Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 179-188

#1 von Kurban , 09.03.2024 11:32

Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 179-188

وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَث۪يرًا مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۘ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَاۜ اُو۬لٰٓئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ ﴿١٧٩﴾
Meal 179: Yemin olsun ki biz cinlerden ve insanlardan birçok kimseyi cehenneme uyumlu yaratmışızdır. Şu sebeple ki, onların kalpleri var, fakat bununla gerçeği anlamazlar; gözleri var onunla görmezler; kulakları var onunla işitmezler. Hâsılı bunlar hayvanlar gibidir, hatta onlardan daha şaşkındırlar. İşte asıl gâfil olanlar da bunlardır.
Tefsir:
Cenâb-ı Hak kullarına zerre kadar zulmetmez. Bütün insanları, fıtrat itibariyle eşit olarak yaratmış, her birinin özüne Allah’ın varlığını idrak ve kabul edebilecek bir cevher yerleştirmiştir. O cevher, şâirin; “Ziyâ-yı akl ile tefrîk-ı hüsn u kubh olunur”[1] (Şinâsî) diye bahsetiği akıl nûrudur. Gerçekleri idrak edebilmeleri için kalpler, görmeleri için gözler ve işitmeleri için kulaklar lütfetmiştir. Bu âyette netice itibariyle cehennemlik oldukları haber verilen kimselerin durumu da böyledir. Fakat görüldüğü üzere onlar, gerçeği araştırma, inceleme ve idrak etmelerine vesile olması için kendilerine verilen bu muazzam melekeleri gereği gibi kullanmamışlar, bu nimetlerin şükrünü îfâ edememişler ve kendi ihmalkârlıkları sebebiyle böyle hazin bir âkıbete düçar kalmışlardır.
İnsanı hayvandan ayıran en mühim fark, gözüyle Allah’ın varlık delillerini görmesi, kulağıyla bunları duyması ve kalbiyle de bunları anlayıp hissetmesidir. Yaratılış gayesi istikâmetinde kullanılmayan bu büyük nimetler, insana faydasız yük olmaktan başka bir şeye yaramaz. Şâir Niyâzî-i Halvetî der ki:
“Bir göz ki anın olmaya ibret nazarında
Ol düşmanıdır sahibinin bâş üzerinde.”
Dolayısıyla bu muhteşem melekelerini dumura uğratanlar, aradaki fark ortadan kalktığı için hayvanlar gibi olurlar. Hatta bu melekelerini yanlış yolda kullandıklarından ötürü hayvanlardan daha şaşkın duruma düşerler. Çünkü hayvanlar, yaratılıştan gelen hedeflerinden sapmazlar, takatleri nispetinde faydalarına ve zararlarına olan şeyleri seçerler, onları elde etmeye çaba gösterirler ve tehlikelerden korunmaya çalışırlar. Hiçbir uzuvlarını yaratılış gayesinin dışında kullanmazlar. Fakat, “cehennemlik” mührünü yiyenler, bunun aksine, terbiye edildiğinde ebedî saadeti elde edebilme istidadında olan fıtratlarından gereği gibi yararlanamazlar, hatta yanlış yolda kullanmak suretiyle onun bozulmasına sebep olarak ebedi hayatlarını zayi ederler. Yine hayvanlar sahiplerini tanırlar, onları hatırlayıp itaat ederler. Bu gafiller zümresi ise ne Allah’ı zikrederler ne de O’na itaat ederler. İşte asıl şaşkınlık ve gaflet de budur.
Âyet-i kerîmeden şu işârî mânalar anlaşılmaktadır: “İnsanda bir ruhânî yön, bir de cismânî yön vardır. Ona hem akıl, hem de farklı duygular ve istekler verilmiştir. Eğer aklı, nefsinin arzularına galip gelirse meleklerden üstün olur. Nefsine ve hevasına mağlup olursa o zaman da hayvanlardan daha aşağı hale gelir.
Allah Teâlâ, insanları kısım kısım yaratmıştır. Onlardan bir kısmını, güzellik ve cemalini göstermek üzere yakınlık ve muhabbet için yaratmıştır. Bunlar, ehlullahtır; Allah’ın seçkin kullarıdır. Bunlar Allah’ın kelamını yine Allah ile işitirler; cemâlini görürler ve kemâlini tanırlar. Onlardan bir kısmını, lutuf ve rahmetini göstermek üzere cennet ve onun nimetleri için yaratmıştır. Allah Teâlâ bunlara, tevhid ve mârifetin delillerini anlayabilecekleri kalpler ve Hakk’ın ayetlerini görecek gözler vermiştir. Diğer bir kısmını da kahır ve izzetini göstermek üzere cehennem ateşi için yaratmıştır. Bunlar cehennem yârânı olup hayvanlar gibidirler; Allah’ı sevmezler ve O’nu istemezler. Hatta onlar hayvanlardan daha sapıktırlar. Çünkü hayvanların mârifet ve Hakk’ı talep için istidatları yoktur. Onlarda ise bu istidatlar vardır. Fakat dünyaya ve süsüne meyletmek ve nefse uymak suretiyle, Hakk’ı tanıma ve O’nu taleb etmekle ilgili fıtrî istîdadlarını zâyî ederler. Dünya karşılığında dini ve âhireti satarlar, Mevlâ’yı talebi terk ederler. Böylece istîdatlarını ifsat ettikleri için hayvanlardan daha da sapık olurlar. İşte onlar, Allah’tan ve mârifet ehlinin büyüklük ve kemâlâtından gâfil olanların tâ kendileridir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 358-359)
Bununla birlikte eğer bir kul Allah’ı tanımak isterse, bunun yolları açıktır. Çünkü Allah Teâlâ güzel isimleriyle insan ve kâinatta devamlı tecelli halindedir:
[1] “İyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik ancak akıl nûruyla birbirinden ayırt edilebilir.”Ömer Çelik Tefsiri
وَلِلّٰهِ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى فَادْعُوهُ بِهَاۖ وَذَرُوا الَّذ۪ينَ يُلْحِدُونَ ف۪ٓي اَسْمَٓائِه۪ۜ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿١٨٠﴾
Karşılaştır 180: En güzel isimler Allah’ındır; siz O’na bu isimlerle dua edin. O’nun isimleri konusunda haktan sapanları kendi hallerine bırakın. Çünkü onlar, yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.
Tefsir:
Âyetin şöyle bir iniş sebebi vardır: Bir müslüman namaz kılarken bir keresinde Allah ismiyle, bir keresinde de Rahman ismiyle dua etmişti. Ya da “Yâ Rahmân, yâ Rahîm” diyerek Allah’a yalvarmıştı. Bunu duyan müşriklerden biri: “Muhammed ve ashâbı bir Rabbe taptıklarını iddia etmiyorlar mı? Bu adama ne oluyor ki iki Rabbe dua ediyor!” demiş, bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i indirmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘, VII, 325)
Âyette geçen اَلْاَسْمَاۤءُ الْحُسْنٰى (el-esmâü’l-hüsnâ) ifadesi, “en güzel isimler” mânasına gelir. Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının böyle güzellikle vasıflandırılmasının hikmetlerinden bazıları şöyledir:
Bu isimler, Yüce Rabbimizin pek yüce, müteâl bir zat olduğunu ifade eder ve kullarda büyük bir tâzim ve hürmet hissi uyandırır. Bunları işitmek kulaklara ve kalplere sonsuz bir lezzet ve halâvet verir.
Zikir ve dua olarak okunduğunda kabule vesile olur, se­vap kazandırır.
Kalplere huzur verir, rahmet ümidi aşılar.
En yüce varlık olan Allah’ın isimlerini, mânalarını anlayarak okumak, okuyanının değerini yücel­tir ve güzelliğini artırır.
Bu isimler Allah Teâlâ hakkında bilinmesi ve inanılması gereken zaruri bilgileri ifade ettiklerinden bu isimleri bilip okumak kâmil bir imanın teşekkülüne vesile olur. Bu sebeple Allah Resûlü (s.a.s.): “Allah’ın doksan dokuz ismi var­dır. Kim bunları ezberleyip sayabilirse cennete girer” (Buhâri, Da‘avat 68; Müslim, Zikir 5) hadisini de bu istikâmette anlamak gerekir.
Rabbimizin en yüce ismi “Allah”tır. Cenâb-ı Hakk’ın zâtının eşi ve benzeri olmadığı gibi, Allah isminin de eşi ve benzeri yoktur. Yaratıklardan hiç kimseye bu isim verilemez, verilmemiştir. Bu isim, aynı zamanda, Kur’an ve sünnette geçen Allah’ın zât, sıfat ve fiillerine ait bütün esmâ-i hüsnâyı da içine alır. Allah tek olduğu halde, Kur’ân-ı Kerîm’de “Biz, biz yarattık, biz indirdik…” gibi çoğul sîğasının kullanılmasındaki azamet ve ihtişam, işte bu ilâhî isim ve sıfatların bir araya gelmesinden doğan azamet ve yüceliği beyân eder.
Allah Teâlâ’ya, Kur’an ve sahih sünnette yer alan bu güzel isimlerle dua edilmeli; O’na nispeti doğru ve kesin olmayan isimleri zikrederek dua edilmemelidir. Allah’ın güzel isimlerini kullanmada doğru yoldan sapıp bâtıla meyledenleri de kendi hallerine bırakmak, onlarla tartışmaya bile girmemek gerekir.
Esmâ-i hüsnâ’nın kullanılmasında eğriliğe sapmak şu yollarla olabilir:
› Müşriklerin yaptığı gibi Allah’ın isimlerinde değişiklik yapmak. Çünkü onlar, Allah’ın isimlerini değiştirip putlarına ad ola­rak veriyorlardı. Mesela “Lât” kelimesini “Allah” lafza-i celâlinden, “Uzzâ” is­mini “Aziz” isminden, “Menât” ismini ise “Mennân” isminden almışlardı.
› Bu isimlere fazlalık ilave etmek veya noksanlıklar yapmak.Allah’ı baba, oğul gibi sadece yaratılmışlara ait isim ve sıfatlarla anmak,Allah’ın isimlerini tamamen inkâr etmek.Dolayısıyla yüce Allah’a, O’na ait olmayan isimlerle hitap etmek, O’na, şânına yakışmayan fiiller isnad etmek, isimlerinde fazlalık veya eksiklik yapmak ve sonsuz yüceliğine uygun düşmeyecek dualar ihdas etmek açık bir sapıklıktır.
Şunu belirtmek gerekir ki, Allah Teâlâ’yı şânına layık isim ve sıfatlarıyla tanıyıp O’na layık kul olmaya çalışanlar şu âyetin övgüyle bahsettiği hak ve adaletle mâruf erlerden olacaklardır:
وَمِمَّنْ خَلَقْنَٓا اُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِه۪ يَعْدِلُونَ۟ ﴿١٨١﴾
Meal 181: Yarattığımız kimseler içinde hakkı anlatıp onunla insanlara doğru yolu gösteren ve yine hakka dayanarak doğruluğu ve adâleti uygulayan bir topluluk vardır.
Tefsir:Mûsâ (a.s.)’ın kavminden övgüye lâyık, hak ve adâlet ölçülerine göre davranan bir seçkin cemaat olduğu gibi (bk. A‘râf 7/159), Peygamber Efendimiz’in ümmeti de hak dine sarılarak rehberlik eden, insanlara yol gösteren, hal ve davranışlarında örnek olan ve yeryüzünde adâleti ikameye çalışan böyle seçkin ve en hayırlı bir ümmet olarak yaratılmıştır. Bu mânada ümmet-i Muhammed’e hitap eden bir diğer âyet-i kerîmede de:
“Ey mü’minler! Siz, insanların iyiliği için yeryüzüne çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Çünkü siz usûlünce iyilikleri ve güzellikleri teşvik edip yayar; kötülük ve çirkinlikleri yasaklayıp önüne geçmeye çalışırsınız. Bunu da zâten Allah’a inandığınızdan dolayı, onun bir gereği olarak yaparsınız” (Âl-i İmrân 3/110) buyrulmaktadır.
Âyetin işârî mânası şöyledir: “Hak Teâlâ, dünya durdukça orada hakka sahip çıkacak ve hakla hükmedecek ehliyetli ve liyakatli şahsiyetler var edecektir. Bunların hakla hidâyeti, insanları hakka çağırmaları ve daima hak olanı göstermeleridir. Onlar hakla hareket ederler; yine hakla hak için sükûnete bürünürler. Onlar hem hakla ayakta duran hem de hakkı ayakta tutanlardır. Hak Teâlâ onları hakla sağa sola çevirir. İşte bu kimseler, Allah’ın izniyle halkın yardım ve inâyet kaynaklarıdır. Kıtlık olunca onların hürmetine yağmur ve bolluğa kavuşurlar. Dua ettiklerinde onlar sayesinde dualarına icâbet olunur.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 371)Allah’ın âyetlerini yalanlayanlara gelince:
وَالَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا سَنَسْتَدْرِجُهُمْ مِنْ حَيْثُ لَا يَعْلَمُونَۚ ﴿١٨٢﴾
Meal 182: Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, biz onları hiç farkına varmayacakları şekilde ve hiç bilmeyecekleri bir yerden adım adım helâke yuvarlayacağız.
Tefsir: اَلإسْتِدْرَاجُ (istidrâc) sözlükte derece derece yükseltmek veya alçaltmak demektir. Burada ise “Allah Teâlâ’nın bazı insanlara, bir kısım günah ve azgınlıklarına rağmen mühlet tanıması, hatta iyice şımarmaları için bol nimetler vermesi, helak olma derecesinin en üst noktasına çıktıklarında ise, onları oradan helak uçurumuna yuvarlaması” mânasında kullanılmıştır. Bu sebeple velinin gösterdiği hârikulâde hallere “keramet” denildiği halde, istikâmeti bozuk kimselerden zuhur eden bu nevi olaylara “istidrâc” denilmiştir. O halde Allah’ın sözlü ve fiilî âyetlerini yalanlayarak, yok sayarak yaşayanlar, dünyevi açıdan bazı işlerinin yolunda gitmesine aldanmasınlar. Buna rağmen kendilerine ikram edilen nimetlerin, ciddi bir imtihan mânası taşıdığını; hiç bilmedikleri, beklemedikleri bir yerden azabın gelme ihtimalinin her an mevcut olduğunu unutmasınlar. Zira Allah mühlet verebilir, azabı erteleyebilir; fakat yakaladığı zaman pek çetin ve şiddetli bir şekilde yakalar.
Hikem-i Ataiyye’de şöyle denilir: “Devamlı kötülük işlediğin halde Cenâb-ı Hakk’ın sürekli sana iyilikte bulunmasının bir istidrâc olmasından kork. Çünkü O, hiç bilmeyecekleri yerden bu tür kimseleri yavaş yavaş helâke sürükleyeceğini haber vermektedir.”
İstadrâcla ilgili şu işaretlere dikkat çekilmektedir: “İstidrâc, fitne korkusu olmadan nimetin ardı ardına gelmesidir. İstidrac, tuzak korkusu olmaksızın şöhretin yayılmasıdır. İstidrac, arzuladığı şeyi elde etme imkânı bulduktan sonra esas maksattan yüz çevirmektir. İstidrac, arzu ve isteklerle oyalanıp vefakârlık göstermeksizin boş emeller peşine düşmektir. İstidrâc, zâhirinin düzgün, sırrının ise Allah’ın dışındaki şeylere bağlı olmasıdır.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 367)
“İstidrâc, gerçekte ayrılık ehlinden iken vehimlerine kendilerinin vuslat ehli oldukları kuruntusu düşmesidir. İstidrâc, Hak katında şerirliği günden güne artarken, halk arasında hayırlı bir kimse olarak ün yapmasıdır. İstidrâc, gelecekte manevî muhitlerle sohbeti arttıkça, hak ettiği manevî derecesinin gittikçe azalmasıdır. İstidrâc, temiz ve güzel bir hali terk edip kötü amelleri işlemeye yönelmektir. Eğer o temiz halinde sâdık olsaydı, amelleri de temiz ve güzel olurdu. İstidrâc, şükrün noksanlığına rağmen iyilik ve nimetlerin bol bol gelmesidir,” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 371)
En büyük istidrâc, önlerinde Resûlullah (s.a.s.) gibi Allah’ın en sevgili peygamberi bulunduğu halde onu tanıyarak, ona inanıp bağlanarak kurtulma fırsatı varken, bu en büyük lütfun mahrumu olarak hayvanlar gibi hayatta kalmayı bir meziyet sayıp büyük bir aldanış içinde olmaktır. Bu vesileyle buyruluyor ki:
وَاُمْل۪ي لَهُمْۜ اِنَّ كَيْد۪ي مَت۪ينٌ ﴿١٨٣﴾
Meal 183: Onlara belli bir süreye kadar mühlet veririm. Fakat, vakti gelince, benim tuzağım pek çetindir.
Tefsir: اَلإسْتِدْرَاجُ (istidrâc) sözlükte derece derece yükseltmek veya alçaltmak demektir. Burada ise “Allah Teâlâ’nın bazı insanlara, bir kısım günah ve azgınlıklarına rağmen mühlet tanıması, hatta iyice şımarmaları için bol nimetler vermesi, helak olma derecesinin en üst noktasına çıktıklarında ise, onları oradan helak uçurumuna yuvarlaması” mânasında kullanılmıştır. Bu sebeple velinin gösterdiği hârikulâde hallere “keramet” denildiği halde, istikâmeti bozuk kimselerden zuhur eden bu nevi olaylara “istidrâc” denilmiştir. O halde Allah’ın sözlü ve fiilî âyetlerini yalanlayarak, yok sayarak yaşayanlar, dünyevi açıdan bazı işlerinin yolunda gitmesine aldanmasınlar. Buna rağmen kendilerine ikram edilen nimetlerin, ciddi bir imtihan mânası taşıdığını; hiç bilmedikleri, beklemedikleri bir yerden azabın gelme ihtimalinin her an mevcut olduğunu unutmasınlar. Zira Allah mühlet verebilir, azabı erteleyebilir; fakat yakaladığı zaman pek çetin ve şiddetli bir şekilde yakalar.
Hikem-i Ataiyye’de şöyle denilir: “Devamlı kötülük işlediğin halde Cenâb-ı Hakk’ın sürekli sana iyilikte bulunmasının bir istidrâc olmasından kork. Çünkü O, hiç bilmeyecekleri yerden bu tür kimseleri yavaş yavaş helâke sürükleyeceğini haber vermektedir.”
İstadrâcla ilgili şu işaretlere dikkat çekilmektedir: “İstidrâc, fitne korkusu olmadan nimetin ardı ardına gelmesidir. İstidrac, tuzak korkusu olmaksızın şöhretin yayılmasıdır. İstidrac, arzuladığı şeyi elde etme imkânı bulduktan sonra esas maksattan yüz çevirmektir. İstidrac, arzu ve isteklerle oyalanıp vefakârlık göstermeksizin boş emeller peşine düşmektir. İstidrâc, zâhirinin düzgün, sırrının ise Allah’ın dışındaki şeylere bağlı olmasıdır.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 367)
“İstidrâc, gerçekte ayrılık ehlinden iken vehimlerine kendilerinin vuslat ehli oldukları kuruntusu düşmesidir. İstidrâc, Hak katında şerirliği günden güne artarken, halk arasında hayırlı bir kimse olarak ün yapmasıdır. İstidrâc, gelecekte manevî muhitlerle sohbeti arttıkça, hak ettiği manevî derecesinin gittikçe azalmasıdır. İstidrâc, temiz ve güzel bir hali terk edip kötü amelleri işlemeye yönelmektir. Eğer o temiz halinde sâdık olsaydı, amelleri de temiz ve güzel olurdu. İstidrâc, şükrün noksanlığına rağmen iyilik ve nimetlerin bol bol gelmesidir,” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 371)
En büyük istidrâc, önlerinde Resûlullah (s.a.s.) gibi Allah’ın en sevgili peygamberi bulunduğu halde onu tanıyarak, ona inanıp bağlanarak kurtulma fırsatı varken, bu en büyük lütfun mahrumu olarak hayvanlar gibi hayatta kalmayı bir meziyet sayıp büyük bir aldanış içinde olmaktır. Bu vesileyle buyruluyor ki:
اَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا مَا بِصَاحِبِهِمْ مِنْ جِنَّةٍۜ اِنْ هُوَ اِلَّا نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ ﴿١٨٤﴾
Meal 184: Onlar, yıllardır aralarında yaşayan arkadaşları Muhammed’de en küçük bir delilik emâresi dahi olmadığını hiç düşünmediler mi? O, ancak apaçık bir uyarıcıdır.
Tefsir:Âyetin şöyle bir iniş sebebi olduğu rivayet edilir: Bir gün Allah Resûlü (s.a.s.) Safâ tepesine çıkıp “Ey filân oğulları, ey filân oğulları...” diye kabile kabile, aile aile Kureyş’i çağırdı. Etrafına toplandılar. Onları, iman etmedikleri takdirde Allah’ın azabı ve başlarına getireceği musibetler hakkında ikaz etti. İçlerinden birisi: “Hiç şüphe yok, bu arkadaşınız delirmiş. Bırakalım sabaha kadar bağırsın dursun” dedi de bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IX, 182)
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) uzun seneler onların arasında yaşamıştı. Mekkeliler onu çok iyi tanıyorlardı. Arkadaşlık ve komşuluk yapıyorlar, dostluğundan yararlanıp duruyorlardı. Onu “Muhammedü’l-Emîn” diye çağırıyorlardı. Bu sebeple Efendimiz’in şahsında delilikten en küçük bir eser, en ince bir iz olmadığını çok iyi biliyorlardı. Zaten âyette “kendi arkadaşları” ifadesinin kullanılması da onlara bu gerçeği iyice vurgulamak içindir. Fakat kapıldıkları kibir ve gurur sebebiyle ve bir takım çıkar hesapları yüzünden bunu düşünecek fırsatları bile yoktu. O halde şunu bilmeliler ki Hz. Muhammed, delilikle alakası olan biri değil, ancak ebedî azap konusunda apaçık bir uyarıcıdır.
Madem onlar Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini anlayamıyorlar, o halde Allah’ın kudretini görmek için hiç nazarlarını varlık âlemine ve oradaki sonsuz ihtişam ve güzellikteki ilâhî kudret akışlarına da mı çevirmiyorlar:
اَوَلَمْ يَنْظُرُوا ف۪ي مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا خَلَقَ اللّٰهُ مِنْ شَيْءٍۙ وَاَنْ عَسٰٓى اَنْ يَكُونَ قَدِ اقْتَرَبَ اَجَلُهُمْۚ فَبِاَيِّ حَد۪يثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ ﴿١٨٥﴾
Meal 185: Onlar, göklerin ve yerin nasıl muhteşem bir hükümranlık altında idare edildiğini görmüyorlar mı? Allah’ın yarattığı bunlarca varlığa hiç ibret nazarıyla bakmıyorlar mı? Belki de ecellerinin iyice yaklaşmış olduğunu hiç akıllarına getirmiyorlar mı? Peki onlar Kur’an’a inanmadıktan sonra hangi söze inanacaklar?
Tefsir:Allah Teâlâ’nın nihâyetsiz kudret ve azametini idrak edip, âyetlerine inanmak, gönderdiği peygamberleri tasdik ederek onlara uymak için şu hususlara ibretle bakmak ve onları düşünmek yeterlidir:
› Göklerin ve yerin melekûtu[1]; bunların yaratılışı ve idare edilişinde tecelli eden sonsuz ilâhî kudret, rubûbiyet, saltanat ve tasarruf akışlarına ibretle bakmak. Nitekim Ebû Muhammed Tüsterî şu ikazda bulunur:
“Bu âlemin ötesinde bir melekût âlemi vardır. Halkın orayı görmekten ve oraya ulaşmaktan yana perdeli olmasına sebep şu iki şeydir:
Birincisi; Allah’ın haram kıldığı şeyleri yemek,
İkincisi; Allah’ın yarattığı halka eziyet.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 259)
› Cenâb-ı Hakk’ın zerreden küreye; atomdan, nötron, proton ve elektrondan gezegen, yıldız ve güneşe; en küçük hücreden insana; bakteriden, böcekten, karıncadan file; sebze ve meyvelerden binbir çeşit bitki ve ağaçlara, görünenden görünmeyene kadar yarattığı her varlık hakkında; orada tecelli eden ilâhî ilim, kudret ve sanatın üzerinde incelemede bulunmak.
› Her fert ve toplumun, ister küçük kıyâmet sayılan ölüm veya helak ile, ister büyük kıyametle ecelinin yaklaştığının farkında olması; bu hususta daha önce helak olup giden fert ve toplumlardan ibret alması; ömür sermayesini iyi kullanıp, tevbe ve amel-i sâlihe yönelmesi. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“İnsanların hesap verme vakti iyice yaklaştı; fakat onlar hâla koyu bir gaflet ve umursamazlık içinde gerçeklerden inatla yüz çeviriyorlar.” (Enbiyâ 21/1)
“Kıyâmet yaklaştı ve ay yarıldı.” (Kamer 54/1)
Hâsılı akl-i selim ile bunlar üzerinde düşünen insan, Allah’ı tanıma ve O’na teslim olma imkânı bulacaktır. Böylece iman etmeye değer yegâne sözün ancak Kur’an olabileceğini kavrayacak; onun dışındaki bâtıl sözlere gönül kaptırmayacaktır.
Âyetlerde yer alan bu ikazların hedefi, şüphesiz insanları hidâyete; itikat, ibâdet, ahlâk ve muâmelatta en doğru ve en güzel olana ulaştırmaktır. Fakat insanlar bu ilâhî davete şânına yaraşır şekilde icâbet etmez, gösterilen istikamette yürümez, hatta bunu ısrar ve inatla reddederlerse, kendi elleriyle kendilerini sapıklık çukuruna atmış olurlar. Bu zihniyette devam ettikleri sürece de onları kurtarıp doğru yola eriştirecek kimse bulunamaz.
İşte bu yapıdaki ahmaklar, içinde bocaladıkları şaşkınlık yüzünden, önlerine serilmiş binlerce ilâhî mûcizeyi görmezlikten gelirler de, mûcize beklentisiyle gaipten haber verilmesini isterler:
[1] “Melekût” kelimesi hakkında bilgi için bk. En‘âm 6/75.Ömer Çelik Tefsiri
مَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَلَا هَادِيَ لَهُۜ وَيَذَرُهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ ﴿١٨٦﴾
Meal 186: Allah kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek kimse yoktur. Allah onları kendi hallerine terk eder de, azgınlıkları içinde şaşkın şaşkın bocalayıp dururlar.
Tefsir:Allah Teâlâ’nın nihâyetsiz kudret ve azametini idrak edip, âyetlerine inanmak, gönderdiği peygamberleri tasdik ederek onlara uymak için şu hususlara ibretle bakmak ve onları düşünmek yeterlidir:
› Göklerin ve yerin melekûtu[1]; bunların yaratılışı ve idare edilişinde tecelli eden sonsuz ilâhî kudret, rubûbiyet, saltanat ve tasarruf akışlarına ibretle bakmak. Nitekim Ebû Muhammed Tüsterî şu ikazda bulunur:
“Bu âlemin ötesinde bir melekût âlemi vardır. Halkın orayı görmekten ve oraya ulaşmaktan yana perdeli olmasına sebep şu iki şeydir:
Birincisi; Allah’ın haram kıldığı şeyleri yemek,
İkincisi; Allah’ın yarattığı halka eziyet.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 259)
› Cenâb-ı Hakk’ın zerreden küreye; atomdan, nötron, proton ve elektrondan gezegen, yıldız ve güneşe; en küçük hücreden insana; bakteriden, böcekten, karıncadan file; sebze ve meyvelerden binbir çeşit bitki ve ağaçlara, görünenden görünmeyene kadar yarattığı her varlık hakkında; orada tecelli eden ilâhî ilim, kudret ve sanatın üzerinde incelemede bulunmak.
› Her fert ve toplumun, ister küçük kıyâmet sayılan ölüm veya helak ile, ister büyük kıyametle ecelinin yaklaştığının farkında olması; bu hususta daha önce helak olup giden fert ve toplumlardan ibret alması; ömür sermayesini iyi kullanıp, tevbe ve amel-i sâlihe yönelmesi. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“İnsanların hesap verme vakti iyice yaklaştı; fakat onlar hâla koyu bir gaflet ve umursamazlık içinde gerçeklerden inatla yüz çeviriyorlar.” (Enbiyâ 21/1)
“İnsanların hesap verme vakti iyice yaklaştı; fakat onlar hâla koyu bir gaflet ve umursamazlık içinde gerçeklerden inatla yüz çeviriyorlar.” (Enbiyâ 21/1)
“Kıyâmet yaklaştı ve ay yarıldı.” (Kamer 54/1)
Hâsılı akl-i selim ile bunlar üzerinde düşünen insan, Allah’ı tanıma ve O’na teslim olma imkânı bulacaktır. Böylece iman etmeye değer yegâne sözün ancak Kur’an olabileceğini kavrayacak; onun dışındaki bâtıl sözlere gönül kaptırmayacaktır.
Âyetlerde yer alan bu ikazların hedefi, şüphesiz insanları hidâyete; itikat, ibâdet, ahlâk ve muâmelatta en doğru ve en güzel olana ulaştırmaktır. Fakat insanlar bu ilâhî davete şânına yaraşır şekilde icâbet etmez, gösterilen istikamette yürümez, hatta bunu ısrar ve inatla reddederlerse, kendi elleriyle kendilerini sapıklık çukuruna atmış olurlar. Bu zihniyette devam ettikleri sürece de onları kurtarıp doğru yola eriştirecek kimse bulunamaz.
İşte bu yapıdaki ahmaklar, içinde bocaladıkları şaşkınlık yüzünden, önlerine serilmiş binlerce ilâhî mûcizeyi görmezlikten gelirler de, mûcize beklentisiyle gaipten haber verilmesini isterler:[1] “Melekût” kelimesi hakkında bilgi için bk. En‘âm 6/75.
يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ السَّاعَةِ اَيَّانَ مُرْسٰيهَاۜ قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّ۪يۚ لَا يُجَلّ۪يهَا لِوَقْتِهَٓا اِلَّا هُوَۜ ثَقُلَتْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ لَا تَأْت۪يكُمْ اِلَّا بَغْتَةًۜ يَسْـَٔلُونَكَ كَاَنَّكَ حَفِيٌّ عَنْهَاۜ قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ ﴿١٨٧﴾
Meal 187: Rasûlüm! Sana kıyâmetin ne zaman kopacağını soruyorlar. Şöyle de: “Onun ilmi sadece Rabbimin yanındadır; zamanı gelince de onu ortaya çıkaracak olan sadece O’dur. Onun ağırlığına ne gökler dayanabilir, ne de yer. O, beklemediğiniz bir anda sizi ansızın yakalayacaktır.” Sanki onun vaktini araştırıp da öğrenmişsin gibi sana ısrarla soruyorlar. De ki: “Onun ilmi sadece Allah katındadır, fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmezler.”
Tefsir:Âyetin iniş sebebi hakkında iki rivayet nakledilir:
› Bir grup yahudi Peygamber (s.a.s.)’e gelip: “Eğer peygamber isen bize kıyametin ne zaman kopacağını haber ver. Çünkü biz, onun ne zaman kopacağını biliyoruz” dediler ve bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 231)
› Diğer rivayete göre ise soranlar yahudiler değil, Mekke müş‏rikleridir. Gelip, “Ey Muhammed, biliyorsun aramızda akrabalık bağı var. Bize gizlice söyle, kıyamet ne zaman kopacak?” demiş‏lerdi. Onların bu istekleri üzerine bu âyet-i kerîme indi‏. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 231)
Âyette iki kez “Sana soruyorlar” (A‘râf 7/187) ifadesinin geçmesi, bir anlamda bu iki iniş sebebine işaret sayılabilir. Burada kıyâmetin ismi اَلسَّاعَةُ (saat) olarak geçmektedir. Arapçada “saat”, bizdeki meşhur olan şekliyle altmış dakikalık bir zaman dilimi değil, saniyeyi hatta saliseyi bile ifade eden bir kelimedir. Kıyametin göz açıp kapamadan her an kopabileceğini haber vermek için bu kelime özellikle seçilmiştir. Nitekim kıyametin ansızın kopacak bir büyük olay olduğu bu ayette beyân edildiği gibi, bu durum şu âyet-i kerîmede daha net belirtilir:
“…Kıyâmetin kopması ise başka değil ancak bir göz kırpması süresi, hatta ondan daha kısa bir zaman içinde olup bitecektir. Şüphesiz ki Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Nahl 16/77)
Kıyâmet gerçekten son derece dehşetli bir hadisedir. Kâinatın yıkımıdır. Kur’ân-ı Kerîm kıyâmet üzerinde çok durmakta; kalpleri yerinden sökecek, akılları durduracak dehşetteki kıyâmet sahnelerini, canlı ve hareketli manzaralar halinde takdim etmektedir. Gerçekten o, göklere yere ağır gelen; ağırlığı hepsinin tahammülünün dışında ve dayanılmaz boyutta olan bir durumdur. Gelince onun şiddetine ne gökler ne de yer dayanabilir. Onun dehşetiyle, Allah’ın diledikleri hariç, gökte ve yerde kim varsa hepsi bayılır, ölür giderler. (bk. Zümer 39/68) O gün yer başka bir yerle, gökler başka göklerle değiştirilir. (bk. İbrâhim 14/48) Fakat onun vuku bulacağı vakti sadece Allah Teâlâ bilmektedir. Peygamberimiz dâhil, kullarından hiç kimseye bu sırrı bildirmemiştir. Bu gizlilik, onun dehşetini bir kat daha artırmaktadır.
Bu bakımdan Peygamber’in görevi, işi olmayan şeylerle uğraşmak değil, belirlenen çerçevede tebliğ, irşat, uyarı ve müjdeleme vazifesini yerine getirmektir:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

قُلْ لَٓا اَمْلِكُ لِنَفْس۪ي نَفْعًا وَلَا ضَرًّا اِلَّا مَا شَٓاءَ اللّٰهُۜ وَلَوْ كُنْتُ اَعْلَمُ الْغَيْبَ لَاسْتَكْثَرْتُ مِنَ الْخَيْرِۚ وَمَا مَسَّنِيَ السُّٓوءُ اِنْ اَنَا۬ اِلَّا نَذ۪يرٌ وَبَش۪يرٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ۟ ﴿١٨٨﴾
Meal 188: De ki: “Allah dilemedikçe kendim için ne bir faydaya ne de bir zarara gücüm yetebilir. Eğer gaybı bilseydim, elbette bundan bol bol faydalanırdım ve başıma hiçbir kötülük de gelmezdi. Fakat, ben ancak iman edecek kimseler için bir uyarıcı ve müjdeciyim.”
Tefsir:
Mekkeliler “Ey Muhammed, Rabbın fiyatlar ucuz iken sana haber vermez mi ki yükselmeden satın alıp kâr edesin. Kuraklık ve kıtlık vereceği yeri sana haber vermez mi ki oradan bolluk ve bereket verdiği yere gidesin” dediler de bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s.232)
Resûlullah (s.a.s.), kendisine vahiy gelen bir insandı. (bk. Kehf 18/110) Cenâb-ı Hak, zaman zaman “Rasûlüm, söyle!” hitabıyla kendisinin beşer bir peygamber olduğunu; vazifesinin Allah’ın buyruklarını insanlara ulaştırmak, onları ebedi azapla korkutup sonsuz nimetlerle müjdelemek olduğunu; bunun dışında kendisine gaybı bilmek gibi beşer üstü bir kısım özellikler izafe edilmesinin doğru olmadığını; bilgi ve tasarrufunun, kabiliyet ve imkânlarının, diğer insanlarda olduğu gibi, ancak Allah Teâlâ’nın müsaade buyurduğu sınırlar içinde geçerli olduğunu söylemesini ister. Bunun dışında kendiliğinden bir fayda sağlamaya veya bir zararı gidermeye muktedir olmadığını; eğer gaybı bilebilseydi, kendine dokunacak zararlara, kötülüklere engel olup, gelecek iyilikleri artırma cihetine gitmesinin mümkün olabileceğini belirtir. Dolayısıyla, âyette kendisine söylemesi emredilen bu sözle Efendimiz, bir taraftan peygamberin kimliği hakkında net bir çerçeve çizerken, diğer taraftan Allah’a olan gönül bağlılığını beyân ederek, aslında, insanın Allah kar­şısında sahip olması gereken kulluk şuuru hususunda da örnek bir davranış sergilemektedir.
Nitekim onun, insanları bu istikâmette irşad etmek üzere Rabbinden getirdiği mesajların özü şudur:

 
Kurban
Beiträge: 1.052
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010

zuletzt bearbeitet 09.03.2024 | Top

   

Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 189-206
Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 169-178

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz