Maide Süresi Meal Ve Tefsiri 6-14

#1 von Kurban , 22.04.2024 05:50

Maide Süresi Meal Ve Tefsiri 6-14
Mushaf tertîbine göre 5, nüzûl sırasına göre 110. sûredir.

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِذَا قُمْتُمْ اِلَى الصَّلٰوةِ فَاغْسِلُوا وُجُوهَكُمْ وَاَيْدِيَكُمْ اِلَى الْمَرَافِقِ وَامْسَحُوا بِرُؤُ۫سِكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ اِلَى الْكَعْبَيْنِۜ وَاِنْ كُنْتُمْ جُنُبًا فَاطَّهَّرُواۜ وَاِنْ كُنْتُمْ مَرْضٰٓى اَوْ عَلٰى سَفَرٍ اَوْ جَٓاءَ اَحَدٌ مِنْكُمْ مِنَ الْغَٓائِطِ اَوْ لٰمَسْتُمُ النِّسَٓاءَ فَلَمْ تَجِدُوا مَٓاءً فَتَيَمَّمُوا صَع۪يدًا طَيِّبًا فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ وَاَيْد۪يكُمْ مِنْهُۜ مَا يُر۪يدُ اللّٰهُ لِيَجْعَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ حَرَجٍ وَلٰكِنْ يُر۪يدُ لِيُطَهِّرَكُمْ وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ ﴿٦﴾
Meal 6: Ey iman edenler! Namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi ve kollarınızı yıkayın, başınıza meshedin ve topuklara kadar da ayaklarınızı yıkayın! Eğer cünüp iseniz güzelce yıkanıp temizlenin. Şayet hasta veya yolcu olursanız yahut biriniz tuvaletten gelirse ya da eşlerinizle cinsî münâsebette bulunur da, abdest veya gusül almanız gereken böyle durumlarda su bulamazsanız, o zaman temiz toprağa ellerinizi sürüp onunla yüzlerinizi ve dirseklere kadar kollarınızı meshedin. Bu tür emirlerle Allah size güçlük çıkarmak istemez; bilakis şükredesiniz diye sizi tertemiz kılmak ve size olan nimetini tamamlamak ister.
Tefsir:
Abdest namazla birlikte emredilmiş olup, hiçbir zaman abdestsiz namaz kılınmamıştır. Bu âyette öncelikle namaz kılabilmek için alınması gerek abdestin farzları sayılmaktadır. Bunlar:
1. Yüzü yıkamak. Yüz, yukarıdan aşağıya doğru alında saçın bittiği yerden çene altına kadar, yatay olarak da iki kulak yumuşakları arasında kalan kısımdır. Ağza ve burna su vermek, kulakların içini meshetmek ise sünnettir.
2. Kolları yıkamak. Kol, parmak uçlarından dirseklere kadar olan kısımdır.
3. Başı meshetmek. Baş, kulakların üstünde kalan kısımdır. Başın neresinin ve ne kadarının meshedileceği konusunda mezhepler arasında görüş ayrılıkları vardır. Hanefîler’e göre başın en az dörtte birini meshetmek vaciptir.
4. Topuklara kadar ayakları yıkamak. Ayak, parmak uçlarından topuk kemiklerine kadar olan kısımdır.
Abdestte yıkanılması gereken azaları birer kez yıkamak farz, üçer kez yıkamak ise sünettir. (bk. Tirmizî, Tahâret 22)
Ayakların yıkanması veya meshedilmesi ile alakalı iki farklı görüş vardır. Böyle bir görüş ayrılığının sebebi ise âyette geçen ve “ayaklar” mânasına gelen اَرْجُلٌ (ercül) kelimesindeki ل (lâm) harfinin okunuşundaki farklılıktır:
a. Kelimeyi kıraat imamlarından Nâfi, İbn Âmir, Asım’dan Hafs, Kisâî ve Yakup ل (lâm) harfinin üstünüyle اَرْجُلَكُمْ (ercüleküm) şeklinde okumuşlardır. Bu okuyuşu esas alıp kelimeyi “yüzler” anlamına gelen وُجُوهٌ (vücûh) üzerine atfedenler, âyete “yüzlerinizi, dirseklere kadar kollarınızı ve ayaklarınızı yıkayın” (Mâide 5/6) şeklinde mâna vererek ayakların yıkanmasının farz olduğunu söylemişlerdir. Ehl-i sünnet âlimleri bu görüştedirler.
b. Kıraat imamlarından İbn Kesîr, Ebu Amr, Asım’dan Ebubekir, Hamza, Ebu Cafer ve Halef kelimeyi اَرْجُلِكُمْ (ercüliküm) şeklinde ل (lâm) harfinin kesresiyle okumuşlardır. Bu okuyuşu esas alıp kelimeyi “başlar” mânasındaki رؤس (ruûs) kelimesine atfedenler ise âyete “başlarınızı ve ökçelere kadar ayaklarınızı meshedin” (Mâide 5/6) anlamı vererek, ayakların meshedilmesinin farz olduğunu kabul etmişlerdir. Nitekim Şiiler bu okuyuşu esas alarak ayakları meshetmekle iktifa ederler.
Ancak Allah Resûlü (s.a.s.)’in bu husustaki tatbikâtını haber veren rivayetlere bakıldığında, bunların daha çok Ehl-i Sünnet’in tercih ettiği görüşü desteklediği görülür. Rivayetlerden biri şöyledir:
“Osman b. Affân (r.a.) bir su kabı istedi, ondan iki eline su döküp onları üç defa yıkadı. Sonra ağzına ve burnuna su verdi, sonra yüzünü üç defa yıkadı, sonra kollarını dirseklere kadar üç defa yıkadı, sonra başını meshetti, sonra her bir ayağını üçer defa yıkadı. Sonra da: «Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in bu şekilde abdest aldığını gördüm» dedi.” (Buhârî, Vudû 28; Müslim, Tahâret 3)
Ayrıca Peygamber Efendimiz’in, ayaklarını güzelce yıkamamış ve ökçelerinde biraz kuru kalmış kimseler hakkında: “O ökçelerin ateşten vay haline!” (Buhârî, Vudû 29; Müslim, Taharet 25) buyruğu ayakları yıkamanın farz olduğuna bir delil teşkil etmektedir.
Üstelik, eğer kasıt “meshetmek” olsaydı âyette ayaklarla ilgili “topuklara kadar” ifadesinin kullanılmasına gerek kalmazdı. Bu da farzın esasının “yıkamak” olduğuna ve “mesh”in buna dayanması lazım geldiğine işaret etmektedir. Hâsılı ayaklar hakkında “yıkamak” emri açık, “mesh” emri ise kapalıdır. Peygamberimiz, abdest alırken çıplak olan ayaklarını yıkamak (bk. Buhârî, Vudû, 7, 29; Müslim, Tahâret 4, 18), abdestli olarak giydiği mestler üzerine meshetmek (bk. Müslim, Tahâret 73; Ebû Dâvûd, Tahâret 12) şeklindeki tatbikatıyla âyette kastedilen muradı beyân etmiştir.
Allah Resûlü (s.a.s.), abdest almanın faziletiyle alakalı olarak şöyle buyurur:
“Müslüman bir kul abdest alır ve yüzünü yıkarsa, gözleri ile bakarak işlediği her günah, abdest suyu veya suyun son damlasıyla yüzünden akar gider. İki elini yıkadığında, elleriyle tutarak işlediği her günah, abdest suyu veya suyun son damlasıyla ellerinden çıkar gider. Ayaklarını yıkadığı zaman, ayaklarıyla yürüyerek işlediği her günah, abdest suyu veya suyun son damlasıyla ayaklarından çıkar gider. Neticede bu kimse, günahlardan arınmış olur.” (Müslim, Tahâret 32; Tirmizî, Tahâret 2/2)
Bir diğer hadis-i şerif de şöyledir:
“Şüphesiz ki benim ümmetim, kıyamet gününde, abdest izlerinden dolayı yüzleri nurlu, elleri ve ayakları parlak olarak çağrılacaktır. Nûrunu artırmaya gücü yeten kimse bunu yapsın.” (Buhârî, Vudû’ 3; Müslim, Tahâret 35)
Âyette beyân edilen ikinci husus “cünüplükten temizlenmek”, yani gusül abdesti almaktır. Rüyada veya uyanıkken meninin fışkırarak çıkması, meni çıkmasa bile erkek ve kadının cinsel uzuvlarının birleşmesi sebebiyle meydana gelen abdestsizlik hâline “cünüplük” denilir. Cünüp olan kişi, niyet etmeli, ağzını ve burnunu üçer kez su verip çalkalamalı ve bedeninin tamamını temiz bir şekilde yıkamalıdır.
Abdest ve guslü su ile yıkayarak almak, suyun bulunup mazeretin bulunmadığı haller için geçerlidir. Eğer gerekli araştırmalar yapıldıktan sonra gerçekten su bulunamazsa yahut hastalık veya yolculuk suyu aramaya mâni ya da var olan suyu kullanmaya engel olursa, o zaman abdest veya gusül yerine “teyemmüm almak” yani niyetle birlikte temiz bir toprağa elleri sürüp, onunla yüzleri ve kolları meshetmek yeterlidir. Buna göre âyetteki “hastalık ve yolculuk” kayıtları, suyu bulmaya veya kullanmaya mâni olan özürleri; “tuvaletten gelmek veya cinsî münasebette bulunmak” kaydı, abdesti veya guslü gerektiren sebepleri; “suyu bulamamak” kaydı ise bunların yerine teyemmümün geçerli olma şartını göstermektedir.[1]
Mü’minlerin temizlik ve ibâdet hayatıyla alakalı bu ilâhî emirlerden maksat, kullara bir baskı yapmak, onları sıkıntı ve zahmete koşmak değil; bilakis onları, tertemiz kılmak, maddî manevî, görünür görünmez pisliklerden ve günahlardan temizlemek ve onlara nimetini tamamlamaktır. Bunun da hedefi, kulların kendilerine bunca nimeti veren, onları sahipsiz olarak kendi hallerine bırakmayan Allah’ı tanımaları ve O’na gereği gibi şükretmeleridir.
Kuşeyrî (r.h.), Allah’ın mü’minleri temizlemek ve onlara olan nimetini tamamlamak istemesiyle alakalı şu açıklamayı yapmaktadır:
“Allah ismetiyle sizin zahirinizi günahtan, rahmetiyle de kalplerinizi gafletten; sırrınızı şekilleri mülâhazadan, yine zahirinizi gereksiz meşguliyetlerin dişleri arasına düşmekten temizlemek ister. Bir gruba nimetin tamamlanması nefislerini kurtarmak iledir. Diğer bir gruba nimetin tamamlanması ise onları nefislerinden kurtarmak iledir. İki grup arasında ne kadar fark vardır. Yine nimetin tamamlanması, akıbetin güzel olmasıdır. Eğer bir insan iman ve irfan vasfına sahip olarak dünyadan çıkabilirse hakiki saadeti tamamlanmış ve en temiz nimetlere nâil olmuş olur. Hakiki mânada nimetin tamamlanması ise nimet vereni müşâhede etmektir. Zira herkes bir şekilde nimet elde edebilir. Fakat herkes o nimeti vereni göremez. Bu sebeple onun tamam olması, nimet vereni görebilmek olarak değerlendirilmiştir.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 252-253)
Nîsâbûrî (r.h.) şöyle der: “Kalbin temizliği, onun Allah’tan başkasından yüz çevirmesidir. Sırrın temizliği, müşâhededir. Gönlün temizliği recâ ve kanâattır. Rûhun temizliği hayâ ve heybettir. Karnın temizliği, helâl yemek, haram ve şüpheli yiyeceklerden sakınmaktır. Bedenin temizliği, şehvetleri terk etmek ve pislikleri gidermektir. Ellerin temizliği, haram ve şüpheli şeyleri terk ederek helâl rızık için çalışmaktır. Dilin temizliği zikir ve istiğfardır.”
Bahsedilen bu temizliğe erişebilmek için Allah’a verdiğimiz kulluk sözümüzü yerine getirmemiz lazımdır:
[1] Lems ve teyemmüm için bk. Nisâ 4/43.Kaynak: Ömer Çelik Tefsir

وَاذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ وَم۪يثَاقَهُ الَّذ۪ي وَاثَقَكُمْ بِه۪ٓۙ اِذْ قُلْتُمْ سَمِعْنَا وَاَطَعْنَاۘ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ ﴿٧﴾
Meal 7: Allah’ın size olan nimetlerini ve “İşittik ve itaat ettik!” diyerek verdiğiniz kesin ve bağlayıcı sözü hiç hatırınızdan çıkarmayın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, sînelerde gizli tutulan bütün sırları hakkiyle bilir.
Tefsir:
“Mîsak”, kişinin akit yaparak, sağlam bir şekilde bağlandığı ve yerine getirmeyi taahhüt ettiği söz demektir. Allah’ın mü’minlerden aldığı sözden maksat, Elest bezminde “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Evet, sen bizim Rabbimizsin!” şeklinde verdikleri cevabın gereği olan kulluk sözüdür. (bk. A‘râf 7/172) Bununla birlikte bu misaktan, ashâb-ı kirâm (r.a.)’ın, hoşlarına giden ve gitmeyen bütün durumlarda Allah Resûlü (s.a.s.)’i dinleyip ona itaat edecekleri hususunda verdikleri sözlerin kastedilmiş olması da mümkündür. (bk. Buhârî, Ahkam 43; Müslim, İmare 41-42) Nitekim onların, Akabe gecesindeki ve Hudeybiye’de ağaç altındaki bey‘atleri böyle gerçekleşmiş, Efendimiz’in her bir teklifine “İşittik ve itaat ettik” diye mukabele etmişlerdi. Allah Teâlâ da bunu, bizzat kendine yapılmış bey‘at olarak haber vermiştir. (bk. Fetih 48/10) Ayrıca her bir mü’min, kelime-i şehâdetle beyân ettiği iman ikrarının Allah’a verdiği sağlam bir söz olduğunu bilip, onun gereğini yerine getirmeye çalışmalıdır. Bunlara ilâveten Cenâb-ı Hakk’ın birliğini ve dini hükümlerin doğruluğunu gösteren aklî ve naklî deliller de Allah’ın mü’minlerden aldığı ahit muhtevasında değerlendirilebilir. Öyleyse mü’minler, Allah’a verdikleri kulluk sözünün şuurunu taşıyarak, ister dost ister düşman bütün insanlar nezdinde hak ve adâletin şaşmaz ölçüsü olmalıdırlar:
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ لِلّٰهِ شُهَدَٓاءَ بِالْقِسْطِۘ وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَاٰنُ قَوْمٍ عَلٰٓى اَلَّا تَعْدِلُواۜ اِعْدِلُوا۠ هُوَ اَقْرَبُ لِلتَّقْوٰىۘ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ خَب۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ ﴿٨﴾
Meal 8: Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan ve adâletle şâhitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz öfke, sakın sizi adâletsiz davranmaya sevketmesin! Adâletli olun; takvâya en uygunu, en yakışanı budur. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdârdır.
Tefsir:Âyet-i kerîme Allah’ın rızâsını kazanmak için hakkı ayakta tutmayı, doğrunun yanında, haksızın karşısında yer almayı, dost veya düşman kimin hakkında olursa olsun şâhitliği de adâletle yapmayı emretmektedir. Aynı husus biraz değişik ifadelerle Nisâ 4/135. âyette de geçmişti. Fakat orada maksat daha çok sevgi ve iltimas yerlerinde adâleti gözetmek; kendisi ve ana, baba, akrabalar gibi sevdikleri aleyhinde bile olsa doğruyu itiraf edip adâleti yerine getirmekti. Bu âyette maksat ise düşmanlık ve nefret yerlerinde adâleti gözetmek, düşmanın lehinde bile hak ve adâletin gereğini yerine getirmektir. Orada iç siyâset, burada ise dış siyasetle alakalı bir yönlendirme yapılmıştır. O halde mü’minlerin vazifesi, İslâm toplumu içinde ve İslâm toplumunun diğer toplumlarla münâsebetlerinde haksızlığı ortadan kaldırarak, hakkı ve adâleti yerine getirmektir. Çünkü Kur’an’ın ana esaslarından biri, adâlet ilkesine dayalı ve hukukun üstünlüğünün kabul edildiği sosyal bir düzen kurmaktır. Bunu başarabilmek için fertlerin takvâ ölçüleri içinde yetiştirilmesi, onlara Allah’ın bütün yaptıklarından haberdar olduğu inancının yerleştirilmesi ve her şeyden önce bir takvâ toplumunun inşa edilmesi gerekmektedir. Bu takvâ toplumunun temelini, küfürden uzak durup iman ve salih amellere devam etmek oluşturur:

وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِۙ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَاَجْرٌ عَظ۪يمٌ ﴿٩﴾
Meal 9: Allah, iman edip sâlih ameller işleyenlere, günahlarını bağışlayacağını ve onlara pek büyük bir mükâfat vereceğini va‘detmiştir.
Tefsir:
Ebedî kurtuluşun birinci şartı imandır. İman olmadan yapılan sâlih amellerin âhirette hiçbir kıymeti yoktur. İmanla beraber yapılan amel-i sâlihler ise terazinin sevaplar kefesine konacak ve ilâhî ölçülere göre değerlendirmeye tabi tutulacaktır. Allah’ın nimetlerine şükretmek, O’na verdiğimiz kulluk sözümüzü tutmak, dosta düşmana adâletle muamele etmek, takvâ üzere bir hayat yaşamak gibi güzel amellere karşılık Rabbimiz, günahları bağışlayacağını ve kullarını sonsuz nimetlerini sergilediği ve bol bol mükâfatlar hazırladığı cennete girdireceğini vaat etmektedir. Allah’ın varlığını, birliğini ve O’na şükretmenin zaruri olduğunu gösteren âyetleri ve delilleri yalanlayıp yok sayanlar ve inkâr yolunu tutanlar ise şüphesiz ilâhî kahra uğrayacak ve cehennem yâranı olacaklardır.
O halde:
وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَٓا اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْجَح۪يمِ ﴿١٠﴾
Meal 10: İnkâra saplanıp âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar o kızgın, alevli ateşin yoldaşlarıdırlar.
Tefsir:Ebedî kurtuluşun birinci şartı imandır. İman olmadan yapılan sâlih amellerin âhirette hiçbir kıymeti yoktur. İmanla beraber yapılan amel-i sâlihler ise terazinin sevaplar kefesine konacak ve ilâhî ölçülere göre değerlendirmeye tabi tutulacaktır. Allah’ın nimetlerine şükretmek, O’na verdiğimiz kulluk sözümüzü tutmak, dosta düşmana adâletle muamele etmek, takvâ üzere bir hayat yaşamak gibi güzel amellere karşılık Rabbimiz, günahları bağışlayacağını ve kullarını sonsuz nimetlerini sergilediği ve bol bol mükâfatlar hazırladığı cennete girdireceğini vaat etmektedir. Allah’ın varlığını, birliğini ve O’na şükretmenin zaruri olduğunu gösteren âyetleri ve delilleri yalanlayıp yok sayanlar ve inkâr yolunu tutanlar ise şüphesiz ilâhî kahra uğrayacak ve cehennem yâranı olacaklardır.O halde:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
وَلَقَدْ اَخَذَ اللّٰهُ مٖيثَاقَ بَنٖٓي اِسْرَٓائٖلَۚ وَبَعَثْنَا مِنْهُمُ اثْنَيْ عَشَرَ نَقٖيباًؕ وَقَالَ اللّٰهُ اِنّٖي مَعَكُمْؕ لَئِنْ اَقَمْتُمُ الصَّلٰوةَ وَاٰتَيْتُمُ الزَّكٰوةَ وَاٰمَنْتُمْ بِرُسُلٖي وَعَزَّرْتُمُوهُمْ وَاَقْرَضْتُمُ اللّٰهَ قَرْضاً حَسَناً لَاُكَفِّرَنَّ عَنْكُمْ سَيِّـَٔاتِكُمْ وَلَاُدْخِلَنَّكُمْ جَنَّاتٍ تَجْرٖي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۚ فَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذٰلِكَ مِنْكُمْ فَقَدْ ضَلَّ سَوَٓاءَ السَّبٖيلِ ﴿١٢﴾
Meal ﴾12﴿: Andolsun ki Allah İsrâiloğulları’ndan söz almıştı. Onlardan on iki de nakîb (temsilci) göndermiştik. Allah onlara şöyle demişti: “Ben sizinle beraberim. Eğer namazı dosdoğru kılarsanız, zekâtı verirseniz, peygamberlerime iman eder ve onları desteklerseniz, bir de Allah rızası için borç verirseniz andolsun ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi mutlaka altından ırmaklar akan cennetlere koyarım. Artık bundan sonra içinizden kim inkâr ederse kesinlikle doğru yoldan sapmış olur.
فَبِمَا نَقْضِهِمْ مٖيثَاقَهُمْ لَعَنَّاهُمْ وَجَعَلْنَا قُلُوبَهُمْ قَاسِيَةًۚ يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِهٖۙ وَنَسُوا حَظاًّ مِمَّا ذُكِّرُوا بِهٖۚ وَلَا تَزَالُ تَطَّلِعُ عَلٰى خَٓائِنَةٍ مِنْهُمْ اِلَّا قَلٖيلاً مِنْهُمْ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاصْفَحْؕ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنٖينَ ﴿١٣﴾
Meal ﴾13﴿ Ahidlerini bozdukları için onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştiriyorlar. Kendilerine bildirilenlerden (Tevrat) önemli bir kısmını da unuttular. İçlerinden pek azı hariç olmak üzere onlardan daima bir hainlik görürsün. Sen yine de onları affet, hoş gör. Çünkü Allah iyilik edenleri sever.
وَمِنَ الَّذٖينَ قَالُٓوا اِنَّا نَصَارٰٓى اَخَذْنَا مٖيثَاقَهُمْ فَنَسُوا حَظاًّ مِمَّا ذُكِّرُوا بِهٖࣕ فَاَغْرَيْنَا بَيْنَهُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَٓاءَ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِؕ وَسَوْفَ يُنَبِّئُهُمُ اللّٰهُ بِمَا كَانُوا يَصْنَعُونَ ﴿١٤﴾
Meal ﴾14﴿ “Biz hıristiyanız” diyenlerden de sağlam ahidlerini almıştık, ama onlar da kendilerine bildirilenlerden (İncil) önemli bir kısmını unuttular. Bu sebeple aralarına kıyamet gününe kadar sürüp gidecek olan düşmanlığı ve kini soktuk. Allah onlara yapıp ettiklerini ileride haber verecektir.
Tefsir:Yukarıda (7. âyet) Hz. Muhammed’in peygamberliğini tanıyıp ona biat eden müminlerin tasada, kıvançta, güçlükte ve kolaylıkta kısaca her zaman ona itaat edeceklerine dair verdikleri sağlam söz kendilerine hatırlatılmış ve bu sözü yerine getirmeleri hususunda Allah’a karşı saygılı olmaları emredilmişti. Bu âyetlerde ise daha önce yahudi ve hıristiyanlardan da benzeri bir söz alındığı, ancak sözlerinden döndükleri için yahudilerin lânetlendikleri, hıristiyanların da aralarına kıyamet gününe kadar sürüp gidecek olan kin ve düşmanlık sokulduğu hatırlatılarak müslümanların dikkatleri çekilmekte ve eskilerin düştüğü hatayı tekrarlamaktan sakınmaları gerektiğine işaret edilmektedir (mîsâk/ahid hakkında bilgi için bk. Bakara 2/40).
Nakîb kelimesi sözlükte “koruyan, nöbet tutup gözetleyen, bir şeyi araştıran müfettiş, tecrübe olunmuş ve kendisine güvenilir kimse” anlamlarına gelir. Terim olarak “kavmin yönetimi kendisine verilen, toplumun hal ve hareketiyle ilgilenen temsilci” demektir. Bu anlamda başkana ve ordu komutanına da nakîb denilmiştir (İbn Âşûr, VI, 140). Elmalılı’ya göre nakîb, “bir kavmin ahvalini bilen, işlerinin yönetimini ve ihtiyaçlarını karşılamayı üstlenen, durumlarını gözetleyen ve kendisine güvenilen kimse” anlamına gelir; reis ile aynı anlamda değildir (III, 1599).
Yüce Allah İsrâiloğulları’nı din ve ahlâk dışı yollara sapmaktan korumak için on iki İsrâil kabilesinin her birinden bir temsilci seçmesini Hz. Mûsâ’ya emretmişti. Ayrıca kendileriyle beraber olduğunu bildirmek suretiyle onları desteklediğini haber vermiş ve âyette belirtilen dinî ve ahlâkî davranışları sergiledikleri takdirde günahlarını affedeceğini, kendilerini cennete sokacağını, aksine davranışta bulunanların ise doğru yoldan çıkmış olacaklarını bildirmiş ve emirlerini tutacaklarına dair, Hz. Mûsâ aracılığıyla onlardan sağlam söz almıştı.
Kitâb-ı Mukaddes’te bu şahıslar, her biri binlerce kişiden oluşan bir ordunun başı olarak gösterilmiştir: “Ve sizinle beraber her sıpttan (kabile) birer adam olacak; her biri kendi ataları evinin başı olacaktır... Cemaatten çağrılanlar, ataları sıptlarının beyleri, bunlardı; İsrail binlerinin başları idiler” (Sayılar, 1/4, 16).
“Doğru yol” diye tercüme ettiğimiz sevâe’s-sebîl tamlaması “orta, doğru” anlamlarına gelen sevâ kelimesi ile yol anlamına gelen sebîl kelimesinden oluşmaktadır. Tamlama halinde “orta yol” veya “doğru yol” diye tercüme edilebilir. Burada iman yolu doğru yola veya orta yola benzetilmiştir. Âyet, iman edip belirtilen güzel amelleri işleyen kimselerin kurtuluşa ve başarıya götüren doğru yola girmiş olduklarını, inkâr edenlerin de doğru yoldan saptıklarını belirtmekte ve kendilerine dosdoğru yol gösterildikten sonra bu yolda yürüyeceklerine dair Allah’a kesin söz verip de O’nun emir ve yasaklarına uymayanların, doğru yolu bulmuşken ondan sapmış ve onu yitirmiş olacaklarını, bu sebeple büyük bir hataya ve helâke düşeceklerini ifade etmektedir. Nitekim İsrâiloğulları’nın büyük çoğunluğu da zaman içerisinde ihtiraslarına yenik düşerek ahidlerini bozdular, Allah’a verdikleri sözü yerine getirmediler. Bu yüzden Allah onları lânetledi, rahmetinden uzaklaştırıp gazabına uğrattı. Yapıp ettikleri yüzünden kalpleri katılaştı. Artık yapılan nasihatler, verilen öğütler onlara tesir etmez oldu. Dünya tutkusu ruhlarını o derece sardı ki Allah katındaki sorumluluklarını unuttular ve istediklerini yapabilmek için Allah’ın kelâmını tahrif etmeye (bozmaya), değiştirmeye ve keyiflerine göre yorumlamaya başladılar (tahrif hakkında bilgi için bk. Bakara 2/75; Nisâ 4/46). Bu davranış bozukluğu nesilden nesile intikal ederek devam etti ve Hz. Peygamber zamanında da kendini gösterdi. Nitekim Medine yahudileri Hz. Peygamber’in varlığını ortadan kaldırmak için –düşmanla iş birliği dahil– her türlü tuzağı kurmaya teşebbüs etmişlerdir. 13. âyetin, “İçlerinden pek azı hariç olmak üzere onlardan daima bir hainlik görürsün” meâlindeki bölümü bunu açıkça ifade eder. Buna rağmen Hz. Peygamber’e, onlara karşı iyi davranması ve onları affetmesi emredilmiştir. Bu âyetin, Enfâl sûresinin 58. ve Tevbe sûresinin 29. âyetleri ile neshedildiği ileri sürülmüşse de İslâm’ın, affı da bir terbiye metodu olarak değerlendirdiğini, bu kapıyı daima açık tuttuğunu göz önünde bulundurarak âyetlerin neshedilmediğini düşünenlerin görüşü İslâm’ın ruhuna ve Kur’an’ın bütünlüğüne daha uygun düşmektedir.
“Hıristiyanlar” diye tercüme ettiğimiz 14. âyetteki nasârâ kelimesi, Hz. Îsâ’nın tebliğ ettiği ilâhî dinin mensuplarına verilen isimdir. Yaygın yoruma göre Hz. Îsâ’nın doğduğu köyün ismi olan Nâsıra’dan dolayı bunlar nasrânî (çoğulu nasârâ) olarak adlandırılmışlardır (ayrıca bk. Bakara 2/62; Âl-i İmrân 3/52-53).
Önceki âyetlerde, verdikleri sözü yerine getirmeyen yahudilerin durumları anlatıldıktan sonra 14. âyette de hıristiyanların durumları ele alınmış ve peygamberleri vasıtasıyla Allah’ın onlardan da benzeri bir söz aldığı bildirilmiştir. Hıristiyanlar Hz. Îsâ’ya biat ederek her konuda kendisine itaat edeceklerine dair söz vermişlerdi. Ancak sözlerinde durmadılar, verilen emirleri unutup Allah’ın sözlerini işlerine geldiği gibi yorumladılar. Böylece kıyamet gününe kadar devam etmek üzere aralarına ayrılık, kin ve düşmanlık tohumlarını saçmış oldular. Bu sebeple Hıristiyanlık içinde ortaya çıkan çeşitli mezheplerin mensupları arasında asırlarca şiddetli savaşlar cereyan etti. Nitekim XX. yüzyılda yaşanan dünyanın en kanlı iki savaşı da –din dışı sebeplere dayansa bile– yine hıristiyanlar arasında başlamış daha sonra dünyaya yayılmıştır. Âyetten anlaşıldığına göre –burada belirtilen kusurda ısrar ettikleri takdirde– hıristiyanlar arasındaki bu ihtilâf ve düşmanlık kıyamet gününe kadar devam edecektir.
Âyetin son bölümü, Allah’a verdikleri sözden dönerek onun âyetlerini işlerine geldiği gibi yorumlayanların, bu yaptıklarının cezasını çekecekleri uyarısında bulunmaktadır. Ayrıca âyette işaret yoluyla hıristiyanlar arasındaki bu ihtilâflardan müslümanların da ibret almaları istenmiş, benzer yanlışlıklara sapmaları halinde kendilerinin de bu tür bölünme ve çatışmalar içine düşeceklerine dikkat çekilmiştir.

 
Kurban
Beiträge: 1.014
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010

zuletzt bearbeitet 24.04.2024 | Top

   

Maide Süresi Meal Ve Tefsiri 15-33
Maide Süresi Meal Ve Tefsiri 1-5

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz