Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 44-54
وَنَادٰٓى اَصْحَابُ الْجَنَّةِ اَصْحَابَ النَّارِ اَنْ قَدْ وَجَدْنَا مَا وَعَدَنَا رَبُّنَا حَقًّا فَهَلْ وَجَدْتُمْ مَا وَعَدَ رَبُّكُمْ حَقًّاۜ قَالُوا نَعَمْۚ فَاَذَّنَ مُؤَذِّنٌ بَيْنَهُمْ اَنْ لَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الظَّالِم۪ينَۙ ﴿٤٤﴾
Meal:44: Cennet ehli cehennem ehline: “Biz, Rabbimizin bize verdiği bütün sözlerin gerçek olduğunu gördük. Nasıl siz de Rabbinizin başınıza geleceğini söylediği şeylerin gerçekleştiğini gördünüz mü?” diye seslenirler. Onlar da: “Evet!” derler. Bunun üzerine aralarında bir münâdî: “Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerine olsun” diye bağırır.
اَلَّذ۪ينَ يَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًاۚ وَهُمْ بِالْاٰخِرَةِ كَافِرُونَۜ ﴿٤٥﴾
Meal:45: O zâlimler, dünyada insanları Allah’ın yolundan çevirir, o yolu eğip bükmeye ve kötü göstermeye çalışırlardı. Onlar âhireti de büsbütün inkâr ederlerdi.
Tefsir:
Allah Teâlâ mü’minlere cenneti, kâfirlere cehennemi va‘detmiştir. Kıyamet günü hesap görüldükten sonra mü’minler cennete girecek, kâfirler ise cehenneme atılacaklardır. Aralarında mâhiyetini tam olarak bilemeyeceğimiz bir yolla konuşma gerçekleşecektir. Cennet ehli, hem kavuştukları mükâfâta sevindiklerinden ötürü hem de kâfirlerle alay etme ve pişmanlıklarını artırma maksadıyla: “Biz, Rabbimizin dünyada bize va‘dettiklerinin gerçek olduğunu gördük ve cennete eriştik; peki siz de Allah’ın va‘dettiği cehennemin gerçek olduğunu gördünüz mü?” diye soracaklar. Onlar da, cehennemi boyladıklarından dolayı “Evet!” demekten başka cevap bulamayacaklardır. Bu sırada vazifelendirilmiş bir münâdî, ilâhî bir şamar gibi, Allah’ın lânetinin zâlimler üzerine olduğunu ilan edecektir. Buradaki zâlimlerden maksat, ebedi cehennemi hak etmiş kâfirlerdir. Bunların en önde gelen üç vasfı şudur:
Kendileri uzak durdukları gibi başka insanları da Allah’ın dininden çevirmek,
Dosdoğru dini eğri büğrü yapmaya çalışmak, dinin yanlış olduğunu göstermek için çalışıp çabalamak,
Âhireti inkâr etmek.Şimdi A ‘râf’taki insanların durumları gösterime sunuluyor:
وَبَيْنَهُمَا حِجَابٌۚ وَعَلَى الْاَعْرَافِ رِجَالٌ يَعْرِفُونَ كُلًّا بِس۪يمٰيهُمْۚ وَنَادَوْا اَصْحَابَ الْجَنَّةِ اَنْ سَلَامٌ عَلَيْكُمْ لَمْ يَدْخُلُوهَا وَهُمْ يَطْمَعُونَ ﴿٤٦﴾
46: Cennetle cehennem arasında bir perde vardır. A‘râf üzerinde de cennetlik ve cehennemlikleri simalarından tanıyan adamlar bulunur. Onlar cennet ehline: “Selâm size!” diye seslenirler. Kendileri ise henüz cennete girmemiş, fakat oraya girmeyi şiddetle arzulamaktadırlar.
وَاِذَا صُرِفَتْ اَبْصَارُهُمْ تِلْقَٓاءَ اَصْحَابِ النَّارِۙ قَالُوا رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ۟ ﴿٤٧﴾
Meal: 47: Gözleri cehennemlikler tarafına kayınca, onların o korkunç halleri karşısında: “Rabbimiz! Bizi zâlimler topluluğuyla beraber eyleme!” diye yalvarırlar.
Tefsir:
Cennet ile cehennem arasında bir perde, bir engel, bir sûr bulunmaktadır. Nitekim “Derken, mü’minlerle aralarına bir duvar çekilir. Bu duvarın aralığından münafıkların pişmanlık içinde mü’minleri izleyecekleri bir kapısı vardır; o kapının mü’minlerin bulunduğu iç tarafında rahmet, münafıklara bakan dış tarafında ise azap vardır” (Hadîd 57/13) âyetiyle bu engele işaret edilmektedir. اَلأعْرَافُ (A‘râf ), yüksek bir yer mânasına gelen اَلْعُرْفُ (urf) kelimesinin çoğuludur. Meşhur görüşe göre bununla cennetle cehennem arasında bulunan sûrun yüksek tepeleri kastedilir. Burada bir kısım kimseler bulunur. Kur’an bunları رِجَالٌ (ricâl) yani “adamlar” olarak ifade buyuruyor. Bunların kimler olduğu hususunda başlıca iki görüş vardır: Birinci görüşe göre bunlar amelleri kusurlu olup, mizanda iyilikleri ve kötülükleri eşit gelmiş Allah’ın birliğine inanan bir topluluktur ki, cennetle cehennem arasında bir müddet kalırlar. Sonra Allah Teâlâ haklarında bir hüküm verir. İkincisine göre ise bunlar, peygamberler, şehitler, hayırlılar, âlimler veya adam şeklinde görünen melekler gibi dereceleri yüksek ve orada özel bir vazîfeyle görevlendirilmiş zâtlardır.
Birinci görüşe göre “Kendileri ise henüz cennete girmemiş, fakat oraya girmeyi şiddetle arzulamakta” (A‘râf 7/46) olanlar, A‘râf ’ta bulunan kişilerdir. Yani cennet ehli cennete girmiş, bunlar henüz girmemişler fakat girmeyi arzu ve ümit ederler. Cennetliklere özenerek “Selam size!” derler. Cehennem ve cehennemliklerden de Allah’a sığınırlar. İkinci görüşe göre ise, bu hal, cennet ehlinin o sırada içinde bulundukları hâldir. Yani cennet ehli henüz cennete girmemiş, fakat girmek ümidinde bulunmuş oldukları sırada A‘râf ehli onları selâmetle müjdelerler. Bunlar, cenneti hak etmiş yüksek rütbeli kimseler olsalar da, ilâhî bir yönlendirmeyle cehennem ehlinin acıklı hâlini gördüklerinde, onlarla beraber olmaktan Allah’a sığınırlar. Her iki ihtimale göre de cehennemin son derece dehşetli olduğu, bundan her an Allah’a sığınmak lazım geldiği gerçeği ortaya çıkar.
وَنَادٰٓى اَصْحَابُ الْاَعْرَافِ رِجَالًا يَعْرِفُونَهُمْ بِس۪يمٰيهُمْ قَالُوا مَٓا اَغْنٰى عَنْكُمْ جَمْعُكُمْ وَمَا كُنْتُمْ تَسْتَكْبِرُونَ ﴿٤٨﴾
Meal:48: A‘râftakiler, simalarından tanıdıkları cehennem ehli bazı adamlara seslenerek şöyle derler: “Gördünüz ya, ne kalabalık taraftarlarınız, ne hesapsız servetiniz, ne de kibirli tavırlarınız bugün size bir fayda sağladı.”
اَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ الَّذ۪ينَ اَقْسَمْتُمْ لَا يَنَالُهُمُ اللّٰهُ بِرَحْمَةٍۜ اُدْخُلُوا الْجَنَّةَ لَا خَوْفٌ عَلَيْكُمْ وَلَٓا اَنْتُمْ تَحْزَنُونَ ﴿٤٩﴾
Meal:49: Cennetlikleri işaret ederek: “«Böylelerine Allah rahmetini eriştirmeyecek» diye yemin ettiğiniz kimseler şunlar değil miydi? Şimdi ise onlara Allah: «Girin cennete; artık size bir korku yok ve siz asla mahzun da olmayacaksınız» buyuruyor.”
Tefsir:
Kâfirler dünyada mal, evlat ve taraftarlarının çokluğuna güvenir, bundan cesaret alarak hem hakkı kabulü gururlarına yediremez, kibirlenip yüz çevirir hem de insanları küçük görerek, “Allah bunlara mı merhamet edecek? Allah’ın rahmeti bunlara mı kaldı?” diye alay ederlerdi. Dolayısıyla kendilerini simalarından, yüzlerindeki nursuzluk, çirkinlik ve siyahlıktan tanıyan A‘râf ehli, bir taraftan cehennemliklere bu gaflet ve yanılgılarını hatırlatırken, bir taraftan da onların küçümsediği, değer vermediği mü’minleri cennet ve oradaki ebedî saadetle müjdelerler.
وَنَادٰٓى اَصْحَابُ النَّارِ اَصْحَابَ الْجَنَّةِ اَنْ اَف۪يضُوا عَلَيْنَا مِنَ الْمَٓاءِ اَوْ مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّٰهُۜ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ حَرَّمَهُمَا عَلَى الْكَافِر۪ينَۙ ﴿٥٠﴾
Meal: 50: Cehennem ehli cennet ehline: “Suyunuzdan veya Allah’ın size ihsân ettiği diğer nimetlerden biraz da bizim üzerimize akıtın” diye seslenirler. Onlar da: “Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır” derler.
اَلَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا د۪ينَهُمْ لَهْوًا وَلَعِبًا وَغَرَّتْهُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَاۚ فَالْيَوْمَ نَنْسٰيهُمْ كَمَا نَسُوا لِقَٓاءَ يَوْمِهِمْ هٰذَاۙ وَمَا كَانُوا بِاٰيَاتِنَا يَجْحَدُونَ ﴿٥١﴾
Meal:51: O kâfirler ki dinlerini oyun ve eğlence edinip, din adına oyun ve eğlence türünden şeylerle meşgul olmuşlardı; dünya hayatı kendilerini aldatmıştı. Onlar, nasıl kendilerini bekleyen bu dehşetli günle yüz yüze geleceklerini unutup âyetlerimizi bile bile inkâr ettilerse, biz de bugün onları öylece unutur, affedip nimet vermek için hiç hatırlamayız.
Tefsir:
Cehennem ehli orada yine mâhiyetini tam olarak bilemediğimiz bir yolla cennet ehline seslenir, su ve diğer cennet nimetlerinden, az bir miktar da olsa, kendilerine ulaştırmalarını isterler. Çünkü çektikleri susuzluk ve açlık sebebiyle buna son derece muhtaç bir durumdadırlar. Fakat onlardan aldıkları “Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır” (A‘râf 7/50) cevabıyla, bütün ümitlerini kaybeder ve tam bir yıkım yaşarlar.
Bu âyet-i kerîme, yeme ve içme ihtiyacının insanda bulunup onu en son terk eden duygulardan olduğuna delâlet eder. Çünkü cehennemdekiler, o kadar şiddetli azap ve işkencelerin içinde kıvranırken bile açlık ve susuzluk hissediyor, bunun için bütün güçleriyle yalvarıyor, acı ve elemlerin zirvesinde oldukları halde bir yudum su ve bir lokma yiyecek istiyorlar. Halbuki dünyada bir insan şiddetli bir acıya maruz kalınca hemen yemeden ve içmeden kesilir. Demek ki cehennemde yaşanacak açlık ve susuzluk, diğer azaplardan daha şiddetli olacaktır. Burada dikkat çeken bir başka husus da şudur: Allah onları azaba düçar olmaktan kurtarıp ve istediklerini vermeye gücü yettiği halde onlara bir yudum su içirmiyor. İşte bu Allah’ın rubûbiyet kahrı ve ehadiyet izzetidir. O dilediğini yapmakta serbesttir. Dünyada kâfirleri irfanından zerre kadar rızıklandırmadığı gibi, cehennemde de onlara bir yudum su içirmeyecektir. (Kuşeyrî, Letâifu’l-işârât, I, 336)
Şimdi ise mahşerdeki en acı manzaralardan biri gösteriliyor:
51. âyette cehenemliklerin ateşe mahkum ve cennet nimetlerinden mahrum kalmalarının gerekçeleri şöyle haber verilmektedir:
› Dinlerini bir eğlence ve bir oyun edinmişlerdi; din adına oyun ve eğlence türünden şeylerle meşgul olmuşlardı,
› Dünya hayatı kendilerini aldatmıştı,Kıyamet günü Allah’ın huzuruna çıkacaklarını unutmuşlardı,Bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr etmişlerdi.
İşte bu sebeplerden ötürü Allah onları kıyamet günü unutacak; hepsini cehenneme doldurarak her türlü istek ve feryatlarını cevapsız bırakacaktır. Böylesi feci bir âkıbet, tamamen onların yaptıklarının bir cezasıdır. Çünkü daha önce Allah onlara doğru yolu gösteren bir rehber kitap göndermişti:
وَلَقَدْ جِئْنَاهُمْ بِكِتَابٍ فَصَّلْنَاهُ عَلٰى عِلْمٍ هُدًى وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ ﴿٥٢﴾
Meal:52: Oysa biz onlara, kesin bir bilgiye dayanarak mânasını ve hükümlerini tek tek açıkladığımız, iman edecek kimselere doğru yolu gösteren bir rehber ve rahmet kaynağı olan bir kitap göndermiştik.
Tefsir:
Cenâb-ı Hak, insanların ileri sürecekleri haklı bir mazeret olmaması için itikat, ibâdet, muâmelât, mükâfât ve ceza gibi kulluğu ilgilendiren bütün hususları gerektiği şekilde açıklayan kitaplar indirmiş, bu sahada en son olarak da Kur’ân-ı Kerîm’i lutfetmiştir. Kur’an, iman edenler için bir hidâyet rehberi ve rahmet kaynağıdır; onlara doğru yolu gösterir ve ilâhî rahmete ermelerine vesile olur. Âyetteki “kesin bir bilgiye dayanarak” kaydı ise, bu kitâbın ilâhî bilgiye dayandığını, bu sebeple onun verdiği bilgilerin, hüküm ve haberlerin yanlışlık ihtimali taşımaktan uzak olduğunu tekit eder. O halde:
هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا تَأْو۪يلَهُۜ يَوْمَ يَأْت۪ي تَأْو۪يلُهُ يَقُولُ الَّذ۪ينَ نَسُوهُ مِنْ قَبْلُ قَدْ جَٓاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّۚ فَهَلْ لَنَا مِنْ شُفَعَٓاءَ فَيَشْفَعُوا لَنَٓا اَوْ نُرَدُّ فَنَعْمَلَ غَيْرَ الَّذ۪ي كُنَّا نَعْمَلُۜ قَدْ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ۟ ﴿٥٣﴾
Meal:53: Onlar, Kur’an’a iman etmek için ille de onun bildirdiği kıyâmet haberinin gerçekleşmesini mi bekliyorlar? O gerçekleştiği gün, daha önce onu unutanlar şöyle diyecekler: “Demek Rabbimizin peygamberleri bize gerçeğin ta kendisini getirmişler, ama biz kulak asmamışız! Şimdi bize şefaat edecek kimseler yok mu? Veya dünyaya tekrar gönderilsek de daha önce yapamadığımız sâlih ameller yapsak!” Ne var ki onlar kendi felaketlerini bizzat kendileri hazırladılar ve kendilerine en büyük zararı verdiler. Uydurdukları sahte tanrıları da onları yüzüstü bırakıp görünmez oluverdi.
Tefsir:
Kelime olarak “bir bilgi veya olayın açıklanması, yorumlanması” mânasına gelen اَلتَّأْو۪يلُ (te’vîl) burada “Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilen özellikle âhiret, hesap, cennet ve cehenneme ait haberlerin gerçekleşmesi ve böylece açık seçik bir şekilde anlaşılması” anlamında kullanılmıştır. Demek Kur’an’a inanmayanlar, iman edebilmek için başka bir şey değil illâ da onun âhirete, mükâfat ve cezaya, cennet ve cehenneme ait verdiği haberlerin, ikaz ve tehditlerin vuku bulmasını, başlarına gelmesini bekliyorlar. Fakat bu haberlerin gerçekleştiği gün iş işten geçmiş olacak ve kurtuluş için bir çıkar yol kalmayacaktır. Kendilerine yardım edecek bir şefaatçi arasalar da, Allah’ın rızasına uygun ameller işlemek arzusuyla dünyaya dönmek isteseler de, bu talepler tümüyle sonuçsuz kalacak, bir medet bulurum ümidiyle uzatılan eller boş çevrilecek, sadece bir vehim ürünü olan sözde kurtarıcılardan bir eser kalmayacak, büyük bir pişmanlık ve zarar içinde ateşe mahkum edileceklerdir.Böylesi fenâ bir son ve ebedî hüsrandan kurtulmanın yolu Allah’ı en güzel şekilde tanımaya çalışmak ve O’na layıkıyla kul olmaktır:
اِنَّ رَبَّكُمُ اللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَث۪يثًاۙ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِه۪ۜ اَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْاَمْرُۜ تَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَم۪ينَ ﴿٥٤﴾
Meal54: Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan sonra arşa istivâ eden; gündüzü, kendisini süratle kovalayan geceyle bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğdiren Allah’tır. Bilin ki, yaratma da, emir ve idâre yetkisi de yalnız O’na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah yüceler yücesidir.
Tefsir:
Yüce Rabbimiz gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır. Fussılet sûresi 9-12. âyetlerde açıklandığı üzere bu altı günün dört günü yeryüzünün, oradaki dağların, diğer unsurların yaratılması ve vakitlerin belirlenmesine; iki gün ise göklerin yaratılmasına tahsis edilmiştir.
Bize göre “gün” 24 saatlik bir vakit diliminden ibarettir. Fakat Allah katında gün bizim hesap ettiğimiz 24 saatten ibaret değildir. Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği bilgilere göre Allah katında bizim hesap ettiğimiz bin seneye (Secde 32/5), elli bin seneye (Meâric 70/4) denk günler olduğu gibi, “Allah, sayısız isim ve sıfatlarıyla her an sınırsız tecellî ve yaratma halindedir” (Rahman 55/29) âyetinde “gün”, tek bir ân mânasında kullanılmıştır. Buna göre Rabbimizin ölçülerine göre gün, duruma göre değişen ve miktarını ancak kendisinin bilebileceği bir zaman sürecidir. Göklerin ve yerin altı günde yaratılması da, yine süresini ancak Allah’ın bilebileceği altı devir, ilmî çalışmaların verdiği bilgiye dayanarak söylersek altı jeolojik devirde yaratılması anlamını taşır. Nitekim günümüzde bu alanda gerçekleştirilen bilimsel araştırmalar, kâinatın, süresi milyar yıllarla ifade edilen çok uzun devirler içinde yaratıldığını söylemektedir.
Cenâb-ı Hak, gökleri ve yeri yarattıktan sonra “arşa istivâ etmiştir.” اَلْعَرْشُ (arş) yüksek bir mekân, eve nispetle tavan, tavana nispetle çatı, çadır ve çatı gibi yükselen ve gölge veren şeyler mânasına gelir. Bu mânalardan hareketle arş, hükümdarların oturduğu taht ve bu tahtın gereği olan kuvvet, hakimiyet ve saltanat mânasında da kullanılmıştır. اَلإسْتِوَاءُ (istivâ) ise oturmak, kurulmak, yerleşmek, yönetmek, idare etmek demektir. Allah’ın arşa istivâsını fizikî ve cismânî olarak düşünmek mümkün olamaz. Dolayısıyla bu ifade, bütün varlıkların üstünde ve ötesinde sonsuz yüceliğe sahip, mutlak hâkim olan Allah’ın, kâinata ve kâinatta bulunan her şeye hükmetmesi, onları en mükemmel şekilde düzenleyip yönetmesi mânasındadır. Bunun temsilî bir ifade olduğunu düşünürsek, hükümdarlar tahta oturup ülkelerini yönettikleri gibi, mâhiyetini sadece kendisinin bileceği bir şekilde Rabbimiz de tahtına oturup bütün kâinatı yönetmekte, sevk ve idâre etmektedir.
Bunun açık delillerinden biri geceyi gündüzün üzerine örtmesi; gecenin gündüzü sür’atle takip etmesi ve ona yetişmeye çalışmasıdır. Aynı durum gündüz için de geçerlidir. Nitekim bir başka âyet-i kerîmede: “Allah sürekli olarak geceyi gündüzün üzerine sarıyor, gündüzü de gecenin üzerine sarıyor” (Zümer 39/5) buyrulur. Bilindiği gibi gece ve gündüz, dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesinden oluşur. Dünya döndükçe güneşi gören yüz gündüz, güneşi görmeyen yüz gece olur. Döndükçe gündüz tarafı, gece tarafına gelir ve orası da gece olur. Fakat bir taraftan gece gündüzü örterken, bir taraftan da gündüz geceyi örter. Âdetâ birbirine meftûn iki sevgili gibi gece ile gündüz birbiri ardından kesintisiz bir şekilde koşar dururlar. Bu koşunun hızı ise dünyanın dönüş hızıdır.
Allah Teâlâ’nın sonsuz bir ilim, irade, kudret ve hikmetle kâinatı idâre etmesinin bir başka açık delili, O’nun güneşi, ayı ve yıldızları yaratıp emrine boyun eğdirmiş olmasıdır. Hiç biri Allah’ın emrine, irade ve tasarrufuna karşı bir başkaldırı, direniş ve muhalefet göstermez, gösteremez. Gerek gündüzün ortaya çıkıp dört bir yanı aydınlatan güneş, gerek geceleyin gökyüzünün kandilleri olarak arz-ı endâm eden ay ve yıldızlar, “Allah her bir göğe vazifesini bildirdi” (Fussılet 41/12) âyetinin beyân ettiği gibi kendilerine verilen ilâhî emre itaat etmek ve uymak zorundadırlar. Yaratılışları, mâhiyetleri, tabiatları, aldıkları emre uymaktan ibarettir. Hepsi yaratılmış, hepsi ilâhî iradeye tâbi, rabbanî saltanatın icabına boyun eğdirilmiş, onun tedbir ve hikmeti ile evirip çevirmesine göre hareket eden memurlardır.
Âyetin “Yaratma da, emir ve idâre yetkisi de yalnız O’na aittir” (A‘râf 7/54) kısmı pek derin mânalar ifade eder. Şöyle ki:
Maddesiyle, mânasıyla bütün varlıkları yaratan ve onlarla ilgili her türlü emri veren Allah’tır. Bütün kâinat O’nun yaratığı; bunların yaratılması, varlıklarının devam ettirilmesi ve yönetilmesiyle ilgili kanunlar da O’nun emridir. Madde ve mâna, beden ve ruh, mülkiyet ve tasarruf hep Allah’ın eseri ve düzenlemesi olup, O’nun mükemmel ilmi, hür iradesi ve nihayetsiz kudretiyle ortaya çıkıp varlıklarını devam ettirmektedirler. İşte bu muazzam işleri gerçekleştiren ve Âlemlerin Rabbi olan Allah pek yücedir. اَلْبَرَكَةُ (bereket) kelimesinde büyüklük, yücelik, süreklilik ve sağlamlıkla birlikte büyüme, artma ve gelişme mânaları vardır. Bunlara ilâve olarak iyilik ve refah mânalarını da taşır. Buna göre ayet, “Allah’ın iyilik, ihsan, ikram ve faziletleri nihâyetsizdir. O’nun hayrı her yere ulaşır. O, hudûdu olmayan yüce bir makam ve mevki sahibidir. Üstelik, O’nun iyilikleri ve faziletleri için bir bozulma veya eksilme sözkonusu değildir, sürekli ve sabittir. İnsanı yaratan ve onu kullukla sorumlu tutan da O’dur.” Dolayısıyla insan Rabbini en iyi şekilde tanımaya çalışacak, O’nun emrini her şeyin üstünde tutacak ve var gücüyle kulluğunun gereğini yerine getirmeye gayret gösterecektir. Bunu başarmak için de acziyetini fark edip Rabbine yalvaracaktır:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri