Kehf Süresi Meal Ve Tefsiri 60-80
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِفَتٰيهُ لَٓا اَبْرَحُ حَتّٰٓى اَبْلُغَ مَجْمَعَ الْبَحْرَيْنِ اَوْ اَمْضِيَ حُقُباً ﴿٦٠﴾
﴾60﴿ Bir vakit Mûsâ genç adamına, “Ta iki denizin birleştiği yere varmadıkça yahut (bu yolda) senelerce yürümedikçe durup dinlenmeyeceğim” demişti.
فَلَمَّا بَلَغَا مَجْمَعَ بَيْنِهِمَا نَسِيَا حُوتَهُمَا فَاتَّخَذَ سَبٖيلَهُ فِي الْبَحْرِ سَرَباً ﴿٦١﴾
﴾61﴿ Her ikisi, iki denizin birleştiği yere varınca balıklarını (yoklamayı) unuttular. Balık denizde yolunu tutup gitmişti.
Tefsir
Farklı görüşler bulunmakla beraber müfessirlerin çoğuna göre, kıssada geçen Mûsâ’dan maksat, İsrâiloğulları’na peygamber olarak gönderilmiş ve kendisine Tevrat verilmiş olan Hz. Mûsâ’dır (bilgi için bk. Bakara 2/51 vd.). Delikanlının da Hz. Yûsuf’un torunlarından Yûşâ b. Nûn olup Hz. Mûsâ’nın kız kardeşinin oğlu olduğu rivayet edilir. Uzun süre Hz. Mûsâ’nın hizmetinde bulunmuş, ondan ilim almış ve onun vefatından sonra yine bir peygamber olarak İsrâiloğulları’nın yönetimini üslenmiştir. Bazı kaynaklarda yüz on (veya yüz yirmi) sene yaşadığı ve Hz. Mûsâ’dan sonra yirmi yedi (veya yirmi dokuz) sene İsrâiloğulları’nı yönettiği belirtilmektedir (İbn Âşûr, XIII, 360; Ahmet Suphi Fuat, “Yûşa’”, İA, XIII, 443).
Kıssada geçen ve Hz. Mûsâ’ya ledünnî ilim (gayb ilmi) hakkında bilgi veren üçüncü şahsın kimliğine dair Kur’an’da bilgi verilmemiş olup, sadece 65. âyette “kullarımızdan biri” şeklinde geçmektedir. Ancak müfessirlerin çoğunluğu bu şahsın Hızır aleyhisselâm olduğu görüşündedir (bk. Râzî, XXI, 149; Şevkânî, III, 336). Hızır’ın ledünnî ilme sahip olduğu şüphesiz olmakla birlikte, peygamber olup olmadığı kesin olarak bilinmemektedir. Bu kıssadaki olayları, Hz. Mûsâ’nın Hızır’a tâbi olmasını, ondan ilim almasını ve kıssada geçen bazı âyetleri, özellikle 82. âyetteki, “Ben bunu kendiliğimden yapmadım” ifadesini nazarı itibara alarak Hızır’ın peygamber olduğunu iddia eden âlimler çoğunluktadır. Diğerleri ise onun peygamber değil velî olduğunu kabul ederler (Râzî, XXI, 148).
Hızır aleyhisselâmın âb-ı hayat içtiği için kıyamete kadar yaşayacağını söyleyenlere karşı müfessirlerin çoğunluğu, “Senden önce de hiçbir beşere ebedîlik vermedik” (Enbiyâ 21/34) meâlindeki âyete ve diğer aklî ve naklî delillere dayanarak onun öldüğünü söylemişlerdir (Elmalılı, V, 3260). Hızır’ın maddî âlemde değil misal âleminde bulunduğunu söyleyenler de vardır (bk. Tehânevî, I, 415).
Resûlullah’ın olayla ilgili tamamlayıcı bilgiler verdiği bir açıklamasında bildirdiğine göre, bir gün Hz. Mûsâ İsrâiloğulları’na hitap ederken kendisine, “İnsanların en bilgini kimdir?” diye sorulur, o da “Allah bilir” demesi gerekirken “benim” diye cevap verir. Bunun üzerine yüce Allah ona, “İki denizin birleştiği yerde bir kulum var. O senden daha bilgindir” diye vahyeder. Hz. Mûsâ, “Rabbim, onu nasıl bulabilirim?” deyince de Allah, “Bir balık al, sepete koy; balığı nerede yitirirsen işte kulum oradadır” diye cevap verir.
Mûsâ aleyhisselâm, emredileni yapıp yardımcısı Yûşâ b. Nûn ile birlikte yola koyulurlar. İki denizin birleştiği yerdeki bir kayanın yanına geldiklerinde başlarını koyup uyurlar. Balık sepetten atlayıp denizde yüzmeye başlar. Uyandıktan sonra Yûşâ balığın kaybolduğunu farkeder, fakat Mûsâ’ya haber vermeyi unutur. O gün ve bütün gece giderler. Sabah olunca Mûsâ yardımcısına, “Yiyeceğimizi getir. Gerçekten yolculuğumuz yüzünden yorgun düştük” der. Yûşâ bir gün önce kayanın dibinde uyuyup uyandıklarında balığın kaybolduğunu farkettiğini, ancak durumu Mûsâ’ya haber vermeyi unuttuğunu söyler. Mûsâ, “İşte bizim aradığımız yer orasıydı” der ve hemen geri dönerler, uyudukları yere gelerek Hızır ile buluşup tanışırlar. Hz. Mûsâ Hızır’a ondan ilim öğrenmek için geldiğini söyleyince, Hızır “Sen benimle beraberliğe sabredemezsin” der. Mûsâ da, “İnşallah, beni sabreder bulacaksın. Senin emrine de karşı gelmem” diye cevap verir. Hızır, “Eğer bana tâbi olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma!” diye uyarıda bulunur.
Derken bir gemi gelir, gemiye biner binmez Hızır geminin tahtalarından birini söküp çıkartır. Mûsâ ona kötü bir iş yaptığını söyler. Hızır, “Sana, benimle beraberliğe sabredemezsin demedim mi?” der. Mûsâ verdiği sözü unuttuğunu söyleyerek özür diler. Sahile çıktıklarında Hızır, sahilde oyun oynayan çocuklardan birini öldürür. Mûsâ ona, mâsum bir cana kıymanın kötü bir davranış olduğunu hatırlatır. Hızır, “Sana benimle beraberliğe sabredemezsin demedim mi?” der. Mûsâ, “Bundan sonra sana bir şey sorarsam bir daha benimle arkadaşlık etme” diye cevap verir ve artık mazeret gösteremeyeceğini söyler. Nihayet bir köye gelirler ve köy halkından yiyecek isterler. Fakat köy halkı onları misafir etmez. Köyde yıkılmak üzere olan bir duvar görürler. Hızır duvarı düzeltir. Mûsâ, “Onlar bizi misafir etmediler ... dileseydin, bu yaptığına karşılık onlardan bir ücret alırdın” der. Hızır, Hz. Mûsâ’nın son müdahalesinin artık ayrılma sebebi olduğunu, yolculukları esnasında yaptıklarının sebeplerini anlatacağını bildirir. Bunlar 79-82. âyetlerde bildirilen sebeplerdir. Resûlullah buyurmuştur ki: “Allah, Mûsâ’ya rahmet eylesin. Ne olurdu sabretseydi de Allah onların haberlerini bize daha çok anlatsaydı (geniş bilgi için bk. Buhârî, “Tefsîr”, 18/2; Müslim, “Fezâil”, 170-172).
Bu olayın nerede ve ne zaman meydana geldiğine dair gerek Kur’an’da gerekse hadiste açıklayıcı bilgi olmadığı gibi, âyette sözü edilen iki denizin de hangileri olduğuna dair bir açıklık yoktur. Bunların Akdeniz’le Kızıldeniz veya Hazar denizi ile Karadeniz olduğu, yahut Nil nehrinin Sudan’daki iki kolu olan Beyaz Nil ile Mavi Nil olabileceği yahut Ürdün nehri ile Kızıldeniz veya daha başka denizler olabileceği ifade edilmiştir.
Bir başka yoruma göre “iki deniz” burada mecazi mânada kullanılmıştır. Bunlardan biri Hz. Mûsâ diğeri de Hızır’dır. Çünkü Mûsâ zâhir ilminin, Hızır da bâtın ilminin denizidir. İbn Abbas’tan böyle bir rivayet nakledilmekle birlikte müfessirler bu rivayetin sahih olmadığı kanaatindedirler.
Mevdûdî olayı farklı bir açıdan değerlendirmektedir. Ona göre olayın ayrıntıları göz önünde bulundurulacak olursa iki şey ortaya çıkmaktadır: 1. Bu olaylar Mûsâ aleyhisselâmın peygamberliğinin ilk yıllarında gösterilmiş olmalıdır; çünkü bu tür şeyler, peygamberlerin ilk döneminde eğitim ve öğretim için gereklidir. 2. Bu kıssa, Mekkeli müminleri rahatlatmak için anlatıldığına göre, İslâm’ın ilk dönemlerinde Mekkeli müşriklerin müminlere yaptığı işkencelerin bir benzeri ile İsrâiloğulları’nın da Hz. Mûsâ’nın peygamberliğinin ilk döneminde karşılaştığı sonucuna varılabilir. Bu iki noktaya dayanılarak bu olayın Firavun’un İsrâiloğulları’na uyguladığı işkencenin en şiddetli olduğu ve bu dönemde Hz. Mûsâ’nın Sudan’a yaptığı yolculuk esnasında gerçekleştiği söylenebilir. Bu takdirde iki denizin birleştiği yer de Mavi Nil ile Beyaz Nil’in birleştiği bugünkü Hartum şehri olur (III, 166).
Tarihî ve coğrafî bilgiler ışığında “mecma‘u’l-bahreyn”den maksadın Süveyş körfezi ile Akabe körfezinin birleştiği yer olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü Hz. Mûsâ’nın Hızır’ı araması olayı onun İsrâiloğulları’nı Mısır’dan çıkarıp Sina dağına götürmesi ve burada vahiy almasından sonra vuku bulmuştur. Sina dağına ve Sina çölüne en yakın iki deniz ise Süveyş ve Akabe körfezleridir. Bunun dışındaki görüşler çok uzak ihtimallerdir (Celal Kırca, “Mecma‘u’l-bahreyn”, DİA, XXVIII, 256).
Kıssa, Hz. Mûsâ ile ilgili olmasına rağmen Tevrat’ta yer almamıştır; bununla birlikte İsrâiloğulları arasında biliniyor olması gerekir. Nitekim yahudi efsanesinde bunun benzeri olan İlyâs ile Yeşua ben Levi kıssası vardır ki muhtemelen o kıssa, Kur’an’da hak olarak anlatılan bu kıssanın bozulmuş şeklidir.
Bazı müsteşrikler, Kur’an’da anlatılan bu kıssanın Gılgamış destanından, İskender hikâyesinden ve yahudi efsanesinden veya Grek mitolojisindeki Glaukos (İlyada) hikâyesinden kaynaklanmış olduğunu ileri sürmüşlerdir (bk. A. J. Wensinck, “Hızır”, İA, V, 458). Ancak bu efsanelerdeki şahsiyet, Kur’an’daki Hızır’dan ziyade halk inançlarındaki Hızır’a benzemektedir. Ayrıca bu hikâyelerdekinin aksine, gerek Kur’an’da gerekse sahih hadislerde Hızır’ın ölümsüzlüğe mazhar olduğuna dair en küçük bir işaret yoktur (geniş bilgi için bk. İlyas Çelebi-Süleyman Uludağ, “Hızır”, DİA, XVII, 406-411).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 568-572
فَلَمَّا جَاوَزَا قَالَ لِفَتٰيهُ اٰتِنَا غَدَٓاءَنَاؗ لَقَدْ لَقٖينَا مِنْ سَفَرِنَا هٰذَا نَصَباً ﴿٦٢﴾
﴾62﴿ Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ genç adama, “Yiyeceğimizi getir. Gerçekten şu yolculuğumuz yüzünden yorgun düştük” dedi.
قَالَ اَرَاَيْتَ اِذْ اَوَيْنَٓا اِلَى الصَّخْرَةِ فَاِنّٖي نَسٖيتُ الْحُوتَؗ وَمَٓا اَنْسَانٖيهُ اِلَّا الشَّيْطَانُ اَنْ اَذْكُرَهُۚ وَاتَّخَذَ سَبٖيلَهُ فِي الْبَحْرِࣗ عَجَباً ﴿٦٣﴾
﴾63﴿ Genç, “Gördün mü, dedi, o kayanın yanında konakladığımız zaman balığı unuttum! Onu sana söylemeyi bana unutturan, şeytandan başkası değildir.” Balık, şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti.
قَالَ ذٰلِكَ مَا كُنَّا نَبْغِࣗ فَارْتَدَّا عَلٰٓى اٰثَارِهِمَا قَصَصاًۙ ﴿٦٤﴾
﴾64﴿ Mûsâ, “İşte aradığımız bu idi” dedi. Hemen izleri üzerine geri döndüler.
Tefsir
Müfessirler genellikle bu kayanın deniz kenarında bulunan herhangi bir kaya olduğunu ifade etmiş olmakla birlikte, Elmalılı kaya ile deniz arasında geniş bir mesafenin varlığına işaret eden 71. âyeti dikkate alarak bunun Kudüs’te belirli bir kaya olduğu kanaatine varmıştır (V, 3259). Ancak âyette balığın süzülüp denize girdiği açıkça ifade edildiğine göre kayanın deniz kenarında bir yerde olması gerekir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 572
فَوَجَدَا عَبْداً مِنْ عِبَادِنَٓا اٰتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِنْدِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْماً ﴿٦٥﴾
﴾65﴿ Derken, kullarımızdan birini buldular ki ona katımızdan bir rahmet vermiş ve ona nezdimizden bir ilim öğretmiştik.
Tefsir
“Ona nezdimizden bir ilim öğretmiştik” meâlindeki cümle, Hızır’a öğretilmiş olan ilmin özel bir ilim olduğunu ifade eder. Tefsirciler, kıssadaki âyetlerden hareketle bunun “gayb ve sır ilmi” olduğunu söylemişlerdir. Allah Teâlâ tarafından olağan üstü yollarla öğretildiği için İslâmî literatürde bu ilme söz konusu âyetin lafzından hareketle ledünnî ilim denilmiştir. Bu mânada peygamberlere vahyedilen ilimlerin tamamı ledünnî ilim olmakla birlikte, âyetteki anlatım tarzı ve hadislerdeki açıklamalar, Hızır’a öğretilmiş olan ilmin peygamberlere verilenden farklı ve bu mânada özel bir ilim olduğunu gösterir. Nitekim yukarıda özet olarak zikredilen hadiste Hızır aleyhisselâm, “Ey Mûsâ! Ben Allah’ın ilminden bir ilme sahibim ki sen onu bilmezsin; onu bana Allah öğretti” diyerek buna işaret etmiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 18/2; Müslim, “Fezâil”, 170-172).
Tefsircilere göre Hz. Mûsâ’nın ilminden maksat, onun hükümleri bilmesi ve zâhir ile fetva vermede yetkin olmasıdır. Hızır’ın ilmi ise eşyanın bâtınını (iç yüzü) bilmektir, dolayısıyla buna, “bâtın ilmi” veya “hakikat ilmi” de denmiştir. Elmalılı şöyle der: “... Ledünnî ilim, fikrî gayretle elde edilmeyip Allah tarafından, sırf Allah vergisi olan kutsî bir kuvvenin tecellisidir. Eserden müessire, vicdandan vücuda doğru giden bir ilim değil, müessirden esere, vücuttan vicdana gelen vasıtasız bir ilimdir. Nefsin gerçeğe ulaşması değil gerçeğin nefiste meydana çıkmasıdır. Doğrudan doğruya bir keşiftir” (V, 3262).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 572
قَالَ لَهُ مُوسٰى هَلْ اَتَّبِعُكَ عَلٰٓى اَنْ تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْداً ﴿٦٦﴾
﴾66﴿ Mûsâ ona, “Senin öğrendiğin doğruya ulaştıran bilgiden bana da öğretmen için sana tâbi olayım mı?” dedi.
قَالَ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَطٖيعَ مَعِيَ صَبْراً ﴿٦٧﴾
﴾67-68﴿ O kul, “Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin, (iç yüzünü) kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredersin?” dedi.
وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلٰى مَا لَمْ تُحِطْ بِهٖ خُبْراً ﴿٦٨﴾
﴾68﴿ O kul, "Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin, (iç yüzünü) kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredersin?" dedi.
قَالَ سَتَجِدُنٖٓي اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ صَابِراً وَلَٓا اَعْصٖي لَكَ اَمْراً ﴿٦٩﴾
﴾69﴿ Mûsâ, “İnşallah sen beni sabreder bulacaksın. Senin sözünden dışarı çıkmam” dedi.
قَالَ فَاِنِ اتَّبَعْتَنٖي فَلَا تَسْـَٔلْنٖي عَنْ شَيْءٍ حَتّٰٓى اُحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْراًࣖ ﴿٧٠﴾
﴾70﴿ O da, “Eğer bana tâbi olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma!” diye tembih etti.
فَانْطَلَقَاࣞ حَتّٰٓى اِذَا رَكِبَا فِي السَّفٖينَةِ خَرَقَهَاؕ قَالَ اَخَرَقْتَهَا لِتُغْرِقَ اَهْلَهَاۚ لَقَدْ جِئْتَ شَيْـٔاً اِمْراً ﴿٧١﴾
﴾71﴿ Bunun üzerine birlikte yürüdüler. Kıyıya ulaşıp gemiye bindikleri zaman o kul gemiyi deldi. Mûsâ, “İçindekileri boğmak için mi onu deldin? Gerçekten sen çok kötü bir iş yaptın!” dedi.
قَالَ اَلَمْ اَقُلْ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَطٖيعَ مَعِيَ صَبْراً ﴿٧٢﴾
﴾72﴿ Kul, “Ben sana, sen benimle beraberliğe sabredemezsin, demedim mi?” dedi.
قَالَ لَا تُؤَاخِذْنٖي بِمَا نَسٖيتُ وَلَا تُرْهِقْنٖي مِنْ اَمْرٖي عُسْراً ﴿٧٣﴾
﴾73﴿ Mûsâ, “Unuttuğum şeyden dolayı beni paylama ve işimi çıkmaza sokma!” dedi.
فَانْطَلَقَاࣞ حَتّٰٓى اِذَا لَقِيَا غُلَاماً فَقَتَلَهُۙ قَالَ اَقَتَلْتَ نَفْساً زَكِيَّةً بِغَيْرِ نَفْسٍؕ لَقَدْ جِئْتَ شَيْـٔاً نُكْراً ﴿٧٤﴾
﴾74﴿ Yine yola koyuldular. Nihayet bir gence rastladıklarında, o kul hemen onu öldürdü. Mûsâ dedi ki: “Mâsum bir insanı, bir cana karşılık olmaksızın katlettin ha! Gerçekten sen fena bir şey yaptın!”
قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكَ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَطٖيعَ مَعِيَ صَبْراً ﴿٧٥﴾
﴾75﴿ O kul, “Sana, benimle beraber olmaya asla sabredemezsin dememiş miydim? dedi.
قَالَ اِنْ سَاَلْتُكَ عَنْ شَيْءٍ بَعْدَهَا فَلَا تُصَاحِبْنٖيۚ قَدْ بَلَغْتَ مِنْ لَدُنّٖي عُذْراً ﴿٧٦﴾
﴾76﴿ Mûsâ, “Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam artık bana arkadaşlık etme! Bu takdirde hakikaten benden yana mazeretin sonuna ulaşmış olursun” dedi.
فَانْطَلَقَاࣞ حَتّٰٓى اِذَٓا اَتَيَٓا اَهْلَ قَرْيَةٍۨ اسْتَطْعَمَٓا اَهْلَهَا فَاَبَوْا اَنْ يُضَيِّفُوهُمَا فَوَجَدَا فٖيهَا جِدَاراً يُرٖيدُ اَنْ يَنْقَضَّ فَاَقَامَهُؕ قَالَ لَوْ شِئْتَ لَتَّخَذْتَ عَلَيْهِ اَجْراً ﴿٧٧﴾
﴾77﴿ Yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındı. Derken orada yıkılmak üzere bulunan bir duvarla karşılaştılar, o hemen onu doğrulttu. Mûsâ, “Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alırdın” dedi.
قَالَ هٰذَا فِرَاقُ بَيْنٖي وَبَيْنِكَۚ سَاُنَبِّئُكَ بِتَأْوٖيلِ مَا لَمْ تَسْتَطِـعْ عَلَيْهِ صَبْراً ﴿٧٨﴾
﴾78﴿ O cevap verdi: “İşte bu, beraberliğimizin sona ermesidir. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereceğim” dedi.
اَمَّا السَّفٖينَةُ فَكَانَتْ لِمَسَاكٖينَ يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ فَاَرَدْتُ اَنْ اَعٖيبَهَا وَكَانَ وَرَٓاءَهُمْ مَلِكٌ يَأْخُذُ كُلَّ سَفٖينَةٍ غَصْباً ﴿٧٩﴾
﴾79﴿ “Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu delerek kusurlu hale getirmek istedim. (Çünkü) onların gideceği yerde her (sağlam) gemiyi gaspetmekte olan bir kral vardı.
وَاَمَّا الْغُلَامُ فَكَانَ اَبَوَاهُ مُؤْمِنَيْنِ فَخَشٖينَٓا اَنْ يُرْهِقَهُمَا طُغْيَاناً وَكُفْراًۚ ﴿٨٠﴾
﴾80﴿ Gence gelince, onun anne babası mümin kimselerdi; gencin onları sonunda azgınlık ve nankörlüğe düşürmesinden korktuk.
Tefsir
Kıssada geçen “suçsuz bir insanın öldürülmesi”ni hiçbir ilâhî din onaylamaz. Halbuki âyetlerden anlaşıldığına göre Hızır bunları kendiliğinden değil ilâhî emir gereği olarak yapmıştır. Bu takdirde peygamberlere gönderilen ilâhî emirlerle Hızır’a verilen ilâhî emirler arasında bir çelişki görülmüyor mu? Bu durumda Hz. Mûsâ Hızır’ın açıklamasıyla nasıl ikna olmuştur? Bazı müfessirler bu emirlerin, bir şahsın zengin, diğerinin fakir ve birinin hasta, diğerinin sağlıklı olmasını takdir edip bu sonucu yaratan Allah’ın emirleriyle aynı gruptan olduğunu kabul etmişlerdir. Bu takdirde Hızır’ın Allah’ın emirlerini uygulayan bir melek olduğu veya insanlar için belirlenen sınırlarla bağımlı olmayan başka bir varlık olduğu sonucuna varmışlardır (Mevdûdî, 171 vd.). Bir diğer yoruma göre de bu soruya iki türlü cevap verilebilir: 1. Hz. Mûsâ’nın yoruma itiraz etmemesinden anlaşıldığına göre, onun mâsum zannettiği kimse çocuk değil, işlediği suçlardan dolayı öldürülmesi gereken ergin bir gençtir. 2. Hızır aleyhisselâm bunu kendiliğinden değil Allah’ın emriyle yaptığını söylemiştir; Mûsâ’nın itiraz etmemesinin sebebi de budur. Çünkü bu sözüyle Hızır, istisnaî hallerde özel bir şeriatla gönderilmiş bir peygamber olduğunu anlatmak istemiştir. Bundan dolayı o çocuğu öldürmesi olayı genel kurala aykırı olmakla beraber, Hızır için özel bir vahye dayanmaktadır. Hz. Mûsâ’yı Hızır aleyhisselâmdan ayıran en önemli nokta da budur (Şevkânî, III, 342; Elmalılı, V, 3272).
Bizim bu son yoruma katılmamız mümkün değildir; çünkü Allah’ın sünnet, âdet, ahlâk ve evrensel şeriatına ters düşmektedir. Bu olayın mâkul yorumu şöyle olabilir: a) İdamı gerektiren suçlar işlemiş ve bu yüzden öldürülmüştür. b) Eceli gelmiş, Hızır Allah’ın iradesi ile ölüm meleğinin rolünü üstlenmiştir. Sonuçta gencin ölmesi, ana ve babasını onun kötülüklerinden kurtarmıştır. Ledünnî ilmin İslâm’daki yeri ve değerini özetlemek gerekirse: Allah’tan gelen, vasıtasız elde edilen bilgiler İslâmî epistemolojide vahiy ve ilham olmak üzere ikiye ayrılır. Bunların ikisi de Allah katından (ledün) gelir, vahiy objektif ve genel, ilham sübjektif ve özeldir. Allah peygamberlerine gerekli gördüğünde sır ve gayba ait bilgi de verir, ama ilhama mazhar olan velîlerine vahyetmez. Bu sebeple ilham alanı, vahiy alandan üstün görmek isabetli olmaz. Temsilî olması da mümkün bulunan bu kıssadan anlaşılacağı gibi ilham belli konulara ait ve özel bilgi olup meşruiyeti, geçerliliği, doğruluğu vahiy yoluyla alınan bilgilere uygun olmasına bağlıdır.
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 573-574
Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen |