Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 30-43
يَا بَنٖٓي اٰدَمَ خُذُوا زٖينَتَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا وَلَا تُسْرِفُواۚ اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفٖينَࣖ ﴿٣١﴾
Meal:﴾31﴿ Ey Âdemoğulları! Her namaz kılacağınızda güzelce giyinin, yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.
Tefsir:Kureyş ve diğer birkaç soylu kabile dışındaki müşrikler, başlıca kutsal mekânlarını çıplak ziyaret eder; ziyaret dönemlerinde et, yağ, süt gibi değerli gıda maddelerini yemezler; diğerlerini ise çok az yerler ve bunun dinî bir vecîbe olduğuna inanırlardı (bk. Taberî, VIII, 159-163). Âyet bu bâtıl uygulamayı ilga etmekte, ibadet sırasında örtünme zorunluluğu getirmektedir; ayrıca haram olduğuna dair özel hüküm bulunmayan maddelerin yenilip içilmesine de –israfa kaçmamak şartıyla– izin vermektedir. Âyetin özel maksadı, kutsal mekânları çıplak vaziyette ziyaret veya tavaf etmeyi yasaklamaktır. Ancak bu durum, hükmün genel olduğu anlamını çıkarmaya mâni değildir. Nitekim bütün ilgili kaynaklarda âyetin, gerek ibadet sırasında gerekse sair zamanlarda edep kurallarına uygun şekilde giyinmeyi farz kıldığı belirtilir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 518-519
قُلْ مَنْ حَرَّمَ زٖينَةَ اللّٰهِ الَّتٖٓي اَخْرَجَ لِعِبَادِهٖ وَالطَّيِّبَاتِ مِنَ الرِّزْقِؕ قُلْ هِيَ لِلَّذٖينَ اٰمَنُوا فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا خَالِصَةً يَوْمَ الْقِيٰمَةِؕ كَذٰلِكَ نُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ ﴿٣٢﴾
Meal:﴾32﴿ De ki: “Allah’ın kulları için yarattığı süsü, temiz ve iyi rızıkları kim haram kıldı?” De ki: “Onlar dünya hayatında müminlere yaraşır; kıyamet gününde ise yalnız onlara mahsus olacaktır.” İşte anlayan bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.
Tefsir:Bu ve bundan önceki âyette elbiseye “ziynet” denilmesi, giyinmenin ahlâkî bakımdan olduğu gibi estetik bakımdan da önemli ve gerekli olduğuna işaret eder; ayrıca buradaki ziynet kelimesinden hareketle kaliteli ve değerli elbiseler giyinmenin mubah olduğuna hükmedilmiştir. Taberî (VIII, 163-164), Şevkânî (II, 230) gibi önde gelen müfessirler bu âyeti açıklarken, haram olmayan güzel ve değerli nimetlerden uzak kalmayı zühd ve fazilet sayanların hatalı olduklarını belirtirler. Haram, dinî bir terim olarak, “Açık, kesin ve bağlayıcı bir ifade ve üslûpla yapılması şer‘an yasaklanmış olan tutum ve davranış” anlamına gelir. Bir işin yapılmamasını isteyen bir ifade bulunmakla birlikte, bu talep ve/veya kaynağı kesin değilse buna haram değil mekruh denir. Hakkında yasaklayıcı hiçbir delil bulunmayan fiiller ise mubah ve helâl kabul edilir. Bir fiilin helâl kabul edilmesi için dinî kaynaklarda bu yönde bir açıklama bulunması gerekli değildir; çünkü “Eşyada asıl olan mubah olmasıdır”. Buna göre özel bir delil bulunmadığı halde ölçüsüz dindarlık duygusu, şahsî tercihler, ortalıkta görülen kötülüklerle mücadele arzusu gibi –iyi niyetli de olsa– kişisel hassasiyetlerin etkisiyle dinin izin verdiği alan içinde kalan tutum ve davranışları, yiyecek, içecek, giyecek gibi nesneleri haram, sakıncalı ve günah olarak nitelendirmek bu âyetin hükmüne aykırı ve yanlıştır. Hatta müfessirler, âyetin “De ki: O nimetler dünya hayatında müminlere yaraşır” meâlindeki kısmından hareketle, bunların esas itibariyle müminlere lutuf olmak üzere yaratıldığını ve onlar sayesinde bu nimetlerden herkesin yararlanmalarına imkân verildiğini belirtirler. Âyetin anlatımına göre mânevî kemal ve güzellikler gibi birey ve toplumun refah, sağlık, güvenlik ve esenliğine katkıda bulunacak her türlü maddî imkânlar da öncelikle müminlere yaraşır. Bu imkânlarda geri olan bir toplum, Kur’an bakımından ideal bir toplum değildir. Zühde ve kanaate teşvik eden açıklamalarla bu yöndeki uygulamalar ise, dünya nimetlerini araç olarak görmek yerine amaç kılmayı hedefleyen eğilimleri önlemeye yöneliktir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 519-520
قُلْ اِنَّمَا حَرَّمَ رَبِّيَ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ وَالْاِثْمَ وَالْبَغْيَ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَاَنْ تُشْرِكُوا بِاللّٰهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِهٖ سُلْطَاناً وَاَنْ تَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ ﴿٣٣﴾
Meal:﴾33﴿ De ki: “Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.”
Tefsir:Önceki âyetlerde helâl nimetleri haram saymanın yanlışlığına işaret edildikten sonra burada da Allah’ın asıl haram kıldığı şeylerin neler olduğu özetle belirtilmektedir. Buna göre Allah yalnızca, başta zina ve fuhuş olmak üzere, açık ve gizli kötülükleri, ahlâksızlıkları; başkalarının malına, canına, namus ve şerefine karşı saldırıyı; Allah’ın, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmayı yani aslı esası bulunmadığı apaçık ortada olduğu halde birtakım varlıkları tanrılaştırmayı ve nihayet Allah hakkında herhangi bir doğru bilgi ve delile dayanmadığı halde “Allah şunu helâl kıldı, bunu haram kıldı” gibi rastgele sözler sarfetmeyi yasaklamıştır.
Son iki âyet, bir bakıma, 29. âyetteki “Rabbim adaleti (kıst) emretti” meâlindeki bölümün açıklamasıdır. Zira kıst hem “adalet” hem de “itidal, denge, ölçü” anlamına gelir. Böylece bu iki âyet, bir adalet ve itidal dini olan İslâm’ın, aşırı yasakçılığı da aşırı serbestliği de onaylamadığını; esasen temiz fıtratlı ve aklıselim sahibi her insanın doğru, iyi, hoş ve faydalı bulduğu maddî ve mânevî şeyleri kullandığını; yanlış, kötü, çirkin ve zararlı bulduğu şeylerden de kaçındığını ortaya koymaktadır. Kur’an’da veya hadislerde İslâm dininin “sırât-ı müstakîm” (En‘âm 6/161; Tirmizî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 14), “Hanîf dini” (Yûnus 10/105; Rûm 30/30), “semâhat (hoşgörü ve kolaylık) dini” (Buhârî, “Îmân”, 29; Müsned, VI, 116, 233) gibi denge, gerçekçilik ve kolaylık ifade eden niteliklerle anılması da buradan ileri gelmektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 520
وَلِكُلِّ اُمَّةٍ اَجَلٌۚ فَاِذَا جَٓاءَ اَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ ﴿٣٤﴾
Meal.﴾34﴿ Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar ne de bir an ileri gidebilirler.
Tefsir:Sûrede, bu âyetle başlayıp 53. âyette son bulacak genişçe bir âhiret tasviri yer almaktadır. İbn Âşûr’a göre sûrenin buraya kadarki bölümünün öncelikli muhatabı Mekke putperestleri olduğu için bu âyetteki “her ümmet”ten de özellikle Hz. Peygamber’i ve hak dini yalanlayan topluluklar kastedilmiş olup âyet bunlara karşı bir uyarı ve tehdit anlamı taşımaktadır. Aynı müfessire göre ecel kelimelerinden ilki bu tür inkârcı topluluklara tanınan mühleti, ikincisi de bu mühletin bittiği ve sonlarının geldiği vakti ifade etmektedir (VIII/2, s. 102-104). Buna göre –bu sûrenin geniş bir kısmının konusu olan bazı eski kavimlerin hayat ve âkıbetlerine dair ilerideki âyetlerden de anlaşılacağı üzere– Allah Teâlâ, rahmetinin eseri olarak, inkârcı ve isyankâr topluluklara hallerini düzeltmeleri için belli bir süre tanır. Eski inanç ve yaşayışlarında ısrar edenler, tayin edilen sürenin sonunda mutlaka cezalandırılırlar; hükümranlıkları veya varlıkları son bulur. Onlar bu âkıbetlerini ne bir an öne alabilir ne de erteleyebilirler. Allah’ın bu kesin kanunu uyarınca, tarihteki bütün inkârcı, isyankâr, azgın ve ahlâksız toplumların, bu arada putperest Araplar’ın mâruz kaldıkları bu âkıbet, şimdiki ve bundan sonraki inkârcı ve zalim toplumların, devletlerin de Allah nezdinde bilinen vaktinde mutlaka başlarına gelecektir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 522-523
يَا بَنٖٓي اٰدَمَ اِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ رُسُلٌ مِنْكُمْ يَقُصُّونَ عَلَيْكُمْ اٰيَاتٖيۙ فَمَنِ اتَّقٰى وَاَصْلَحَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ ﴿٣٥﴾
﴾35﴿ Ey Âdemoğulları! İçinizden âyetlerimi size anlatacak peygamberler gelir de (onları dinleyerek) kim kötülükten sakınıp kendini ıslah ederse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
وَالَّذٖينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُوا عَنْهَٓا اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ فٖيهَا خَالِدُونَ ﴿٣٦﴾
Meal.﴾36﴿ Âyetlerimizi asılsız sayan ve büyüklenip onlardan yüz çevirenlere gelince, işte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
Tefsir:Yukarıdaki âyette peygamberi ve hak dini yalanlayanların dünyadaki âkıbetleri bildirilmişti. Bu iki âyette de iyilerle kötülerin âhiretteki durumları karşılaştırılmaktadır. Buna göre peygamberleri gelip de insanlara Allah’ın âyetlerini yani kutsal kitabını, delillerini ve hükümlerini (Râzî, XIV, 69) açık açık ortaya koyduğunda onlar ya peygamberi ve onun bildirdiklerini saygıyla benimseyip durumlarını düzeltir veya Allah’ın âyetlerini yalan sayıp İblîs gibi kibre kapılarak isyanlarını sürdürürler. Yüce Allah, âhirette bu zümrelerden ilkinin, korku ve üzüntüden emin bir şekilde mutlu olacağını müjdelerken, ikinci zümreyi “ateş ehli” (cehennem ashabı) diye nitelemekte ve ebedî olarak ateşte kalacaklarını haber vermektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 523
فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِباً اَوْ كَذَّبَ بِاٰيَاتِهٖؕ اُو۬لٰٓئِكَ يَنَالُهُمْ نَصٖيبُهُمْ مِنَ الْكِتَابِؕ حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُنَا يَتَوَفَّوْنَهُمْۙ قَالُٓوا اَيْنَ مَا كُنْتُمْ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِؕ قَالُوا ضَلُّوا عَنَّا وَشَهِدُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ اَنَّهُمْ كَانُوا كَافِرٖينَ ﴿٣٧﴾
Meal:﴾37﴿ Allah’a iftira eden veya O’nun âyetlerini asılsız sayandan daha zalim kim vardır! Onlar kendileri için yazılmış nasiplerini elde ederler. Sonunda elçilerimiz gelip canlarını alırken, “Allah’ı bırakıp da tapmakta olduğunuz tanrılarınız nerede?” derler. “Bizden sıvışıp gittiler” diye cevap verirler. Ve (dünyadayken) kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerinde şahitlik ederler.
قَالَ ادْخُلُوا فٖٓي اُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ فِي النَّارِؕ كُلَّمَا دَخَلَتْ اُمَّةٌ لَعَنَتْ اُخْتَهَاؕ حَتّٰٓى اِذَا ادَّارَكُوا فٖيهَا جَمٖيعاًۙ قَالَتْ اُخْرٰيهُمْ لِاُو۫لٰيهُمْ رَبَّـنَا هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اَضَلُّونَا فَاٰتِهِمْ عَذَاباً ضِعْفاً مِنَ النَّارِؕ قَالَ لِكُلٍّ ضِعْفٌ وَلٰكِنْ لَا تَعْلَمُونَ ﴿٣٨﴾
Meal:﴾38﴿ Allah buyuracak ki: “Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları arasında siz de ateşe girin!” Her ümmet girdikçe yoldaşlarına lânet edecektir. Hepsi birbiri ardından orada (cehennem de) toplanınca, sonrakiler öncekiler için, “Ey rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar! Onun için onlara ateşten bir kat daha azap ver!” diyecekler. Allah da, “Zaten hepiniz için bir kat daha azap vardır, fakat siz bilmezsiniz” diyecektir.
وَقَالَتْ اُو۫لٰيهُمْ لِاُخْرٰيهُمْ فَمَا كَانَ لَكُمْ عَلَيْنَا مِنْ فَضْلٍ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْسِبُونَࣖ ﴿٣٩﴾
Meal:﴾39﴿ Öncekiler de sonrakilere derler ki: “Sizin bizden arta kalır bir tarafınız yok. O halde siz de yaptıklarınıza karşılık azabı tadın!”
Tefsir:İnsanlar ve cinler (yükümlülük altındaki gözle görülmeyen varlıklar; bk. En‘âm 6/100) âhiret hayatına adım attıklarında, ilâhî ferman uyarınca, her “ümmet”, benzer inanç ve değerleri paylaşmış; benzer hayat felsefesini benimseyip yaşamış ve yaşatmış olan eski topluluklara katılır. Böylece, insanlık tarihi boyunca Allah’ın âyetlerini ve peygamberlerini yalanlayıp sapkın inançlar ve ideolojiler türetenlerle bunları benimseyip yaşatanlar âhirette bir araya gelince, artık inkârcıların kendi kendilerinin aleyhlerinde şahitlik edecekleri ölçüde hak ve bâtıl, iyi ve kötü apaçık ortaya çıktığı için sonrakiler öncekilere veya inkârları ve kötülükleri yaşatanlar bunları türetenlere, kendilerini ayartıp saptırdıkları gerekçesiyle lânet okuyup suçlarının iki katıyla cezalandırılmalarını isterler; diğerleri de onların kendilerinden farklı yanlarının bulunmadığını yani onların da kendileri kadar suçlu olduklarını belirtirler. Mutlak hâkim olan Allah da buyurur ki: “Zaten hepiniz için bir kat daha azap vardır.” Çünkü iki kat suç işlemişlerdir; yani öncekiler ve önderler hem kötü oldukları hem de kötülük yollarını açtıkları için, diğerleri ise onlara uymaları yanında, fikirleri, malları, güçleri, mevkileri, tutum ve davranışlarıyla onları destekleyip yüreklendirdikleri, güçlerine güç kattıkları, bâtıl ideolojilerini yaşatıp yaydıkları ve sonrakilere kötü örnek oldukları için iki kat suçludurlar ve iki kat ceza göreceklerdir.
Bu âyetler, aldatıcı dünya zevk ve menfaatleri akıl ve basîretlerini bağladığı için nefislerinin isteklerini akıllarının hükmü zannedenler, bu suretle ilâhî ve fıtrî gerçeklerle bağdaşmayan inanç ve fikirleri hakikat diye kabul edip savunanlarla aynı sebepler yüzünden onların bâtıl fikirlerini yaşatıp yaygınlaştırma yönündeki emellerine alet olan kitleleri uyarma amacı taşıması bakımından önemlidir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 523-524
اِنَّ الَّذٖينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُوا عَنْهَا لَا تُفَتَّحُ لَهُمْ اَبْوَابُ السَّمَٓاءِ وَلَا يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ حَتّٰى يَلِجَ الْجَمَلُ فٖي سَمِّ الْخِيَاطِؕ وَكَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُجْرِمٖينَ ﴿٤٠﴾
Meal:﴾40﴿ Bizim âyetlerimizi asılsız sayanlar, büyüklenip onlardan yüz çevirenler var ya, işte onlara göğün kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremeyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız!
Tefsir:Allah’ın âyetlerini yalan ve asılsız saymak suretiyle ulûhiyyet, tevhid, nübüvvet, âhiret gibi temel dinî öğretileri inkâr edenler için “göğün kapıları açılmayacak”tır. Fahreddin er-Râzî âyetin bu ifadesiyle ilgili muhtemel anlamları şu şekilde sıralamaktadır: 1. Onların amelleri, duaları ve itaat cinsinden diğer faaliyetleri kabul edilmez. 2. Gökler, müminlerin ruhlarına açılırken onların ruhlarına açılmaz. 3. Onların göğe yükselmelerine ve cennete girmelerine izin verilmez. 4. Onlara bereket ve hayır inmez.
Râzî’nin düşüncesine göre âyet şuna delâlet ediyor: Ruhlar, ya gökten üzerlerine türlü hayırlar indirilmek ya da amelleri göklere yükseltilmek suretiyle mutlu olurlar. Bu da göklerin, ruhlar için sevinç ve mutluluk yeri olduğunu, hayır ve bereketlerin göklerden indiğini, ruhların da göklere yükselerek mutlulukların en mükemmeline ulaşıp kurtuluşa ereceklerini gösterir. Şu halde “Onlara göğün kapıları açılmayacak” ifadesi, uyarı ve tehditlerin en önemlisini oluşturmaktadır. Devenin iğne deliğinden geçmesi nasıl imkânsız ise inkârcılara göğün kapılarının açılması ve cennete ulaşmaları da öylece imkânsızdır. Farklı bir okunuşa göre meâlinde “deve” anlamı verilen kelime “urgan” mânasına geldiğinden bu mânayı esas alan müfessirlere göre meâli, “urgan iğne deliğinden geçinceye kadar ...” şeklindedir.
Yine Râzî’nin açıklamalarına göre tenâsüh (reenkarnasyon) inancını savunanlar bu âyeti görüşlerine delil göstermişlerdir (bk. Bakara 2/28). Onlara göre âsi ruhlar, vücudun ölümünden sonra bedenden bedene geçerek azap görmeye devam ederler; nihayet deve gibi iri bir bedende hayat sürdükten sonra iğne deliğinden geçebilecek küçüklükteki bir canlının bedenine girerler ve o zaman bütün günahlarından arınmış olarak cennete kavuşur, mutluluğa ulaşırlar. Ancak, tenâsüh bâtıl bir inanç olduğu gibi bu görüş de temelsizdir (XIV, 76-77).
Kur’an dilinde semâ kelimesi bilinen anlamı yanında, yüksek âlemlerin tamamını kapsayacak bir genişlikte de kullanılır. Bu âlemlerin türlü mertebeleri olup melekler, sâlih (iyi ve faydalı) ruhlar orada bulunur; vahiy semadan gelir. Arz âlemine fışkıran cismanî ve ruhanî hayır ve bereketlerin, musibet ve şerlerin kaynağı o âlemlerdedir (krş. Bakara 2/59; A‘râf 7/96; İsrâ 17/95; Zâriyât 51/23; ayrıca bk. Bakara 2/29). “Onlara göğün kapıları açılmayacak” cümlesi, bütün ilâhî ve saf hayırlardan mahrumiyeti dile getiren kapsamlı bir ifadedir (İbn Âşûr, VIII/2, s. 126).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 525-526
لَهُمْ مِنْ جَهَنَّمَ مِهَادٌ وَمِنْ فَوْقِهِمْ غَوَاشٍۜ وَكَذٰلِكَ نَجْزِي الظَّالِم۪ينَ ﴿٤١﴾
Meal:41: Onlar için cehennem ateşinden döşekler ve üstlerinde de yine ateşten örtüler vardır. İşte biz zâlimleri böyle cezalandırırız.
Tefsir:Cenâb-ı Hakk’ın âyetlerini; tevhid, ulûhiyet, nübüvvet ve âhirete ait delillerini yalanlayan, büyüklenip bu delillere inanmaya, onları nazar-ı itibara alıp gereğince davranmaya tenezzül etmeyenlere göğün kapıları açılmayacaktır. Yani duaları ve iyilik olarak yaptıkları amelleri kabul edilmeyecek, ruhları göğe yükselemeyecek, üzerlerine feyiz ve bereket inmeyecektir. Çünkü gökler ruhlar için saadet ve surûr kaynağıdır. Hayır ve bereket göklerden iner. Bu sebeple ruhlar ancak göklere yükselmek sûretiyle mutlulukların en güzeline erişme imkânı bulurlar. Yerde yürüyenlerin ayakalrı su topladığı halde, ruhları göklerde gezenlerin kalplerinde ilâhî feyiz ve bereket şabnemleri birikir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Gökte de hem rızkınız vardır, hem de size va‘dedilen cennetler.” (Zâriyât 51/22) İşte kâfirler bu nimetlerden mahrum kalacak ve deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremeyeceklerdir. Küçüklükte “iğne deliği”, büyüklükte ise “deve” mesel olmuştur. Dolayısıyla bir şeyin küçüklüğü ve inceliği mübalağa edileceği zaman “iğne deliği gibi”, irilik ve büyüklükte mübalağa için ise “deve gibi” denilir. Şu halde kâfirlerin cennete ebediyen giremeyeceklerini ifade bakımından, irilikte mesel olan olan devenin boynu, hörgücü, ayakları, özel şekli, bütün eğri büğrülüğü ve acaipliği ile incelikte mesel olan iğne deliğine girmesiyle verilen misal son derece mübalağalı ve tesirli olmuştur. Bu haliyle devenin iğne deliğinden geçmesi nasıl mümkün değilse, kâfirlerin cennete girmesi de aynı şekilde mümkün değildir.
Verilen örnekten anlaşıldığına göre cennete sonsuza dek giremeyecek o kâfirler için, altlarında cehennem ateşinden döşekler, üstlerine de yine cehennem ateşinden örtüler vardır. Hâsılı onların döşekleri, yorganları, yatak ve örtüleri sadece ateş olacak, cehennem onları her taraftan kuşatacaktır. Burada çok beliğ bir şekilde, tasvir edilen kişilerin dünyada rahatı, rahat yatakları ve bu yataklarda yatmayı çok sevdikleri ima edilmektedir. Çünkü ceza daima işlenen suçun cinsinden olur. Bu şekilde rahata ve rahat yataklarda yatmaya düşkün olanlar, yemeye, içmeye ve şehvetlere de düşkün olurlar. Nitekim Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.): “Ümmetim için kârın büyüklüğü, çok uyku, tembellik ve yakîn azlığından korkarım” (Kenzü’l-Ummâl, III, 360) buyurarak bu hususta mü’minleri uyarmaktadır. Çünkü böyle bir hayat iman etmeye mâni olduğu gibi, başkalarının hakkına tecavüzün de sebeplerindendir. Âyetin sonunda bu insanların zâlim olarak nitelenmesi bu bakımdan mânidardır. Çünkü onlar hem başkalrına hem de kendilerine zulmektedirler.Kâfirlerin bu perişan, feci ve hazin durumlarına karşılık mü’minlerin halleri son derece güzel ve aydınlıktır:
وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَا نُكَلِّفُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَاۘ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْجَنَّةِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ ﴿٤٢﴾
Meal:42: İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, ki biz kimseyi gücü yetmediği şeylerden sorumlu tutmayız, işte onlar cennetin yârânı ve yoldaşlarıdır; orada sonsuzca kalacaklardır.
وَنَزَعْنَا مَا ف۪ي صُدُورِهِمْ مِنْ غِلٍّ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمُ الْاَنْهَارُۚ وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلَٓا اَنْ هَدٰينَا اللّٰهُۚ لَقَدْ جَٓاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّۜ وَنُودُٓوا اَنْ تِلْكُمُ الْجَنَّةُ اُو۫رِثْتُمُوهَا بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٤٣﴾
Meal:43: Biz o mü’minlerin göğüslerinde diğer insanlara karşı kin, haset, suizan nâmına ne varsa hepsini söküp çıkarırız. Altlarından da ırmaklar akar. Onlar: “Bizi buna eriştiren Allah’a hamdolsun! Eğer Allah bize doğru yolu göstermeseydi biz kendiliğimizden doğru yolu bulamazdık. Demek Rabbimizin peygamberleri bize gerçeği getirmişler” derler. Onlara şöyle seslenilir: “Dünyada yaptığınız iyi amellere karşılık mirasçı olduğunuz muhteşem cennet işte budur!”
Tefsir:
42. âyette söz arasında yer alan “Biz kimseyi gücü yetmediği şeylerden sorumlu tutmayız” kaydı, cennete girmek için takat getirilmeyecek işlerin altına girme şartının olmadığını, herkesin, gücü yettiği kadar ibâdet ve taata devam ettiği takdirde cennete girebilme imkânına sahip olduğunu haber verir.
Cennet ebedî huzur, surûr, saadet, selâmet ve mutluluk yurdudur. Cenâb-ı Hak kullarını “dâru’s-selâm”a davet etmektedir. (bk. Yûnus 10/25) Dünyada insanların huzur ve mutluluğunu bozan en kötü illet, kalpte diğer insanlara karşı beslenen kin, nefret, haset ve düşmanlık duygularıdır. Bu menfi duygular, insanlar arasında oluşması istenen sevgi ve kardeşliği engeller, dostluklara mâni olur. Halbuki cennet, aynı zamanda mü’minlerin dost oldukları ve koltuklar üzerinde karşılıklı oturup muhabbetle birbiriyle sohbet ettikleri feyiz ve bereket mekanıdır. Bu sebeple Yüce Mevlâmız, cennetine kabul buyurduğu mü’min kullarının, göğüslerinde bulunan sevgi ve kardeşliğe mâni kin ve nefretin tamamını söküp atacak, kalplerindeki mânevî arızâları bütünüyle temizleyecektir. Böylece aralarında sevgiden başka bir şey kalmayacak ve altlarından ırmaklar akan cennetlerde Hak Teâlâ’nın ikram buyurduğu sayısız nimetlerle nimetleneceklerdir. Onlar bu büyük mükafatı Allah’tan bilerek O’na hamdedecekler, Cenâb-ı Hak da bir iltifat olmak üzere “bu cennete dünyada yaptıkları sâlih ameller sayesinde vâris olduklarını” beyân buyuracaktır. Burada derin bir kulluk şuuru ve terbiyesiyle ilâhî lütfun büyük bir tecellisi vardır. Dolayısıyla mü’min çalışmalı, fakat başarıyı Allah’tan bilmeli; ameline aldanmayıp dâima ilâhî hidâyete sığınmalıdır. Yapılan sâlih amellerin ancak Allah’ın yardımıyla cennete girebilme sebebi olduğunu unutmamalıdır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.):“- Sizden hiçbiriniz ameli sâyesinde cennete giremez” buyurdu. Ashâb-ı kirâmın:
“- Sende mi ey Allah’ın Rasülü!” demeleri üzerine de:
“- Ben dahi Allah’ın kendinden bir rahmete ve bir lütfa beni bandırması hali müstesnâ. Dolayısıyla oraya ancak Allah’ın fazlı ve rahmetiyle girebilirsiniz” karşılığını verdi. (Buhârî, Rikâk 18; Müslim, Munafıkûn 71-73)
Resûlullah (s.a.s.), bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur:
“Cennetlikler cennete girince bir kimse şöyle seslenir: «Siz cennette ebediyen yaşayacak, hiç ölmeyeceksiniz. Hep sağlıklı kalacak, hiç hastalanmayacaksınız. Hep genç kalacak, hiç yaşlanmayacaksınız. Hep nimet ve mutluluk içinde yaşayacak, hiç keder ve sıkıntı çekmeyeceksiniz.” Resûl-i Ekrem (s.a.s.) sözüne devamla buyurdu ki: “Onlara şöyle seslenileceğini bildiren: «Dünyada yaptığınız iyi amellere karşılık mirasçı olduğunuz muhteşem cennet işte budur!» (A‘râf 7/43)” âyeti de bunu göstermektedir.” (Müslim, Cennet 22)
Gelen âyetlerde cennetliklerle cehennemlikler arasındaki konuşmaların yer aldığı; bir yanda sevinç ve mutluluk sadâlarının, diğer yanda pişmanlık, bedbahtlık ve azap çığlıklarının yükseldiği pek dehşetli âhiret sahneleri gözler önüne serilmektedir: