Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 144-157
قَالَ يَا مُوسٰٓى اِنِّي اصْطَفَيْتُكَ عَلَى النَّاسِ بِرِسَالَات۪ي وَبِكَلَام۪يۘ فَخُذْ مَٓا اٰتَيْتُكَ وَكُنْ مِنَ الشَّاكِر۪ينَ ﴿١٤٤﴾
Meal 144: Allah şöyle buyurdu: “Ey Mûsâ! Seni peygamberlikle, buyruklarımı tebliğle görevlendirmek ve seninle vasıtasız olarak konuşmak sûretiyle insanlar arasında sana seçkin bir mevki verdim. O halde sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol!”
Tefsir:
Cenâb-ı Hak Mûsâ (a.s.)’ı, halinin ıslahı ve varlığının devamı için kendisini görmekten men etmişti. Bu hitapla onu teselli etti, keder ve üzüntüden kurtardı. Onu pek çok faziletlerle diğer insanlardan üstün kıldı. Bunların başında onu peygamber yapması, emir ve yasaklarını ona bildirmesi ve kendisiyle vasıtasız konuşmasıdır. Bu sebeple ondan, ilâhî emirlere göre hareket etmesi, verilen bu nimetlerin kadrini bilip şükretmesi ve şikâyet makâmında bulunmaması istenmiştir.
“Şükredenlerden ol” (A‘râf 7/144) emrinde şöyle latîf bir işaret vardır: “Sakın şikâyet edenlerden olma. Yani eğer dileğini geri çevirdik ve istediğini vermediysek, döndüğünde bana şikâyette bulunma!” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 355)Şükredilecek nimetlerin başında Tevrat ve orada yer alan hükümler bulunmaktadır:
وَكَتَبْنَا لَهُ فِي الْاَلْوَاحِ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ مَوْعِظَةً وَتَفْص۪يلًا لِكُلِّ شَيْءٍۚ فَخُذْهَا بِقُوَّةٍ وَأْمُرْ قَوْمَكَ يَأْخُذُوا بِاَحْسَنِهَاۜ سَاُر۪يكُمْ دَارَ الْفَاسِق۪ينَ ﴿١٤٥﴾
Meal 145: Biz Mûsâ için Tevrat levhalarında her türlü öğüdü verdik; yapılacak her şeyin açıklamasını yaptık. Sonra da şunu söyledik: “Bunlara kuvvetle sarıl! Kavmine de buradaki hükümleri hayatlarında en güzel şekilde uygulamalarını emret. Yakında size doğru yoldan çıkanların yurdunu göstereceğim.”
Tefsir:Hz. Mûsâ’ya verilen vahiyler levhalar üzerine yazılmıştı. Burada her mevzuda en güzel öğütler; yapılması ve terk edilmesi gereken hususlarda lazım gelen dinî açıklamalar, emirler ve yasaklar yer almaktaydı.
Hz. Mûsâ’dan bu levhaları sağlam ve güvenilir bir şekilde muhafaza etmesi, orada yer alan hükümlerle amel etmesi, kavmine de bu hükümlerin muhtevâsına uygun olarak en güzel şekilde davranmalarını emretmesi istenir. Şüphesiz iyinin daha iyisi, güzelin daha güzeli vardır. Azimetle amel etmek ruhsatlara sarılmaktan, affetmek ve bağışlamak kısastan, farz ve vacipleri yerine getirmek mübahlarla amel etmekten daha güzeldir. Dolayısıyla burada takvâ hayatının geliştirilmesine ve olabildiği kadar ruhen olgunlaşmaya bir teşvik vardır. Onların da buna ihtiyacı bulunmaktadır. Zira Cenâb-ı Hak onlara yakın bir gelecekte doğru yoldan çıkmış günahkâr kimselerin yurdunu göstereceğini haber vermektedir. Bu haber hem bir müjdeyi, hem de bir tehdidi şumülüne almaktadır: Bir taraftan günahlar içinde ömür geçiren zorbalar kavminin diyarlarına girip onlara mirasçı olacaklarını müjdelemektedir. Buna erişmelerinin de ancak işlerin ve amellerin en güzeline sarılmalarıyla mümkün olabileceğini hatırlatmaktadır. Diğer taraftan ise onları, yurtlarına girecekleri o fâsıkların uğradıkları feci âkıbetle tehdit ederek, fısk u fücûrdan uzak durmaya yönlendirmekte, aynı zamanda kendilerinden zuhur edecek fâsıklara karşı da uyanık olmaya çağırmakta, netice itibariyle fısk yolunu tutup cehennemi boylamaktan da sakındırmaktadır.Mühim olan, Allah’ın âyetlerini anlamayı engelleyen kalbî hastalıkları iyi tanıyıp onlardan arınabilmektir:
سَاَصْرِفُ عَنْ اٰيَاتِيَ الَّذ۪ينَ يَتَكَبَّرُونَ فِي الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّۜ وَاِنْ يَرَوْا كُلَّ اٰيَةٍ لَا يُؤْمِنُوا بِهَاۚ وَاِنْ يَرَوْا سَب۪يلَ الرُّشْدِ لَا يَتَّخِذُوهُ سَب۪يلًاۚ وَاِنْ يَرَوْا سَب۪يلَ الْغَيِّ يَتَّخِذُوهُ سَب۪يلًاۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَكَانُوا عَنْهَا غَافِل۪ينَ ﴿١٤٦﴾
146: Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimi anlamaktan uzaklaştıracağım. Çünkü onlar her ne mûcize görseler, ona inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler. Buna karşılık azgınlık ve taşkınlık yolunu görseler hemen onu uyulacak yol olarak benimserler. Bunun sebebi, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve bunları anlamaktan büsbütün uzak durmalarıdır.
وَالَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَلِقَٓاءِ الْاٰخِرَةِ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْۜ هَلْ يُجْزَوْنَ اِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ۟ ﴿١٤٧﴾
Meal 147: Âyetlerimizi ve bir gün âhiretle yüz yüze gelecekleri gerçeğini yalanlayanların bütün amelleri boşa gitmiştir. Hem başka nasıl olacaktı ki? Yoksa yaptıklarından başka bir şeyin karşılığını mı göreceklerdi?
Tefsir:
Hakları olmadığı halde, tamâmen nefsâniyetlerinin tesir ve sâikiyle kendilerini büyük görenler, kendilerini insanların en faziletlisi sayıp başkalarına yukarıdan bakanlar, Cenâb-ı Hakk’ın kelâmî, kevnî ve enfüsî ne kadar âyeti, varlığının delili varsa onları idrakten, onların istikâmetinde hareketten ve onların müjdelediği şeref ve saadeti tatmaktan alıkonacaklardır. Bu bir ilâhî kanundur. Zira bu haksız davranışları sebebiyle kalpleri mühürlenmiştir.
Allah Resûlü (s.a.s.) kibrin ne büyük bir günah olduğu hususunda şöyle buyurur:
“Kibir hakkı kabul etmemek ve insanları küçümsemektir.” (Müslim, İman 147; Ebû Dâvûd, Libâs 26)
“Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse cennete giremez.” ( Ebû Dâvûd, Libâs 26)
Kur’ân-ı Kerîm, kendisini, Allah’a kul olmaktan, O’nun emirlerine boyun eğmekten daha üstün gören; gönderdiği peygamberler, indirdiği kitaplar ve gösterdiği mûcizelere aldırış etmeyen; sanki o Allah’ın kulu ve Allah da onun Rabbi değilmiş gibi davrananları, “kibirli, gururlu ve kendini beğenmiş” kimseler olarak vasıflandırır. Allah’a karşı açıkça sergilenen böyle bir küstahlığın hiçbir haklı gerekçeye dayanması mümkün değildir. Zira hiçbir kulun Allah’ın arzında ve sadece O’nun verdiği nimetler ile yaşarken, sanki O’nun kulu değilmiş gibi bir tavır içinde olmaya elbette hakkı yoktur. Bu sebeple âyette “haksız yere büyüklük taslayanlar” (A‘râf 7/146) kaydı getirilmiştir.
Âyette geçen سَب۪يلَ الرُّشْدِ (sebîle’r-rüşd), Kur’ân-ı Kerîm’de iman ve sâlih amellerle ifade buyrulan bütün iyilik ve güzellikleri içine alan ve dosdoğru yol olan İslâm yoludur. سَب۪يلَ الْغَيِّ (sebîle’l-gayy) ise başta küfür, şirk, nifak olmak üzere her türlü sapıklık, azgınlık, kötülük ve bozgunculuğu içine alan azgınlık yoludur. İşte kibir ve gurur hastalığına yakalananlar, bunu tedavi etmedikleri sürece ne bir peygambere kulak verme, ne de ona tabi olma istidadı gösterebilirler. Hangi tür bir mûcize, işaret ve delil görürlerse görsünler, ona iman etmezler; kalplerinin kuvveti inanma başarısını göstermeye yetmez. Az önce tarif edildiği üzere “doğru yolu” görseler, onu yol edinmeye yanaşmazlar. Ona tabi olmak nefislerine ağır gelir. Fakat “azgınlık yolu”nu görür görmez hemen ona yönelirler. Bunun da esas sebebi Allah’ın âyetlerini yalanlamaları ve onları yeterince okuma, araştırma, anlama ve tefekkürden gafil olmalarıdır.
Allah’ın âyetlerini ve âhiret gününün varlığını yalanlayıp, o artık gecesi olmayan ebedî günde Allah’ın huzurunda hesap vereceklerini kabul etmeyenlerin dünyadaki akrabayı ziyaret, darda kalmışlara yardım, fakirlere iyilik ve buna benzer diğer amelleri boşa çıkacak ve bu amellerden hiçbir fayda göremeyeceklerdir. Bütün emekleri heba, bütün akıbetleri zarar ve felaket olacaktır. Zira yaptıklarının karşılığı ancak budur.
وَاتَّخَذَ قَوْمُ مُوسٰى مِنْ بَعْدِه۪ مِنْ حُلِيِّهِمْ عِجْلًا جَسَدًا لَهُ خُوَارٌۜ اَلَمْ يَرَوْا اَنَّهُ لَا يُكَلِّمُهُمْ وَلَا يَهْد۪يهِمْ سَب۪يلًاۢ اِتَّخَذُوهُ وَكَانُوا ظَالِم۪ينَ ﴿١٤٨﴾
Meal 148: Mûsâ’nın kavmi, kendisinin Tūr’a gitmesinin ardından süs takılarından böğürür gibi ses çıkaran bir buzağı heykeli yapıp ona tapınmaya başladılar. O heykelin kendileriyle konuşmadığının ve onlara bir yol göstermediğinin de mi farkında değillerdi? Buna rağmen onu tanrı edindiler ve zâlimlerden oldular.
وَلَمَّا سُقِطَ ف۪ٓي اَيْد۪يهِمْ وَرَاَوْا اَنَّهُمْ قَدْ ضَلُّواۙ قَالُوا لَئِنْ لَمْ يَرْحَمْنَا رَبُّنَا وَيَغْفِرْ لَنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ ﴿١٤٩﴾
Meal 149: Onlar, doğru yoldan saptıklarını anlayıp yaptıklarına pişmanlık içinde kıvranarak: “Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa, yemin olsun ki biz elbette bütün bütün kaybedenlerden oluruz” dediler.
Tefsir:
Denizi geçince karşılaştıkları putperest kavimden etkilenerek içlerinde puta tapma sevdası alevlenen, fakat Hz. Mûsâ’nın son derece sert tepkisiyle karşılaşan İsrâiloğulları, bu arzularını gerçekleştirmek için âdeta fırsat kolluyorlardı. İşte Mûsâ (a.s.)’ın Tûr’a gidip orada 40 gün gibi uzun bir süre kalması bunun için bir fırsat teşkil etti. Tâhâ sûresinin 83-98. âyetlerinde daha geniş bir şekilde anlatıldığı üzere İsrâiloğulları, Mısır’dan çıkarken yanlarına almış oldukları Kıptîlere ait süs takılarını bir yere topladılar. İyi bir kuyumcu olan Sâmirî, bunları eritip buzağı şeklinde bir heykel yaptı. İçine bir takım özel borular yerleştirdi ve onu rüzgârın estiği istikâmete doğru çevirdi. Rüzgâr estikçe ondan buzağı sesine benzer bir böğürtü geliyordu. Bunun üzerine: “İşte sizin de, Mûsâ’nın ilâhı da budur. Fakat Mûsâ bunu unuttu, başka ilâh aramak üzere kalkıp dağlara gitti” (Tâhâ 20/88) dediler. Buzağıya tapıp, onun etrafında dönmeye başladılar. Belki biraz düşünebilselerdi, buzağı heykelinin kendileriyle konuşamayacak ve bir yol gösteremeyecek kadar değersiz bir şey olduğunu görecekler ve ona tapmaya cüret etmeyeceklerdi.
Burada uluhiyet sıfatı olarak “konuşmanın” ve “yol göstermenin” seçilmesi çok mânidardır. Çünkü Allah Teâlâ Hz. Mûsâ vasıtasıyla İsrâiloğulları ile konuşmuş, onların peygamberi olan Mûsâ (a.s.)’ı kelâmına muhatap kılmakla şereflendirmişti. İkinci olarak da Allah Teâlâ, bilhassa Mısır’dan çıkmak üzere harekete geçtikleri andan itibaren Mısır içinde, denizde ve çölde kendilerine yol gösteriyordu. İsrâiloğulları, Cenâb-ı Hakk’ın bu her iki büyük nimetine ve icraatına şâhittiler. Bunlara gücü yetmeyen bir şeyin ilâh olamayacağı açıktı. Fakat onların, bunu düşünecek halleri bile yoktu. Bu sebeple onu tanrı edindiler, câzibesine kapılıp ona tapındılar. Allah’ın emrine uygun davranmadıkları; Allah’a kulluğu bırakıp buzağıya taptıkları; hakikati bulmaları için verilen gözlerini, kulaklarını ve akıllarını yok saydıkları ve Hz. Mûsâ’nın talimatlarını unuttukları için zâlimler oldular.
Hz. Mûsâ Tûr’dan dönüp kavmini bu halde görünce, onlara yanlış bir iş yaptıklarını ve dinden saptıklarını söyledi. Onları azarlayıp buzağı heykelini ateşe attı (bk. Tâhâ 20/97). Bunun üzerine yaptıklarına son derece pişman oldular ve kendilerini bağışlaması için Allah’a yalvardılar.
149. âyetin haber verdiği bu durum, belirtildiği gibi Hz. Mûsâ’nın Tûr’dan dönmesinden sonra olmakla birlikte, onların yaptıkları işlerin bütünüyle pişmanlığa dönüştüğü daha net bir şekilde anlaşılması için önce zikredilmiş, bu işin nasıl gerçekleştiği de bu âyetin bir açıklaması olarak aşağıdaki âyetlerde şöyle haber verilmiştir:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
وَلَمَّا رَجَعَ مُوسٰٓى اِلٰى قَوْمِه۪ غَضْبَانَ اَسِفًاۙ قَالَ بِئْسَمَا خَلَفْتُمُون۪ي مِنْ بَعْد۪يۚ اَعَجِلْتُمْ اَمْرَ رَبِّكُمْۚ وَاَلْقَى الْاَلْوَاحَ وَاَخَذَ بِرَأْسِ اَخ۪يهِ يَجُرُّهُٓ اِلَيْهِۜ قَالَ ابْنَ اُمَّ اِنَّ الْقَوْمَ اسْتَضْعَفُون۪ي وَكَادُوا يَقْتُلُونَن۪يۘ فَلَا تُشْمِتْ بِيَ الْاَعْدَٓاءَ وَلَا تَجْعَلْن۪ي مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ ﴿١٥٠﴾
Meal 150: Musa, son derece öfkeli ve üzgün bir halde kavmine dönünce: “Ben gittikten sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız. Rabbinizin emrini çarçabuk terk mi ediverdiniz?” diye çıkıştı. Elindeki Tevrat levhalarını yere bıraktı; kardeşi Hârûn’un başından tutup kendine doğru çekmeye başladı. Kardeşi de: “Anamın oğlu! İnan ki bu topluluk beni bir hiç yerine koydu. Az kalsın beni öldürüyorlardı. Şimdi kalkıp bana düşmanları sevindirecek bir şey yapma ve beni bu zâlimler güruhuyla bir tutma” dedi.
Tefsir:Hz. Mûsâ Tur’dan dönerken kavminin buzağıya taptığını haber almıştı. (bk. Tâhâ 20/85) Bu sebeple son derece kızgın, öfkeli ve üzgün bir halde döndü.[1] Kendisi yokken yaptıkları, Allah’ın gazabını celbedecek fevkalâde kötü işten dolayı onları azarladı. Öfkesine hâkim olamayarak elindeki Tevrat levhalarını yere bıraktı. Kavmini buzağıya tapmaktan alıkoymadığını, en azından bu vazifesini îfâda gevşek davrandığını sanarak kardeşi Hârûn’un kafasını tutup kendine doğru çekmeye başladı. Hz. Hârûn, ana-baba bir öz kardeş olmalarına rağmen, kardeşinin şefkat ve merhamet duygularını harekete geçirip kendisine yumuşak davranmasını sağlamak niyetiyle Hz. Mûsâ’ya “Anamın oğlu!” diye hitap etti. Sonra da hakkındaki yanlış düşüncesini gidermek maksadıyla, onları buzağıya tapmaktan alıkoymak için tüm gücünü harcadığını, fakat buna muvaffak olamadığını, sonunda kendisini hırpalayıp neredeyse öldürmeye kastettiklerini anlatmaya çalıştı. Son olarak ondan, düşmanlarını sevindirecek ve üzerine güldürecek bir davranışta bulunmamasını ve kendisini zalimlerle bir tutmamasını istedi.
Hz. Hârûn, kardeşinin öfkesini böyle zarîf ve belîğ bir yumuşaklıkla karşıladı. Bu itidalli ve vakur davranış, Mûsâ (a.s.)’ın öfkesinin sakinleşmesine yardımcı oldu. Bu vesileyle kendisine gelen Hz. Mûsâ, Cenâb-ı Hakk’a yalvararak kendisi ve kardeşi için bağışlanma diledi. İşlediği bir suçu olmadığı halde kardeşine yaptığından dolayı kendisini; kavminin buzağıya tapmalarına mani olmakta bir kusuru varsa, mesela savaşması gerektiği halde savaşmadıysa, kardeşini bağışlamasını istedi. Bu, aynı zamanda kardeşine bir özür dileme ve düşmanlarına karşı ona bir sevgi ızhârı mânası taşımaktaydı. Sonra Mûsâ (a.s.) Allah’tan, yalnız günahlarını bağışlamakla kalmayıp, kendilerini rahmetine, fazlasıyla nimet ve ikramına eriştirmesini, lutuf ve ihsanına garketmesini niyaz etti. Çünkü Allah, merhametlilerin en merhametlisidir. Kuluna ana-baba ve diğer dostlarından daha çok merhamet eder. O halde kulun dünya ve âhirette dâimâ Allah’ın nihâyetsiz rahmeti içinde bulunmayı ümid etmesinden daha tabii bir durum yoktur.
Buzağıya tapanların durumuna gelince:
[1] Burada şöyle bir işâri mâna hissedilir: Tûr dağında Cenâb-ı Hak ile buluşan, O’nun beşer hissiyatına akseden yönüyle tarifsiz halâvetteki kelâmını işiten Mûsâ (a.s.), oradan döndüğünde kavmini binlerce derece bir titizlikle ilâhî buyruklara ve kendi tâlimatlarına uyduklarını, kendi aralarında son derece bir uyum, birlik ve beraberlik halinde olduklarını görseydi bile, Allah’ın kelâmını işitmekten mahrum bırakılarak ağyârı müşâhedeye döndürülmekle tabi tutulduğu imtihan sebebiyle yine de bir ıstırab ve huzursuzluk içinde olması beklenirdi. Halbuki, Tûr’da yaşadığı o ulvî hâlin ve teneffüs ettiği o lahûtî demlerin akabinde, dönüp geldiğinde kavmini hak yoldan sapmış ve buzağıyı ilâh edinmiş halde görünce nasıl bir sıkıntı, üzüntü ve ıstırab içine düştüğünü düşünmek gerekir. Gerçekten şu mihnetlerden hangisinin Mûsâ (a.s.) daha ağır geldiği bilinemez:
1. Allah’ın kelâmını işitmek nimetini kaybetmiş olmak,
2. “Sen beni asla göremezsin” hitabıyla Allah’ı görmeyi istemekten engellenmiş olmak,
3. İsrâiloğullarının fitneye düşüp, şehvetlerinin kalplerini istila etmesi sebebiyle buzağıya ibâdet ettiklerini görmek. Sübhânallah! Allah’ın, peygamberlerine ve velîlerine olan belâ ve imtihanları ne kadar da şiddetli! (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 358)Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
Karşılaştır 151: Mûsâ şöyle yalvardı: “Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetine eriştir. Şüphesiz sen merhametlilerin en merhametlisisin.”
قَالَ رَبِّ اغْفِرْ ل۪ي وَلِاَخ۪ي وَاَدْخِلْنَا ف۪ي رَحْمَتِكَۘ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ۟ ﴿١٥١﴾
Meal 151: Mûsâ şöyle yalvardı: “Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetine eriştir. Şüphesiz sen merhametlilerin en merhametlisisin.”
TefsirHz. Mûsâ Tur’dan dönerken kavminin buzağıya taptığını haber almıştı. (bk. Tâhâ 20/85) Bu sebeple son derece kızgın, öfkeli ve üzgün bir halde döndü.[1] Kendisi yokken yaptıkları, Allah’ın gazabını celbedecek fevkalâde kötü işten dolayı onları azarladı. Öfkesine hâkim olamayarak elindeki Tevrat levhalarını yere bıraktı. Kavmini buzağıya tapmaktan alıkoymadığını, en azından bu vazifesini îfâda gevşek davrandığını sanarak kardeşi Hârûn’un kafasını tutup kendine doğru çekmeye başladı. Hz. Hârûn, ana-baba bir öz kardeş olmalarına rağmen, kardeşinin şefkat ve merhamet duygularını harekete geçirip kendisine yumuşak davranmasını sağlamak niyetiyle Hz. Mûsâ’ya “Anamın oğlu!” diye hitap etti. Sonra da hakkındaki yanlış düşüncesini gidermek maksadıyla, onları buzağıya tapmaktan alıkoymak için tüm gücünü harcadığını, fakat buna muvaffak olamadığını, sonunda kendisini hırpalayıp neredeyse öldürmeye kastettiklerini anlatmaya çalıştı. Son olarak ondan, düşmanlarını sevindirecek ve üzerine güldürecek bir davranışta bulunmamasını ve kendisini zalimlerle bir tutmamasını istedi.
اِنَّ الَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا الْعِجْلَ سَيَنَالُهُمْ غَضَبٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَذِلَّةٌ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۜ وَكَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُفْتَر۪ينَ ﴿١٥٢﴾
Meal 152: Buzağıyı tanrı edinenlerin başına hiç şüphesiz Rablerinden bir gazap çökecek ve böylece dünya hayatında bir zillete mahkum olacaklardır. İşte biz, gerçeği çarpıtarak Allah adına yalan uyduranları böyle cezalandırırız.
T:efsir:Allah Teâlâ, buzağıyı ilâh edinip tevbe etmeyenleri şiddetli bir şekilde cezalandıracak; akıl ermez uhrevî bir cezaya çarptıracaktır. Onları, dünya hayatında da müthiş bir zillete maruz bırakacaktır. Bu zillet, düşmanları karşısında mağlup duruma düşmeleri veya isyankârlıkları sebebiyle, kendilerine va‘dedilen kutsal topraklardan mahrum bırakılarak vatansız bir hâle gelmeleridir. Sâmirî’ye isâbet eden zillet insanlardan uzaklaşması; onun insanlara, insanların da ona dokunmasının yasaklanmasıdır. (bk. Tâhâ 20/97) اَلْمُفْتَر۪ي (müfteri) olmaları ise, hiçbir haklı bir gerekçeye dayanmadan, tamâmen nefislerinin arzusu istikametinde hareket ederek âdi bir nesneden yapılmış buzağı heykeline tapmalarıdır. Bu âyetle Allah Teâlâ, sadece İsrâiloğullarını değil, kendisi dışında bir kısım ilâhlar edinip onlara tapan başka toplumları da cezalandırıp zillete düşüreceğini, bunun bir sünnetullâh olduğunu haber vermektedir.
وَالَّذ۪ينَ عَمِلُوا السَّيِّـَٔاتِ ثُمَّ تَابُوا مِنْ بَعْدِهَا وَاٰمَنُواۘ اِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿١٥٣﴾
Meal 153: Kötülükler yaptıktan sonra ardından tövbe edip inananlara gelince, şüphesiz ki Rabbin, bu tevbe ve imandan sonra onlar için çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Tefsir:Şirk ve inkâr dâhil hangi kötülük olursa olsun bunları işledikten sonra, bu kötülükleri işlemede ısrar etmeyip tevbe ettikleri, bunları tekrar işlemeyecek şekilde bıraktıkları, bununla beraber iman edip onun gereğini de yerine getirdikleri takdirde, Allah onların günahlarını bağışlayacak ve onlara merhamet edecektir.Bu arada Mûsâ (a.s.)’ın durumuna bakılacak olursa
وَلَمَّا سَكَتَ عَنْ مُوسَى الْغَضَبُ اَخَذَ الْاَلْوَاحَۚ وَف۪ي نُسْخَتِهَا هُدًى وَرَحْمَةٌ لِلَّذ۪ينَ هُمْ لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُونَ ﴿١٥٤﴾
Meal 154: Mûsâ’nın öfkesi yatışınca levhaları aldı. O levhalarda, Rablerinden korkanlar için doğru yolu gösteren öğütler ve Allah’ın rahmet edeceği yazılıydı.
Tefsir:Aradan geçen belli bir müddet ve bahsedildiği üzere vâki olan bir kısım hâdiselerden sonra Hz. Mûsâ’nın öfkesi dindi, sakinleşti, kızgınlığın yerini sükûnet aldı. Mûsâ (a.s.) da yere bırakmış olduğu levhaları tekrar eline aldı. Burada öfkenin insana, doğru olmayan bazı işler yaptırdığına dair dolaylı bir işaret vardır. Ayrıca “öfkenin susması” ifadesiyle Kur’ân-ı Kerîm, öfkeyi canlı bir varlık gibi somutlaştırmakta; onu Mûsâ’nın üzerine çullanan, onu durmadan şiddete sarılmaya iten, “şunu yap, şöyle söyle, levhaları bırak, kardeşinin başını tut” tarzında emirler veren canlı bir varlık gibi tasvir etmektedir. Bu canlı varlık, ondan el çekip, onu kendi haline terk ettiğinde Mûsâ kendine gelmekte; öfke saikiyle yaptığı bir kısım yanlışları düzeltmektedir. Attığı levhaları tekrar eline alması bunlardan biridir. Bu levhalarda, Rablerinden korkup günahlardan sakınanlar için doğru yolu gösteren öğütler ve ilâhî rahmete ermeyi sağlayacak hayırlı ameller ile manevî terakkiye irşat eden bilgiler bulunmaktaydı.
Ayette özellikle “Rablerinden korkanlar için” buyrulur. Çünkü, Allah’ın kitabının ayetlerinden istifade edebilecek olanlar yalnız onlardır. Kul, samimi bir istekle Allah’ı, güzel amel ile de cenneti arzular; Allah’tan uzak kalmanın ve cehenneme girmenin can yakıcı azabından korkarsa tam korku ile ümit arasında olmuş olur. Korku ve ümitle de arzuladığı şeye ulaşır. Hak Teâlâ’nın sıfatlarını tanıdığı nispette kulun kalbinde korku hisleri canlanmaya başlar. Bunun dışa yansıyan alameti ise, kalben dünyayı ve insanları terk etmek, nefis ve şeytan ile savaşmaktır.Şimdi kavminin yaptıkları yüzünden Hz. Mûsâ’nın çekildiği bir diğer imtihanı ibretle izlemeye başlıyoruz:
وَاخْتَارَ مُوسٰى قَوْمَهُ سَبْع۪ينَ رَجُلًا لِم۪يقَاتِنَاۚ فَلَمَّٓا اَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ قَالَ رَبِّ لَوْ شِئْتَ اَهْلَكْتَهُمْ مِنْ قَبْلُ وَاِيَّايَۜ اَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَهَٓاءُ مِنَّاۚ اِنْ هِيَ اِلَّا فِتْنَتُكَۜ تُضِلُّ بِهَا مَنْ تَشَٓاءُ وَتَهْد۪ي مَنْ تَشَٓاءُۜ اَنْتَ وَلِيُّنَا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَاَنْتَ خَيْرُ الْغَافِر۪ينَ ﴿١٥٥﴾
Meal 155: Mûsâ halkı arasından temsilci olarak yetmiş kişi seçip, tâyin buyurduğumuz vakitte dağa geldi. (Ama oraya gelince bunlar Allah’ı görmek istediler; Allah’ı görmedikçe inanmayacaklarını söylediler.) Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakalayıverdi. Mûsâ şöyle yalvarmaya başladı: “Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizdeki bir takım beyinsizlerin yaptıkları yüzünden mi hepimizi helâk edeceksin? Bu iş, ancak senin bir imtihanındır ki, onunla dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola erdirirsin. Sen bizim dostumuz ve yardımcımızssın. Bizi bağışla ve bize merhamet et. Çünkü sen, bağışlayanların en hayırlısısın!”
وَاكْتُبْ لَنَا ف۪ي هٰذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْاٰخِرَةِ اِنَّا هُدْنَٓا اِلَيْكَۜ قَالَ عَذَاب۪ٓي اُص۪يبُ بِه۪ مَنْ اَشَٓاءُۚ وَرَحْمَت۪ي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍۜ فَسَاَكْتُبُهَا لِلَّذ۪ينَ يَتَّقُونَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَالَّذ۪ينَ هُمْ بِاٰيَاتِنَا يُؤْمِنُونَۚ ﴿١٥٦﴾
Meal 156: “Bize dünyada da âhirette de iyi ve güzel olanı takdir buyur. Şüphesiz biz sana yöneldik, senin yolunu tuttuk.” Allah şöyle buyurdu: “Azabım var, onu kimi dilersem onun başına dolarım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Fakat rahmetimi özellikle bana karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize iman edenlere nasip edeceğim.”
Tefsir:Allah Teâlâ Hz. Mûsâ’ya, buzağıya tapmalarından dolayı özür dilemek üzere kavminin en iyilerinden yetmiş kişi seçerek belirlenen vakitte huzuruna getirmesini emretmişti. Mûsâ (a.s.) da bunları seçip Tûr’a götürdü. Rivayete göre Hz. Mûsâ onlardan oruç tutmalarını, yıkanıp temizlenmelerini ve elbiselerinin de temiz olmasını istemişti. Bunlar dağa yaklaştıklarında, dağı bir sis kapladı. Mûsâ da onlarla beraber sisin içine girdi, hepsi secdeye kapandılar. Allah Teâlâ, Mûsâ’ya dilediği gibi emirler veriyor ve yasakları bildiriyordu, onlar da işitiyorlardı. Sis açılınca, “Ey Mûsâ! Biz Allah’ı açıkça görmedikçe sana inanacak değiliz!” (Bakara 2/55) diyerek direttiler. İhtimal ki, bununla “Sen işittiğimiz bu sesin Allah’ın sesi olduğunu söylüyor «nefislerinizi öldürün» (bk. Bakara 2/54) diyenin Allah olduğunu bildiriyorsun, fakat biz Allah’ı göremediğimiz takdirde senin bu sözünün doğruluğunu tasdik edemeyiz” demek istiyorlardı. Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakaladı. Bakara sûresi 55-56. âyetlerde geçtiği üzere onları yıldırım çarptı veya dağda bir zelzele oldu; onlar da düşüp bayıldılar, hatta öldükleri rivayet edilir. Bunun üzerine Mûsâ (a.s.) şöyle bir münâcatta bulundu:
“Rabbim! Dileseydin bunları, buraya gelmeden önce, buzağıya tapanlara engel olmadıkları, vazifelerini ihmal edip o sapıklara karşı koymadıkları ve onlardan uzak durmadıkları sırada helak edebilirdin. Beni de daha önce seni görmek isteğinde bulunduğum zaman mahvedebilirdin. Yani, bizi günahlarımız yüzünden helâk etmek isteseydin, o vakit ederdin. Biz o zamanlar helâke daha çok müstehak idik ve bunu yapmana hiç bir engel yoktu. Ancak sen o zaman bizim helâkimizi dilememiş idin. O zaman lutfettin, bizi helâk etmedin de şimdi içimizden bazı sefîhlerin, görüşü zayıf beyinsizlerin; dinin hikmetini bilmez, ayağı kayacak noktalarda kendini tutamaz hafif akıllıların yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin? Ne olur, bizi helak etme ya Rabbi! Bu ancak senin imtihanından başka bir şey değildir. Bu beyinsizlerin içine düştükleri fitne, sırf senden gelen bir mihnet, bir imtihan ve iptiladır. Bu cihetle onlar bir anlamda mazur sayılırlar. Zira onlara kelâmını işittirdin sana meftun oldular, duramadılar, kendilerine hakim olamayıp daha fazlasına arzu duydular da seni görmek istediler. Sen böyle bir imtihanla dilediğini şaşırtırsın, o kendini tutamaz olur. Dilediğine hidâyet eder, bir hakikati anlatırsın, onun imanı kuvvet kazanır da benzeri olaylarda sarsılmaz olur. Sen bizim yegane velimizsin; dünya ve âhiret işlerimizde hâkimimiz, yardımcımız, koruyucumuz ve sığınağımız ancak sensin. Şu halde bizi mağfiret eyle, günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört ve bize merhamet eyle, bizi rahmetine ve nimetine nâil eyle. Sen bizim velimiz olduğun gibi, mağfiret edenlerin, kusur bağışlayanların en hayırlısısın; garazsız, ivazsız, karşılıksız en güzel mağfireti ancak sen yaparsın. Tekrar tekrar niyaz ederim ve yalvarırım ki, bize en hayırlı bir mağfiret ver, bu sarsıntıdan ve bu helâkten bizi kurtar. Bizim için dünyada bir iyilik yaz; bu sarsıntıdan kurtarmakla beraber bize nimet ve afiyet ihsan eyle. Hayırlı ameller yapabilecek güzel bir hayat ihsan eyle. Şiddetten, meşakkatten ve fenalıktan arınmış, önü sonu temiz bir hayat takdir eyle. Âhirette de bize güzel bir âkıbet ihsan buyurup, güzel güzel sevaplar yaz. Âhiret yurdumuzun da cennet, felâh ve mutluluk olmasını değişmeyecek bir şekilde takdir buyur. Çünkü biz sana döndük, yeniden hidâyete geldik ve tevbe ettik. Hani sen, “Kötülükler yaptıktan sonra ardından tövbe edip inananlara gelince, şüphesiz ki Rabbin, bu tevbe ve imandan sonra onlar için çok bağışlayıcı, engin merhamet sahibidir” (A‘râf 7/153)(A‘râf 7/153) buyurarak tevbeden sonra mağfiret ve rahmeti kesin olarak va‘detmiştin. Biz de tevbemizin kabulü için bütün kavmimiz namına sana geldik. Şu halde heyet halindeki bu müracaatımızı kabul eyle ve bizi mağfiret ve rahmet ile geri gönder, bize hem bu dünyada, hem de âhirette iyilik yaz.”
Mûsâ (a.s.)’ın bu yakarışına Cenâb-ı Hak şöyle mukabelede bulundu:
“Benim bir azabım vardır; dilediklerimi onunla cezalandırır, ona azabımı mutlaka ulaştırırım, o da mutlaka isabet alır, kaçıp kurtulamaz. Azabımın özelliği budur. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Dünyada mümin, kâfir, sorumlu, sorumsuz, hatta «şey» adını alabilen her varlık ve her ne varsa hepsini kaplamış, hepsini içine almıştır. Rahmetimin özelliği de budur. Rahmetimin dışında bir şey tasavvur etmek mümkün değildir.”
“Allah Teâlâ’nın bir damlalık mağfireti, bağışlaması bile bütün bir kâinatı içerisine alacak ve bütün günahları bir anda yok edecek kadar kudretli ve azametlidir. Artık sen, o Ulu Allah’ın ilâhî merhamet deryâsının büyüklüğünü, enginliğini ve muazzam kudretini hesâb et.”
Ancak bunun böyle olması, her şeyin ilâhî rahmetten eşit pay almasını, işin başında olduğu gibi sonunda da aynı rahmete mazhar olmasını gerektirmez. Allah dilediğinde, o her şeyi kuşatmış olan rahmeti içinden istediği kimselere azabını isabet ettirir. Kimse hükmüne ve iradesine müdahale edemez. İşte Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’nın, “Bize dünyada da âhirette de iyi ve güzel olanı takdir buyur” (A‘râf 7/156) şeklindeki duasına karşılık: “Azabım var, onu kimi dilersem onun başına dolarım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır” (A‘râf 7/156) buyurmak suretiyle, bir taraftan ona ve onun ümmetinden sâlih kişilere geniş bir rahmet ümidi vermiş; ancak bunun kendisi için bir zorunluluk olmadığını hatırlatma mâhiyetinde, azabının da dikkate alınmasını istemiştir. Sonra da azaptan koruyup rahmete erdirecek iyi hal ve sâlih amellere misâl olmak üzere:
› Takvâ ehlinden olmayı,› Zekâtı vermeyi ve› Allah’ın âyetlerine inanmayı zikretmiştir.
İbn Abbas (r.a.)’ten rivayete göre, “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (A‘râf 7/156) ayeti inince şeytan cesaretlenip: “Ben de şeylerden bir şeyim” dedi. Allah Teâlâ, “o rahmeti takvâ sahiplerine.... yazacağım” (A‘râf 7/156) buyurarak onu rahmetinin kapladığı şeyler cümlesinden çıkardı. Yahudiler ve hıristiyanlar da: “Biz de günahlardan korunur, zekâtı verir ve Rabbimizin tüm ayetlerine inanırız” dediler. Allah Teâlâ, aşağıda gelen ayetlerle onlardan son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e inanıp ona uymayanları rahmetinin sınırları dışına çıkardı: (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IX, 108)
اَلَّذ۪ينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الْاُمِّيَّ الَّذ۪ي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِنْدَهُمْ فِي التَّوْرٰيةِ وَالْاِنْج۪يلِۘ يَأْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهٰيهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَٓائِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ اِصْرَهُمْ وَالْاَغْلَالَ الَّت۪ي كَانَتْ عَلَيْهِمْۜ فَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِه۪ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّذ۪ٓي اُنْزِلَ مَعَهُٓۙ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ۟ ﴿١٥٧﴾
Meal 157: Onlar, ellerindeki Tevrat ve İncil’de özelliklerini yazılı buldukları o Rasûl’e, okuma yazma bilmeyen o Peygamber’e uyarlar. O Peygamber onlara iyilik, doğruluk ve güzelliği emretmekte; her türlü kötülüğü ve çirkinliği yasaklamakta; temiz ve hoş olan bütün yiyecek ve içecekleri onlara helâl, kötü ve pis olan şeyleri ise onlara haram kılmakta; sırtlarındaki kendi şeriatlarından kalma ağır yükleri kaldırmakta, boyunlarına vurulmuş zincirleri kırıp atmaktadır. Bu bakımdan ona inanan, ona saygı duyan, düşmanlarına karşı ona yardım eden ve kendisine indirilen Kur’an’a uyan kimseler, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
Tefsir:Onlar, yanlarında bulunan Tevrat ve İncil’de özellikleri yazılı bulunan; kendi öz evlatları gibi tanıdıkları (bk. Bakara 2/146) ümmî peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)’e uyup itikat, ibâdet, ahlâk ve muamelâtta onun arkasından gidenler ve gidecek olanlardır.
Bu âyet-i kerîmeden anlaşılmaktadır ki, Cenab-ı Hak Hz. Mûsâ’ya Tur dağındaki buluşmasında ve Tevrat’ta âlemlere rahmet olan son peygamberi haber vermiş; talep ettiği rahmet ve iyiliğin onun ümmeti için yazılacağını va‘dederek, vakti gelince İsrâiloğulları’nın ona iman edip tâbi olmalarını teşvik etmiştir. Aynı zamanda Tevrat’tan sonra ve Kur’ân’dan önce İncil’in geleceğini bildirmiştir. Tevrat ve İncil’de, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.s.) ile ona nâzil olacak Kur’ân-ı Kerîm hakkında bir kısım vasıf ve özellikleri itibariyle bilgiler yer almaktaydı. Efendimiz geldiği sırada Tevrat ve İncil’i hakkiyle okuyup anlayan kitap ehli, Hz. Mûsâ’nın talep ettiği rahmet ve iyiliğe erebilmenin ancak son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e uyma sayesinde mümkün olacağını ellerindeki kitaplarında yazılı olarak buluyorlardı.