Maide Süresi Meal Ve Tefsiri 1-5
Nüzulu:ᅠMushaftaki sıralamada 5., iniş sırasına göre 112. sûredir. Fetih sûresinden sonra, Tevbe’den önce Medine’de nâzil olmuştur. Medine döneminde bir defada indiğine ve son inen sûrelerden olduğuna dair rivayetler bulunmakla birlikte (Tirmizî, “Tefsîr”, 6/20; Müsned, II, 176; VI, 455; Hâkim, Müstedrek, II, 311), bu rivayetlerin gerek sûrenin ihtiva ettiği konulara gerekse sûre içindeki âyetlerin iniş sebebiyle ilgili bilgilere uygun düşmediğini savunan Ateş’e göre sûre, Medine döneminde uzun bir zaman dilimi içerisinde peyderpey inmiş, ancak Hz. Peygamber’in hayatının sonlarında tertip edilmiş olması sebebiyle tamamının bir defada indiği sanılarak bu rivayetler ortaya çıkmıştır (II, 448). Gösterilen gerekçeler incelendiğinde bu görüşün daha isabetli olduğu anlaşılmaktadır.
ᅠ112-115. âyetlerde söz konusu edilen ve havârilerin isteği üzerine Hz. Îsâ’nın gökten bir “yemek sofrası” (mâide) indirilmesi için dua etmesi dolayısıyla Mâide adını almıştır. Dinin ikmal edilmesinden ve bunun mânevî nimet olmasından kinaye olarak bu adın verildiğini kabul edenler de vardır. Ayrıca 1. âyette akidlerin yerine getirilmesi emredildiği için “ukd” (akidler), okuyanları azap meleklerinin elinden kurtaracağı için “münkıze” (kurtarıcı) ve dinî hükümler çeşitli âyetlere serpiştirildiği için “muba‘sire” adları da verilmiştir (Kurtubî, VI, 30; Elmalılı, III, 1543; Nihad Çetin, “Mâide”, İA, VII, 197).3
Konusu:Sûrede özetle şu mevzular ele alınmaktadır:
› Müslümanların dinî, içtimaî, iktisadî ve siyasî hayatlarını tanzim eden düzenlemelere yer verilir. Bu bağlamda akitlerin yerine getirilmesi, Allah’ın hacla ve bunun dışındaki hususlarla ilgili koymuş olduğu dinî nişânelere saygı duyulması, Kâbe’ye gelen hacılara karşı girişilecek her türlü müdahalenin yasaklanması sözkonusu edilir. Haram ve helâl olan yiyeceklerle alakalı kesin hükümler konur. Bu hususta İslâm’dan önce mevcut olan yanlış telakki ve uygulamalar kaldırılır. Ehl-i kitabın kestiklerini yeme ve iffetli hür kadınlarıyla evlenme izni verilir. Abdest, gusül ve teyemmümle ilgili hükümler; isyan, toplumun huzurunu bozma, hırsızlık ve kısası gerektiren hususlarla ilgili cezalar bildirilir. İçki içmek, kumar oynamak, putlara tapmak, fal oklarıyla iş yapmak tamamen yasaklanır. Yemin kefareti açıklanır ve şâhitlikle alakalı yeni hükümlere yer verilir.
› Hâkim duruma geçen müslümanlar, iktidarın kendilerini bozması tehlikesine karşı ikaz edilip, adâlete bağlı kalmaları, kendilerinden önce geçen kitap ehlinin hatalarına düşmemeleri, onları dost ve sırdaş edinmemeleri konusunda tekrar tekrar uyarılır. Bunu başarabilmek için de Allah ve Rasûlü’nün öğrettiklerini, emir ve yasaklarını titizlikle gözetmeleri emredilir.
› Yahudiler, ısrarla sürdürdükleri yanlış tavırlarına karşı ikaz edilir ve sırat-ı müstakim olan İslâm yoluna tabi olmaya çağrılır. Hz. Âdem’in iki oğlunun kıssası bağlamında Hz. Peygamber Efendimiz ve ashâbı hakkında öldürme planlarından vazgeçilmesi ve Allah katında insanın hayatının ehemmiyeti hususuna özel bir vurgu yapılır. Aynı şekilde Hıristiyanların da içine düştükleri yanlış inançlar açıkça belirtilerek, onlara da Allah Resûlü (s.a.s.)’in rehberliğini kabul etmeleri konusunda uyarıda bulunulur. İşin ciddiyetini göstermek üzere de kıyamet gününde peygamberlerin bile zor anlar yaşayacağı ilâhî hesaptan bir tablo arzedilir. Netice olarak bütün insanlar göklerin, yerin ve her şeyin sahibi olan Allah’a kulluğa davet edilir.
Fazileti:ᅠAbdullah b. Amr b. Âs’ın şöyle dediği rivayet edilir: “Hz. Peygamber bineği üzerinde iken ona Mâide sûresi indi. (O sıradaki ruh halinden dolayı) binek onu taşıyamadı, bunun üzerine Hz. Peygamber bineğinden indi” (Müsned, II, 176). Sûrenin bir defada indiği görüşünde olanları destekleyen bir rivayete göre Esmâ binti Yezîd şöyle demiştir: “Ben Hz. Peygamber’in devesi Adbâ’nın yularını tutuyordum, o anda Hz. Peygamber’e Mâide sûresinin tamamı nâzil oldu. Sûrenin ağırlığından neredeyse devenin bacakları kırılacaktı” (Müsned, VI, 455).
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَوْفُوا بِالْعُقُودِۜ اُحِلَّتْ لَكُمْ بَه۪يمَةُ الْاَنْعَامِ اِلَّا مَا يُتْلٰى عَلَيْكُمْ غَيْرَ مُحِلِّي الصَّيْدِ وَاَنْتُمْ حُرُمٌۜ اِنَّ اللّٰهَ يَحْكُمُ مَا يُر۪يدُ ﴿١﴾
Meal 1: Ey iman edenler! Yaptığınız anlaşmaları tam olarak yerine getirin. Harâm olduğu size bildirilen ve bildirilecek olanların dışındaki hayvanların eti size helâl kılındı. Ancak ihramlı iken avlanmanız helâl değildir. Şüphesiz Allah, dilediği hükmü verir.
Tefsir:“Yaptığınız anlaşmalar” diye tercüme edilen اَلْعُقُودُ (ukûd), “akd” kelimesinin çoğuludur. “Akd” sözlükte “ipin iki ucunu birbirine bağlamak, sağlam bağ ve düğüm” gibi mânalara gelir. Bundan hareketle “belgeye bağlanmış anlaşma”ya akit denilmiştir. Burada gerek fertler arasında, gerek fertle toplum arasında, gerek toplumlar ve devletler arasında gerekse adak ve yemin gibi kul ile Allah arasında bağlayıcı olan ve yerine getirilmesi gereken bütün sözleşmeler kastedilmiştir. Mü’minler, bu sözleşmelerin gereği neyse onu tam olarak yerine getirmekle mesuldürler. Kur’ân-ı Kerîm, tarafların dinî ve etnik kimliklerine bakmaksızın sözleşmelere riâyet etmelerini mü’minlere emrederek, sözleşmelerin bağlayıcı olmasının hukukun temel niteliklerinden biri olduğunu ortaya koymuştur. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), bütün akitlerle birlikte, gayri müslimlerle yapmış olduğu akitlerin yerine getirilmesine de son derece önem vermiştir. (bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 325)
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz, işlenen bir kısım günahların ve bunlar içinde de ahdi bozmanın sebep olacağı feci akıbetleri şöyle haber verir: “Bir toplumda hile ve sahtekârlık baş gösterirse Allah onların kalplerine korku salar. Bir cemiyette zina yaygınlaşırsa, orada ölümler artar. Bir kavim ölçü ve tartıyı eksik tutarsa orada rızık darlığı baş gösterir. Bir kavimde adâletsizlik yaygınlaşırsa orada kanlı hâdiseler artar. Ve bir millet ahdini bozarsa Allah onlara düşmanı musallat eder.” (Muvatta, Cihad 26)
Eşyada aslolan mübâhlıktır, helâlliktir. Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyye ile haram kılınanlar haricinde bütün hayvanların etleri helâldir. اَلْبَه۪يمَةُ (behîme), karada ve denizde yaşayan dört ayaklı hayvanları ifade eden bir kelimedir. اَلُأنْعَامُ (en‘âm) ise deve, sığır, koyun ve keçi gibi evcil hayvanları (bk. En‘âm 6/142-144), bunlarla birlikte ceylan, geyik ve benzeri gibi eti yenen yabani hayvanları da içine alır. Pençeli ve yırtıcı hayvanlar ile at, eşek ve katır gibi tek tırnaklı hayvanlar ise bu gruba dâhil değildir. Etlerinin yenmesi haram kılınan hayvanlar bu sûrenin 3. âyetinde sayılmaktadır. Peygamber Efendimiz de: “Yırtıcı hayvanlardan azı dişli olan her bir hayvan haramdır” (Buhârî, Sayd 29; Müslim, Sayd 15) ve benzeri beyânlarıyla eti yenmesi haram olan diğer hayvanları haber vermiştir. Hac ve umrede ihramlı iken kara hayvanlarını avlamak haram kılınmış, deniz hayvanlarını avlamak ise serbest bırakılmıştır. (bk. Mâide 6/96) İhramlı olanların, ihramlı olmayanlar tarafından avlanan kara hayvanlarının etinden yemesinde ise bir sakınca görülmemiştir.
Şimdi ise İslâm’ın bir kısım önemli alametlerine ve bunlara karşı saygılı olmak gerektiğine işaret etmek üzere şöyle buyruluyor:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تُحِلُّوا شَعَٓائِرَ اللّٰهِ وَلَا الشَّهْرَ الْحَرَامَ وَلَا الْهَدْيَ وَلَا الْقَلَٓائِدَ وَلَٓا آٰمّ۪ينَ الْبَيْتَ الْحَرَامَ يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنْ رَبِّهِمْ وَرِضْوَانًاۜ وَاِذَا حَلَلْتُمْ فَاصْطَادُواۜ وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَاٰنُ قَوْمٍ اَنْ صَدُّوكُمْ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اَنْ تَعْتَدُواۢ وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰىۖ وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْاِثْمِ وَالْعُدْوَانِۖ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعِقَابِ ﴿٢﴾
Meal 2: Ey iman edenler! Allah’ın dîninin alâmetlerine, haram aylara, Kâbe’ye hediye edilen kurbanlık hayvanlar ile onların boyunlarına takılan gerdanlıklara, Rablerinin lutuf ve rızâsını isteyerek Beyt-i Harâm’a gelenlere sakın saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktığınız zaman isterseniz avlanabilirsiniz. Mescid-i Harâm’ı ziyaretinizi engellediler diye bir topluluğa duyduğunuz öfke, sakın sizi onlara karşı saldırganlık yapmaya sevk etmesin. İyilik ve takvâda birbirinizle yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta ise yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir.
Tefsiri:Âyet-i kerîme Dubey‘a oğullarından Hutam hakkında inmiştir. Adı Şurayh b. Dubey‘a el-Kindî idi. Hutam, Yemâme’den Medine-i Münevvere’ye Peygamber (s.a.v.)’i görmeye gelir. Yanındaki atlıları Medine dışında bırakarak yalnız başına Efendimiz’in huzuruna girer ve: “İnsanları neye davet ediyorsun?” diye sorar. Allah Resûlü (s.a.s.): “Allah’ın tek ilâh olduğuna şehâdet etmeye, namazı kılmaya, zekâtı vermeye” buyurur. Efendimiz’in davetini kabul etmiş görünerek: “Ancak, kabilem içinde kendilerine danışmadan karar veremeyeceğim büyüklerim var, ben onlara geri döneyim, belki müslüman olur, onları da size getiririm” der ve oradan ayrılır. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ashâbına, Hutam yanına girdiğinde: “Yanınıza şeytanın diliyle konuşan bir adam girdi”; çıktığında da: “Bu adam sizin yanınıza kâfir yüzüyle girmişti, bir zalimin çıkışıyla çıktı. Bu adam müslüman filân değil” buyurmuştu. Nitekim Hutam Medine’den çıkarken Medinelilerin otlamak üzere dışarı saldıkları hayvanlarını sürüp götürür. müslümanlar peşine düşerlerse de kaçıp kurtulur, yakalayamazlar. Daha sonra Allah Resûlü (s.a.s.) Umretu’l-kazâ[1] için Mekke-i Mükerreme’ye girdiğinde Yemâme hacılarının telbiyesini işitir ve ashâbına: “Bunlar Hutam ve arkadaşları” buyurur. Hutam, Medinelilere ait olup da gasbederek götürdüğü hayvanları hacda kurban olmak üzere nişanlamış ve Ka’be’de kurban edilmek üzere getirmiştir. Efendimiz’in yanında bulunan müslümanlar Hutam’ı yakalamak üzere ona doğru harekete geçince bu âyet-i kerîme nâzil olur. (Vâhidi, s. 19; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VI, 78-79)
Âyet-i kerîmede genelde Allah’ın bütün emirlerine, özel olarak da hac ve umre ile alakalı bir kısım alâmet ve işaretlere saygı gösterilmesi, hürmetsizlik edilmemesi istenir. اَلشَّعَائِرُ (şe‘âir), alâmet, işaret ve nişan gibi mânalara gelen اَلشَّع۪يرَةُ (şa‘îre) kelimesinin çoğuludur. “Allah’ın şe‘âiri”, Cenâb-ı Hakk’ın kullardan yerine getirmelerini istediği dinî mükellefiyetler, ibâdet ve taatlere işaret eden alâmetlerdir. Mesela ihram, mîkatler, cemreler, Safa ve Merve, Meş‘ar-i Haram, Arafe, tavaf ve sa‘y[2], kurban, tıraş olma ve ihramdan çıkma gibi durumlar hac ve umre için birer nişânedir.
“Haram ay”, savaşın haram olduğu aydır. Hicrî takvime göre bunlar Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır. اَلْهَدْيُ (hedy), Allah’a mânen yaklaşmak için veya bir cinâyetten dolayı kefâret olarak kesilmek üzere Harem-i Şerif’e götürülen veya gönderilen kurbana denir. اَلْقَلَائِدُ (kalâid), gerdanlık mânasındaki اَلْقِلَادَةُ (kılâde) kelimesinin çoğuludur. Harem-i Şerif’e gönderilen kurbanların boyunlarına, kurbanlık olduğunun bilinmesi ve onlara saldırılmaması için bağlanan nesnelere bu isim verilir. Aynı zamanda boyunlarına gerdanlık takılmış olan kurbanlıklara da “kalâid” denilir.
Bütün bunlara lâyık oldukları hürmet gösterilmeli; Allah’tan dünyaya ait bir ticaret ve O’nun hoşnutluğunu arzulayarak Kâbe’yi ziyaret etmek isteyenlere de mâni olunmamalıdır. Ziyaretlerine müsaade edilmeli, özellikle hac aylarında asayişin korunmasına çok daha dikkat gösterilmelidir.
Âyetin, “Mescid-i Haram’ı ziyaretinizi engellediler diye bir topluluğa duyduğunuz öfke, sakın sizi onlara karşı saldırganlık yapmaya sevk etmesin. İyilik ve takvâda birbirinizle yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta ise yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir” (Mâide 5/2) kısmı, mü’minleri daima itidalli olmaya, haksızlıktan uzak durmaya; günah, zulüm ve düşmanlıkların önünü almaya ve hep iyilik ve takvâda yardımlaşmaya yönlendirmektedir. Nitekim müşrikler hicretin 6. yılında umre için Mekke’ye gelen müslümanları engelleyerek şehre sokmamışlar, Kabe’yi tavaf etmelerine müsaade etmemişlerdi. Ancak bir yıl sonra müslümanların Kâbe’yi tavaf etmelerine izin verileceği hükmünü içeren Hudeybiye Antlaşması yapıldı. Âyetten anlaşıldığına göre müşriklerin müslümanlara karşı hasmane tutumları ve bu arada onları büyük bir hasretle arzuladıkları Kabe ziyaretinden engellemeleri bazı müslümanları intikam alma düşüncesine sevk etmiş, müslümanlar Mekke’yi fethederek oranın yönetimini ellerine geçirince bazı kimseler daha önce kendilerine kötülük etmiş olanları cezalandırmak ve yapılan kötülüklere misillemede bulunmak istemişlerdi. Ancak âyet, bu hâdisenin müslümanların zulüm yapmalarına bir gerekçe olamayacağını bildirmiş, onları af ve iyilik yolunu tutmaya teşvik etmiştir.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de ümmetini her hâlükârda iyilik ve yardım etmeye çağırarak: “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et!” buyurmuştur. “Ey Allah’ın Rasûlü! Kardeşim mazlum ise yardım ederim, zalim ise nasıl yardım edeyim?” diye sorulunca da: “Onu zulmetmekten engellersin, senin ona yardımın budur” cevabını vermiştir. (Buhârî, Mezâlim 4)
Allah Teâlâ, bu âyette iyilik üzere yardımlaşmaya teşvikte bulunup bunu, kendisine karşı takvâlı olmakla birlikte zikreder. Takvâda Allah’ın rızâsı, iyilik de ise insanların rızâsı vardır. Dolayısıyla Allah’ın rızâsı ile insanları hoşnut etmeyi bir araya getirebilenler, tam mânasıyla huzur ve mutluluğu yakalama imkânı bulurlar. İyilik ve takvâ üzere yardımlaşmak çeşitli şekillerde olabilir. Mesela âlim ilmi ile, zengin malıyla insanlara yardımcı olur. Yiğit olan kimse de Allah yolunda gösterdiği kahramanlıkla yardımcı olur. Hâsılı müslümanlar, hayatın her alanında birbirini destekleyen ve birbirine yardım eden iki el gibi olmalıdırlar.
[1] Umretu’l-kaza: Resûlullah (s.a.s.) ashabıyla birlikte hicretin altıncı yılı Hudeybiye seferinin gerçekleştiği sene yapamadıkları, ancak bir yıl sonra yedinci yılda kaza ederek yaptıkları umre.
[2] Mîkat: İhrama girilen yerler. Cemre: Minâ’da şeytan taşlamak üzere atılan taşlar. Tavaf: İbadet kastıyla Kâbe’nin etrafında dönme. S‘ay: Safâ ile Merve arasında yürüyüş.Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
حُرِّمَتْ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةُ وَالدَّمُ وَلَحْمُ الْخِنْز۪يرِ وَمَٓا اُهِلَّ لِغَيْرِ اللّٰهِ بِه۪ وَالْمُنْخَنِقَةُ وَالْمَوْقُوذَةُ وَالْمُتَرَدِّيَةُ وَالنَّط۪يحَةُ وَمَٓا اَكَلَ السَّبُعُ اِلَّا مَا ذَكَّيْتُمْ وَمَا ذُبِحَ عَلَى النُّصُبِ وَاَنْ تَسْتَقْسِمُوا بِالْاَزْلَامِۜ ذٰلِكُمْ فِسْقٌۜ اَلْيَوْمَ يَئِسَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ د۪ينِكُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِۜ اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ د۪ينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَت۪ي وَرَض۪يتُ لَكُمُ الْاِسْلَامَ د۪ينًاۜ فَمَنِ اضْطُرَّ ف۪ي مَخْمَصَةٍ غَيْرَ مُتَجَانِفٍ لِاِثْمٍۙ فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿٣﴾
Meal 3: Size şunlar haram kılındı: Kendiliğinden ölen murdar hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkasının adına kesilen hayvanlar, henüz canı çıkmadan yetişip şartına uygun tarzda kestikleriniz dışında boğularak, bir şey vurularak, yukarıdan yuvarlanarak, boynuzlanarak yahut yırtıcı bir hayvan tarafından parçalanarak ölen hayvanlar, putlara ait sunaklarda kesilen hayvanlar ve zar atarak, kumar oynayarak elde edilen etler, yiyecekler. Bunları yemek, Allah’ın yolundan çıkmaktır. Bugün artık kâfirler dîninizi söndürmekten ve sizi dinden döndürmekten ümitlerini kesmiş durumdadırlar. O halde onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim. Ancak kim açlıktan bunalıp çaresiz kalırsa, günaha meyletmeksizin haram olan bu etlerden yiyebilir. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Tefsir:
Bu âyet-i kerîmede etleri yenmesi haram olan hayvanlar sayılmaktadır. Bunlar:
Kendiliğinden yani usûlüne uygun olarak kesilmeden ölen hayvan ki, buna leş denilir. Allah Resûlü (s.a.s.), balığı bu hükümden istisnâ etmiştir. (Ebû Dâvûd, Tahâret 41)
Kan. En‘âm sûresinin 145. âyetinde bunun “akmış kan” olduğu açıklanmıştır. Bazı müşrikler hayvanın kesilince akan kanlarını bağırsaklara doldurur ve kızartıp misafirlerine yedirirlerdi.
Domuz eti. Yine En‘âm sûresi 145. âyette domuz eti yasaklanırken “muhakkak ki o pistir” buyrulmuş ve domuzun bizzat kendisinin pis olduğu bildirilmiştir.
Allah’tan başkası adına boğazlanan hayvan. Müşrikler putların ve cinlerin adını anarak hayvanları kesiyorlardı. Bu şekilde kesilen hayvan tıbbî açıdan değil dinî sebeplerle murdar sayılmıştır. Hayvanları yaratan ve onları bir nimet olarak insanın emrine veren Allah olduğu halde, onları Allah’tan başkasının adına kesmek büyük bir zulüm ve şirktir. Böyle kesilen hayvan manevî ve hukukî bakımdan pis ve haramdır.
Gerek takıldığı iple, gerek elle, gerek ağaç veya taş arasına sıkışarak herhangi bir sebeple nefesi sıkışarak boğulup ölen hayvan.
Ağaç parçası ve taş gibi öldürücü şeylerle yakından veya uzaktan vurulup öldürülen hayvan.
Yüksekten aşağı yuvarlanarak veya atılarak yahut bir kuyuya, bir suya düşerek ölen hayvan. Bir başka hayvan tarafından boynuzlanarak öldürülmüş hayvan.
Yırtıcı hayvanlar tarafından yakalanıp parçalanarak ölen hayvan. “Yırtıcı hayvanlardan” maksat, parçalayıcı sivri dişleri bulunan arslan, kaplan, kurt, köpek ve benzeri gibi saldıran, kapan, yırtan ve öldüren hayvanlardır. Pençesi bulunan yırtıcı kuşlar da buna dâhildir.
Bu son beş maddede sayılan hayvanlara eğer henüz ölmeden kavuşulur, şartlarına uygun olarak kesilir ve kanları akıtılırsa etleri helâl olur. Dikili taşlar üzerinde kesilen hayvan. Câhiliye döneminde Kâbe’nin etrafında dikilmiş taşlar vardı. Bunlara nusub (çoğulu: ensâb) denilirdi. Putlar için kurbanlar bunların üzerinde kesilir ve Kâbe’ye saygı niyetiyle kanları bu taşların Beytullâh’a bakan yönlerine sürülürdü. İslâm bu maksatla kesilen hayvanların etini de haram kılmıştır.
Fal oklarını atmak suretiyle taksim edilen et. Âyet-i kerîmede taksimat yaparken fal oklarının kullanılmasının haram kılındığı bildirilmiş olmakla birlikte maksat bu oklarla paylaşılan etin haram kılınmış olmasıdır. Çünkü sözün gelişi, yenilmesi haram olan etlerle alakalıdır. Câhiliye döneminde putlar için kesilen hayvanın parasını kimin vereceğine ve etinin nasıl dağıtılacağına fal oku çekilerek karar verilirdi. Böyle bir taksimat bir tür kumar sayılacağı için âyet-i kerîme bu eti de haram kılmış ve bunları yemenin doğru yoldan sapma olduğunu haber vermiştir.
Fakat ölmekten korkacak derecede aç ve zor durumda kalan kimse, zaruret miktarını geçmemek veya kendisi gibi çaresiz durumda olan birinin elinden almamak şartıyla haram kılınan bu etlerden yiyebilir. Çünkü zaruretler haramları mübah kılar. Sonsuz mağfiret ve merhamet sahibi olan Allah, bu tür zaruri durumlar sebebiyle kullarına merhamet eder ve onları cezalandırmaz.
Âyetin, “Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim” (Mâide 5/3) kısmı, Hz. Âdem’den beri toplumların ihtiyaçlarına göre teşri edilegelen İslâm dininin Peygamber Efendimiz’le beraber kemâle erdiğini haber vermektedir. Hayatın bütün alanlarını tanzim eden itikat, ibâdet, ahlâk ve muamelât hükümleriyle, mükemmel teşrî usûlü ve içtihat kanunlarıyla İslâm, Allah katında tek makbul dindir. Hz. Muhammed (s.a.s.)’e gelen İslâm, önceki dinleri neshetmiştir. Fakat kendisinin, bildirdiği helâl ve haramların neshedilme ihtimali kalmamıştır.
Cenâb-ı Hak, böylece mü’minlere olan nimetini tamamlamış, dinine uygun yaşadıkları nispette onlara başarı nasip etmiştir. Nitekim asr-ı saadette Peygamberimiz ve ashâbı, büyük bir mücadele ve sabırdan sonra Mekke’yi fethederek Kâbe’yi rahatça tavaf edebilme imkânı elde etmişler, böylece giderek gelişen siyasî, içtimaî, iktisâdi ve hukukî bir güç haline gelmişlerdir. Rabbimizin bizim için seçip razı olduğu İslâm’ı öğrenme ve yaşama nispetinde de, üzerimizde bulunan bu ilâhî nimetin tamamlanma müjdesine nâil olma, zafer ve galibiyet günlerini yakalama ihtimali devam edecektir.
Peygamber Efendimiz’in verdiği şu misal, İslâm’ın Resûlullah (s.a.s.)’in gönderilmesiyle birlikte kemâle ermesini daha açık bir şekilde izah eder: “Benden önceki peygamberler ile benim durumum şu misalde olduğu gibidir: Bir adam görkemli bir bina inşa eder. Onu güzelleştirir, süsler ve tamamlar. Fakat köşelerden birinde bir kerpici eksik bırakır. İnsanlar onu gezip dolaşırlar ve çok beğenirler. Ancak «Şuraya bir kerpiç konsaydı da tamam olsaydı» derler. İşte ben, o mükemmel binayı tamamlayan kerpiç gibiyim.” (Buhârî, Menâkıb 18; Müslim, Fedail 22)
Allah Teâlâ’nın İslâm’ı kendi zâtı için seçmesiyle alakalı olarak da Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur: “Cibrîl (a.s.) bana Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu söyledi: «İslâm dini zâtım için seçtiğim bir dindir. Ona ancak cömertlik ve güzel ahlâk yakışır. müslüman olarak yaşadığınız sürece bu iki hasletle ikrâm ediniz.»” (Kenzü’l-Ummâl, VI, 392)
Dinin kemâle erdiğini haber veren bu âyet-i kerîme o kadar mânidardır ki, yahudilerden bir adam Hz. Ömer’e gelerek: “Ey mü’minlerin emîri! Kitâbınız da okuduğunuz öyle bir âyet var ki eğer o biz yahudi toplumuna inseydi biz o günü mutlaka bayram ilan ederdik” der. Hz. Ömer (r.a.): “Bahsettiğin âyet hangisidir?” diye sorunca, yahudi: “«Bugün sizin için dîninizi kemâle erdirdim...» âyetidir” (Mâide 5/3) diye cevap verir. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle buyurur: “Biz bu âyetin Peygamber (a.s.)’a nâzil olduğu günü ve yeri biliyoruz. Bu âyet, Cuma günü Resûlullah (s.a.v.) Arafat’ta iken nâzil olmuştur.” (Buhârî, İman 33; Müslim, Tefsir 5) Hz. Ömer böyle cevap vermek sûretiyle o günün bizim için de bayram olduğuna işaret etmiştir.Haram olan etler ve yiyecekler bildirildikten sonra şimdi de bir kısım helâllere yer verilmektedir:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
يَسْـَٔلُونَكَ مَاذَٓا اُحِلَّ لَهُمْۜ قُلْ اُحِلَّ لَكُمُ الطَّيِّبَاتُۙ وَمَا عَلَّمْتُمْ مِنَ الْجَوَارِحِ مُكَلِّب۪ينَ تُعَلِّمُونَهُنَّ مِمَّا عَلَّمَكُمُ اللّٰهُۘ فَكُلُوا مِمَّٓا اَمْسَكْنَ عَلَيْكُمْ وَاذْكُرُوا اسْمَ اللّٰهِ عَلَيْهِۖ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ سَر۪يعُ الْحِسَابِ ﴿٤﴾
Karşılaştır 4: Rasûlüm! Senden, kendilerine nelerin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: “Size bütün iyi ve temiz şeyler helâl kılındı. Allah’ın size öğrettiği bilgi ile eğittiğiniz avcı hayvanların, sizin için yakaladıklarını yiyin ve ava gönderirken üzerlerine Allah’ın ismini anın. Allah’a karşı gelmekten sakının; çünkü Allah, hesâbı pek çabuk görendir.
Tefsir::Dinin haram kılmadığı, insan aklının ve fıtratının da iyi ve temiz gördüğü bütün yiyecekler helâldir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in özelliklerini anlatan bir âyet-i kerîmede: “O Peygamber temiz ve hoş olan bütün yiyecek ve içecekleri onlara helâl, kötü ve pis olan şeyleri ise onlara haram kılmaktadır” (A‘râf 7/157) buyrulur.
Âyette geçen اَلْجَوَارِحُ (cevârih) kelimesi bütün yırtıcı ve parçalayıcı hayvanları ifade eden bir kelime olmakla birlikte, burada avlanmak üzere eğitilmesi mümkün olanları kastedilir. اَلْمُكَلِّبُ (mükellib), yırtıcı hayvanları eğiten ve onlara av peşinde gitmeyi öğreten kimse demektir. Bu kelimenin köpek mânasına gelen “kelb”den türetilmesi, köpeğin eğitilmeye en müsait hayvan olmasındandır. Buna göre kara hayvanlarından pars, kaplan ve köpek; kuşlardan da doğan, kartal, şahin, atmaca ve akbaba gibi yırtıcı hayvanların, eğitildikleri takdirde, yakaladıkları avların eti helâldir. Bu maksatla eğitilmiş olan hayvanların beslenmesi ve alınıp satılması da helâldir. Âyetin “ava gönderirken üzerlerine Allah’ın ismini anın” (Mâide 5/4) kısmı, eğitilmiş hayvanın av üzerine salıverilirken besmele çekilmesi yani بِسْمِ اللّٰهِ (bismillah) denilmesinin gerekliliğini ifade eder. Bu sebeple Hanefi mezhebine göre besmele çekilmeden salıverilen hayvanın yakaladığı avın eti helâl değildir. Nitekim bu hususta Ebû Sa‘lebe (r.a.) şöyle bir hâdise nakleder:
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e: “Ya Nebiyyallah! Ben Ehl-i kitap arasında yaşıyorum. Onların kaplarından yemek yememiz câiz midir? Bazan arazide ok atarak, bazan de eğitilmiş veya eğitilmemiş köpeğimle avlanıyorum. Bunlardan hangisini yiyebilirim?” dedim. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
Ehl-i kitabın kaplarından başka kap bulursanız onların kaplarından yemeyin. Ama başka kap bulamazsanız, yıkadıktan sonra onlarda yemek yiyebilirsiniz. Okunla avladığına gelince, atarken “bismillah” dediysen yiyebilirsin. Avın peşine gönderirken Allah’ın adını andıysan eğitilmiş köpeğin tuttuğunu da yiyebilirsin. Eğitilmemiş köpeğin yakaladığına gelince onu boğazlamaya yetişebildiğin takdirde yiyebilirsin.” (Buhârî, Zebâih 4; Müslim, Sayd 8)
Ehl-i kitabın kestikleri etleri ve pişirdikleri yemekleri yemek ve kadınlarıyla evlenmek konusunu açıklamak üzere buyruluyor ki:
اَلْيَوْمَ اُحِلَّ لَكُمُ الطَّيِّبَاتُۜ وَطَعَامُ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ حِلٌّ لَكُمْۖ وَطَعَامُكُمْ حِلٌّ لَهُمْۘ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنَ الْمُؤْمِنَاتِ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ اِذَٓا اٰتَيْتُمُوهُنَّ اُجُورَهُنَّ مُحْصِن۪ينَ غَيْرَ مُسَافِح۪ينَ وَلَا مُتَّخِذ۪ٓي اَخْدَانٍۜ وَمَنْ يَكْفُرْ بِالْا۪يمَانِ فَقَدْ حَبِطَ عَمَلُهُۘ وَهُوَ فِي الْاٰخِرَةِ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ۟ ﴿٥﴾
Karşılaştır 5: Bugün size bütün iyi ve temiz şeyler helâl kılındı. Ehl-i kitabın yiyeceği size helâl, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. İffetinizi korumanız, zinâ etmemeniz, gizli dost edinmemeniz şartıyla ve mehirlerini verdiğiniz takdirde hür ve iffetli mü’min kadınlar ile sizden önce kitap verilmiş olanların hür ve iffetli kadınları size helâldir. Her kim inanılması gereken kâideleri inkâr ederse, onun bütün amelleri boşa gider ve o âhirette kesin olarak zarara uğrayanlardan olur.
Tefsir:Ehl-i kitabın kestikleri ve pişirdikleri yemekler müslümanlara, müslümanlarınki de onlara helâldir. Fakat yemeklerine İslâm’ın haram kıldığı domuz eti, haram içecekler ve benzeri şeyler katarlarsa bunun helâl olmayacağı açıktır. Yani onların kestiği hayvanın ve pişirdiği yemeğin malzemelerinin dinin helâl saydığı şeylerden olması gerekir.
Âyette geçen اَلْمُحْصَنَاتُ (muhsanât) kelimesi terim olarak, “evli, iffetli ve hür kadınlar” mânasında kullanılır. Bu kelime Kur’ân-ı Kerîm’de bazan bu mânalardan sadece “evli” (bk. Nisâ 4/24), bazan sadece “hür” ve bazan de sadece “iffetli” (bk. Nisâ 4/25) anlamında kullanılır. Bazan de ikisini veya üçünü birlikte içerir. Burada ise “hür ve iffetli” mânasına geldiği görülmektedir. Burada Kur’an’a inanmış mü’minlerden ve Ehl-i kitaptan bu vasıfta olan kadınlarla evlenebilmenin şartları beyân edilmektedir. Bunlar: