Zümer Süresi Meal Ve Tefsiri
Hakkında
Mekke döneminde inmiştir. 75 âyettir. Sûre, adını 71 ve 73. âyetlerde geçen “Zümer” kelimesinden almıştır. Zümer; zümreler, gruplar demektir. Sûrede başlıca, göklerde ve yerde Allah’ın birliğini gösteren deliller, mü’minlerin cennete, kâfirlerin cehenneme sevk edilecekleri konu edilmekte; kullar, ölüm gelip çatmadan Allah’a yönelmeye çağrılmaktadır.
Nuzül
Mushaftaki sıralamada otuz dokuzuncu, iniş sırasına göre elli dokuzuncu sûredir. Sebe’ sûresinden sonra, Mü’min (Gāfir) sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Allah’ın rahmetinden ümit kesilmemesi gerektiğini belirten 53. âyetten itibaren üç veya yedi âyetin Medine döneminde indiği yolunda rivayetler varsa da bu rivayetler zayıf bulunmaktadır (bk. İbn Âşûr, XXIII, 311).
Konusu
Sûrenin temel konusu Allah ve âhiret inancıdır. Bu çerçevede hiçbir şeyin Allah’a ortak ve denk tutulamayacağı, O’nun mutlak ve eşsiz yaratıcı olduğu, bu sebeple insanın her durumda O’na yönelip bağlanması gerektiği belirtilmekte; bu şekilde inanan ve yaşayanların ulaşacağı âhiret nimetlerine ve cennet hayatına dair bilgi verilmekte; inkârcıların olumsuz duygu ve davranışları değerlendirilmekte; bunların kötü sonuçları hakkında uyarıda bulunulmaktadır. Her şeye rağmen Allah’ın rahmetinden ümit kesilmesinin doğru olmadığı, çünkü Allah’ın, dönüş yapıp kendisine yönelenlerin bütün günahlarını bağışlayacağı müjdelenmekte ve insanlar, âhiret azabıyla yüz yüze gelmeden önce, fırsat eldeyken inançlarını ve yaşayışlarını düzeltmeye çağırılmaktadır. Sûre, müminlerin âhiret mutluluğunu tasvir eden âyetlerle son bulmaktadır.
Fazileti
Hz. Âişe, Resûlullah’ın genellikle her gece yatmadan önce Zümer ve Benî İsrâil (İsrâ) sûrelerini okuduğunu söylemiştir (Tirmîzî, “Sevâbü’l-Kur’ân”, 21).
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1.تَنْز۪يلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّٰهِ الْعَز۪يزِ الْحَك۪يمِ
1.1.Bu kitap, kudreti dâimâ ütün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan Allah tarafından parça parça indirilmiştir.
اِنَّٓا اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ فَاعْبُدِ اللّٰهَ مُخْلِصًا لَهُ الدّ۪ينَۜ2.
2.2.Biz sana bu kitabı gerçeğin tâ kendisi olarak indirdik. Öyleyse sen de, her türlü şirk ve gösterişten uzak durup ibâdet ve taati yalnız Allah’a has kılarak O’na kulluk et
Tefsir
Kur’ân-ı Kerîm Allah tarafından indirilmiştir. Dolayısıyla o, yaratılmış bir varlığın sözü değildir. Bu bakımdan onu çok dikkatli dinlemek ve buyruklarını büyük bir ciddiyet ve titizlikle yerine getirmek gerekir. Kur’an’ın, Allah Teâlâ’nın “Azîz” ve “Hakîm” isimleriyle yakın bir irtibatı vardır. اَلْعَز۪يزُ (Azîz), mutlak güç ve kudret sahibi, kudreti dâima üstün gelen ve asla mağlup edilemeyen demektir
Bu ismin tecellisi ile Kur’an’ın mesajı insanlığa ulaşacak, onun hükümlerinin geçerli olmasını hiçbir kimse engelleyemeyecek, emir ve yasakları sürekli yürürlükte olacaktır. اَلْحَك۪يمُ (Hakîm) ise verdiği hükümler, yaptığı işler her dâim hikmetli ve sağlam olan, tedbir ve yönetmesi bilgiye dayanan demektir. Bu ismin tecellisi ile de Kur’ân-ı Kerîm dil, belagat, fesahat, üslup, nazım ve ihata ettiği bilgiler itibariyle son derece sağlamdır. İhtivâ ettiği tüm hakîkatler nihâyetsiz hikmetlere dayalıdır. Kur’ân-ı Kerîm, gerçeğin ta kendisi olarak nâzil olmuştur. Yani ondaki bilgiler tümüyle doğrudur. İçinde herhangi bir yanlışlık veya şüphe yoktur. Rabbimizin kim olduğunu, O’nun muradını ve bizden nasıl bir kulluk istediğini açıkça beyân etmektedir. Doğru ile eğriyi, hakla bâtılı tüm netliği ile ortaya koymaktadır. O halde kula düşen vazife, Kur’an’ın tarif ettiği şekilde tam bir teslimiyet ve samimiyet içinde Allah’a yönelerek ve yalnızca O’nun rızâsını isteyerek Rabbine kulluk yapmaktır.
Bu sûrede, “dini yalnız Allah’a hâlis kılarak O’na kulluk etmek” tabiri birkaç kez tekrarlanır ve âdeta sûrenin mesajının iliğini teşkil eder. Dolayısıyla bu tabirin ne demek olduğunu izahta fayda vardır: Bu tabirde iki mühim nokta dikkat çeker:
› Kulluk etmek,
› Dini yalnızca Allah’a hâlis kılmak.
“Kulluk yapmak”; aciz olmanın idraki içinde severek itaatte bulunmak demektir. Buna göre Allah’ın kulundan istediği, sadece kendisine severek kulluk ve itaat etmesi, ayrıca koyduğu kanunlara harfiyen uymasıdır. “Din” ise bir varlığın, başkaları üzerinde kendisine ait bir otorite, güç ve yetki vehmederek, onların hayatlarını tanzim etmeye kalkışmak istemesidir. Buna göre “dini Allah’a hâlis kılarak O’na kulluk etmek” için Allah’a kulluk etmekle birlikte, başkalarına kulluk etmemeyi, sadece Allah’ın koyduğu kanun ve ilkelerle yaşamayı, yalnız O’nun hükümlerine uyup, yasaklarından kaçmayı tazammun eder. Bu sebepledir ki, “dini yalnızca Allah’a hâlis kılarak O’na kulluk etmek”, İslâm’ın kesin ve değişmez bir kâidesidir. Çünkü bu şekilde kulluk, yalnız Allah’ın hakkıdır. Kulluk edilmeye layık olan sadece O’dur ve sadece O’na itaat edilmesi gerekir. Bu sebepledir ki, Allah’a kulluğu reddedip de başkalarına itaat eden kimse açık bir sapıklık içindedir. Allah ile birlikte başkalarına da kulluk ediyorsa, bu da şirktir.
Nitekim Resûlullah (s.a.s.), bu ayeti kerîmenin izahını şöyle yapar:
Bir şahıs Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e gelerek:
“- Şayet mallarımızı şan, şöhret olsun diye muhtaçlara harcasak, Allah bize bir mükafat verir mi?” diye sordu. Peygamberimiz (s.a.s.), “Hayır!” diye cevap verince, bu sefer o şahıs:
“- Hem Allah rızâsı, hem de şan, şöhret için harcasak?” diye sordu. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.):
“- Allah, ihlâslı bir şekilde sadece kendi rızâsı için yapılmamış hiçbir ameli kabul etmez” buyurup bu âyet-i kerîmeyi okudu. (Kurtubî, el-Câmi‘, XV, 233)
اَلَا لِلّٰهِ الدّ۪ينُ الْخَالِصُۜ وَالَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَۢ مَا نَعْبُدُهُمْ اِلَّا لِيُقَرِّبُونَٓا اِلَى اللّٰهِ زُلْفٰىۜ اِنَّ اللّٰهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ ف۪ي مَا هُمْ ف۪يهِ يَخْتَلِفُونَۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْد۪ي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ3.
3.İyi bilin ki, gönülden tam bir samimiyet ve teslimiyetle yapılan kulluğa lâyık olan yalnızca Allah’tır. O’ndan başka kendilerine bir takım mabudlar ve koruyucular edinenler ise: “Biz bunlara, yalnız bizi Allah’a daha fazla yakınlaştırsınlar diye tapıyoruz” derler. Allah, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda aralarında hükmünü verecektir. Doğrusu Allah, yalancılığı ve inkârcılığı âdet edinenleri doğru yola erdirmez.
Tefsir
Cenâb-ı Hak, sadece kendisine kulluk yapmamızı istediği halde, bir kısım insanlar, Allah’tan başka mabudlar ve putlar edinip onlara taparlar. Bunlara da, sırf kendilerini Allah’a daha fazla yakınlaştırsınlar diye taparlar. Nitekim müşrikler putlara tapıyor ve bunların kendileri için Allah katında şefaatçi olacağını ve kendilerini Allah’a yaklaştıracaklarını söylüyorlardı. (bk. Yûnus 10/18) İşin dikkat çeken tarafı, onlar Allah’ı inkâr etmiyorlar, O’nun varlığını kabul edip üstelik O’na daha fazla yakınlaşmak istiyorlar. Fakat meşrû hedefe ulaşmak üzere meşrû olmayan bir yol tuttukları için Allah’ın affetmediği şirke düşüyorlar. Demek ki, kullukta hem hedef doğru tespit edilmeli, hem de o hedefe ulaştıracak vasıtaların doğru olmasına dikkat gösterilmelidir. Bu kâide, Resûlullah (s.a.s.)’in hayatında örneklendiği gibi aslında tüm İslâmî faaliyetlerin temelini teşkil eder.
İslâm, putperestliği yasaklar. Hangi bahane ile olursa olsun putlara tapmaya kesinlikle müsaade etmez. Kendilerine göre bir kısım gerekçelerle puta tapanlar ve bu hususta farklı yollara sapanlar hakkında Allah Teâlâ hükmünü verecek ve onlar hak ettikleri cezayı bulacaklardır. Öncelikle düpedüz bir yalanın ve kâfirliğin taraftarı oldukları için, böyle devam ettikleri takdirde, gerçek bir imandan mahrum kalacaklardır. İmandan mahrum olarak öldüklerinde ise ebedî azaba uğrayacaklardır.
لَوْ اَرَادَ اللّٰهُ اَنْ يَتَّخِذَ وَلَدًا لَاصْطَفٰى مِمَّا يَخْلُقُ مَا يَشَٓاءُۙ سُبْحَانَهُۜ هُوَ اللّٰهُ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ4.
4.Allah evlat edinmek isteseydi, yarattıklarından dilediğini seçerdi. Fakat O, evlat edinmekten de, her türlü noksanlıktan da yücedir. O, her şeyi kudretine boyun eğdiren tek bir Allah’tır.
5.خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّۚ يُكَوِّرُ الَّيْلَ عَلَى النَّهَارِ وَيُكَوِّرُ النَّهَارَ عَلَى الَّيْلِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَۜ كُلٌّ يَجْر۪ي لِاَجَلٍ مُسَمًّىۜ اَلَا هُوَ الْعَز۪يزُ الْغَفَّارُ
5.O, gökleri ve yeri belli bir gâye, büyük bir hikmet ve şaşmaz bir nizam üzere yaratmıştır. Sürekli olarak geceyi gündüzün üzerine sarıyor, gündüzü de gecenin üzerine sarıyor. Güneşi ve ayı da emrine boyun eğdirmiştir. Her biri belli bir süreye kadar kendi yörüngesinde akıp gidiyor. Bilin ki O, karşı konulmaz bir kudret sahibidir, çok bağışlayıcıdır
Tefsir
Bu âyet-i kerîme ile başlayarak Allah Teâlâ’nın birliğinin, sonsuz kudret, ilim ve hikmetinin delilleri sayılıyor ve O’nun gerçekten ibâdete lâyık tek ilâh olduğu ispatlanıyor:
› Gökleri ve yeri “hak” ile; yani gerçek bir gaye, büyük bir hikmet, belli bir kanun ve şaşmaz bir nizam içinde, hak ve hakikatin anlaşılması ve yaşanması için yaratmıştır. Rabbimizin yarattığı bu muazzam varlıklar gözümüzün önünde durmakta, ibretle bakabilenleri hayret ve şaşkınlık içinde bırakmaktadır.
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Yedi kat göğü birbiriyle uyum içinde tabaka tabaka yaratan O’dur. Rahman’ın yaratmasında hiçbir düzensizlik göremezsin. Haydi, çevir gözünü de bak, bir kusur, bir çatlaklık görebilecek misin? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak. Göz, aradığı kusuru bulamamanın ezikliği ve bitkinliği içinde sana geri dönecektir.” (Mülk 67/3-4)
› Geceyle gündüzü dâimî olarak birbiri üzerine dolamaktadır. Hiç durmaksızın gündüz gecenin, gece de gündüzün yerini almaktadır.
Bu âyette geçen اَلتَّكْو۪يرُ (tekvîr) kelimesi, baş gibi kürevî bir cismin etrafında bir şeyi, meselâ sarığı döndürerek sarmak, daha açık bir tâbirle “dolamak” demektir. Bu tâbirin, tabiatta cereyan eden bir gerçeği tasvir ettiği anlaşılmaktadır: Kendi mihveri etrafında dönen yerkürenin güneşe bakan kısmı aydınlık, yani gündüz olur. Ancak, yerküre döndüğünden dolayı bu aydınlık kısım aynen devam etmez. Hareket ettikçe aydınlık olan kısımlar karanlığa, karanlık olan kısımlar da aydınlığa bürünür. Yâni devamlı bir şekilde gece gündüzün, gündüz de gecenin üzerine dolanır. Bu da, yeryüzü sathının yuvarlak olduğunu gösterir. İşte âyette kullanılan “tekvîr” tabiri, bu şekilde yeryüzünün kürevî yuvarlaklıkta olduğuna ve döndüğüne işaret etmekte; yerin küre oluşu ve dönüşü de tekvîr tabirini son derece dakîk bir tarzda tefsir etmektedir.
› Güneş ve ay da Allah’ın emrine boyun eğmiş, belli bir vakte kadar yörüngelerinde akıp gitmektedirler. Allah’tan başka kimin kudreti bunları elinde tutup emrine boyun eğdirebilir? O’ndan başka kim istediği gibi onları kontrol altına alıp hareket ettirebilir?
İnsanın yaratılmasındaki harikulade kudret tezahürleri de böyle:
خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ ثُمَّ جَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ الْاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍۜ يَخْلُقُكُمْ ف۪ي بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ ف۪ي ظُلُمَاتٍ ثَلٰثٍۜ ذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمْ لَهُ الْمُلْكُۜ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ فَاَنّٰى تُصْرَفُونَ6.
6.O, sizi bir tek nefisten yarattı, ondan da eşini var etti. Sizin faydalanmanız için hayvanlardan sekiz çift meydana getirdi. O sizi analarınızın karnında üç karanlık içinde, bir yaratıştan diğerine geçirerek yaratıyor. Rabbiniz olan Allah işte budur. Bütün kâinatın mutlak mülkiyet ve hâkimiyeti O’na aittir. O’ndan başka ilâh yoktur. Böyle iken, nasıl oluyor da O’na kulluktan yüz çeviriyor, yanlış yollara sürükleniyorsunuz?
Tefsir
İnsanın başlangıçta bir tek nefisten yaratılması, sonra eşinin var edilmesi, daha sonra bunların neslinden ana-baba beraberliğiyle insan neslinin devam edip gitmesi ne müthiş bir kudret akışı ve azamet tecellisidir. İnsanların istifadesine sunulan; etlerinden, sütlerinden ve tüylerinden yararlanılan hayvanlar da Allah Teâlâ’nın varlık delilidir. Bunlar erkeği ve dişisiyle birlikte deve, sığır, koyun ve keçidir. (bk. En‘âm 6/143-144)
Âyet-i kerîme, ayrıca insanın yaratılışı ile alakalı, indiği dönemin ilmî seviyesine göre oldukça derin bir noktaya adeta projektörünü çevirip gizli hakîkatleri ortaya çıkarmaktadır. O da insanın anne karnında “üç karanlık bölge”de çeşitli safhalardan geçirilerek yaratılıyor olmasıdır. Bugünkü ilmî tespitlere göre “üç karanlık bölge”den maksat;
Anne karnı karanlığı
Rahim karanlığı
Döl yatağı karanlığıdır.
Görüldüğü gibi bugün modern biyoloji, bebeğin embriyolojik gelişiminin yukarıdaki ayette bildirildiği şekilde, üç farklı karanlık bölgede gerçekleştiğini ortaya koymuştur. Ayrıca embriyoloji alanındaki gelişmeler bu bölgelerin de üçer katmandan oluştuğunu gösterir:
Karın duvarı üç tabakadan oluşur: Dış kas plakaları, iç kas plakaları, çapraz kaslar.
Rahim duvarı da üç katmandan oluşur: Epimetrium, miyometrium ve endometrium.
Aynı şekilde embriyoyu saran kese de üç katmandan oluşur: Amniyon: Rahimde fetusu saran en iç zar- amnion. Koryon: Orta amniyon zarı- chorion. Desidüa: Dış amniyon zarı.
“Çeşitli safhalar”dan maksat ise, çocuğun ana rahmine düşmesinden doğumuna kadar geçirdiği nutfe, aleka, mudğa, kemik, kemiklere et giydirilmesi ve ruh üflenmesi gibi dönemlerdir. (bk. Hac 22/5; Mü’minûn 23/14)
Bugün tıp fakültelerinde ders kitabı olarak okutulan bütün embriyoloji kitaplarında bu konu en temel bilgiler arasında yer alır. Anne rahmindeki gelişim ile ilgili bu bilgiler, ancak modern teknolojik aletlerle yapılan gözlemler sayesinde elde edilebilmiştir. Görüldüğü gibi bu bilgilere de, diğer pek çok ilmî gerçek gibi, mûcizevi bir biçimde Kur’an ayetlerinde dikkat çekilmiştir. İnsanlığın tıbbi konularda hiçbir detaylı bilgiye sahip olmadığı bir dönemde, Kur’an’da bu derece ayrıntılı ve doğru bilgilerin verilmiş olması, elbette Kuran’ın Allah’ın sözü olduğunun açık bir delilidir.
Bunları vahiy yoluyla haber veren Yüce Rabbimiz olduğu gibi, bundan daha mühimi bunları yaratan ve yaratmakta olan da Yüce Rabbimizdir. İşte Kur’an insanlığı tek ilâh olan o Rabbe kulluğa davet etmekte; nasıl olup da O’na kulluktan döndürülebildiğimizi sormaktadır. Burada “Nasıl dönüyorsunuz?” değil de “Nasıl döndürülüyorsunuz?” diye sorulması dikkat çekicidir. Bununla bâtıla çağıranlara değil, onların çağrısına uyanlara hitap edilmektedir. Çünkü bâtıla çağıranlar kesin tercihlerini yapmış, çıkarları ile sapıklıkları birleşmiştir. Gerçeği görseler bile sırf çıkarları yüzünden sapıklığı bırakamazlar. Fakat onların peşine takılanların, bu menfaat şebekesinin elinden kurtulmaları mümkündür. Çünkü onlar kandırılmıştır ve şirkten bir menfaatleri de yoktur. Başkalarının güdümündeki bu insanlar biraz düşünecek olsalar, kendilerini şirk koşmaya teşvik edenlerin, bu davranışlarıyla nasıl bir çıkar ilişkisi içinde olduklarını fark edecekler ve bu yanlış yoldan dönebileceklerdir.
اِنْ تَكْفُرُوا فَاِنَّ اللّٰهَ غَنِيٌّ عَنْكُمْ وَلَا يَرْضٰى لِعِبَادِهِ الْكُفْرَۚ وَاِنْ تَشْكُرُوا يَرْضَهُ۬ لَكُمْۜ وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰىۜ ثُمَّ اِلٰى رَبِّكُمْ مَرْجِعُكُمْ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَۜ اِنَّهُ عَل۪يمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ7.
7.Eğer inkâr ederseniz, bu sizin aleyhinizedir; çünkü Allah’ın sizin hiçbir şeyinize ihtiyacı yoktur. Fakat O, kullarının inkârına da râzı olmaz. Şâyet inanıp şükrederseniz, bu davranışınızdan hoşnut olur. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez ve başkasının günahıyla yargılanmaz. Sonunda dönüşünüz Rabbinizin huzuruna olacak ve o size yaptıklarınızı bir bir haber verecektir. Şüphesiz O, göğüslerde saklı tutulan bütün gizlilikleri hakkiyle bilmektedir.
Tefsir
Her şeyi isteyip yaratan şüphesiz Allah’tır. Bununla birlikte O her şeyden razı olmaz. O’nun rızâsının taallük ettiği şeyler olduğu gibi, taallük etmediği şeyler de vardır. Nitekim O, sonsuz merhamet sahibi olmakla birlikte, gazabını celbedenlere O’nun merhameti değil gazabı erişmektedir. Yine nihâyetsiz affın sahibi O olmakla birlikte, günah işleyip tevbe etmeyenlere O’nun affı değil azabı kavuşmaktadır. Rızâsı da bunun gibidir. O, bütün kullardan müstağni olmakla, yani kimseye, hiçbir şeye zerre kadar ihtiyacı bulunmamakla birlikte, kullarının küfrüne ve nankörlüğüne razı olmaz. Fakat inanıp şükretmelerine razı olur. Kulların ne küfrü Allah’a bir zarar verebilir, ne de şükrü O’na bir fayda sağlayabilir. Sırf O, merhametinden dolayı, kulun nankörlüğüne değil şükrüne razı olmaktadır. Hadis-i kudsîde şöyle buyrulur:
“Ey kullarım! Sizin başınız, sonunuz, insiniz, cininiz en takvâ sahibi bir adamınızın kalbi gibi olsa, bu benim mülküme hiçbir şey katmaz. Ey kullarım! Sizin başınız, sonunuz, insiniz, cininiz en günahkâr bir adamınızın kalbi gibi olsa, bu benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez.” (Müslim, Birr 55)
Hiçbir günahkârın başkasının günahını çekmeyeceği ve bununla sorgulanmayacağı beyânı, “sizin vebâliniz bizim boynumuza” diyerek zayıf kimseleri inkâr yoluna sevk eden küfür liderlerini reddettiği gibi, tüm insanlığı Âdem’in işlediği suçtan sorumlu tutan hıristiyan düşüncesini de reddeder.
وَاِذَا مَسَّ الْاِنْسَانَ ضُرٌّ دَعَا رَبَّهُ مُن۪يبًا اِلَيْهِ ثُمَّ اِذَا خَوَّلَهُ نِعْمَةً مِنْهُ نَسِيَ مَا كَانَ يَدْعُٓوا اِلَيْهِ مِنْ قَبْلُ وَجَعَلَ لِلّٰهِ اَنْدَادًا لِيُضِلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ۜ قُلْ تَمَتَّعْ بِكُفْرِكَ قَل۪يلًاۗ اِنَّكَ مِنْ اَصْحَابِ النَّارِ8.
8.İnsanın başı derde düştüğünde, gönülden Rabbine yönelerek O’na yalvarır. Sonra Allah, kendi katından ona bir nimet verdiğinde, önceki yalvarış ve yakarışını unutur da, insanları O’nun yolundan saptırmak için Allah’a ortaklar koşar. De ki: “Küfür ve nankörlüğün içinde hayattan biraz daha kâm al bakalım. Nasıl olsa sonunda cehennemi boylayanlardan olacaksın!”
اَمَّنْ هُوَ قَانِتٌ اٰنَٓاءَ الَّيْلِ سَاجِدًا وَقَٓائِمًا يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ وَيَرْجُوا رَحْمَةَ رَبِّه۪ۜ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذ۪ينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذ۪ينَ لَا يَعْلَمُونَۜ اِنَّمَا يَتَذَكَّرُ اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ۟9.
9.Şimdi düşünün, bu cehennemlik kimse mi daha iyidir; yoksa gece saatlerinde secde ederek ve ayakta durarak ibâdet eden, âhiret azabından sakınan ve Rabbinin rahmetini uman tertemiz bir mü’min mi? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak gerçek akıl ve idrâk sahipleri düşünüp ders çıkarırlar.
Tefsir
Bu iki âyet-i kerîmede bilenle bilmeyen, gerçeği idrak edenle edemeyen iki insanın şahsiyet yapıları izah edilir. Birbirine tam tekabül edecek iki farklı tablo çizilir:
Birinci tablonun ilk kısmında bir insandan bahsedilmektedir. Onun başına hastalık, kıtlık, ölüm gibi bir takım sıkıntılar geliyor. Her taraftan zorluklarla kuşatıldığını görüyor. Kalbinin sıkıştığını ve ruhunun daraldığını hissediyor. Bu durumda o insanın hemen Rabbine yöneldiği, el açıp dua ettiği görülür. Yalnız Allah’a yönelmiş, artık O’ndan başkasının kendisini bu sıkıntıdan kurtaramayacağını kavramıştır.
Tefsir
Aynı tablonun ikinci kısmında yine aynı şahıs yer almaktadır. Fakat bu kez sıkıntılar kaybolmuş, yerine bolluk ve rahat gelmiştir. Korku yerini emniyete, açlık yerini tokluğa, sıkıntı yerini ferahlığa bırakmıştır. Değişen şartlara göre sahnedeki adamın halinin de değiştiğini görmekteyiz. Bu tabloda sıkıntının dokunmasıyla fıtratı yalın halde ortaya çıkan bu insanın tekrar geriye döndüğü, fıtratının üzerini tortuların kapladığı; Rabbine dönüşünü, O’na yalvarışını ve sınanma sırasında yalnız O’na kulluk ettiğini, O’ndan başka kimsenin bu belayı başından savmaya gücünün yetmediğini unuttuğu görülmektedir. O insan bunların hepsini unutmakta ve Yüce Allah’a ortak koşmaya başlamaktadır.
9. ayette ise birinci tablonun mukabilinde gerçek bir mü’min şahsiyetinin tablosu çizilir. Bu, sürekli Allah korkusu ve ürpertisi ile dolu olan, Allah’ı dâimâ zikreden, sıkıntıda ve bollukta O’nu hiç unutmayan, gecelerini secde ve kıyamla geçiren, yeryüzündeki hayatını âhiret endişesiyle yaşayan, Rabbinin rahmetine ve ihsanına ulaşmak isteyen mü’min insan tipidir. Bu insan, varlığın gerçeklerini anlamayı sağlayacak ve sağlıklı bir bilgiyi meydana getirecek olan Allah Teâlâ’yla sürekli bağı bulunan bir gönül sahibidir. Bu tablo, insandaki şeffaf ve derin hisleri harekete geçirecek bir tablodur. Bu tablo, önceki ayetin çizmiş olduğu çirkin ve silik tablonun tam zıddıdır.
Allah Teâlâ, “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer 39/9) beyanıyla bu iki tabloyu mukayese etmekte ve karşı karşıya koymaktadır. Zira hakiki ilim, mârifettir, tanımaktır; gerçeği kavramaktır. Bu ilim, insanın kalp gözünü açarak onun kâinatta var olan değişmez kanunlarla sıkı bir bağ kurmasını sağlar. Başka bir ifadeyle eserden eserin sahibine götürür. Bir ilim sahası kişiyi Hâkim-i Mutlak olan Allah’a götürüyorsa hakiki ilim sayılır. Yoksa ilim, sadece zihni dolduran, fakat eşyanın hakikatine ulaştırmayan dağınık bilgiler değildir. Kur’an’ın buradaki beyânına göre gerçek ilme ve mârifete ulaşmanın yolu, yüce Allah’a boyun eğip O’na ibâdet etme, kalbin hassasiyeti, âhiret korkusunun şuuruna varma, Allah’ın rahmetine ve ihsanına umut bağlama, bu korku ve ürperti içinde Allah’ın kendisini her an görüp işittiğini hatırda tutmadır. Ancak bu yolla hakikat kavranabilir. (bk. Seyyid Kutub, Fî Zılâl, V, 3042) Bu gerçekleri de ancak “akl-ı selim sahipleri” düşünüp idrak edebilir. Sadece akıllı, şuurlu, basîreti açık, eşyanın hakikatini kavrayan, gördüğü ve bildiği şeylerden yararlanan, gördüğü ve dokunduğu her şeyde Allah’ı hatırlayan; Allah’ı da, O’nun huzuruna çıkarılacağı günü de unutmayan bahtiyar kimseler bilebilirler.
Kâinattaki fizikî kanunlarla ve çeşitli ilimlerle meşguliyet de böyledir. Bunlar insanı mârifetullaha ulaştırmak için birer vasıta olmalıdır. Aksi takdirde bunlar da perde Allah ile kul arasında olmaktan öteye geçemezler. Zâhiren kişinin bilgisi artıyor fakat manevî hallerinde bir terakki görülmüyorsa; burada tehlikeli bir durum var demektir. Halbuki insanın ilmi arttıkça, Allah Teâlâ’ya karşı olan takvâsı, saygısı ve haşyeti de artmalıdır. Hakiki âlimler, Cenâb-ı Hakk’ı nasıl bilip tanımak gerekirse öylece bilirler. Gönüllerinde Allah’a sonsuz tâzim ve muhabbet hisleri taşırlar.
10قُلْ يَا عِبَادِ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا رَبَّكُمْۜ لِلَّذ۪ينَ اَحْسَنُوا ف۪ي هٰذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةٌۜ وَاَرْضُ اللّٰهِ وَاسِعَةٌۜ اِنَّمَا يُوَفَّى الصَّابِرُونَ اَجْرَهُمْ بِغَيْرِ حِسَابٍ
10.Rasûlüm! Benden naklen onlara şunu söyle: “Ey iman eden kullarım! Gönlünüz Allah korkusu ve saygısıyla dopdolu olarak Rabbinize karşı gelmekten sakının! Bu dünyada samimi davranıp iyi işler yapanlara dünyada da âhirette de güzel bir karşılık vardır. Allah’ın arzı geniştir. Ancak hakkiyle sabredenlere mükâfatları hesapsız bir tarzda ödenecektir.”
Tefsir
Mü’minin dünyadaki en mühim vazifesi, Rabbine karşı gelmekten sakınarak O’nun gönderdiği hükümler istikâmetinde bir kulluk yapmasıdır. Kötülüğün her çeşidinden uzaklaşıp dürüst olması ve faziletli davranışlar sergilemesidir. Böyle davrandığı takdirde Allah Teâlâ ona hem dünyada başarı, huzur ve mutluluk gibi güzellikler verecek, hem de âhirette cenneti ihsan edecektir. Ancak mü’min, içinde doğup büyüdüğü vatanında her zaman Allah’ın dinini hakkiyle yaşama imkânı bulamayabilir. Eğer içinde bulunduğu şartlar onu müslümanca yaşamaktan alıkoyup üstelik kötülük ve günahlara sürüklüyorsa, gerektiğinde, içinde yaşadığı ülkeyi, toplumu, arkadaş çevresini ve alışkanlıklarını terk ederek İslâm’ı yaşayabileceği yepyeni bir hayata geçiş yapmalı, yani Allah yolunda hicret etmelidir. Çünkü Allah’ın arzı geniştir. Günahlardan uzaklaşarak Allah’a sığınma ve O’na kulluk yapma imkânı her zaman ve her yerde bulmak mümkündür. Yalnız böyle bir fedakârlıkta bulunmak, bir kısım sıkıntılara karşı sabrı gerektirir. Ancak bu sabrı gösterebilenler, hesabı ve sınırı olmayan bir mükâfata nâil olabilirler.
Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen |