Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 88-112

#1 von Kurban , 01.03.2024 07:57

Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 88-112

قَالَ الْمَلَاُ الَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ لَنُخْرِجَنَّكَ يَا شُعَيْبُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَكَ مِنْ قَرْيَتِنَٓا اَوْ لَتَعُودُنَّ ف۪ي مِلَّتِنَاۜ قَالَ اَوَلَوْ كُنَّا كَارِه۪ينَ ﴿٨٨﴾
Meal: 88: Kavminin büyüklük taslayan önderleri ona şöyle dediler: “Ey Şuayb! Seni ve sana iman edenleri hiç şüpheniz olmasın ki memleketimizden sürüp çıkaracağız, ya da siz bizim dînimize, düzenimize döneceksiniz.” Şuayb’ın cevabı ise şöyle oldu: “Bu teklifinizi çirkin görüyor, yürekten istemiyor olsak da bile, zorla öyle mi?”
قَدِ افْتَرَيْنَا عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا اِنْ عُدْنَا ف۪ي مِلَّتِكُمْ بَعْدَ اِذْ نَجّٰينَا اللّٰهُ مِنْهَاۜ وَمَا يَكُونُ لَنَٓا اَنْ نَعُودَ ف۪يهَٓا اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُ رَبُّنَاۜ وَسِعَ رَبُّنَا كُلَّ شَيْءٍ عِلْمًاۜ عَلَى اللّٰهِ تَوَكَّلْنَاۜ رَبَّنَا افْتَحْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ قَوْمِنَا بِالْحَقِّ وَاَنْتَ خَيْرُ الْفَاتِح۪ينَ ﴿٨٩﴾
Meal: 89: “Allah bizi sizin o bâtıl dîninizden ve yolunuzdan kurtardıktan sonra yeniden ona dönersek, bu takdirde elbette yalan isnadıyla Allah’a iftirada bulunmuş oluruz. Doğrusu Rabbimiz Allah’ın dilemesi hâriç, bizim sizin bâtıl dîninize dönmemiz asla sözkonusu değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz yalnızca Allah’a güvenip dayandık.” Sonra Allah’a yönelerek: “Rabbimiz! Sen bizimle kavmimiz arasında hükmünü ver. Çünkü hüküm verenlerin en hayırlısı sensin!” diye yalvardı.
Tefsir:
Müstekbirlerin ve zorbaların âdeti, daima üstün olmaya ve kendilerinden zayıf olanlara istediklerini yaptırmaya çalışmaktır. Çünkü onlar, elde ettikleri nimetlerin şımarıklığı, zenginliğin azgınlığı ve despotluğun taşkınlığı içindedirler. Tutuldukları dünya sevgisi, onlara, her türlü kötülüğü yaptıracak ve her türlü mel’aneti işletecek güçtedir. Bu sebeple Hz. Şuayb’ın nasihatlerini dinleyen kavmin büyüklük taslayan ileri gelenleri, Şuayb (a.s.) ve ona inananları baskı altında tutup yurtlarından çıkarmaya veya dinlerinden döndürmeye zorlamışlardır. İki ihtimalden birinin gerçekleşeceği hususunda yemin etmişlerdir. Fakat asıl maksatları, onları dinlerinden döndürmeye çalışmaktır. Sürgünü, onları buna zorlamak için ileri sürmüşlerdir.
Hz. Şuayb, tehditlere aldırmaksızın, korkusuzca, kendinden gayet emin bir şekilde, Allah’a olan iman ve tevekkülünü beyân ederek ve en açık bir ifadeyle hak din olan İslâm’ı bırakıp bâtıl bir dine dönmelerinin mümkün olmadığını; böyle bir şeyin Allah’a karşı düpedüz bir yalan isnadında bulunma mânasına geldiğini söylemiştir. Çünkü bâtıl dini kabul ettikleri takdirde, putların Allah’a eşit olduğunu, İslâm’ın bâtıl, şirk ve küfrün ise gerçek olduğunu tercih etmiş olacaklar ki, bundan daha büyük iftira düşünülemez.
Kavmin küfür ve kibirde direnmeleri üzerine Şuayb (a.s.): “Rabbimiz! Sen bizimle kavmimiz arasında hükmünü ver. Çünkü hüküm verenlerin en hayırlısı sensin!” (A‘râf 7/89) diye yalvarmış, artık kimin haklı kimin haksız olduğunun bir an önce ortaya çıkmasını Rabbinden talep etmiştir. Bunun üzerine:
وَقَالَ الْمَلَاُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ لَئِنِ اتَّبَعْتُمْ شُعَيْبًا اِنَّكُمْ اِذًا لَخَاسِرُونَ ﴿٩٠﴾
Meal:90: Kavminin inkâra saplanmış önderleri halkı sıkıştırmaya başladılar: “Bakın, eğer Şuayb’ın arkasından giderseniz, o takdirde siz de kesinlikle zarara uğrar, perişan olursunuz.”
فَاَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَاَصْبَحُوا ف۪ي دَارِهِمْ جَاثِم۪ينَۚۛ ﴿٩١﴾
Meal:91: Bunun üzerine o dehşetli sarsıntı onları kıskıvrak yakaladı da, oldukları yerde yüzüstü serilip kaldılar.
اَلَّذ۪ينَ كَذَّبُوا شُعَيْبًا كَاَنْ لَمْ يَغْنَوْا ف۪يهَاۚۛ اَلَّذ۪ينَ كَذَّبُوا شُعَيْبًا كَانُوا هُمُ الْخَاسِر۪ينَ ﴿٩٢﴾
Meal: 92: Şuayb’ı yalanlayanlar, sanki orada hiç yaşamamış gibiydi. Asıl zarara uğrayanlar, Şuayb’ı yalanlayanlar oldu.
فَتَوَلّٰى عَنْهُمْ وَقَالَ يَا قَوْمِ لَقَدْ اَبْلَغْتُكُمْ رِسَالَاتِ رَبّ۪ي وَنَصَحْتُ لَكُمْۚ فَكَيْفَ اٰسٰى عَلٰى قَوْمٍ كَافِر۪ينَ۟ ﴿٩٣﴾
Meal:93: Bu tecelli karşısında Şuayb oradan uzaklaşırken şöyle diyordu: “Ey kavmim! Ben size Rabbimin buyruklarını tebliğ ettim ve iyiliğinizi isteyerek size samimi nasihatte bulundum. Şimdi böyle nankör, kâfirlikte böylesine ısrarlı bir gürûh için ne diye gam çekeyim ki?”
Tefsir:Kavmin küfürde ısrar eden eşrafı, bu kez, Hz. Şuayb’ın ve ona inananların imandaki salabetlerini, bağlılıklarını görünce kendi yandaşlarının gerçeği görmesinden korkup onları imandan alıkoymaya ve uzaklaştırmaya yönelmişlerdir. Yemin ederek, Şuayb’ın dinine girip atalarının dinini terk ettikleri takdirde din ve dünyalık bakımdan büyük bir zarara uğrayacakları tehdidinde bulunmuşlardır. Bunun üzerine ilâhî intikam tecellileri zuhur etmeye başlamış, o azgın kavmi şiddetli bir deprem yakalamış ve hepsini yüz üstü yere sererek helak etmiştir. Onlar, Hz. Şuayb’ı yalanlamaları sebebiyle bu belâya maruz kalmışlar, sanki yurtlarında hiç yaşamamış gibi hâk ile yeksan bir şekilde yok olup gitmişlerdir. Büyük bir iddia ve yeminle söyledikleri “Ey Şuayb! Seni ve sana iman edenleri hiç şüpheniz olmasın ki memleketimizden sürüp çıkaracağız” (A‘râf 7/88) sözleri karşılığında cezaya çarptırıldılar ve yurtlarından feci bir şekilde, hem de ebediyen dönüşü olmayan bir çıkarılma ile çıkarılanlar da onlar oldu.
Şurası gerçek ki, yalanlayanlar ve büyüklenenler, bir müddet üstünlük ve kuvvete sahip olsalar da günleri çabuk geçer, güçleri elden gider, adları ve sanları unutulur ve izleri kaybolur. Hak ile beraber olan hak ehli ise her hususta galip olur. Bâtıl, bütün vasıflarıyla yok olup gidicidir. Hak ise değişmez bir şekilde ebediyen kalıcıdır.
“Asıl zarara uğrayanlar, Şuayb’ı yalanlayanlar oldu” (A‘râf 7/92) sözü ile de onların “Bakın, eğer Şuayb’ın arkasından giderseniz, o takdirde siz de kesinlikle zarara uğrar, perişan olursunuz” (A‘râf 7/90) sözleri karşılığındaki cezaları haber verilmektedir. Onlar bu haksız sözlerine karşılık cezalandırılmışlardır. Böylece hem din hem dünya bakımından ziyana uğrayanlar Şuayb (a.s.)’a uyanlar değil, kendileri olmuştur.
Sonuç olarak Hz. Şuayb, helak edilen kavminden yüz çevirip, tebliğ ve nasihat olarak üzerine düşen vazifeyi yerine getirdiğini, dolayısıyla küfürleri sebebiyle helak edilen bir kavme üzülmenin yersiz olduğunu söyleyerek kendini teselli etmiştir.Şimdi, böyle şiddetli bir azap ve ilâhî intikam tecellileriyle kökleri kazınıp yerle bir olan kavimlerin kıssalarındaki ibret tablolarını ve bunlardan alınması gereken dersleri hülâsa hâlinde gözler önüne sermek üzere şöyle buyrulmaktadır:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
وَمَٓا اَرْسَلْنَا ف۪ي قَرْيَةٍ مِنْ نَبِيٍّ اِلَّٓا اَخَذْنَٓا اَهْلَهَا بِالْبَأْسَٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ لَعَلَّهُمْ يَضَّرَّعُونَ ﴿٩٤﴾
Meal:94: Biz hangi memlekete bir peygamber gönderirsek, önce oranın halkını ezici fakirlikler, kımıldatmayan sıkıntılar ve musibetlere uğratırız ki, kalpleri yumuşasın, gafletten uyanıp kendilerine gelsinler ve boyun büküp Allah’a yalvarsınlar.
ثُمَّ بَدَّلْنَا مَكَانَ السَّيِّئَةِ الْحَسَنَةَ حَتّٰى عَفَوْا وَقَالُوا قَدْ مَسَّ اٰبَٓاءَنَا الضَّرَّٓاءُ وَالسَّرَّٓاءُ فَاَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ ﴿٩٥﴾
Meal:95: Sonra kötülüğün yerini iyilikle, darlığın yerini bollukla değiştiriririz. Zamanla onların nüfusları ve servetleri artınca: “Atalarımız da bazan böyle darlık ve sıkıntılar, bazan de bolluk ve mutluluklar yaşamışlardı” der, olup bitenlerden hiç ders almazlar. Biz de onları, kendileri farkına bile varmadan ansızın yakalayıveririz.
Tefsir:Allah Teâlâ’nın toplumların hayatında câri olan kanunlarından biri de, peygamber gönderdiği ülke halklarını, kalplerini ilâhî hakîkatleri idrâke müsait hale getirmek için bir takım zorluklar ve felâketlerle sınamasıdır. Bu kanuna uygun olarak Allah, peygamber gönderdiği kavimlere fakirlik, kıtlık ve hastalıklar göndermiş, onları çeşitli iktisâdî sıkıntılara sokmuş, savaşlarda yenilgilere ve buna benzer felâketlere uğratmıştır. Bütün bunlar, az önce de ifade edildiği gibi onların kibir ve gururlarını kırmak, güç, kuvvet ve zenginliğe olan aşırı güvenlerini sarsmak içindir. Üzerlerinde, bütün mukadderatlarını kontrol eden sonsuz kudret sahibi Allah’ın olduğunu hatırlatmak ve bu sayede kalplerini, ilâhî ikazlardan ders çıkarabilecek bir hâle getirerek Rablerinin önünde huşû içinde boyun büküp O’nun emirlerine teslim olmalarını sağlamaktır. Fakat birinci sırada uygulamaya konan bu usul, eğer onları hakkı kabule yönlendirmede yeterli olamazsa, bu sefer de, o insanlar her türlü nimet, bolluk ve refah ile şımartılır.
Bu durum, artık onların feci bir âkıbete doğru sürüklendiklerinin mühim bir işaretidir. Tecrübe edilmiş genel bir kâide olarak, sıkıntı ve felaketlere düçâr olan bir topluluk, büyüyüp zenginleşmeye başladıklarında, şükürlerini artıracak yerde, daha ziyade Rablerine minnet duymaktan ictinap ederler ve hatta eski günlerini sanki hiçbir sıkıntı olmamış gibi unutup giderler. Gördükleri sıkıntı ve refah hallerinin, Allah tarafından terbiyeye yönelik bir sebep ve hikmetle alakalı olduğunu düşünmezler. Hatta: “Bunlarda öyle harikulâde sayılacak bir şey yok. Böyle darlık, boluk, fakirlik, zenginlik, hastalık, sağlık, kederli ve sürûrlu haller insan hayatının tabii bir gereği olarak öteden beri devam edegelen şeylerdir
وَلَوْ اَنَّ اَهْلَ الْقُرٰٓى اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ وَلٰكِنْ كَذَّبُوا فَاَخَذْنَاهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ ﴿٩٦﴾
Meal 96: Eğer o ülkelerin halkı iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden boluk ve bereket kapılarını açardık. Fakat onlar gerçeği yalanladılar. Biz de işledikleri günahlar yüzünden onları ansızın yakalayıverdik.
Tefsir:Burada göğün ve yerin bereket kapılarının açılmasının iki mühim sâiki beyân edilir. Bunlar iman etmek ve günahlardan sakınıp Allah’a karşı derin bir takvâ hissiyâtı içinde olmaktır. Eğer helak edilen o ülke halkları, bu hususlara dikkat etseydiler, helak olmayacak, aksine gökten ve yerden elbette büyük bereketlere nâil olacaklardı. “Bereketler”den maksat, gökten ve yerden insanoğluna ihsan edilen maddî ve manevî bütün hayırlar, nimet ve ihsanlardır. Burada özellikle “nimet” değil “bereket” kelimesinin kullanılmasında bir incelik vardır. Çünkü önemli olan nimet değil, nimetteki berekettir. Bu sebeple: “Onlara nimetleri kat kat artırırdık” değil, “verdiğimiz nimetleri bereketli kılardık” buyrulmuştur. Fakat bahsi geçen kavimler, “iman ve takvâ” yolunu değil, “inkâr ve günah” yolunu tercih ettikleri için ilâhî kahra uğramışlardır:
اَفَاَمِنَ اَهْلُ الْقُرٰٓى اَنْ يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا بَيَاتًا وَهُمْ نَٓائِمُونَۜ ﴿٩٧﴾
Meal 97: Yoksa o ülkelerin halkı, geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular?
Tefsir:Bu âyet-i kerîmeler, yeryüzünün neresinde yaşarsa yaşasın, Allah’ın azabına karşı daima teyakkuz halinde bulunma açısından bütün insanlar için büyük bir îkâzdır. Çünkü burada tekrar edilen اَهْلُ الْقُرٰىۤ (ehlü’l-kurâ) ifadesinin, başta Mekke halkı olmak üzere, dünyanın her bir bölgesinde yaşayan insanları şumûlüne alması, cihânşumûl[1] bir kitap olan Kur’an’ın maksadına daha muvafık düşer.
Cenâb-ı Hak, küfür, isyan ve günaha batmış toplumları vaktini haber vererek cezalandırmaz. Bilakis şartlar oluşunca O’nun azabı ansızın geliverir. Bu sebeple, ister insanların uykuya daldıkları gece vakti olsun, ister bir oyun ve eğlenceden ibaret olan dünya meşgalelerine daldıkları kuşluk vakti olsun, hiç kimse kendini Allah’ın azabına karşı emniyette hissetmemelidir. Mü’minler de buna dâhildir. Çünkü mü’min, Allah’ın rahmeti gibi azabının da gerçek olduğuna inanır, bir taraftan rahmetini umarken diğer taraftan azabına uğramaktan yüreği titrer. O, Allah’ın kudretinin yüceliğini bilenin O’nun gizli tuzağından korkması gerektiğini; Allah’ın gizli tuzağından emin olanın ise O’nun yüce kudretinden gâfil halde bulunduğunu bilir. Bu müspet ve yapıcı duygular, mü’mini her türlü kötülüklerden alıkoyar ve hayırlı işler yapmaya sevkeder. Hâsılı, Allah’ın tuzağından yani farkında olmadan, ansızın bastırıverecek azabından ancak zarara uğramış kimseler kendilerini emniyette hissedebilirler. Çünkü onlar, kendilerine telkin ettikleri bu sahte güven duygusu içinde hiçbir şeyden endişe duymazlar, küfür ve isyana devam ederler, tam bir gaflet içinde yaşarlar. Fenâ bir halde âhirete intikal ederek, ebedî kurtuluştan mahrum kalacakları gibi, bir de cehenneme atılırlar. Bundan daha büyük zarar düşünülebilir mi?Bunun sebebi kalplerin körelmiş olmasından başka bir şey değildir:
[1] Cihanşümul: Evrensel; kıyamete kadar her dilden, renkten ve ırktan tüm dünya insanlarını doğru yola davet eden bir kitap. Hiçbir zaman ve zeminin onun davet kapsamı dışında kalması mümkün değildir. Çünkü o, dünya hayatıyla ilgili olduğundan daha fazla ölüm ötesi âlemde ebedî kurtuluş yollarını göstermektedir.
اَوَاَمِنَ اَهْلُ الْقُرٰٓى اَنْ يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا ضُحًى وَهُمْ يَلْعَبُونَ ﴿٩٨﴾
Meal 98: Veya o ülkelerin halkı, güpegündüz oyun eğlenceye daldıkları sırada kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden güvende mi oldular?
اَفَاَمِنُوا مَكْرَ اللّٰهِۚ فَلَا يَأْمَنُ مَكْرَ اللّٰهِ اِلَّا الْقَوْمُ الْخَاسِرُونَ۟ ﴿٩٩﴾
Meal 99: Yoksa onlar, Allah’ın kendileri için hazırlayacağı tuzaktan güvende mi oldular? Unutmayın ki, tam olarak ziyana uğramış kimselerden başkası, Allah’ın hazırlayacağı tuzaktan kendini güvende hissedemez!
Tefsir:Bu âyet-i kerîmeler, yeryüzünün neresinde yaşarsa yaşasın, Allah’ın azabına karşı daima teyakkuz halinde bulunma açısından bütün insanlar için büyük bir îkâzdır. Çünkü burada tekrar edilen اَهْلُ الْقُرٰىۤ (ehlü’l-kurâ) ifadesinin, başta Mekke halkı olmak üzere, dünyanın her bir bölgesinde yaşayan insanları şumûlüne alması, cihânşumûl[1] bir kitap olan Kur’an’ın maksadına daha muvafık düşer.
Cenâb-ı Hak, küfür, isyan ve günaha batmış toplumları vaktini haber vererek cezalandırmaz. Bilakis şartlar oluşunca O’nun azabı ansızın geliverir. Bu sebeple, ister insanların uykuya daldıkları gece vakti olsun, ister bir oyun ve eğlenceden ibaret olan dünya meşgalelerine daldıkları kuşluk vakti olsun, hiç kimse kendini Allah’ın azabına karşı emniyette hissetmemelidir. Mü’minler de buna dâhildir. Çünkü mü’min, Allah’ın rahmeti gibi azabının da gerçek olduğuna inanır, bir taraftan rahmetini umarken diğer taraftan azabına uğramaktan yüreği titrer. O, Allah’ın kudretinin yüceliğini bilenin O’nun gizli tuzağından korkması gerektiğini; Allah’ın gizli tuzağından emin olanın ise O’nun yüce kudretinden gâfil halde bulunduğunu bilir. Bu müspet ve yapıcı duygular, mü’mini her türlü kötülüklerden alıkoyar ve hayırlı işler yapmaya sevkeder. Hâsılı, Allah’ın tuzağından yani farkında olmadan, ansızın bastırıverecek azabından ancak zarara uğramış kimseler kendilerini emniyette hissedebilirler. Çünkü onlar, kendilerine telkin ettikleri bu sahte güven duygusu içinde hiçbir şeyden endişe duymazlar, küfür ve isyana devam ederler, tam bir gaflet içinde yaşarlar. Fenâ bir halde âhirete intikal ederek, ebedî kurtuluştan mahrum kalacakları gibi, bir de cehenneme atılırlar. Bundan daha büyük zarar düşünülebilir mi?Bunun sebebi kalplerin körelmiş olmasından başka bir şey değildir:
[1] Cihanşümul: Evrensel; kıyamete kadar her dilden, renkten ve ırktan tüm dünya insanlarını doğru yola davet eden bir kitap. Hiçbir zaman ve zeminin onun davet kapsamı dışında kalması mümkün değildir. Çünkü o, dünya hayatıyla ilgili olduğundan daha fazla ölüm ötesi âlemde ebedî kurtuluş yollarını göstermektedir.
اَوَلَمْ يَهْدِ لِلَّذ۪ينَ يَرِثُونَ الْاَرْضَ مِنْ بَعْدِ اَهْلِهَٓا اَنْ لَوْ نَشَٓاءُ اَصَبْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْۚ وَنَطْبَعُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ ﴿١٠٠﴾
Meal 100: Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlar hâlâ şu gerçeği anlamadılar mı ki, eğer biz dilemiş olsak, günahları yüzünden onları da benzer musîbetlere uğratıp helâk ederiz. Ne var ki, biz onların kalplerini mühürlüyoruz da gerçeği işitemez oluyorlar.
تِلْكَ الْقُرٰى نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ اَنْبَٓائِهَاۚ وَلَقَدْ جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِۚ فَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا بِمَا كَذَّبُوا مِنْ قَبْلُۜ كَذٰلِكَ يَطْبَعُ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِ الْكَافِر۪ينَ ﴿١٠١﴾
Meal:101: İşte helâk ettiğimiz o ülkeler: Rasûlüm! Onların ibret dolu haberlerinden bazı sahneleri sana anlatıyoruz. Gerçek şu ki, peygamberleri onlara apaçık deliller, mûcizeler getirdi. Fakat onların, daha önce de yalanladıkları gerçeklere inanmaya hiç niyetleri yoktu. Allah, kâfirlerin kalplerini işte böyle mühürler.
Tefsir:Dünya âdeta iki kapılı bir han gibidir; bir taraftan dolmakta bir taraftan boşalmaktadır. İnsan hayatının başlangıcından günümüze kadar kim bilir kaç nesil yok olmuş, yerine kaç nesil gelmiştir. Sonra gelenler, kendilerinden önce gelenlerin hayat hikayelerinden ve yaşadıkları tecrübelerden ibret ve ders almalıdırlar. Burada özellikle Nûh, Âd, Semûd, Lût ve Şuayb kavimlerinin kalıntıları üzerinde mesken tutan toplumlara, bunlar arasında da Kur’an’ın ilk muhatabı olan Mekkelilere hususi bir ikaz olduğu âşikârdır. Seleflerinin yolunu tuttukları takdirde, başlarına neyin geleceği ve akıbetlerinin ne olacağı gayet net bir şekilde kendilerine haber verilmiştir. Bu takdirde günahları sebebiyle musibete uğrayacak ve kalpleri de mühürlenecektir. Olan biten hâdiselerden ibret alma ve hakikati bulma melekelerini kaybedeceklerdir. Nitekim, bir kısım kıssaları haber verilen Nûh, Âd, Semûd, Lût ve Şuayb kavimlerinin durumu buna en ibretli misal teşkil etmektedir.
Âyetlerde geçen “Allah’ın kalpleri mühürlemesi”nden maksat, insanların kendi tercihleri olan küfürlerinin, psikolojik olarak idrak ve anlayış kabiliyetlerini kapatması, manevî duygularını dumura uğratmasıdır. Hâsılı onlar, kendi inkârları, kendi yanlış tutum ve davranışları sebebiyle bu hale düşmüşlerdir.
وَمَا وَجَدْنَا لِاَكْثَرِهِمْ مِنْ عَهْدٍۚ وَاِنْ وَجَدْنَٓا اَكْثَرَهُمْ لَفَاسِق۪ينَ ﴿١٠٢﴾
Karşılaştır 102: Onların çoğunda ahde vefâ diye bir şey görmedik. Tam aksine, onların çoğunun büyük günahları açıktan ve çekinmeden işleyen yoldan çıkmış kimseler olduğunu gördük.
Tefsir:اَلْعَهْدُ (ahit)ten maksat, Allah Teâlâ’nın, Elest Bezmi’nde kıyamete kadar gelecek insanların ruhlarından aldığı kulluk sözüdür. Bu ahdi, “Cenâb-ı Hakk’ın bütün insanların fıtratına bahşettiği hakikati bulma, kabul etme meyli, her insanın fıtrî olarak sahip kılındığı iman ve iyilik istidadı” olarak da açıklamak mümkündür. İnsanların pek çoğu bu kulluk sözünü yerine getirememiş, fıtratındaki Allah’a inanma ve bağlanma melekesini doğru yolda kullanamamış, böylece hak yolun dışına çıkmıştır. İşte âyet-i kerîme, Allah’ın sonsuz ilmine göre sonunda ortaya çıkacak çok feci bir neticeyi haber vererek, muhataplara, ahdini tutmayarak fâsıklardan olan talihsiz grup arasında yer almama hususunda ciddi bir ikazda bulunmaktadır.Şimdi de ibret ve hikmet dolu sahneleriyle Hz. Mûsâ kıssasına geçilmektedir:
ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ مُوسٰى بِاٰيَاتِنَٓا اِلٰى فِرْعَوْنَ وَمَلَا۬ئِه۪ فَظَلَمُوا بِهَاۚ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِد۪ينَ ﴿١٠٣﴾
Meal 103: Sonra adı geçen peygamberlerin ardından Mûsâ’yı mûcizele­rimizle Firavun’a ve onun önde gelen yöneticilerine gönderdik; fakat onlar da diğerleri gibi, emrimizi tutmayıp âyetlerimize karşı zâlimce bir tutum sergilediler. Bir defa daha gör ki, o bozguncuların sonları nasıl oldu!
Tefsir:Allah Teâlâ Hz. Mûsâ’yı bir kısım mûcizelerle Firavun ve kavmine peygamber olarak göndermiştir. Onun risâleti gönderildiği kavmin tümüne şâmil iken (bk. Neml 27/12) burada özellikle “Firavun ve onun önde gelen yöneticilerine gönderdik” (A‘râf 7/103) buyurulması, bunların işleri sevk ve idarede asıl, geri kalanların ise her konuda onlara tabi olması sebebiyledir. اَلْمَلَأ (mele’) daha önce de geçtiği üzere “bir fikir ve bir karar üzere bir araya gelip şekil ve görünüş itibariyle gözleri, kıymet ve ehemmiyet itibariyle gönülleri dolduran, aklı eren, sözü dinlenen heyet; bir toplumun önde gelenleri” demektir. Onlar ne derse, halk onu kabul eder ve peşinden giderler.
“Firavun”, bir şahsın özel ismi değil, Amâlika kabilesinden Mısır ülkesinin başına geçen hükümdarlara verilen lakaptır. Nitekim o zamanlar İran hükümdarlarına “Kisrâ”, Rum meliklerine “Kayser”, Habeşistan krallarına da “Necâşî” denilmekteydi.
Hz. Mûsâ’nın gösterdiği dokuz mühim mûcize vardır. (bk. İsrâ 17/101; Neml 27/12) Bunlar; asâ, beyaz el, kıtlık yılları, ürünlerin azaltılması, tufan, çekirge, haşerât, kurbağalar ve kandır. Burada asa ve el mûcizelerinden söz edilmektedir. Diğerleri yeri geldikçe açıklanacaktır. Firavun ve önde gelen adamları, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği mûcizeleri kabul etmediler, onları inkâr ederek en büyük zulmü işlemiş oldular. Böylece hak yoldan çıktılar.Bu âyet bir girizgâh, bundan sonraki âyetler ise bunun tafsilatı olup, o fâsıkların başlarına neler geldiğini açıklamaktadır:
وَقَالَ مُوسٰى يَا فِرْعَوْنُ اِنّ۪ي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۚ ﴿١٠٤﴾
Meal 104: Mûsâ şöyle dedi: “Ey Firavun! Ben, gerçekten Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.”
حَق۪يقٌ عَلٰٓى اَنْ لَٓا اَقُولَ عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّۜ قَدْ جِئْتُكُمْ بِبَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ فَاَرْسِلْ مَعِيَ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَۜ ﴿١٠٥﴾
Meal:105: “Bana düşen Allah hakkında ancak doğru ne ise onu söylemektir. Bakın size Rabbinizden apaçık bir delil getirdim. Artık İsrâiloğulları’nı sal da, benimle beraber gelsinler.”
قَالَ اِنْ كُنْتَ جِئْتَ بِاٰيَةٍ فَأْتِ بِهَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ ﴿١٠٦﴾
Meal 106: Firavun dedi ki: “Eğer bir mûcize getirdiysen ve gerçekten doğru söylüyorsan, haydi onu göster bakalım!”
فَاَلْقٰى عَصَاهُ فَاِذَا هِيَ ثُعْبَانٌ مُب۪ينٌۚ ﴿١٠٧﴾
Meal 107: Bunun üzerine Mûsâ asasını yere attı; o birdenbire apaçık, kocaman bir yılan kesiliverd
وَنَزَعَ يَدَهُ فَاِذَا هِيَ بَيْضَٓاءُ لِلنَّاظِر۪ينَ۟ ﴿١٠٨﴾
Meal 108.Sonra elini koynundan çıkardı; o da, orada bulunan herkesin hayret dolu bakışları arasında bembeyaz oluverdi.
Tefsir:Hz. Mûsâ kardeşi Hârûn’la beraber Firavun’a giderek kendisinin Allah’ın bir peygamberi olduğunu, O’nun hakkında doğru olandan başkasını söylemeye hakkı olmadığını, elinde bunu kanıtlayacak sağlam deliller bulunduğunu belirtir. Dolayısıyla İsrâiloğullarını serbest bırakıp kendisiyle beraber göndermesini ister. Zira İsrâiloğulları Mısır’da Firavun’un zulüm ve baskısı altında köle olarak çalışmakta; en adi ve ağır işleri yapmakta idiler. Firavun’nun, sözü edilen delilleri talep etmesi üzerine önce elindeki asayı yere atar; asa birdenbire son derece çevik hareket eden koskocaman bir ejderha kesilir. Bunun peşinden elini cebine sokar çıkarır, esmer olan eli, görenleri hayrete düşürecek şekilde, âdeta filorasan gibi bembeyaz oluverir.
Bunlar Hz. Mûsâ’nın gerçekten peygamber olduğunu gösteren ve ancak ilâhî kudretin tesiriyle olabilecek apaçık delillerdi. Fakat bakalım Firavun ve eşrafının buna tepkisi nasıl oldu:
قَالَ الْمَلَاُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ اِنَّ هٰذَا لَسَاحِرٌ عَل۪يمٌۙ ﴿١٠٩﴾
Meal 109Firavun’un kavminin ileri gelen yetkilileri, konuyu aralarında müzakere edip şöyle dediler: “Bu, gerçekten de çok mahir, çok usta bir sihirbaz!”
يُر۪يدُ اَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْۚ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ ﴿١١٠﴾
Meal 110:“Sizi yerinizden, yurdunuzdan çıkarmak istiyor.” Firavun: “Peki, ne yapmamı tavsiye edersiniz?” diye sordu.
قَالُٓوا اَرْجِهْ وَاَخَاهُ وَاَرْسِلْ فِي الْمَدَٓائِنِ حَاشِر۪ينَۙ ﴿١١١﴾
Meal 111: Şöyle dediler: “Onu ve kardeşi Hârûn’u alıkoy; şehirlere de tellâllar gönder.”
يَأْتُوكَ بِكُلِّ سَاحِرٍ عَل۪يمٍ ﴿١١٢﴾
Meal 112: “Ne kadar mahir, usta sihirbaz varsa hepsini toplayıp getirsinler.”
Tefsir.Hz. Mûsâ’nın gösterdiği mûcizelerin son derece tesiri altında kalan ve belli bir derecede de şaşkınlığa uğrayan Firavun, durumu önde gelen çevresiyle istişâre eder. Başarılı olabilmek için, bu fevkalâde hâdise karşısında nasıl bir yol takip etmesi gerektiğini belirlemeye çalışır. Önde gelenler, öncelikle bir durum tespiti yaparak Mûsâ’nın mâhir, bilgili, işini çok iyi yapan bir sihirbaz olduğunu söylerler. Bir adım daha atarak, istikballeri için tehlike arzeden bu adamı kendi haline bırakmamak ve Firavun’u onun üzerine kışkırtmak için, bir mânada niyet okuyuculuğu yapıp onun arzusunun, Firavun ve kavmini Mısır’dan çıkarmak olduğunu belirtirler. Önceleri “Sizin en yüce Rabbiniz benim!” (Nazi’ât 79/24) diye meydan okuyan Firavun, bu ciddi durum karşısında belli bir süre rabliğini bir tarafa bırakıp, kulları saydığı insanları âmir, kendini memur yerine koyarak “Peki, ne yapmamı tavsiye edersiniz?” (A‘râf 7/110) diye sorar. Onlar da Mûsâ ve kardeşi Hârûn’u hemen cezalandırma cihetine gitmemesini, onları bir müddet bekletmesini, çevre illerde bulunan mâhir sihirbazları toplatarak, Mûsâ’yı onlar vasıtasıyla mağlup etmesini ve böylece halka Mûsâ’nın bir sihirbazdan başka bir şey olmadığını göstermesini tavsiye ederler.
Elimizdeki bilgiler, o dönemde sihrin çok yaygın olduğunu ve insanların sihir yarışmalarına alışık olduğunu haber verir. Bu sebeple Hz. Mûsâ’ya verilen asanın ejderha olma mûcizesi bu sahayla ilgili olmuştur.Firavun çevre illere toplayıcı memurlar gönderir. Ne kadar iş bilen sihirbaz varsa hepsini toplayıp getirirler:

 
Kurban
Beiträge: 1.052
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010

zuletzt bearbeitet 01.03.2024 | Top

   

Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 113-130
Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 65-87

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz