Maide Süresi Meal Ve Tefsiri 15-33
يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ قَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولُنَا يُبَيِّنُ لَكُمْ كَث۪يرًا مِمَّا كُنْتُمْ تُخْفُونَ مِنَ الْكِتَابِ وَيَعْفُوا عَنْ كَث۪يرٍۜ قَدْ جَٓاءَكُمْ مِنَ اللّٰهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُب۪ينٌۙ ﴿١٥﴾
Meal 15: Ey Ehl-i kitap! Tevrat ve İncil’de olup da gizlediğiniz pek çok şeyi size açıklayan, pek çoğunu da yüzünüze vurmayan Peygamberimiz geldi. Gerçekten size Allah’tan bir nûr ve gerçeği açıkça gösteren bir kitap geldi.
يَهْد۪ي بِهِ اللّٰهُ مَنِ اتَّبَعَ رِضْوَانَهُ سُبُلَ السَّلَامِ وَيُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ بِاِذْنِه۪ وَيَهْد۪يهِمْ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ ﴿١٦﴾
Meal 16: Allah, o nûr ve kitap vasıtasıyla rızâsını arayanları ebedî huzur ve kurtuluş yollarına iletir; onları sadece kendi izniyle küfür ve günah karanlıklarından iman aydınlığına çıkarır ve onları dosdoğru yola ulaştırır.
Tefsir:Yahudiler, Tevrat’taki Hz. Muhammed (s.a.s.)’e iman, recm âyeti, cumartesi yasağını çiğnediklerinden ötürü maymunlara çevrilen bedbahtların kıssası gibi hususları; Hıristiyanlar da İncil’deki Hz. İsa’dan sonra Ahmet isminde bir peygamberin geleceği yönündeki müjdeyi gizliyorlardı. Bu sebeple onlara Kur’ân-ı Kerîm’de çok şiddetli ikazlar yapıldığı görülmektedir. (bk. Bakara 2/159, 174) İşte Allah Resûlü (s.a.s.), kendine indirilen Kur’ân-ı Kerîm sayesinde onların kitaplarında olduğu halde gizledikleri pek çok hususu açıklığa kavuşturmuştur. Bunlar, açıklanması zaruri olan dinî esasları içermektedir. Bir kısım gizledikleri şeyler de var ki, bunlar açıklanması zaruri olan dinî esaslarla alakalı olmadığından, daha fazla rezil rüsvâ olmamaları için Peygamber Efendimiz bunları yüzlerine vurmamış, açıklamadan geçivermiştir. 15. âyette geçen “Allah’tan bir nûr”dan maksat Peygamber Efendimiz’dir. Nitekim bir başka âyette “Ey Peygamber! Şüphesiz ki biz seni bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah’ın izniyle yine Allah’a çağıran bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik” (Ahzâb 33/45-46) buyrulur. “Apaçık bir kitap”tan (Mâide 5/15) maksat da Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’an hakkı bâtılı, helâli haramı, hayrı ve şerriyle insanların muhtaç olduğu bütün dini hususları açıkladığı için bu isimle anılmıştır. Allah’ın rızâsına erme niyetiyle Peygamberimiz’e inanan ve Kur’an’ın gösterdiği aydınlık yoldan yürüyenleri Cenâb-ı Hak, sapıklık yollarından kurtarıp huzur, selâmet ve emniyet yollarına eriştirecek; küfür, şirk ve günah karanlıklarından çıkarıp iman, İslâm ve ihsan aydınlığına çıkaracak ve onları dosdoğru yola, hak dine ulaştıracaktır. Fakat bile bile inkârlarında ısrar edenlere yapılacak bir şey yoktur:
لَقَدْ كَفَرَ الَّذ۪ينَ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْمَس۪يحُ ابْنُ مَرْيَمَۜ قُلْ فَمَنْ يَمْلِكُ مِنَ اللّٰهِ شَيْـًٔا اِنْ اَرَادَ اَنْ يُهْلِكَ الْمَس۪يحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَاُمَّهُ وَمَنْ فِي الْاَرْضِ جَم۪يعًاۜ وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۜ يَخْلُقُ مَا يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿١٧﴾
Meal 17: “Allah, Meryem oğlu Mesîh’tir” diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Onlara şöyle de: “Şayet Allah Meryem oğlu Mesîh’i, annesini ve yeryüzünde bulunan herkesi helâk etmek istese, O’na kim engel olabilir?” Göklerin, yerin ve aralarında bulunan her şeyin mülkiyeti ve hâkimiyeti Allah’ındır. O, dilediğini yaratır. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter.
Tefsir:Hıristiyanların küfre düşmelerinin sebebi Hz. İsa’yı Allah olarak kabul etmeleridir. Halbuki sûresi Nisâ 171. ayette de izah edildiği gibi İsa, Allah değil, O’nun yaratıp peygamber yaptığı bir kuludur. Eğer İsa, Allah olsaydı, ebedi, ölümsüz ve her şeye gücü yeten biri olması gerekirdi. Gerek kendisinin gerek başkalarının başlarına gelecek musibetleri önleyebilmesi gerekirdi. Halbuki böyle değildir. Allah Teâlâ, annesinin canını aldığı halde o, annesinin ölümünün önüne geçememiştir. Yine Allah İsa’yı öldürmeyi murad edince de, onun ölümüne de kimse engel olamaz. Hatta Allah yeryüzündeki bütün canlıları helak etmek istese, helak edebilir, O’na mâni olabilecek hiçbir kuvvet yoktur. Zira göklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin mülkü Allah’a aittir. Onlarda istediği gibi tasarruf eder; dilediğini yaratır, istediğini yaşatır, istediğini de öldürür. Nihâyetsiz güç, kuvvet ve kudret, her muradını gerçekleştirme yetkisi yalnız O’na aittir. O halde ibâdete lâyık tek ilâh, başkası değil yalnızca Allah (c.c)’dır. Hiç kimsenin Allah Teâlâ ile “oğul” veya “sevgili” gibi bir nesep ya da gönül bağı olmadığı gibi, herkesin o tek İlâh’a kulluk etme vazifesi bulunmaktadır:
وَقَالَتِ الْيَهُودُ وَالنَّصَارٰى نَحْنُ اَبْنَٓاءُ اللّٰهِ وَاَحِبَّٓاؤُ۬هُۜ قُلْ فَلِمَ يُعَذِّبُكُمْ بِذُنُوبِكُمْۜ بَلْ اَنْتُمْ بَشَرٌ مِمَّنْ خَلَقَۜ يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۘ وَاِلَيْهِ الْمَص۪يرُ ﴿١٨﴾
Meal 18: Yahudiler ve Hristiyanlar: “Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz” dediler. De ki: “Öyleyse Allah sizi niçin günahlarınız yüzünden cezalandırıp duruyor? Doğrusu siz de O’nun yarattığı sıradan insanlarsınız.” O, dilediğini bağışlar, dilediğine de azab eder. Göklerin, yerin ve aralarında bulunan her şeyin mülkiyeti ve hâkimiyeti Allah’ındır. Sonunda dönüş de ancak O’nadır.
Tefsir:Rivayete göre bir kısım yahudiler Allah Resûlü (s.a.s.)’e gelip onunla konuştular. Efendimiz de onları İslâm’a davet edip, kabul etmedikleri takdirde karşılaşacakları ilâhî azâb ile onları uyardı. Onlar da aynen hıristiyanlar gibi “Ey Muhammed! Bizi ne ile korkutuyorsun? Bizler Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz” dediler. Bu hâdise üzerine bu âyet nâzil oldu. (Taberî, VI, 224)
Onlar bu sözleriyle Allah’a yakınlıklarını ifade etmek, dolayısıyla Allah’ın kendilerine af, şefkat ve merhametle davranıp azap etmeyeceğini söylemek istemişlerdir. Halbuki bu, onların uydurdukları aslı esasıolmayan bir kuruntudan başka bir şey değildir. Nitekim “Sayılı birkaç günden başka bize ateş dokunmayacak” (bk. Bakara 2/80) sözleri de bu nevi kuruntularından biridir. Cenâb-ı Hak “Öyleyse Allah, günahlarınız yüzünden sizi niçin cezalandırıp duruyor?” (Mâide 5/18) sözüyle bu iddiaların asılsız olduğunu haber vermektedir. Nitekim tarih boyunca Allah onları günahları sebebiyle cezalandırmıştır. Yurtlarından sürülmüşler, lânetlenmişler, maymun ve domuza çevrilmişler, zillet ve meskenete düşmüşler ve çeşitli cezalara çarptırılmışlardır. Gittikleri yanlış yoldan dönmedikleri takdirde âhirette de ebedi azaba maruz kalacaklardır. Çünkü nihâî dönüş Allah’a olacak, kimse kendini O’na hesap vermekten kurtaramayacaktır. O da dilediği kullarını bağışlayacak, müstahak olanlara da azap edecektir. Âyet-i kerîmede gerçek mânada muhabbet ehlinin, azaptan emniyette olacaklarına dair bir müjde bulunduğu hissedilmektedir.
O halde:
يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ قَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولُنَا يُبَيِّنُ لَكُمْ عَلٰى فَتْرَةٍ مِنَ الرُّسُلِ اَنْ تَقُولُوا مَا جَٓاءَنَا مِنْ بَش۪يرٍ وَلَا نَذ۪يرٍۘ فَقَدْ جَٓاءَكُمْ بَش۪يرٌ وَنَذ۪يرٌۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ۟ ﴿١٩﴾
Meal 19: Ey Ehl-i kitap! Peygamberlerin arasının kesildiği bir zamanda, ileride: “Bize ne bir müjdeci geldi, de bir uyarıcı” demeyesiniz diye size dinî gerçekleri açıklayan elçimiz gelmiş bulunuyor. Gerçekten size hem müjdeleyen hem de uyaran bir peygamber gelmiştir. Allah, her şeye gücü yetendir.
Tefsir:
اَلْفَتْرَةُ “fetret” kelimesi sözlükte “kesilmek, sakinlik, zayıflık ve gevşeklik” gibi mânalara gelir. Terim olarak ise “iki peygamber arasındaki kesinti süresi”, daha özel anlamda da “Hz. İsa ile Hz. Muhammed (s.a.s.) arasında dinî tebliğ yapılmaksızın geçen süre” için kullanılır. Bu süre kaynaklarda 577 ile 600 arasında değişen rakamlarla ifade edilmektedir. İlâhî vahyin kesintiye uğradığı, yeryüzünün peygamberin nurlu ve diriltici nefesinden mahrum kaldığı bu kadar bir müddetten sonra tekrar dinî hakikatleri açıklamak üzere Hz. Muhammed (s.a.s.) gelmiştir. O, iman edip güzel ameller yapanları cennetle müjdelemiş, inkâr ve kötülük yoluna sapanları da cehennemle uyarmıştır. Böylece ne Ehl-i kitabın ne de bütün insanlığın, “Bize ne bir müjdeci geldi, de bir uyarıcı” (Mâide 5/19) tarzında bir itirazına da açık kapı bırakılmamıştır.Cenâb-ı Hak, İsrâiloğulları’na olan hatırlatmalarına şöyle devam ediyor:
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ يَا قَوْمِ اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ جَعَلَ ف۪يكُمْ اَنْبِيَٓاءَ وَجَعَلَكُمْ مُلُوكًاۗ وَاٰتٰيكُمْ مَا لَمْ يُؤْتِ اَحَدًا مِنَ الْعَالَم۪ينَ ﴿٢٠﴾
Meal 20: Bir zamanlar Mûsâ kavmine şöyle demişti: “Ey kavmim! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: O, içinizden peygamberler gönderdi; sizi hükümdarlar yapıp daha önce köle iken hür insanlar hâline getirdi. Dünyada hiç kimseye vermediği şeyleri size verdi.”
يَا قَوْمِ ادْخُلُوا الْاَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ الَّت۪ي كَتَبَ اللّٰهُ لَكُمْ وَلَا تَرْتَدُّوا عَلٰٓى اَدْبَارِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِر۪ينَ ﴿٢١﴾
Meal 21: “Ey kavmim! Haydi, Allah’ın sizin için takdir ve girmenizi emir buyurduğu şu mukaddes ülkeye girin ve sakın düşmandan korkarak gerisin geriye dönüp kaçmayın. Yoksa kaybedenlerden olursunuz.”
Tefsir:Hz. Mûsâ, yerlileriyle savaşıp Arz-ı Mukaddes’e girmelerini istediği kavmine öncelikle Allah’ın ihsan ettiği hususi nimetleri hatırlatmaktadır. Şöyle ki:
› Allah Teâlâ, hiçbir millete nasip olmayacak şekilde İsrâiloğullarından pek çok peygamber göndermiştir. Bu peygamberler, büyük peygamberlerden sayılan Hz. İbrâhim ve oğulları Hz. İshâk ve Hz. İsmâil soyundan gelmişlerdir.
› Daha önceleri Mısır’da Firavun’un ve kavminin köleleri olarak çalıştıkları, her türlü aşağılayıcı ve horlayıcı muameleye tabi tutuldukları halde Allah onları kurtarmış ve hürriyetlerine kavuşturmuştur. Aynı zamanda onlar arasından geçmişte ve gelecekte hükümdarlar ve büyük insanlar çıkmıştır.
› Allah, kendi dönemlerinde dünyada hiç kimseye vermediği büyük nimetleri onlara ikram etmiştir. Misal vermek gerekirse Kızıl Deniz’i onlar için ikiye ayırmış, Firavun’un elinden onları kurtarmıştır. Düşmanlarını helak ederek onları düşmanlarının mallarına varis kılmıştır. Tih çölünde onlara kudret helvasıyla bıldırcın eti ikram etmiştir. Onlar için bir kayadan tatlı su çıkarmış, bulutları üzerlerine gölgelik yapmıştır. Hiçbir millette onlardaki gibi peygamberlik ve saltanatı bir araya getirmemiştir.
O halde Allah’ın kendilerine olan bu büyük nimetlerin farkında olup peygamberlerinin emrine uyarak ve bedelini ödeyerek Arz-ı Mukaddes’e girmeleri lazımdır. “Arz-ı Mukaddes”, temiz ve mübârek yer demektir. İçinde “Beyt-i Makdis”in bulunduğu bugünkü Filistin topraklarıdır. Hz. İbrâhim ve ondan sonra birçok peygamber burada yaşadığı, vahye mazhar olduğu ve defnedildiği için bu ismi almıştır. Bu bölge “Arz-ı Mev‘ûd: vaat edilen topraklar” diye de anılır. Allah Teâlâ o toprakları İsrâiloğullarına, oraya girip orada hak din olan İslâm’ı hâkim kılmaları için vaat etmişti. Dolayısıyla bu topraklar İsrâiloğullarına bir ırk olmaları hasebiyle değil, İslâm’ın temsilini yüklenip, bayraktarlığını yapmaları adına vaat edilmiş topraklardı.Bütün bunlara rağmen İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ’ya cevabı olumsuzdu:
قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِنَّ ف۪يهَا قَوْمًا جَبَّار۪ينَۗ وَاِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَا حَتّٰى يَخْرُجُوا مِنْهَاۚ فَاِنْ يَخْرُجُوا مِنْهَا فَاِنَّا دَاخِلُونَ ﴿٢٢﴾
Meal 22: Onlar şöyle cevap verdiler: “Ey Mûsâ! Orada çok güçlü ve zorba bir topluluk var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa o zaman biz de gireriz.”
قَالَ رَجُلَانِ مِنَ الَّذ۪ينَ يَخَافُونَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمَا ادْخُلُوا عَلَيْهِمُ الْبَابَۚ فَاِذَا دَخَلْتُمُوهُ فَاِنَّكُمْ غَالِبُونَ وَعَلَى اللّٰهِ فَتَوَكَّلُٓوا اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ ﴿٢٣﴾
Meal 23: Allah’ın buyruklarına karşı gelmekten korkan ve O’nun iman, sadakat, yakîn gibi nimetlerine eren iki yiğit ortaya atılıp şöyle dedi: “Şehrin kapısını zaptedip, üzerlerine saldırın. Bir kere oraya girmeyi başardığınız zaman, mutlaka siz gâlip geleceksiniz. Gerçekten mü’min iseniz yalnızca Allah’a güvenip dayanın.”
Tefsir:İsrâiloğulları on iki kabileden oluşuyordu. Hz. Mûsâ her kabileden bir temsilci olmak üzere on iki temsilci seçmişti. Bunlar Arz-ı Mukaddes’te yaşayan halkla alakalı haber toplamak için yola çıktılar ve zorbaların şehrine vardılar. Geri dönüp de Hz. Mûsâ’ya orada gördükleri insanların kuvvetlerini, boylarının uzunluğunu ve iri cüsselerini haber verdiklerinde Mûsâ (a.s.) onlara: “Bu durumu gizli tutun ve karargâhtan hiç kimseye söylemeyin, yoksa bozulup dağılırlar” tenbihâtında bulundu. Fakat onlardan her biri, kendi yakınlarına ve amca çocuklarına bunu haber verdi. Böylece haber, İsrâiloğulları arasında yayıldı. Bu yüzden onlar, o topraklarda azgın, zorba, karşı konulmaz; istediğini zorla, cebren ve ezerek yaptıran; boylarına erişilmez iri, güçlü, kuvvetli kimseler bulunduğunu ileri sürerek savaşmayı göze alamadılar ve direttiler.
Seçilen on iki temsilciden sadece iki kişi Mûsâ (a.s.)’ın tenbihâtını dinleyip durumu kimseye anlatmadı. Rivayete göre bunların isminin Yûşa b. Nûn ve Kâleb b. Yûfennâ olduğu söylenir. Bunlar âyetin ifadesiyle Allah’tan korkan, O’nun emrine karşı gelmekten sakınanlardandı. Allah da onlara iman, yakîn ve salâh gibi manevî ihsanlarda bulunmuştu. Bu iki kişi Hz. Mûsâ’nın peygamberliğine, vaadindeki ve verdiği haberindeki doğruluğuna hakkıyla iman etmiş olduklarından, gördükleri kuvvet ve heybete rağmen, Allah’ın lütfuyla, sözlerinde durmuşlardır. Böylece itimat ve güvenilirliklerini ortaya koymuşlar, kavimlerini de, savaştıkları takdirde mutlaka galip geleceklerini söyleyerek ve Allah’a güvenip dayanmalarını öğütleyerek itaate teşvik etmişlerdir.
23. âyetteki “Gerçekten mü’min iseniz yalnızca Allah’a güvenip dayanın” ifadesinden, tevekkülün imanın bir şartı olduğu ihtimali ortaya çıkmaktadır. Sıradan mü’minler için geçerli olan zahirî tevekkül, Allah’ın olmasını istediği şeylerin mutlaka vuku bulacağını ve bunu geri çevirmeye kimsenin gücü yetmeyeceğini bilmektir. Seçkin mü’minler için geçerli olan hakiki tevekkül ise bütün hadiselerin Allah ile, Allah’tan ve Allah’ın olduğunu görmektir. Bu şuuru kaybeden kimselerden iman ismi kaldırılır. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 260)Ne çare ki, Hz. Mûsa’yla birlikte imanlı o iki kişinin samimi nasihat ve ısrarlarına rağmen İsrâiloğulları savaşmamaktaki inatlarını sürdürdüler:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَٓا اَبَدًا مَا دَامُوا ف۪يهَا فَاذْهَبْ اَنْتَ وَرَبُّكَ فَقَاتِلَٓا اِنَّا هٰهُنَا قَاعِدُونَ ﴿٢٤﴾
Meal 24: “Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukları sürece biz oraya asla girmeyeceğiz. Haydi, sen ve Rabbin birlikte gidip savaşın; biz işte burada oturuyoruz” dediler.
قَالَ رَبِّ اِنّ۪ي لَٓا اَمْلِكُ اِلَّا نَفْس۪ي وَاَخ۪ي فَافْرُقْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ الْقَوْمِ الْفَاسِق۪ينَ ﴿٢٥﴾
Meal 25: Mûsâ Allah’a şöyle yalvardı: “Rabbim! Benim kendimden ve kardeşimden başka hiç kimseye sözüm geçmiyor. Artık bizimle şu yoldan çıkmış âsi kavmin arasında sen hükmünü ver!”
قَالَ فَاِنَّهَا مُحَرَّمَةٌ عَلَيْهِمْ اَرْبَع۪ينَ سَنَةًۚ يَت۪يهُونَ فِي الْاَرْضِ فَلَا تَأْسَ عَلَى الْقَوْمِ الْفَاسِق۪ينَ۟ ﴿٢٦﴾
Meal 26: Allah buyurdu ki: “O mukaddes ülke bundan böyle onlara kırk yıl yasaklanmıştır. Bu süre içinde bulundukları yerde şaşkın şaşkın dolaşıp dursunlar. Sen, yoldan çıkmış o âsî kimseler için hiç gam çekme!”
Tefsir:İsrâiloğuları, bu inanmış iki adamın teşvik ve gayretlendirmelerine aldırış etmeksizin ilk sözlerinde ısrar etmişler, zorbalar kendi topraklarında bulundukları müddetçe asla Arz-ı Mukaddes’e girmeyeceklerini söylemişlerdir. Üstelik daha da ileri giderek küstahça Hz. Mûsâ’ya: “Haydi, sen ve Rabbin birlikte gidip savaşın; biz işte burada oturuyoruz” (Mâide 5/24) demişlerdir. Bu sözleriyle, Allah’ı ve peygamberini hakir görmek, alaya almak ve onlara aldırış etmediklerini göstermek istemişlerdir. Kavminin mukaddes arza girmemek üzere direnmesi karşısında yapılacak hiçbir şeyin kalmadığını gören Hz. Mûsâ, ilâhî rahmet ve yardımı celbedici kalbî bir rikkatle, üzüntü ve hüzün içerisinde Allah Teâlâ’ya yalvarmış; “Rabbim! Benim kendimden ve kardeşimden başka hiç kimseye sözüm geçmiyor.
(Mâide 5/25) niyazında bulunmuştur. Kavminin isyanından dolayı dünyada başlarına bir musibetin gelmesinden korkan Hz. Mûsâ, böyle bir yakarışta bulunarak herkese lâyık olduğu cezanın verilmesini, isyankâr kavminin ateşine kendisini de yakmamasını Allah’tan istemiştir. Cenâb-ı Hak da, şahsiyetleri erozyona uğramış bu neslin böyle fütuhat gibi şerefli bir vazifeye lâyık olmadıklarını bildirerek onların bu mukaddes yere girmekten kırk sene mahrum bırakıldıklarını, bu süre zarfında çölde dar bir alanda şaşkın şaşkın dolaşacaklarını haber vermiştir. Son olarak da Hz. Mûsâ’ya, yoldan çıkmış fâsık bir toplum için fazla üzülmeye gerek olmadığını öğütlemiştir.
Aslında, Allah’a ve peygambere isyan hastalığı ilk defa İsrâiloğullarında ortaya çıkan bir şey olmayıp, bunun kökleri tâ Hz. Âdem zamanına ve onun iki oğlu arasında vuku bulan menfur cinâyete kadar uzanır. Bu cinâyet, haksız yere insanların canına kıymayı göze alan tüm zâlimler için son derece caydırıcı irşat ve ikazlar taşımaktadır:
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ ابْنَيْ اٰدَمَ بِالْحَقِّۢ اِذْ قَرَّبَا قُرْبَانًا فَتُقُبِّلَ مِنْ اَحَدِهِمَا وَلَمْ يُتَقَبَّلْ مِنَ الْاٰخَرِۜ قَالَ لَاَقْتُلَنَّكَۜ قَالَ اِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللّٰهُ مِنَ الْمُتَّق۪ينَ ﴿٢٧﴾
Meal 27: Onlara Âdem’in iki oğlunun başından geçen ibret verici şu gerçeği anlat: Onlar Allah’a birer kurban takdîm etmişlerdi de birinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen kıskanıp: “Seni mutlaka öldüreceğim” deyince, öteki şu cevabı vermişti: “Allah ancak takvâ sahiplerinin ibâdetini kabul buyurur.”
لَئِنْ بَسَطْتَ اِلَيَّ يَدَكَ لِتَقْتُلَن۪ي مَٓا اَنَا۬ بِبَاسِطٍ يَدِيَ اِلَيْكَ لِاَقْتُلَكَۚ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اللّٰهَ رَبَّ الْعَالَم۪ينَ ﴿٢٨﴾
Meal 28: “Sen beni öldürmek için elini uzatsan bile, ben seni öldürmek için elimi uzatacak değilim. Çünkü ben, Âlemlerin Rabbi Allah’tan korkarım.”
اِنّ۪ٓي اُر۪يدُ اَنْ تَبُٓواَ بِاِثْم۪ي وَاِثْمِكَ فَتَكُونَ مِنْ اَصْحَابِ النَّارِۚ وَذٰلِكَ جَزٰٓؤُا الظَّالِم۪ينَۚ ﴿٢٩﴾
Meal 29: “Doğrusu ben isterim ki, sen hem benim günahımı hem kendi günahını yüklenesin de ateş ehlinden olasın. Zâlimlerin cezası işte budur.”
فَطَوَّعَتْ لَهُ نَفْسُهُ قَتْلَ اَخ۪يهِ فَقَتَلَهُ فَاَصْبَحَ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ ﴿٣٠﴾
Meal 30: Nihâyet nefsi onu kardeşini öldürmeye sürükledi; onu öldürdü de mahvolup gidenlerden oldu.
فَبَعَثَ اللّٰهُ غُرَابًا يَبْحَثُ فِي الْاَرْضِ لِيُرِيَهُ كَيْفَ يُوَار۪ي سَوْاَةَ اَخ۪يهِۜ قَالَ يَا وَيْلَتٰٓى اَعَجَزْتُ اَنْ اَكُونَ مِثْلَ هٰذَا الْغُرَابِ فَاُوَارِيَ سَوْاَةَ اَخ۪يۚ فَاَصْبَحَ مِنَ النَّادِم۪ينَۚۛ ﴿٣١﴾
Meal 31: Derken Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermesi için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. Kãtil bunu görünce: “Yazıklar olsun bana! Şu kargadan daha bilgisiz, daha mı âcizim ki, kardeşimin cesedini nasıl ortadan kaldıracağımı bilemedim” diye dövündü ve pişmanlığa düşenlerden oldu.
Tefsir:Bu âyetlerde haset, hırs ve dünya sevgisi gibi nefsin son derece çirkin hastalıklarının insanın başına neler getirdiğinin ve onu nasıl yanlış bir yola sürüklediğinin bir örneği verilmektedir. Örnek olarak ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’in iki oğlu seçilmektedir. Rivayetlere göre bunların ismi Hâbil ve Kâbil’dir.
İnsan neslinin çoğalabilmesi için Hz. Havvâ, bir batında birden çok çocuk dünyaya getirmekteydi. Aynı batında doğan çocuklar kardeş olmaktaydı ve birbirleriyle evlenmeleri harâmdı. Ancak diğer bir batında doğanlarla evlenebiliyorlardı.
Rivayete göre Kâbil, kendisiyle aynı batında doğan kızkardeşini almak istedi. Hâbil ise, bunun şerîate uygun olmadığını, diğer zamanda doğan kardeşlerinden birini alması gerektiğini söyledi. Kâbil, bu îkâzı dikkate almayarak, kendisinin yaptığı fiilin doğru bir davranış olduğu iddiâsında bulundu. Bunun üzerine Hâbil, burada kimin doğru hareket ettiğinin anlaşılması için Allah’a birer kurban adamayı teklif etti. O zamanlar kurban, herkesin mesleği îcâbı, elinde bulunan maldan verilirdi. Kurban verilen bu şeyler, bir dağ başına konur, bir müddet sonra gidip bakıldığında; gökten inen ateş tarafından yakılarak ortadan kaybolan kurban Cenâb-ı Hak tarafından kabul edilmiş sayılırdı. (bk. Âl-i İmrân 3/183) Hâbil’in koyun sürüleri vardı. Kurban vermek için, içlerinden en semiz ve gösterişli olan bir koçu seçti. Kâbil ise, ziraatle uğraşırdı. O da, cılız buğdaylardan oluşan bir demeti kurban olarak ayırdı. Hâbil ile Kâbil, bir müddet sonra bıraktıkları kurbanların akıbetini görmek için gittiler. Hâbil’in kurban ettiği koç, kabul edilmişti; Kâbil’in cılız buğday demeti ise, olduğu gibi duruyordu. (İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 36) Bu hâdise karşısında Kâbil son derece öfkelendi ve âyet-i kerîmede haber verildiği üzere kardeşi Hâbil’i katletti.
İnsanlık târihinde, ilk defâ meydana gelen adam öldürme ve kardeş kanı dökme hâdisesi hakkında Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Zulmen öldürülen her insanın kanının günahından Âdem’in ilk oğluna da mutlakâ bir pay ayrılır. Çünkü o insan öldürme çığırını ilk başlatan kişidir.” (Buhârî, Enbiyâ 1; Müslim, Kasâme 27)
29. âyette yer alan “Doğrusu ben isterim ki, sen hem benim günahımı hem kendi günahını yüklenesin de ateş ehlinden olasın. Zâlimlerin cezası işte budur” ifadesiyle alakalı olarak şu iki hususa temas etmek gerekir:
مِنْ اَجْلِ ذٰلِكَۚۛ كَتَبْنَا عَلٰى بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ اَنَّهُ مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِي الْاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَم۪يعًاۜ وَمَنْ اَحْيَاهَا فَكَاَنَّمَٓا اَحْيَا النَّاسَ جَم۪يعًاۜ وَلَقَدْ جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُنَا بِالْبَيِّنَاتِۘ ثُمَّ اِنَّ كَث۪يرًا مِنْهُمْ بَعْدَ ذٰلِكَ فِي الْاَرْضِ لَمُسْرِفُونَ ﴿٣٢﴾
Karşılaştır 32: İşte bundan dolayı İsrâiloğulları için şu hükmü koyduk: “Bir cana kıymanın veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmanın cezası olmaksızın kim bir kimseyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.” Şüphesiz peygamberlerimiz onlara apaçık deliller, mûcizeler getirdiler. Ne var ki, bütün bunlardan sonra onların pek çoğu hâlâ yeryüzünde taşkınlık yapıp durmaktadırlar.
Tefsir:
Rivayete göre Medine yahudileri Peygamber Efendimiz’i ve sahâbeden bazılarını öldürmek için tuzak kurmaya çalışıyorlardı. Bu sebeple yüce Allah onlara adam öldürmenin ne kadar büyük bir cinayet olduğunu göstermek için Hz. Âdem’in iki oğlunun kıssasını anlattıktan sonra onların kutsal kitaplarında da haksız yere bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek; bir canı kurtarmanın da bütün insanlığı kurtarmak gibi olduğunun yazılı bulunduğuna dikkat çekmiştir.
Cenâb-ı Hak, gönderdiği bütün dinlerde insan hayatının mukaddes ve değerli olduğunu haber vermiş; bu sebeple haksız yere bir kişiyi öldürmeyi yeryüzündeki bütün insanları öldürmek kadar büyük bir cinâyet olarak kabul etmiş, bir canı korumayı da bütün insanlığı korumak kadar üstün bir fazilet saymıştır. Burada bütün insanlar tek can gibi telakki edilmiş ve bir insanın bütün insanlığı temsil ettiği gerçeği dile getirilmiştir. Nitekim şu âyet-i kerîme, Allah’ın sonsuz kudretine işaretin yanı sıra, bir açıdan da bu gerçeğe temas etmektedir: “Sizin yaratılmanız da, tekrar diriltilmeniz de tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. Gerçekten Allah, her şeyi hakkiyle işiten, her şeyi hakkiyle görendir.” (Lokmân 31/28)
Bir insanı haksız yere öldürmenin büyük bir insanlık suçu olduğu ortadadır. Çünkü böyle bir cinâyet büyük bir fitneye sebep olur; toplumda öldürme olaylarının yayılmasına, insanların birbirine düşmesine ve içtimaî nizamın bozulmasına yol açar. Ayrıca haksız olarak bir başkasının canına kıyan kimse, yalnızca o kişiye haksızlık yapmakla kalmaz, aynı zamanda insan hayatının kutsallığına inanmadığını ve başkalarına karşı hiçbir merhamet duygusu taşımadığını da göstermiş olur. Halbuki insan hayatının emniyet altına alınabilmesi için insanların birbirine saygı göstermeleri, hayatın kutsal olduğuna inanıp muhafazasına ciddiyetle çalışmaları ve katilleri ilâhî emirlere uygun olarak cezalandırmaları gerekir. Bu sebeple İslâm, haksız yere insan öldürmeyi önlemek, toplumun can güvenliğini sağlamak, onları huzurlu ve mutlu bir hayata kavuşturmak için bu suçu işleyenlere dünyada kısas cezasını emretmiş (Bakara 2/178-179), âhirette ise katilin Allah’ın gazabı, laneti ve cehennem azabıyla cezalandırılacağını (Nisâ 4/93) haber vermiştir.