Enam Süresi Meal Ve Tefsiri 17-35
وَاِنْ يَمْسَسْكَ اللّٰهُ بِضُرٍّ فَلَا كَاشِفَ لَهُٓ اِلَّا هُوَؕ وَاِنْ يَمْسَسْكَ بِخَيْرٍ فَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدٖيرٌ ﴿١٧﴾
﴾17﴿ Eğer Allah seni bir zarara uğratırsa onu kendisinden başka giderecek yoktur; ve eğer sana bir hayır verirse bilesin ki O her şeye kādirdir.
وَهُوَ الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِهٖؕ وَهُوَ الْحَكٖيمُ الْخَبٖيرُ ﴿١٨﴾
Meal :﴾18﴿ O, kullarının üstünde tam bir tasarrufa sahiptir. O hakîmdir, her şeyden haberdardır.
Tefsir:Hayır ve şerrin Allah’tan olduğu şeklindeki Ehl-i sünnet itikadını destekleyen bu âyetlere göre hastalık, yoksulluk gibi insanlara elem veren ve istenmeyen durumlar da sağlık ve zenginlik gibi arzu edilen durumlar da Allah’ın kudreti dahilinde olup Allah bir kimseye bunlardan birini veya ötekini takdir ederse bunu önleyecek, takdire karşı koyabilecek hiçbir güç yoktur. Allah’tan gelebilecek zararı da faydayı da ancak dilerse yine kendisi önler. İnsanlar ne dilerse dilesin, sonunda yine O’nun dilediği olur. O’nun her şeye gücü yeter ve O kulları üzerinde tam bir hâkimiyete, karşı konulamaz bir kudrete sahiptir. Ayrıca O, tam bir hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olduğu için kimlerin fayda veya zarara müstahak olduğunu bilir; herkesin her halinden haberi olur ve hakîm olmasının bir sonucu olarak herkese, haline münasip ne ise onu verir, dolayısıyla hiç kimseye haksızlık etmez.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 384-385
قُلْ اَيُّ شَيْءٍ اَكْبَرُ شَهَادَةًؕ قُلِ اللّٰهُ شَهٖيدٌ بَيْنٖي وَبَيْنَكُمْ وَاُو۫حِيَ اِلَيَّ هٰذَا الْقُرْاٰنُ لِاُنْذِرَكُمْ بِهٖ وَمَنْ بَلَغَؕ اَئِنَّكُمْ لَتَشْهَدُونَ اَنَّ مَعَ اللّٰهِ اٰلِهَةً اُخْرٰىؕ قُلْ لَٓا اَشْهَدُۚ قُلْ اِنَّمَا هُوَ اِلٰهٌ وَاحِدٌ وَاِنَّنٖي بَرٖٓيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَۘ ﴿١٩﴾
Meal:﴾19﴿ De ki: “Hangi şahidin şahitliği daha güvenilirdir?” De ki: “Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur’an bana, hem sizi hem de ulaştığı herkesi onunla uyarmam için vahyedildi. Yoksa siz Allah ile beraber başka tanrılar olduğuna şahitlik mi ediyorsunuz?” De ki: “Ben buna şahitlik etmem.” De ki: «O, ancak bir tek Allah’tır; ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden kesinlikle uzağım.”
Tefsir.İlk cümlenin harfî tercümesi “Şahitlik bakımından hangi şey daha büyüktür?” şeklindedir. Ancak biz, Zemahşerî’nin getirdiği yorumu (II, 7) esas alarak anlamayı kolaylaştırmak için söz konusu cümleyi “Hangi şahidin şahitliği daha güvenilirdir?” şeklinde çevirmeyi uygun bulduk. Bundan önceki âyetlerde ağırlıklı olarak Allah Teâlâ’nın zât ve sıfatlarıyla ilgili deliller üzerinde durulmuştu. Bu âyette ise Hz. Muhammed’in risâletinin ispatına geçilerek bu hususta en büyük şahidin kim olduğu sorusuna –cevabın açıklığından dolayı– hemen “Benimle sizin aranızda Allah şahittir” cevabı verilmiştir. Vâhidî’nin, bu âyetin inmesine sebep olduğunu kaydettiği bir rivayete göre (Esbâbü’n-nüzûl, s. 160; el-Vecîz, I, 347) Mekke ileri gelenleri Resûlullah’a hitaben “Ey Muhammed, söylediklerinle ilgili olarak hiç kimsenin seni tasdik ettiğini görmedik. Hatta yahudilere ve hıristiyanlara sorduk; onlar, senin ismin veya niteliklerinle ilgili olarak kendi kitaplarında ve dinlerinde herhangi bir bilgi olmadığını söylüyorlar. Bize, senin Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik edecek birini göster” demişler, bunun üzerine yukarıdaki âyet nâzil olmuştur.
“Bu Kur’an bana, hem sizi hem de ulaştığı herkesi onunla uyarmam için vahyedildi” meâlindeki ifade, Hz. Peygamber’in ve Kur’an-ı Kerîm’in bütün insanlığa gönderildiğini, dolayısıyla İslâm’ın evrensel bir din olduğunu göstermektedir. Bu âyet, insanları hem Allah’ın birliğine hem de Hz. Muhammed’in peygamberliğine şehadet etmeye çağırdığından, kelime-i şehâdeti anlam olarak ihtiva etmektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 385-386
اَلَّذٖينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ اَبْنَٓاءَهُمْۘ اَلَّذٖينَ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَࣖ ﴿٢٠﴾
Meal:﴾20﴿ Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Kendilerini ziyan edenlere gelince, işte onlar inanmazlar.
Tefsir:Zemahşerî ve diğer birçok müfessir, âyette Ehl-i kitabın tanıdıkları ifade edilenin Hz. Muhammed olduğunu belirtmişler, bazıları da bunun Kur’an-ı Kerîm olduğunu söylemişlerdir (Zemahşerî, II, 7; Şevkânî, 122; İbn Âşûr, VII, 171; Elmalılı, III, 1893). İlk anlayışa göre Ehl-i kitap, özellikle hıristiyanlar kendi kutsal kitaplarında Hz. Muhammed’in peygamberliğine ilişkin bazı işaretler bulunduğunu biliyorlardı (bk. A‘râf 7/157). İkinci anlayışın daha isabetli olduğunu düşünen İbn Âşûr’a göre Ehl-i kitap âlimleri Kur’an’ın Allah katından geldiğini biliyorlardı. Çünkü Kur’an, onların kitaplarında da haber verilmiş olan bilgiler ihtiva etmekteydi. Ayrıca onların kitaplarında, son peygamberle ilgili bilgiler bulunduğundan, Kur’an’ı bildireni de bu bakımdan tanıyorlardı (ayrıca bk.Bakara 2/146).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 387
وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا اَوْ كَذَّبَ بِاٰيَاتِه۪ۜ اِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ ﴿٢١﴾
Meal 21: Allah hakkında yalan uyduran veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Şüphe yok ki zâlimler kurtuluşa eremezler.
Tefsir:Allah’ın ortakları olduğunu iddia eden, kendi kendilerine helâl, haram hükümler koyup bunları Allah’ın buyruğu gibi gösteren, Kur’an’ın ayetlerini yalanlayan, Allah’ın varlığını gösteren delilleri ve mûcizeleri görmezlikten gelen müşriklerden daha zalim kimse olamaz. Bununla birlikte eğer Peygamber, kendi uydurduğu sözleri Allah’a mal edip, “Bunlar Allah’ın vahyidir” derse, ondan da daha zalim kimse olamaz. Halbuki Hz. Muhammed (s.a.s.) Allah’tan korkan, doğru ve emin bir insandır. O halde onun getirdiği hakikatleri yalanlayanlar en zalim duruma düşmüş olurlar.
Şimdi de bu yalancı zâlimlerin mahşer yerindeki çaresiz ve perişen hallerine bakın:
وَيَوْمَ نَحْشُرُهُمْ جَم۪يعًا ثُمَّ نَقُولُ لِلَّذ۪ينَ اَشْرَكُٓوا اَيْنَ شُرَكَٓاؤُ۬كُمُ الَّذ۪ينَ كُنْتُمْ تَزْعُمُونَ ﴿٢٢﴾
Meal 22: Kıyâmet günü onları bir araya toplayacağız, sonra da Allah’a ortak koşanlara: “Hani nerede o, Allah’a ortak saydıklarınız?” diye soracağız.
ثُمَّ لَمْ تَكُنْ فِتْنَتُهُمْ اِلَّٓا اَنْ قَالُوا وَاللّٰهِ رَبِّنَا مَا كُنَّا مُشْرِك۪ينَ ﴿٢٣﴾
Meal 23: Bunun üzerine onların: “Rabbimiz Allah’a yemin olsun ki, biz O’na asla ortak falan koşmuş değiliz” demekten başka bir çareleri olmayacak.
اُنْظُرْ كَيْفَ كَذَبُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ ﴿٢٤﴾
Meal 24: Şunlara bak, hâlâ yalan söyleyip, hem de kendi kendilerini yalanlıyorlar! Dünyada iken uydurdukları sahte tanrılar da onları nasıl yüzüstü bırakıp görünmez oluverdi!
Tefsir:Allah Teâlâ, bütün insanları mahşer yerinde toplayacak, özellikle müşriklere, onları azarlamak, kınamak ve mahşerî kalabalığın huzurunda zor durumda bırakmak üzere, dünyada Allah’a ortak sandıkları putlarının hani nerede olduğunu soracaktır. Onlar orada davalarının boş olduğunu görecek, işledikleri bu büyük günahın yükü altında ezilecek, ne diyeceklerini şaşıracak, inkâr etmeye kalkışarak: “Allah’a yemin olsun ki, biz O’na ortak falan koşmuş değiliz” (En‘âm 6/23) demekten başka çareleri kalmayacaktır. Böylece kendilerine karşı, yani söylediklerinin asılsız olduğunu bile bile yalan söyleme gereğini duyacaklardır. Bu sırada dünyada tanrı diye peşine takıldıkları o sanal şeyler de kaybolup gidecektir. Çünkü onlar gerçek değil, sadece zandan ibaretti. Halbuki gerçekler âleminde zannın, vehmin yeri yoktur. Gerçekler ortaya çıkınca zanlar, vehimler, tahminler yok olur gider. Allah’ın huzurunda kendilerine o putlardan ne bir yardımcı ne de bir dost bulabilirler. Gerçeğin karşısında büyük bir dehşet ve ürperti içinde sarsılırlar.
وَمِنْهُمْ مَنْ يَسْتَمِعُ اِلَيْكَۚ وَجَعَلْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اَكِنَّةً اَنْ يَفْقَهُوهُ وَف۪ٓي اٰذَانِهِمْ وَقْرًاۜ وَاِنْ يَرَوْا كُلَّ اٰيَةٍ لَا يُؤْمِنُوا بِهَاۜ حَتّٰٓى اِذَا جَٓاؤُ۫كَ يُجَادِلُونَكَ يَقُولُ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِنْ هٰذَٓا اِلَّٓا اَسَاط۪يرُ الْاَوَّل۪ينَ ﴿٢٥﴾
Meal 25: İçlerinde sana kulak verip okuduğun Kur’an’ı dinleyenler var. Halbuki biz, onu anlayamasınlar diye kalpleri üzerine kat kat perdeler gerdik, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Artık hangi delil, işaret ve mûcizeyi görürlerse görsünler, yine de iman etmezler. Hatta yanına geldiklerinde seninle münakaşaya girişirler ve inkâra saplanıp kalmış o kâfirler: “Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değil” derler.
Tefsir:İçlerinde Ebu Süfyan ve Velid b. Muğîre’nin de bulunduğu bir grup müşrik, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in okuduğu Kur’an’ı dinleyip daha sonra aralarında bulunan ve acem kıssalarını anlatmakla meşhur olan Nadr b. Hâris’e: “Ey Ebu Katîle, Muhammed ne diyor?” diye sorarlar. Nadr: “Kâbe’yi kendi evi yapana yemin ederim ben de onun ne söylediğini bilmiyorum. Şu kadar ki dudaklarını oynattığını görüyorum. Benim size anlattıklarım gibi geçmişlerin masallarını anlatıyor” der. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme iner. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 217)
Âyetin haber verdiğine göre müşriklerin bazıları zaman zaman Kur’ân-ı Kerîm’i dinliyorlardı. Fakat onların maksadı Kur’an’ın neler bildirdiğini samimiyetle öğrenmek, anlamak ve eğer doğru bulurlarsa onu tasdik etmek niyetiyle değildi. Bilakis itiraz etmek, karşı çıkmak, alay ve hakaret etmek için bahaneler bulmak amacıyla dinliyorlardı. Gurur, kibir, bencillik, ihtiras gibi kötü huylarla, sihir, hurafe, şirk gibi bâtıl inançlarla ruhları kirlenmiş; fıtrî tabiatlarının istikrarı bozulmuştu. Bu şekilde ruhları kararmış insanların, aklî melekelerini, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma kabiliyetlerini de kaybetmeleri ilâhî bir kanundur. Bu sebepledir ki onların kalpleri üzerinde Kur’an’ı anlamalarını engelleyen perdeler, kulaklarında da bir ağırlık, bir sağırlık meydana getirildiği ifade buyrulmuştur. Şu halde onların inkârları, ilâhî kanun uyarınca kalplerinin perdelenmesi kendi tutum ve davranışlarının, bencil duygularının, ön yargılarının, taassup ve inatlarının bir sonucudur; bundan dolayı da yanlış inançlarından ve kötü fillerinden sorumludurlar. Böyle kimselere Kur’an tesir etmez. Allah’ın ne kadar ayeti varsa hepsini görseler, bütün açık deliller gözleri önüne serilse yine inanmazlar. Çünkü onlar inanmamakta ısrar eder; üstelik davasının bâtıl olduğunu, okuduğu ayetlerin öncekilerin masallarından başka bir şey olmadığını ileri sürerek Peygamber’le mücâdele ederler. Küfür ve inkârda bu kadar ileridedirler:
وَهُمْ يَنْهَوْنَ عَنْهُ وَيَنْـَٔوْنَ عَنْهُۚ وَاِنْ يُهْلِكُونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ ﴿٢٦﴾
Meal 26: Böylece onlar hem insanları Kur’an ve Peygamber’den uzaklaştırırlar hem de kendileri ondan uzak dururlar. Ama böyle yapmakla sadece kendilerini helâk ederler de bunun farkına bile varmazlar.
Tefsir:Bu karakterdeki insanlar, kendileri Kur’an’a inanmadıkları ve Peygamber’e tabi olmadıkları gibi, başka insanların da Kur’an dinlemelerine, ona inanmalarına ve Peygamber’e itaat etmelerine mani olurlar. Böylece hem kendilerini sapıtırlar, hem de başkalarını şaşırtırlar. Bu ilâhî sofradan ne kendileri faydalanırlar ne de başkalarının faydalanmasına fırsat verirler. Bu şekilde davranmak suretiyle neticede farkında olmadan kendi kendilerini mahvettikleri gibi, tesir sahalarına giren kimseleri de mahvederler.Bu insanların âhirette duyacakları pişmanlıklar şöyle haber veriliyor:
وَلَوْ تَرٰٓى اِذْ وُقِفُوا عَلَى النَّارِ فَقَالُوا يَا لَيْتَنَا نُرَدُّ وَلَا نُكَذِّبَ بِاٰيَاتِ رَبِّنَا وَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿٢٧﴾
Meal 27: Nihâyet ateşin karşısında durdurulduklarında onların hâlini bir görsen! O zaman: “Ah ne olurdu, dünyaya bir daha geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak, mü'minlerden olsak!” diye hayıflanırlar!
بَلْ بَدَا لَهُمْ مَا كَانُوا يُخْفُونَ مِنْ قَبْلُۜ وَلَوْ رُدُّوا لَعَادُوا لِمَا نُهُوا عَنْهُ وَاِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ ﴿٢٨﴾
Meal 28: Hayır, bu sözlerinde de samimi değiller! Aslında onlar öteden beri gizledikleri iç yüzleri, günahları, mü’minlere kurdukları tuzaklar bütün açıklığıyla
karşılarına çıktığı için böyle söylüyorlar. Yoksa dünyaya geri döndürülecek olsalar, yine kendilerine yasaklanan kötülükleri yapmaya girişir, aynı inkârlarında diretirler. Çünkü onlar gerçekten yalan söylüyorlar.
وَقَالُٓوا اِنْ هِيَ اِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا وَمَا نَحْنُ بِمَبْعُوث۪ينَ ﴿٢٩﴾
Meal 29:Onlar dünyada: “Hayat, ancak yaşadığımız şu dünya hayatından ibarettir. Biz öldükten sonra bir daha diriltilecek değiliz” demişlerdi.
وَلَوْ تَرٰٓى اِذْ وُقِفُوا عَلٰى رَبِّهِمْۜ قَالَ اَلَيْسَ هٰذَا بِالْحَقِّۜ قَالُوا بَلٰى وَرَبِّنَاۜ قَالَ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ۟ ﴿٣٠﴾
Meal 30: Bir de onları Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman bir görsen! Allah onlara: “Nasıl, yeniden diriliş gerçek değil miymiş?” diye soracak, onlar: “Rabbimize yemin olsun ki evet gerçekmiş” diyecekler, bunun üzerine Allah da: “Öyleyse inkâr etmeniz sebebiyle tadın azabı!” buyuracak.
Tefsir:Müşrikler ve kâfirler âhirette cehennem azabıyla yüz yüze gelip, o korkunç ateşin apaçık bir gerçek olduğunu gözleriyle gördükleri zaman çok pişman olacaklar, tekrar dünyaya dönmeyi isteyeceklerdir. “Dönsek de Allah’ın ayetlerini, Kur’an’ın verdiği haberleri yalanlamasak, mü’minlerden olsak” diye temenni edeceklerdir. Çünkü önceden beri gizledikleri şeyler; amel defterlerindeki kötülükler; küfür, şirk ve nifaklarının gerçek yüzü, âhireti, cennet ve cehennemi yalanlamalarının yanlışlığı hepsi apaçık karşılarına çıkacaktır. Şu âyet-i kerîmede haber verilen hakikat vuku bulacaktır:
“Herkesin amel defteri önüne konulacak; sen günahkârların o defterde yazılı olanlardan dolayı ödleri patlayacak şekilde korktuklarını göreceksin. Hayretler içinde: «Yazıklar olsun bize! Bu nasıl defter ki, küçük büyük demeden, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan ne yapmış, ne söylemişsek hepsini saymış dökmüş!» diyecekler. Böylece yaptıkları her şeyi amel defterlerinde bulacaklar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf 18/49)
İşte bu gerçek karşısında şaşkına dönecekler ve tekrar dünyaya gelmeyi isteyeceklerdir. Fakat bu, onların o an ki duydukları korkunun bir neticesidir. Dünyaya gelseler o hali unutur ve tekrar inkâra saplanırlar, kendilerine yasaklanan şeyleri yine pervasızca yaparlardı. Onlar bu iddialarında da yalancıdırlar. Onlar dünyada yaşarken dünya ötesini, âhireti inkâr etmişlerdi. Dünya hayatından başka bir hayatın olmadığını sanmışlar, “varsa yoksa hayat bu hayattır, yaşarız ölürüz, tekrar diriltilmemiz mümkün değildir” demişlerdi. (bk. Mü’minûn 23/37) Fakat kıyamet günü bütün zanları, vehimleri boşa çıkıp değişmez gerçekle yüz yüze gelip hesap vermek üzere Allah’ın huzuruna çıktıklarında perişan hallerini bir görmek gerekir. O vakit Allah onlara inkâr edip durdukları “yeniden dirilişin, âhiret hayatının” gerçek olup olmadığını soracak, gözleriyle gördükleri o gerçeği inkâr etme imkânı kalmayacak ve “O halde inkâr etmeniz sebebiyle tadın azabı!” (En‘âm 6/30) şeklindeki ağır bir ilâhî hitabın kahredici ezikliği içinde ebedi azaba düçar olacaklardır. Çünkü birgün mutlaka Allah’a kavuşacağına inanmayanların kaybedenlerden olacağı şüphesizdir:
قَدْ خَسِرَ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِلِقَٓاءِ اللّٰهِۜ حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَتْهُمُ السَّاعَةُ بَغْتَةً قَالُوا يَا حَسْرَتَنَا عَلٰى مَا فَرَّطْنَا ف۪يهَاۙ وَهُمْ يَحْمِلُونَ اَوْزَارَهُمْ عَلٰى ظُهُورِهِمْۜ اَلَا سَٓاءَ مَا يَزِرُونَ ﴿٣١﴾
Meal 31: Allah’ın huzuruna çıkmayı yalan sayanlar elbette hüsrana uğramışlardır. Kıyâmet ansızın başlarına kopuverince onlar, sırtlarına yüklendikleri suç ve günah yükleri altında: “Dünyada yaptığımız günahlar, kaçırdığımız fırsatlardan dolayı yazıklar olsun bize!” diye dövünüp feryat ederler. Şunlara bakın! Ne kötü bir yük taşıyorlar!
Tefsir:Âhirete inanmayan ve bir gün Allah’ın huzuruna çıkıp hayatının hesabını vereceğini düşünmeyen bedbahtlar büyük bir zarara uğrayacaklardır. Çünkü hem cennetteki ebedi nimetlerden mahrum kalacaklar, hem de büyük bir azabın içine düşeceklerdir. Bu kimseler ölüm gelip dünyadan ayrıldıklarında veya yeniden dirilip Allah’ın huzuruna çıktıklarında, günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak, pişmanlık ve üzüntülerini gizleyemeyecekler, “İmkan varken dünya hayatında yapamadığımız hayırlı ameller ve işlediğimiz günahlar sebebiyle yazıklar olsun bize!” diyeceklerdir.
Günahın sırta yüklenilmesiyle alakalı olarak tefsirlerimizde şöyle bir açıklama yer alır: Mü’min kabrinden çıktığında onu gayet güzel yüzlü, düzgün yapılı ve mis kokulu bir yaratık karşılar ve ona: “Beni tanıdın mı?” diye sorar. Mü’min: “Hayır tanımadım” diye cevap verince o: “Ben senin sâlih amellerinim, haydi bin sırtıma, seni taşıyayım. Çünkü, dünyada iken sen beni taşımıştın” der. Nitekim bu mânaya işaretle âyet-i kerîmede “Takvâ sahiplerini, binek üzerinde ikram ile Rahman’a götürdüğümüz gün” (Meryem 19/85) buyrulur. Kâfiri ise kabrinden çıktığı anda çirkin görünüşlü ve kötü kokulu bir yaratık karşılar ve ona: “Beni tanıdın mı?” diye sorar. O: “Hayır tanımadım” diye cevap verince şöyle der: “Ben senin kötü amellerinim, dünyada iken bana çok binmiştin, bugün de ben sana bineceğim.” İşte âyetteki “sırtlarına yüklendikleri suç ve günah yükleri altında” (En‘âm 6/31) ifadesinin mânası budur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,VII, 236)
Dolayısıyla insan, dünya hayatını âhiret penceresinden seyretmeli, dünyanın mahiyetini iyi kavramalı ve âhiret mahrumu olmamalıdır.
وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَعِبٌ وَلَهْوٌۜ وَلَلدَّارُ الْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ يَتَّقُونَۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ ﴿٣٢﴾
Meal 32:Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka değildir! Âhiret yurdu ise Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?
Tefsir:Uhrevî bir gaye ve maksadı olmaksızın bütün himmetlerini dünyaya yönlendirenler ve onunla meşgul olanlar için dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. “Oyun”, kişiyi faydalı olan şeylerden alıkoyup uzaklaştıran şeylerdir. “Eğlence” ise kişinin ciddi işlerden uzaklaşıp, gayr-i ciddi ve mânasız şeylerle uğraşmasıdır. İnsan oyun ve eğlenceden onlarla meşgul olduğu anda zevk alır, ondan ayrıldıktan sonra pişman olur, huzursuzluk duyar. Eğlenceye dalınca da ömür çabuk geçer. İşte dünya hayatı da böyledir. Yaşandığı sürece zevkli gelir, çabuk geçer, fakat ondan ayrılınca kişi, kendisini başka bir hayata hazırlamamış ise dünyadan kendisine sadece pişmanlık kalır. Oyun ve eğlencenin süresi azdır, kısadır. Âhirete göre dünyanın süresi de çok azdır. Bu bakımdan fani olan hayatı anlamlı ve değerli kılan şeyler, oyun ve eğlence değil, Allah’ın rızâsını kazanma ve O’na yakınlaşma arzusuyla yapılan hayırlı işlerdir. Bu sebeple aklını kullanabilen muttaki kullar, bu eğlence ve oyalanma hayatına dalmaz, âhiret hayatı için hazırlanırlar, âhireti dünyaya tercih ederler. Âhirete inanır, onu kazanmak için hidâyet yolunda yürürler. Dünyada yaptıkları her işin hesabını Allah’ın huzurunda vereceklerini düşünerek yaşar; ilâhî buyruklara âsi olmaktan, yasakları çiğnemekten sakınırlar. Böylece dünyada kendilerine tanınan fırsatı hakkıyla değerlendirdikleri için bunlar hakkında âhiret yurdu dünyadan daha hayırlı, daha güzel olacaktır. Bu açıdan bakılınca dünyada âhiret için yapılan hayırlı ve güzel amellerin oyun ve eğlence kabilinden olmadığı anlaşılacaktır.
Dünyanın üç yüzü vardır: Birinci yüzü Allah Teâlâ’nın isimlerine bakar. Dünyadaki her şey Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin neticesi olmakla, sıfatları ve isimleriyle Allah’ın varlık, birlik ve sonsuz kudretine delildir, işarettir. Âhirete bakan ikinci yüzüyle dünya, âhiretin tarlasıdır. Cennet ve cehennem, bu dünya tarlasında ekilen ya iman ve amel-i sâlih tohumlarının veya küfür ve günah tohumlarının boy vermiş şekli olarak karşımza çıkacaktır. Dünya bu iki yüzüyle çok önemlidir. O kadar ki “yer”, “gökler ve yer” şeklinde Kur’an’da bir arada anılmakla göklere denk tutulmuştur. Dünyanın üçüncü yüzü, insanın nefsi arzularına, oyun ve eğlenceye, beşerî tutkulara bakar ki, işte Kur’ân-ı Kerîm’de yerilen dünyanın bu yüzüdür. Bu yüzüyle dünya fânî, boş, oyun, eğlence, mal biriktirip evlat ve mal çokluğu ile övünmeden ibarettir.
قَدْ نَعْلَمُ اِنَّهُ لَيَحْزُنُكَ الَّذ۪ي يَقُولُونَ فَاِنَّهُمْ لَا يُكَذِّبُونَكَ وَلٰكِنَّ الظَّالِم۪ينَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ يَجْحَدُونَ ﴿٣٣﴾
Meal 33: Onların söylediklerinin seni üzdüğünü biz elbette biliyoruz. Gerçekte onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.
Tefsir:Ayetin nüzûl sebebi ile alakalı şöyle bir rivayet nakledilir: Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Ebu Cehil ve arkadaşlarını yanından geçerken ona:” Ey Muhamed! Allah’a and olsun ki biz seni yalanlamıyoruz. Bize göre şüphesiz sen doğru söylüyorsun. Fakat senin getirdiğini yalanlıyoruz” dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. (Tirmizî, Tefsir 6/1)Şâirin şu beyti Ebû Cehil ve benzerlerinin hâlini ne güzel anlatır:
“Hidâyet senden olmazsa dirâyet neylesin yâ Rab!
Arapça bilse de Ebû Cehl’e Kur’an neylesin yâ Rab!”
Şüphesiz Allah Resûlü (s.a.s.) bir insan olarak, müşriklerin kendi hakkında söyledikleri sihirbaz, mecnun, kahin, şair gibi olumsuz sözlerden, sataşmalardan mahzun olmaktaydı. Hele onların iman etmemelerine, inkârda direnmelerine son derece üzülmekteydi. (bk. Kehf 18/6) Zaman zaman nâzil olan âyetler ona sabırlı olmasını ve üzülmemesini telkin etmekteydi. Nitekim bir âyet-i kerîmede: “Rasûlüm! Sabret; şunu bil ki sabretmen de ancak Allah’ın yardımıyla olur. Davetini kabul etmiyorlar diye üzülme; kurmaya çalıştıkları tuzaklar sebebiyle de telâş edip sıkıntıya düşme” (Nahl 16/127) buyrulmaktadır. Burada dini tebliğ edecek kişilerin sahip olmaları gereken ahlâkî vasıflar içinde doğruluğun, dürüstlüğün ve güvenilirliğin önemi vurgulanmaktadır. Ayrıca bunlar ve devam eden ayetlerle Efendimiz teselli edilmekte, gönlüne ferahlık verilmektedir:
وَلَقَدْ كُذِّبَتْ رُسُلٌ مِنْ قَبْلِكَ فَصَبَرُوا عَلٰى مَا كُذِّبُوا وَاُو۫ذُوا حَتّٰٓى اَتٰيهُمْ نَصْرُنَاۚ وَلَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِ اللّٰهِۚ وَلَقَدْ جَٓاءَكَ مِنْ نَبَا۬ئِ الْمُرْسَل۪ينَ ﴿٣٤﴾
Meal 34: Rasûlüm! Hiç şüphesiz senden önce de nice peygamberler yalanlandılar. Fakat onlar bütün bu yalanlanmalarına ve maruz kaldıkları sözlü, fiilî her türlü eziyete katlandılar. Derken kendilerine yardımımız yetişti de, sonunda kazananlar onlar oldu. Öyle ya, Allah’ın sözlerini, yardım ve zafer va‘dini değiştirebilecek kimse yoktur. Nitekim o peygamberlerle ilgili ibret verici hâdiselerden bir kısmı zâten sana ulaşmış bulunuyor.
Tefsir:Resûlüm ve onun yolundan giden mü’min kulum! Sen yalanlandığın gibi önceki peygamberler de yalanlandılar. Sana eziyet edildiği gibi önceki peygamberlere de eziyet edildi. Bütün bunlara rağmen onlar sabrettiler ve Allah’ın yardımına nâil oldular. Dolayısıyla sen de bunları örnek al ve Allah’ın yardımı gelinceye kadar sabret. Böyle sabredenlere Allah’ın yardımının geleceğinden şüphen olmasın. Çünkü Allah’ın vaadini, hak edene yardım ve başarı sözünü değiştirebilecek hiçbir kuvvet yoktur. Bu ilâhî teminatla alakalı âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Doğrusu, peygamber kıldığımız kullarımız hakkında bizim geçmişte verdiğimiz şöyle bir söz vardır: «Onlara Allah’ın yardımı kesinlikle ulaşacaktır. Neticede üstün gelen, kesinlikle her zaman bizim ordumuz olacaktır.»” (Saffât 37/171-173)“Allah: «Ben ve peygamberlerim mutlaka ve mutlaka galip geleceğiz» diye hükmetmiştir. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, karşı konulamaz bir kudrete sahiptir.” (Mücâdile 58/21)
Dolayısıyla âyette geçen كَلِمَاتُ اللّٰهِ (kelimâtullâh) “Allah’ın kelimeleri”, hakla bâtıl, doğruyla yanlış arasındaki mücadelede neticeyi haber veren bir ilâhî kanunu ifade etmektedir. Bu kanuna göre, doğru ve takvâ sahibi insanların sabır, metânet, doğruluk, dürüstlük, fedakârlık ve vefakârlıklarını, imanlarındaki sağlamlığı ve Allah’a olan bağlılıklarını kanıtlamaları için uzun bir süre imtihana tabi tutulmaları gerekmektedir. Bu yolda onlar zorluklara ve musibetlere uğrayacaklar; ancak bu zor ve engebeli yoldan geçmekle öğrenilen yüksek ahlâkî vasıfları kazanacaklar ve ancak bu silahlarla küfür karşısındaki savaşı kazanabileceklerdir. Yine, bu ilâhî kanuna göre, kullar gerekli manevî donanımları elde edip ilâhî yardımı celbedecek noktaya ulaştıklarında, kendilerine Allah’ın yardımı tam zamanında gelip ulaşacaktır. Dolayısıyla, Allah’ın insan ve toplum hayatını düzenleyen kanunlarını iyi tanımak ve bu kanunlara uygun hareketetmek lazımdır:
وَاِنْ كَانَ كَبُرَ عَلَيْكَ اِعْرَاضُهُمْ فَاِنِ اسْتَطَعْتَ اَنْ تَبْتَغِيَ نَفَقًا فِي الْاَرْضِ اَوْ سُلَّمًا فِي السَّمَٓاءِ فَتَأْتِيَهُمْ بِاٰيَةٍۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَجَمَعَهُمْ عَلَى الْهُدٰى فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْجَاهِل۪ينَ ﴿٣٥﴾
Meal 35: Buna rağmen eğer onların imandan yüz çevirmeleri sana ağır geliyorsa, o halde şâyet güç yetirebileceksen yer altından bir tünel kazıyarak veya göğe bir merdiven dayayarak onlara bir mûcize getiriver de görüp inansınlar! Halbuki Allah dileseydi hepsini hidâyet üzere toplardı. Öyleyse sakın câhillerden olma!
Tefsir:Allah Resûlü (s.a.s.), bütün gücüyle gece gündüz İslâm’ı tebliğ ediyor, önüne çıkan engelleri aşmaya çalışıyor ve herkesin imana gelmesini arzu ediyordu. Hatta bu konuda zaman zaman ikaz edilecek derecede bir arzu ve iştiyak içindeydi. Dolayısıyla muhataplarının daveti kabul etmediğini hissettiğinde, o zaman onların kabulden başka bir ihtimalleri kalmasın diye Allah’ın açık bir mûcize göndermesini arzulamaktaydı. Bu ayette Cenâb-ı Hak, Rasûlü’nü uyarmakta ve şöyle demektedir: “Onların küfürde inat ve ısrarları karşısında sabırsızlık gösterme, vazifeni bizim gösterdiğimiz yolda ısrarla yerine getirmeye devam et. Eğer bu vazife mûcizelerle yerine getirilecek olsaydı, bunu bizzat kendimiz yapardık. Fakat, istenilen itikadî, amelî ve ahlâkî gelişmenin sağlanabilmesi ve mükemmel bir takvâ toplumunun kurulması için bu metot uygun değildir. Bununla birlikte, eğer onların yüz çevirmeleri ve hidâyete kayıtsız kalmaları sebebiyle gönlünde oluşan acıya katlanamıyorsan ve kabul edebilecekleri apaçık bir mûcizenin onların kalplerindeki katılığı dağıtıp imana gelmelerini sağlayacağını düşünüyorsan, o zaman kendin öyle bir mûcize getirmeye uğraş; gücün yeterse yer katmanlarını del geç veya göklere çık. Fakat ilâhî kanunlarımızda böyle bir şeye yer olmadığından bu arzunu yerine getirmemizi bizden bekleme!” Zira Allah’ın muradı bütün insanların hidâyete gelmesi değildir. Eğer böyle olsaydı herkesi ya melek yaparak veya mü’min olacak şekilde yaratarak hidâyet üzere birleştirirdi. O takdirde peygamberler ve kitaplar göndermeye, Allah’ın istediği hayat tarzının yavaş yavaş yerleşmesi için müminleri kâfirlerle savaştırmaya hiç gerek kalmazdı. Fakat Yüce Allah, İslâm’ın insanlara akli yoldan sunulmasını istemekte; akıllar iknâ edilerek, kalpler itmi’nana erdirilerek müslümanca bir hayat yaşanmasını murad etmektedir. Cenâb-ı Hakk’ın bu muradını iyi anlamalı, onu gerçekleştirmek için usulüne uygun çalışmalı, ilâhî kanunlara aykırı davranmaktan sakınmalı, cahillerden olmamak için akıl ve firâsetle hareket edilmelidir.