olarak netleştirmemişlerdi. Bunlar görünürde müslümanların içinde yer alıyorlar, ancak mücadele müslümanların mağlubiyetiyle neticelenecek olursa yahudi ve hıristîyanlara sığınabilmek için onlarla olana dostluk münâsebetlerini de devam ettirmeye gayret gösteriyorlardı. Fakat onlar Allah’ın, Muazzez Peygamberine yardım edeceğini, ona zaferler, fetihler nasip edebileceğini veya düşmanlarının başına bir felâket getirip de onları yok edebileceğini, bu takdirde sergiledikleri iki yüzlü tavırlarından pişmanlık duyacaklarını hesaba katmıyorlardı
Gerçekten de netice itibariyle münafıkların hesabı tutmamış, yüce Allah vaadini yerine getirerek peygamberine fetihler ve başarılar nasip etmiş, yahudileri bertaraf etmiş, böylece münafıklar, içlerinde gizledikleri kötü niyet ve planlarından dolayı pişman olarak hayal kırıklığına uğramışlardır.
Bu durum karşısında mü’minler haklı olarak, umduklarını bulamayıp şaşkınlık içine düşen bu münafıklara işaret ederek ve bunların ümit bağladıkları o mağlup ve perişan dostlarına hitap ederek, yüzlerine karşı veya kendi aralarında: “Var güçleriyle Allah’a yemin edip, biz müslümanlarla beraber olduklarını söyleyenler bunlar değil miydi?” (Mâide 5/53) demişlerdir. Çünkü münafıklar yahudi dostlarına daha önce “Eğer siz yurdunuzdan sürülürseniz biz de mutlaka sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinizde hiç kimseye itaat etmez, sözünü dinlemeyiz. Size savaş açılırsa elbette yardımınıza koşarız” (Haşr 59/11) diye söz vermişlerdi. Böylece bu vaadlerinde de yalancı oldukları ortaya çıktı. Neticede onların bütün amelleri, gayretleri ve planları boşa gitti. Dünya ve âhirette kaybeden, zarara uğrayan ve hiçbir şey elde edemeyen kimseler oldular. Bu vasıftaki insanların din emânetini taşımaları mümkün değildir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, İslâm’ı tüm yönleriyle öğrenecek, yaşayıp yaşatacak gerçek mü’minleri tanıtmak üzere buyuruyor ki: