Enam Süresi Meal Ve Tefsiri 98-111
وَهُوَ الَّذ۪ٓي اَنْشَاَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ فَمُسْتَقَرٌّ وَمُسْتَوْدَعٌۜ قَدْ فَصَّلْنَا الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَفْقَهُونَ ﴿٩٨﴾
Meal 98: O, sizi tek bir nefisten yaratandır. Sizin için bir müddet emânet olarak kalacağınız, bir de sürekli kalacağınız bir yer vardır. Biz, gerçeği derinden ve etraflıca kavrama gayretinde olanlar için âyetlerimizi en güzel şekilde açıklıyoruz.
Tefsir:Bu âyet insanın yaratılışındaki kudret ve hikmet tecellilerine dikkat çeker. Allah bütün insanları başlangıç itibariyle tek bir nefisten yaratmıştır. O da umumi kanaate göre Âdem (a.s.)’dır. Ayetteki اَلْمُسْتَقَرُّ (müstakar) kelimesi, “karar kılacak, emniyet içinde oturulacak yer”; اَلْمُسْتَوْدَعُ (müstevda) ise “emanet konulacak yer” mânasındadır. İnsanın yaratılışı dikkate alınarak müstakarra “ana rahmi, yeryüzü”; müstevda‘a da “babanın sulbü, kabir” gibi mânalar verilebilir. Fakat dikkatlice incelendiği zaman bu iki kelimenin insanın ilk olarak yaratılışından başlayıp varlığı devam ettiği müddetçe “içinde bulunduğu” ve “intikal etmeye hazır olduğu” her safhaya işaret ettiği görülür. Bilindiği üzere insan her zaman hem bir karar hem de intikale aday olma, emanet halinde bulunma hallerini birlikte yaşar. Böylece o nihayetinde cennet veya cehennemde karar kılıncaya kadar toprakta, babanın sulbünde, anne rahminde, toprağın üzerinde, yerin altında, kabirde ve mahşer yerinde hem bir karar halini hem de intikale aday emânet halini birlikte yaşar, durur. İşte iki kelime, insanın bir türlü bitmek bilmeyen inişiyle çıkışıyla bu hayat serüvenini anlatır. Ancak ilâhî kudret akışını sergileyen bütün bu ibretli hâdiselerden istifade edebilmek için sadece ilim sahibi olmak yeterli değil, kendini bilmek de şarttır. Zira Cenâb-ı Hak, bu âyetleri ince ve derin bir anlayış ve idrak sahibi olan kimseler için tafsilatlı olarak açıkladığını beyân eder.
Âyette şöyle bir işârî mâna dikkat çeker: Tenler için bir müstakar ve bir müstevda‘ olduğu gibi, insanın gönül âlemindeki sırlar ve gizli durumlar için de bir müstakar ve müstevda‘ vardır. Nice kullar var ki kalbinin karar mekânı şehvetler ve boş arzular vatanı haline gelmiştir. Nice kullar var ki kalbinin karar mekanı zühd ve takvâ durağı olmuştur. Öyle kullar da var ki onların kalplerinin karar mekanları ötesin de ötesindedir. Orada Allah’ın dışında bir düşüncenin yer tutacağı ne bir mesken ne de bir mahal vardır. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 305)Ömer Çelik Tefsiri
Allah Teâlâ, şimdi de dikkatleri yağmura ve onunla neşvü nemâ bulan çimenleri, filizleri, ağaçları, bağları ve bahçeleriyle bitkiler âlemine çeker:
وَهُوَ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۚ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ نَبَاتَ كُلِّ شَيْءٍ فَاَخْرَجْنَا مِنْهُ خَضِرًا نُخْرِجُ مِنْهُ حَبًّا مُتَرَاكِبًاۚ وَمِنَ النَّخْلِ مِنْ طَلْعِهَا قِنْوَانٌ دَانِيَةٌ وَجَنَّاتٍ مِنْ اَعْنَابٍ وَالزَّيْتُونَ وَالرُّمَّانَ مُشْتَبِهًا وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍۜ اُنْظُرُٓوا اِلٰى ثَمَرِه۪ٓ اِذَٓا اَثْمَرَ وَيَنْعِه۪ۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكُمْ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ ﴿٩٩﴾
Meal 99: O, gökten su indirendir. Biz, her türlü bitkiyi o suyla yetiştiririz. O bitkiden bir filiz, filizden de üst üste dizili dâneler, başaklar çıkarırız. Hurma ağacının tomurcuklarından yere doğru sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar bahçeleri çıkarırız. Bunların hepsinin hem birbirine çok benzeyen yönleri, hem de birbirinden çok farklı özellikleri vardır. Her birinin meyvesine bir ilk ortaya çıktığı, bir de olgunlaştığı zaman bakın. Gözünüzün önünde cereyan eden bu işlerde, iman eden bir toplum için elbette nice dersler ve ibretler vardır.
Tefsir:Gökten yağmuru indiren ve bununla çeşitli renklerde ve lezzetlerde bitkiler, tahıllar, meyveler ve sebzeler bitiren şüphesiz Cenâb-ı Hak’tır. Bu kadar güzel renkler, bu kadar göz alıcı, gönül okşayıcı bağlar ve bahçeler kör bir tesadüfün eseri olamaz. Bütün bu hâdiseler her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, istediği her şeyi dilediği gibi yapabilen bir Yaratcı’nın eseridir. Dolayısıyla bunlarda etrafında olup bitenleri ibretle izleyen ve bunları yaratan kudrete inananlar için hakikati gösteren açık deliller bulunmaktadır.
Âyetle alakalı şöyle bir işârî izah yapılmıştır: Allah Teâlâ, ilâhî yardım göğünden hidâyet yağmurunu indirir. Onunla bir taraftan zühd ve fetva ehlinin, diğer taraftan aşk ve takvâ ehlinin manevî mertebelerine göre çeşit çeşit mârifetler ve sırlar çıkarır. Çünkü, kalp bir bahçe gibidir, ondan istidatlı olduğu bitki çıkar. Her bitki çıktığı toprağın tercümânıdır. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, III, 97)
Gözümüzün önünde her an cereyan edip duran bunca ilâhî işaret ve delillere rağmen Allah’ı tanımamak ve O’na ortaklar koşmak gerçekten şaşılacak bir durumdur:
وَجَعَلُوا لِلّٰهِ شُرَكَٓاءَ الْجِنَّ وَخَلَقَهُمْ وَخَرَقُوا لَهُ بَن۪ينَ وَبَنَاتٍ بِغَيْرِ عِلْمٍۜ سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يَصِفُونَ۟ ﴿١٠٠﴾
Meal 100: Buna rağmen tuttular, cinleri Allah’a ortak koştular; halbuki onları da Allah yaratmıştır. Bir de kesin bir bilgiye dayanmaksızın O’na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Allah, onların ileri sürdükleri bütün bu nitelemelerden sonsuz derecede uzak ve çok yücedir.
Tefsir:Araplar, cinlerin bir takım ilâhî güç ve kabiliyet sahibi olduklarına inanır, zararlarından korunmak için tedbirler alır, hoşnutluklarını kazanmaya çalışır, bunun için cinler adına kurban keserlerdi. Ayrıca onlar, cinlerin kâhinlere gökten haberler getirdiğine, şeytanların da şairlere ilham verdiğine inanır; böylece Allah ile bu gizli varlıklar arasında bir bağ kurarlardı. (bk. Saffât 37/158) Yine bir kısım câhiliye Arapları şeytanın şer ilâhı olduğuna inanır, melekleri Allah’ın askerleri, cinleri de şeytanın askerleri sayarlardı. Hâsılı bu âyette gözle görülmeyen bazı varlıkların, özellikle cinlerin ulûhiyetine inananların bu bâtıl itikatlarının doğru olmadığı beyân edilir. Çünkü hem o ortak koşanları hem de koştukları ortakları yaratan Allah’tır. Yaratılmış olan şeyler nasıl ilâh olabilir, Yüce Allah’a ne şekilde ortak olabilirler? Yine bir kısım yanlış itikat sahipleri, hiçbir kesin bilgiye dayanmadan, söylediklerinin yanlış mı doğru mu olduğuna bakmadan, işin aslını bilmeden, körü körüne Allah’a oğullar ve kızlar isnat etmişlerdir. Yahudiler Uzeyr’in, Hıristiyanlar Mesih’in Allah’ın oğlu olduğunu; müşrikler de meleklerin Allah’ın kızları olduğunu söylemişlerdir. Allah Teâlâ, şânına lâyık olmayan bütün bu isnatların ve sıfatların hepsinden çok uzak, çok münezzeh ve çok yücedir.
بَد۪يعُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ اَنّٰى يَكُونُ لَهُ وَلَدٌ وَلَمْ تَكُنْ لَهُ صَاحِبَةٌۜ وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍۚ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ ﴿١٠١﴾
Meal 101: O, gökleri ve yeri hiç yoktan, eşsiz ve benzersiz şekilde yaratandır. Eşi olmadığı halde O’nun nasıl çocuğu olabilir ki? Her şeyi O yaratmıştır ve O her şeyi hakkiyle bilendir.
Tefsir:Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden biri olan اَلْبَد۪يعُ (Bedî‘), “varlıkları daha önce bir örneği olmaksızın yoktan ve benzersiz bir mükemmellikte yaratan” demektir. Allah, gökler ve yerden, bütün ülvî ve süflî âlemden hiçbir şey yokken; örnek alınacak hiçbir kanun, asıl, madde, şekil ve numûne mevcut değilken ilk önce bunları benzersiz meydana getiren ve yaratan, her türün ilk ferdini, ilk örneğini yaratıp yoktan vücuda getirendir. Ayetteki “göklerin ve yeri yoktan, eşsiz ve benzersiz bir şekilde yaratan” (En‘âm 6/101) ifadesiyle, göklerin ve yerin eşsiz ve örneksiz yaratılmış olduğuna işaret edilmekle beraber, aslında onları eşsiz bir şekilde yaratan Allah Teâlâ’nın herhangi bir dengi, eşi ve benzeri bulunmasını tasavvur etmenin dahi ihtimal dâhilinde olmadığı bildirilir. O halde O’na çocuk isnat etmek de yanlıştır. Hem eşi olmadığı, her şeyi O yarattığı ve her şeyi hakkiyle bilen de O olduğu halde O’nun çocuğu olduğu nasıl düşünülebilir ki?
ذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمْۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ فَاعْبُدُوهُۚ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ وَك۪يلٌ ﴿١٠٢﴾
Karşılaştır 102: Rabbiniz Allah işte O’dur. O’ndan başka ilâh yoktur. O, her şeyi yaratandır. Öyleyse yalnız O’na kulluk edin. Her şeyin dizginini elinde tutan, her işte kendisine güvenilip dayanılan O’dur.
Tefsir:Anlatılan bu yüce ve eşsiz sıfatları taşıyan, kendinden başka ilâh olmayan ve her şeyin yaratıcısı olan Allah, şüphesiz kulluk edilmeye layık yegâne varlıktır. O halde başkalarını bırakıp sadece O’na kulluk etmek lazımdır. Allah her şeye vekîldir. Her hususta ve her şeye karşı O’na dayanılır ve tevekkül edilir. İşler O’nun tasarruf ve idâresine teslim edilir. Çünkü vekîl, vekil kılındığı işlerin tümünü eksiksiz yerine getirebilen kişi demektir. Dolayısıyla kullar işlerine Allah’ı vekil kılmalı, dünyevî ve uhrevî sıkıntılardan kurtarması için ibâdetlerini vesile yapmalıdırlar.
Şeyh Ebû Hamza Horasânî (r.h.)’ın başından geçen şu hâdise Allah’ı vekil kılmaya güzel bir misaldir. O, şöyle anlatıyor:
Bir yıl hacca gidiyordum. Yolda bir kuyuya düştüm. Yardım isteme konusunda nefsimle mücadele ettim. Kendi kendime: “Allah’a yemin olsun ki kimseden yardım istemeyeceğim” dedim. Daha bu düşünce kafamdan gitmeden kuyunun başına iki adam geldi. Biri diğerine: “Gel şu kuyunun ağzını kapayalım da içine kimse düşmesin” dedi. Kamış ve çerçöp getirip kuyunun ağzını kapadılar. Bağırıp yardım isteyeyim diye niyetlendim, sonra kendi kendime: “Onlardan sana daha yakın olana sığın” dedim ve sustum. İşimi Allah’a ısmarladım. Bir saat geçmişti ki bir şey gelip kuyunun ağzını açtı ve ayağını sarkıttı. Sanki ondan çıktığını hissettiğim bir sesle: “Bana yapış” diyordu. Ayağına yapıştım ve beni kuyudan çıkardı. Bir de ne göreyim karşımda bir yırtıcı hayvan! Beni kurtarıp çekip gitti. Bu arada bana hâtiften: “Ey Ebû Hamza! Telef edici bir hayvanla seni helak olmaktan kurtarmamız daha güzel değil mi?” diye bir ses geldi. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, V, 434-435)
Şunu ifade etmek gerekir ki, naklettiğimiz bu menkıbe doğru ve güzel olsa da, bu ancak tevekkül konusunda Ebu Hamza mertebesinde olanlar için geçerlidir. Dolayısıyla sıradan insanların kendisini o mertebede görmemesi ve mânevî hali nasıl bir tevekküle müsaitse ona uygun davranması gerekir. Ancak kul Allah’a tevekkül ederken, O’nun zatı ve sıfatlarıyla ilgili şu hususu dikkatten uzak tutmamalıdır:
لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُۘ وَهُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَۚ وَهُوَ اللَّط۪يفُ الْخَب۪يرُ ﴿١٠٣﴾
Meal 103: Gözler O’nu göremez, fakat o gözleri görür. O, yarattıklarının ihtiyacını bütün incelikleriyle bilip karşılayan ve her şeyden haberdâr olandır.
Tefsir:Allah Teâlâ, beşeri duyularla idrak edilemeyecek derecede pek yüce ve aşkın bir varlıktır. Gözler O’nu göremediği gibi, kalpler ve akıllar da O’nun mâhiyetini idrakten acizdirler. Fakat O, hem kendini göremeyen gözleri görür, hem kendini idrak edemeyen kalp ve akılları ihata eder. O’nun görmesinin ve bilmesinin kuşatmadığı hiçbir şey düşünülemez. Ehl-i sünnet âlimleri bu âyeti kerîmeyi delil getirerek Allah Teâlâ’nın dünyada görülemeyeceğini; fakat bir kısım âyet (bk. Kıyâmet 75/22-23) ve hadislerin (bk. Buhârî, Tevhid 24; Müslim, Mesâcid 211) haber verdiği gibi âhirette müminler tarafından görüleceğini söylemişlerdir.
Allah’ın güzel isimlerinden biri olan اَللَّط۪يفُ (Latîf), “her şeyi en ince teferruatına kadar eksiksiz bilen; kullarına karşı son derece merhametli, lütufkâr olan, yumuşaklıkla muamele eden” demektir. Dolayısıyla bir muamelede yumuşaklıkla idrakte keskinlik bir araya geldiğinde “latîf”in mânası tam olarak ortaya çıkmış olur. Şüphesiz ilimde ve muamelede bu vasfa sahip olmanın kemâl derecesi sadece Allah Teâlâ için sözkonusudur. Kulun “Latîf” isminden alacağı nasip insanlara rıfk ile muamele etmek, onları yumuşaklıkla Allah’a davet edip âhiret saadetine ulaştırmaya çalışmak, bunları yaparken de taassup, kabalık ve düşmanlık göstermemektir. اَلْخَب۪يرُ (Habîr) ise “her şeyden, mülk ve melekût âleminde meydana gelen her olaydan, hareket eden her zerreden, özelikle kullarının her türlü söz, fiil ve davranışlarından haberdar olan” mânasındadır. “Habîr” isminden kulun nasibine düşen ise kendi âleminde olup bitenlerden haberdar olmasıdır. Kulun âlemi ise kalbi, bedeni ve kalbin muttasıf olduğu gizli sıfatlardır. Bu sıfatlar aldatmak, hıyanet, dünyanın peşinde dolaşmak, kötülüğü gizlemek, iyiliği açığa vurmak, aslında öyle olmadığı halde ihlaslı görünmektir. Bu kötü sıfatlardan kurtulmayı ancak engin bir bilgi sahibi olan, nefsini bilen, onunla yakından ilgilenen, onun hile, oyun ve aldatmacalarını tanıyan, nefsinin kötü isteklerini reddeden, onu düşman tanıyan ve ona karşı daima dikkatli olan kimse bilir. Ancak böyle kullar, “Habîr” isminden nasip almaya liyakat kazanabilirler.Kulda bu ilâhî sıfatların tecelli etmesi için, akıl ve kalpleri aydınlatıp onlara doğru yolu gösteren âyetlere kulak verilmeli ve gereği yapılmalıdır:
قَدْ جَٓاءَكُمْ بَصَٓائِرُ مِنْ رَبِّكُمْۚ فَمَنْ اَبْصَرَ فَلِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ عَمِيَ فَعَلَيْهَاۜ وَمَٓا اَنَا۬ عَلَيْكُمْ بِحَف۪يظٍ ﴿١٠٤﴾
Meal 104: Şüphesiz size Rabbinizden gerçeği gösteren deliller geldi. Artık kim gözünü açıp gerçeği görürse faydası kendisine; kim de gözünü kapatıp körlük yaparsa zararı kendisinedir. O halde de ki: “Ben sizin başınızda bir koruyucu ve bir gözetleyici değilim.”
Tefsir: اَلْبَصَائِرُ (basâir), “basîret” kelimesinin çoğuludur. Göze göre görme ne ise, kalbe göre basîret de odur. Basîret, Allah’ın kalplere yerleştirdiği ilâhî bir nurdur. İnsanın görmesine sebep olan görme nûruna “göz” denildiği gibi; kalbin görmesini sağlayan ve dilimizde “kalp gözü” diye de bilinen idrak edici kuvvete de basîret denilir. Bu kelime, özellikle insandaki akıl, zekâ, anlayış ve firâsetin gizli veya açık herhangi bir işi büyük bir dikkat ve nüfuzla gerektiği şekilde kavrayabilecek derecede açık ve parlak olması halini ifade eder. Bununla beraber basîrete, “delil, hüccet, burhan, şâhit, iman nazarıyla ibret alınacak hidâyet sebepleri” gibi mânalar da verilmiştir. Çünkü bunlar, kişinin anlayış gücünü kuvvetlendirir, basîret ve idrakinin açılmasına vesile olur. Dolayısıyla Allah’tan geldiği haber verilen “basîretler”den maksat Kur’an; onun haber verdiği tevhit, nübüvvet, öldükten sonra dirilme, hesap ve ceza gibi hususlarla alâkalı deliller; insandaki düşünme, anlama ve öğrenme melekesidir. Bu âyet, insanın gerçeği öğrenmesinin ve hakikate ulaşmasının ancak gerçeği anlamayla mümkün olabileceğini gösterir. Şu halde kim basîretini çalıştırıp kendisine ulaşan delillere dayanarak ilâhî hakikatleri görür ve ona iman ederse, bunun faydası şüphesiz o kimseye ait olacaktır. Körlük yapıp, gözünü ve gönlünü bu delillere kapatan kişi ise bunun vebâlini mutlaka kendisi çekecektir. Peygamber onlar üzerinde bir bekçi, bir koruyucuyu değildir. O sadece dinin emir ve yasaklarını tebliğ eden güvenilir bir peygamberdir.
Âyetin işâret ettiği şu mânalar dikkat çekmektedir: Allah Teâlâ, dünyadaki varlıkları ve orada kendileri için hazırlanan yiyecek, içecek, giyecek ve nikahlanacakları eşleri görmeleri için insanların bedenlerine göz ve görme kabiliyeti vermiştir. Aynı şekilde her kulun kalbine, o gözlere de duygularla ulaşılamayn âlemlere yerleştirilen hakikatleri kendisiyle görebileceği bir basîret gözü vermiştir. Şimdi kim basîret gözüyle, ebedî olan yüce âhiret mertebelerine bakar da Allah’a yakınlığın derecelerini ve has kullara hazırlanan hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin aklından geçmemiş olan nimetleri görürse, bu nimetleri elde etmeye çalışır. Allah’ın yoluna girip o yolda yürümeye yönelir, alçak dünyadan yüz çevirir, ziynetlerini ve fânî şehvetlerini terk eder. İşte insanın gerçek mutluluğu, izzet ve şerefi elde etmesi budur. Allah’ın ise kimseye ihtiyacı yoltur. Kim de basîret gözüyle bu yüksek makamlara bakmaz, kalıbının gözüyle dünya ve süslerine meyleder de dünyanın şehvetlerinden ve hayvanî isteklerinden lezzet almaya dalarsa basîreti kör olur. Âyet-i kerîmede: “Ne var ki kör olan, başlardaki gözler değil, gerçekte kör olan sinelerdeki gönüllerdir!” (Hac 22/ 46) buyrulur. Bu durum, insanın uğrayacağı en büyük bedbahtlık ve hüsrandır. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, III, 105)
وَكَذٰلِكَ نُصَرِّفُ الْاٰيَاتِ وَلِيَقُولُوا دَرَسْتَ وَلِنُبَيِّنَهُ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ ﴿١٠٥﴾
Meal 105: Biz âyetleri böyle döne döne, türlü türlü açıklıyoruz ki gerçeği anlasınlar. Kâfirler: “Sen bunları bir başkasından ders almışsın, bize anlatıyorsun” diyeceklerdir. Ama biz diliyoruz ki, öğrenmek niyetiyle araştıranlar için gerçeği Kur’an’da apaçık ortaya koyalım.
Tefsir:Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’de dini hakikatleri kullarının idrakine sunmak üzere, içlerinde va‘d, tehdit, nasihat, uyarma bulunan âyetleri hem bu sûrede hem başka sûrelerde geniş geniş, döndüre döndüre, evire çevire açıklamaktadır. Burada âyetleri bu şekilde açıklamanın iki hikmeti üzerinde durulur:
Birincisi; inkârcıların: “Sen bunları bir başkasından ders almışsın, bize anlatıyorsun” (En‘âm 6/105) demeleri içindir. Çünkü ona indirilen âyetler, tahsil etmeye ve incelemeye dayanan birçok ilimler ihtiva etmektedirler. Bir ümmî, anadan doğduğu gibi okuması yazması olmayan bir kimse bunları bilemez. Kâfirlerin zanlarına göre bunlar vahiyle de olmayacağına göre, demek ki o, kimsenin haberi olmadan gizlice ders almıştır. Zira bunları bilebilmesinin başka yolu yoktur.
İkincisi; bilecek ve anlayacak olanlara Kur’an âyetlerinin güzel bir şekilde açıklanmasıdır:
اِتَّبِعْ مَٓا اُو۫حِيَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ وَاَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِك۪ينَ ﴿١٠٦﴾
وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَٓا اَشْرَكُواۜ وَمَا جَعَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَف۪يظًاۚ وَمَٓا اَنْتَ عَلَيْهِمْ بِوَك۪يلٍ ﴿١٠٧﴾
Meal 106: Rasûlüm! Sen, Rabbinden sana ne vahyediliyorsa ona uy. O’ndan başka ilâh yoktur. Müşrikler ne derse desin aldırma, onlara ehemmiyet verme.
Meal 107: Eğer Allah dileseydi onlar Allah’a şirk koşmazlardı. Seni onların başında bir koruyucu ve gözetleyici yapmadık. Sen onların yaptıklarından sorumlu bir vekil de değilsin.
Tefsir:Peygamberin vazifesi, Rabbinden gelen vahye öncelikle kendisinin iman edip uyması, Allah’tan başka ilâh olmadığını kabul etmesi, müşriklerden yüz çevirmesi; sonra da insanları kendisi gibi davranmaya davet etmesidir. Allah dileseydi müşrikler şirk koşmazdı. Fakat ilâhî taksimat ve hikmet, insanlardan kiminin kendi ihtiyarlarıyla iman etmelerine, kiminin de şirk, küfür gibi sapıklık yollarına gitmelerine imkân verecek şekilde tecelli etmiştir. Bu sebeple Allah Resûlü (s.a.s.)’in tebliğ vazifesi vardır fakat inkârcılar üzerinde koruyuculuk ve bekçilik yapmak gibi bir mesuliyeti yoktur. Ancak Peygamber’in de mü’minlerin de gerek dini tebliğ ederken gerekse diğer beşerî ilişkiler esnasında insanların inançlarına saygı adına dikkatli olmaları istenerek şöyle buyruluyor:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
وَلَا تَسُبُّوا الَّذٖينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ فَيَسُبُّوا اللّٰهَ عَدْواً بِغَيْرِ عِلْمٍؕ كَذٰلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ اُمَّةٍ عَمَلَهُمْ ثُمَّ اِلٰى رَبِّهِمْ مَرْجِعُهُمْ فَيُنَبِّئُهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿١٠٨﴾
Meal:﴾108﴿ Allah’tan başkasına tapanlara kötü söz söylemeyin; sonra onlar da bilmeden, taşkınlık yaparak Allah hakkında kötü sözler söylerler. Böylece biz her ümmete kendi işlerini çekici gösterdik. Sonunda dönüşleri rablerinedir. Artık O, ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir.
Tefsir:Zemahşerî, âyetteki sebb kelimesini genel olarak “eleştiri” mânasına alarak normal şartlarda yanlışlıkları ve kötülükleri eleştirmenin bir görev olduğunu, ancak eğer eleştiri eleştirilen durumdan daha zararlı ve yıkıcı sonuçlara yol açacaksa bundan kaçınmanın da bir görev olduğunu belirtmektedir (II, 23). Bununla birlikte, birçok müfessirin de kaydettiği gibi, sebb kelimesi şetm yani “terbiye ve nezaketle bağdaşmayan çirkin sözler” demektir. Yanlış yolda olanları eleştirmek, neyin doğru neyin yanlış olduğunu ortaya koymak zorunlu olmakla birlikte; âyete göre, bunu hakaret, sövüp sayma gibi İslâm ahlâkının hilim, edep ve nezaket kurallarıyla bağdaştırılması mümkün olmayan bir üslûpla yapmak câiz değildir. Nitekim âyette hitabın, Hz. Peygamber’e değil de, diğer müminlere yöneltilmiş olması da bunu gösterir. Çünkü sövüp sayma zaten Resûlullah’ın ahlâkıyla bağdaşmadığı için ona böyle bir uyarıda bulunulmasına gerek yoktur.
Bu âyete göre başkalarına, onların inançlarına ve kutsal saydıkları değerlere hakaret etmek İslâmî edep ve ahlâkla bağdaşmadığı gibi, İslâm’ın izzetine de zarar getirir. Esasen, Râzî’nin de belirttiği gibi (XIII, 139), müşrikler putlara tapmakla birlikte Allah’a da inanıyorlardı. Bu yüzden durup dururken O’na hakaret etmeleri düşünülemez. Şu halde bazı müslümanların müşrikler ve inançları hakkındaki ölçüsüz sözleri onları taşkınlığa sevketmiş; doğrudan doğruya Allah’a sövmek maksadıyla olmasa bile, öfkeye kapılarak müslümanların kutsal inançlarına sövüp saymaya kalkışmışlardır. Bu âyette müslümanların bu durumlara imkân verecek söz ve davranışlardan kaçınmaları emredilmektedir. Âyette İslâm’ın tebliğ ve davet metoduna da işaret vardır. Buna göre bizim gibi başkalarının inanç ve kanaatleri de onlara göre değerlidir. Diyalog ve ikna etmenin yolu saygı ve nezaketten geçer. Hakaret ve küfür ise sadece muhatabın düşmanlık duygularını kabartır; inatlaşma, sertleşme ve giderek çatışmaya yol açar.
“Biz her ümmete kendi işlerini çekici gösterdik” meâlindeki cümle, Allah’ın insanlara inanç ve yaşayışları konusunda bir seçme imkânı bırakmadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. İnsanların inanç ve telakkilerine, ahlâk ve yaşayışlarına tesir eden, sonuçta onların inanç ve davranışlarını beğenmelerini sağlayan birçok psikolojik ve sosyal sebep vardır ve her şey gibi bunlar da Allah’ın koyduğu kanunlar uyarınca oluşmaktadır. İnsanın asıl görevi ise akıl ve muhakeme gücü yardımıyla bu sebepleri aşarak Allah’ın âyetleri üzerine düşünmesi, hoşlanıp bağlandığı inancı ve hayatı sorgulamasıdır. İnsanlar, bilgisine ve dürüstlüğüne inanıp güvendikleri seçkin kişilerin görüşlerinden ve irşadlarından da yararlanıp aydınlanarak gerçeğe ulaşma imkânına sahiptirler; Allah insanlardan bu imkânı esirgememiştir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 453-454
وَاَقْسَمُوا بِاللّٰهِ جَهْدَ اَيْمَانِهِمْ لَئِنْ جَٓاءَتْهُمْ اٰيَةٌ لَيُؤْمِنُنَّ بِهَاؕ قُلْ اِنَّمَا الْاٰيَاتُ عِنْدَ اللّٰهِ وَمَا يُشْعِرُكُمْۙ اَنَّـهَٓا اِذَا جَٓاءَتْ لَا يُؤْمِنُونَ ﴿١٠٩﴾
Meal :﴾109﴿ Kendilerine bir mûcize gelirse ona mutlaka inanacaklarına dair Allah adına kuvvetle yemin ettiler. De ki: “Mûcizeler ancak Allah’a aittir.” Ama mûcize geldiğinde de inanmayacaklarının farkında mısınız?
Tefsir:Müşrikler Kur’an’ın Allah kelâmı olduğuna inanmadıkları, Hz. Muhammed’in onu Tevrat ve İncil hakkında bilgi sahibi olanlardan ders alarak öğrendiğini iddia ettikleri için ondan peygamberliğini kanıtlayacak başka mûcizeler istiyor; o takdirde bu mûcizeye, dolayısıyla Hz. Peygamber’e inanacaklarına dair and içiyorlardı. Âyette Hz. Peygamber’den, mûcizeyi gerçekleştirmenin ancak Allah’ın dilemesine bağlı bulunduğunu açıklaması istenmektedir. Hz. Peygamber’in de bu gerçeği her vesileyle ifade ettiği, kendisinin ancak bir beşer olduğunu açıklıkla belirttiği görülmektedir (Kehf 18/110; Fussılet 41/6).
Bazı tefsirlerde işaret edildiği gibi, muhtemelen o dönemdeki müslümanlar, iyi niyetleri sebebiyle, inkârcıların mûcize istemekte samimi olduklarını düşündükleri için, Resûlullah’tan bu isteklere olumlu karşılık vermesini beklemişlerdi. Bu sebeple âyette “Mûcize geldiğinde de inanmayacaklarının farkında mısınız?” buyurularak müşriklerin samimiyetsizliğine dikkat çekilmiştir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 455
وَنُقَلِّبُ اَفْـِٔدَتَهُمْ وَاَبْصَارَهُمْ كَمَا لَمْ يُؤْمِنُوا بِهٖٓ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَنَذَرُهُمْ فٖي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَࣖ ﴿١١٠﴾
Meal:﴾110﴿ O’na iman etmedikleri ilk durumdaki gibi (mûcize gösterdikten sonra da) yine onların gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz. Ve onları şaşkın olarak taşkınlıkları içinde bırakırız.
Tefsir:Allah Teâlâ, inkârcıların kalplerini veya akıllarını ve gözlerini ters çevireceğini, böylece eğriyi doğru, doğruyu eğri göreceklerini, önceden olduğu gibi mûcize gösterildikten sonra da inanmamakta ısrar edeceklerini bildiriyor. Çünkü niyetleri içtenlikle düşünmek ve hakikati bulmak değil, Hz. Peygamber’i güç durumda bırakmaktır. Bu inatçı ve ters tutumları sebebiyle Allah da onları kendi hallerine bırakır, böylece azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 455
وَلَوْ اَنَّـنَا نَزَّلْـنَٓا اِلَيْهِمُ الْمَلٰٓئِكَةَ وَكَلَّمَهُمُ الْمَوْتٰى وَحَشَرْنَا عَلَيْهِمْ كُلَّ شَيْءٍ قُبُلاً مَا كَانُوا لِيُؤْمِنُٓوا اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَهُمْ يَجْهَلُونَ ﴿١١١﴾
Meal :﴾111﴿ Eğer (istedikleri gibi) onlara melekleri indirseydik, ölüler de onlarla konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de inanacak değillerdi; fakat çokları bunu bilmezler.
Tefsir:Allah müşriklerin istedikleri şekilde mûcize olarak onlara melekleri indirse, onları ölülerle konuştursa, daha başka türlü mûcizeleri önlerine serse yine de Allah dilemedikçe inanmayacaklardır.
Bu ve bundan önceki âyetin üslûbuna bakarak bundan cebirci bir sonuç çıkarmak doğru değildir. Kur’an, kendine özgü üslûbu içinde, evrendeki bütün olup bitenler gibi insanların inanç ve amel hayatındaki gelişme ve değişmeleri de ontolojik bakımdan Allah’ın kuşatıcı iradesine bağlar ve bunu doğru bir tanrı akîdesinin gereği sayar. Buna göre müminin imanı da kâfirin inkârı da O’nun mutlak iradesi ve kanunları çerçevesinde oluşmaktadır; bunları Allah’ın kudret ve iradesinin dışında görmek, bazı şeylerin O’nun hâkimiyet ve tasarruf alanı dışında olup bittiği gibi yanlış bir sonuca ve kusurlu bir tanrı anlayışına götürür. Bununla birlikte Allah, yine kendi iradesi ve yaratmasıyla evrende sadece insanı akıl, irade gibi hakkı bâtıldan ayırma yetenekleriyle donatmıştır. Buna rağmen insan, müşrik Araplar gibi, içinde doğup büyüdüğü psikolojik ve sosyal şartların doğal tesirlerini aşamaz, insanî yeteneklerini kullanarak gerçeğin ve iyinin arayışı içinde olmaz, aksine bâtılda ısrar ederse, böylelerinin gözleri ve gönülleri iyice kararır. Allah’ın böylelerini zorla hakikate sevketmesi mümkünse de (meselâ bk. En‘âm 6/35, 107, 112, 137) bu durum, O’nun koymuş olduğu görev, sorumluluk ve ceza-mükâfat düzeniyle uyuşmaz. Bu yüzden bir âyette “Gerçek, rabbinizden gelendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin” (Kehf 18/29) buyurulur.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 455-456