Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 113-130
وَجَٓاءَ السَّحَرَةُ فِرْعَوْنَ قَالُٓوا اِنَّ لَنَا لَاَجْرًا اِنْ كُنَّا نَحْنُ الْغَالِب۪ينَ ﴿١١٣﴾
Meal:113: Sihirbazlar Firavun’a geldiler: “Gâlip gelen biz olursak, herhalde bize bir mükâfat olur, değil mi?” dediler.
قَالَ نَعَمْ وَاِنَّكُمْ لَمِنَ الْمُقَرَّب۪ينَ ﴿١١٤﴾
Meal:114: Firavun: “Tabiî! O zaman, elbette siz benim gözdelerimden olacaksınız” dedi.
Tefsir:
Sihirbazlar, galip geldikleri takdirde elde edecekleri mükâfât hususunda Firavun’dan söz ve garanti almak isterler. Böyle bir mükâfât beklentisi içinde olmaları, onların hem halk içinde yüksek bir itibara sahip olduklarını hem de sihirdeki maharetleriyle Mûsâ’yı mağlup edecekleri hususunda kendilerine güvendiklerini gösterir. Firavun’un ise onların bu taleplerine karşılık “Tabiî! O zaman, elbette siz benim gözdelerimden olacaksınız” (A‘râf 7/114) diyerek, onlara beklediklerinden daha fazlasını va‘detmesi de, onun her şeye rağmen Mûsâ’nın başarılı olmasından duyduğu endişeyi ortaya koyar.
Derken Hz. Mûsâ ile sihirbazlar, bir bayram sabahı şehrin büyük meydanında toplanan kalabalık halkın karşısına çıktılar:
قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِمَّٓا اَنْ تُلْقِيَ وَاِمَّٓا اَنْ نَكُونَ نَحْنُ الْمُلْق۪ينَ ﴿١١٥﴾
Meal 115: Sihirbazlar: “Ey Mûsâ! Asânı önce sen mi atacaksın, yoksa ilk olarak biz mi atalım?” dediler.
قَالَ اَلْقُواۚ فَلَمَّٓا اَلْقَوْا سَحَرُٓوا اَعْيُنَ النَّاسِ وَاسْتَرْهَبُوهُمْ وَجَٓاؤُ۫ بِسِحْرٍ عَظ۪يمٍ ﴿١١٦﴾
Meal 116: Mûsâ da: “Siz atın!” dedi. Sihirbazlar, son hazırlıklarını yapıp ellerindeki büyü aletlerini yere atınca, orada bulunan herkesin gözünü boyadılar, onları korkudan dehşete düşürdüler ve böylece büyük bir sihir gösterisi yaptılar.
Tefsir:
Müsabaka meydanında sihirbazlar öncelikle kimin maharetini göstereceği hususunda Hz. Mûsâ’ya danıştılar. Bir anlamda ona karşı edepli davrandılar ve onun kararına saygı duyacaklarını ifade etmiş oldular. Neticede iman şerefine ermelerinde bu saygının bir tesiri olduğu düşünülebilir. Nitekim Mevlânâ Hazretleri, bu hususla ilgili şöyle bir işârî îzahta bulunur: “Sihirbazlar bir ülü’l-azm peygambere, Allah’a yakın yüce bir kula, müsâbakanın başında öncelik tanıyarak gösterdikleri nezâket, iltifat ve hürmet dolayısıyla tevhîd inancına geldiler, fakat o büyük peygamberle müsâbakaya çıkmaları sebebiyle de cezaya uğradılar.”
Hz. Mûsâ, öncelikle onların atmasını talep etti. Onlar da sihir yapmak için getirdikleri asalarını ve iplerini attılar. Rivayete göre bunlar şekil itibariyle büyük ve kalın yılanlara benziyorlardı. İçlerine özel olarak doldurulmuş civa, yerin ve güneşin sıcaklığıyla ısındıkça, bunlar oynayıp kıvrılarak hareket ediyorlar ve meydanda korkunç pek çok yılan dolaşıyormuş gibi bir manzara arz ediyorlardı. Bu sebeple onlar, büyük bir sihir gerçekleştirerek insanların gözlerini büyülemeyi ve onların içine müthiş bir korku salmayı başarmışlardı. Hatta Mûsâ (a.s.) bile bu yüzden içinde bir korku duymuştu. (bk. Tâhâ 20/67) Fakat Mûsâ (a.s.s)’a Allah’ın yardımı yetişmede gecikmedi:
وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنْ اَلْقِ عَصَاكَۚ فَاِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَۚ ﴿١١٧﴾
Meal 117: Biz de Mûsâ’ya: “Asânı yere at!” diye vahyettik. Bir de ne görsünler; asâ, sihirbazların büyü adına ortaya koydukları ne varsa hepsini yalayıp yutuyor!
فَوَقَعَ الْحَقُّ وَبَطَلَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَۚ ﴿١١٨﴾
Meal 118: Böylece gerçek ortaya çıktı ve diğerlerinin yaptığı sihirler boşa gitti.
فَغُلِبُوا هُنَالِكَ وَانْقَلَبُوا صَاغِر۪ينَۚ ﴿١١٩﴾
Meal 119: İşte oracıkta Firavun ve takımı yenildiler ve küçük düşüp rezil oldular.
Tefsir:
Allah Teâlâ Mûsâ (a.s.)’a asâsını yere atmasını emretti. Atınca hemen o, küçük yılan gibi kıvranabilen koskocaman bir ejderha kesiliverdi. Sihirbazların, sahte yılanlar halinde dolaşan bütün asâ ve iplerini bir anda yalayıp yutuverdi. Ortalıkta ne bir asa, ne bir ip, ne de onlardan bir eser kaldı. Rivayete göre sihirbazlar: “Eğer Mûsâ’nın yaptığı sihir olsaydı, iplerimizi ve değneklerimizi yutamaz, onlar ortada kalırdı” dediler. Böylece Hz. Mûsâ’nın Allah tarafından gönderilen gerçek bir peygamber ve gösterdiği harikulâde olayların da Allah’ın kudretiyle meydana gelen gerçek mûcizeler olduğu kesinlik kazandı. Firavun’un bütün planları suya düştü ve sihirbazların yapa geldikleri büyülerin de bâtıl ve asılsız olduğu gün yüzüne çıktı. Firavun ve avânesi büyük bir yenilgiye uğradılar. Kendilerini üstün görüyor iken zelil, makhûr ve perişan olarak geriye döndüler.
وَاُلْقِيَ السَّحَرَةُ سَاجِد۪ينَۚ ﴿١٢٠﴾
Meal 120: Sihirbazlar ise hep birden secdeye kapandılar.
قَالُٓوا اٰمَنَّا بِرَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ ﴿١٢١﴾
Meal 121: Ve şöyle dediler: “Âlemlerin Rabbine iman ettik.”
رَبِّ مُوسٰى وَهٰرُونَ ﴿١٢٢﴾
Meal 122: “Mûsâ’nın ve Hârûn’un Rabbine!”
Tefsir:
Sihrin ne olduğunu ve en püf noktalarını çok iyi bilen sihirbazlar, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği hâdisenin sihir olmadığını, sihrin sınırının ötesinde ve ondan bambaşka bir iş olduğunu ve bunun Âlemlerin Rabbinden kaynaklanan bir gücün eseri olduğunu hemen anladılar. Her çeşit sihrin bunun karşısında güçsüz ve hükümsüz kalacağını hep bir ağızdan kabul ve itiraf ettiler. Böylece Mûsâ (a.s.)’ın gerçek peygamber olduğuna karar verip ona inandılar. Gönüllerine sinen hakikatin tesiriyle kendilerini tutamayıp derhal secdelere kapandılar. Bu âniden yerlere serilişlerinin, başka bir şey değil, kalplerine yerleşen ve iç dünyalarını yakan iman ateşinin bir tezâhürü olduğunu ifade etmek üzere de: “Âlemlerin Rabbine iman ettik. Mûsâ’nın ve Hârûn’un Rabbine!” (A‘râf 7/121-122) diye haykırdılar. Bu durumda Firavun ve eşrafı için, Hz. Mûsâ’nın bir sihirbaz olduğunu iddia etmek artık imkânsız hale geldi. Çünkü bu işi en iyi bilen sihirbazlar, bilfiil gösteri ve deneme ile bunun bir sihir olmadığını doğrulamışlardı. O halde Mûsâ’nın gerçek bir peygamber olduğunu kabulden başka yol kalmamıştır.
قَالَ فِرْعَوْنُ اٰمَنْتُمْ بِه۪ قَبْلَ اَنْ اٰذَنَ لَكُمْۚ اِنَّ هٰذَا لَمَكْرٌ مَكَرْتُمُوهُ فِي الْمَد۪ينَةِ لِتُخْرِجُوا مِنْهَٓا اَهْلَهَاۚ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ ﴿١٢٣﴾
Meal 123: Firavun, tehditler savurarak şöyle dedi: “Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha! Bu yaptığınız, halkı kendi memleketlerinden çıkarmak için şehirde birlikte planladığınız bir oyundur. Ama başınıza neler gelecek, yakında göreceksiniz!”
لَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ ثُمَّ لَاُصَلِّبَنَّكُمْ اَجْمَع۪ينَ ﴿١٢٤﴾
Meal 123: Firavun, tehditler savurarak şöyle dedi: “Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha! Bu yaptığınız, halkı kendi memleketlerinden çıkarmak için şehirde birlikte planladığınız bir oyundur. Ama başınıza neler gelecek, yakında göreceksiniz!”
Karşılaştır 124: “Elbette ellerinizi, ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi darağacında sallandıracağım!”
Tefsir:
Firavun, davet edip pek mühim menfaatler va‘dettiği sihirbazların bu kadar kalabalık halk önünde Hz. Mûsâ’nın peygamberliğini tasdik ettiklerini ve şartların Mûsâ’nın lehine, kendilerinin ise aleyhine döndüğünü görünce, başka bir planın peşine düştü. Bir şeytanlık yapmak istedi ve halkın zihnine bazı şüpheler sokarak fikirlerini bulandırmaya çalıştı. Önce sihirbazları azarlayıp tehdit etti. Köleleri, kulları olarak gördüğü o insanlara, kendisi izin vermeden kafalarına göre Mûsâ’ya nasıl iman ettiklerini sordu. Yani bunun imkânsız bir şey olduğunu, olduysa da büyük bir suç ve töhmet sebebi sayılacağını söylemek istedi. Böylece tüm meseleyi hükümdarlık şeref ve haysiyetinin çiğnenmesi ve şahsi gururunun pâyimâl edilmesi noktasına getirdi. Âdeta şöyle demek istiyordu: “Eğer siz iyi niyetle hareket etmiş olsaydınız, benim tarafımdan davet edilmiş olmanız bakımından, müsabaka sonrasında ulaştığınız kanaatinizi önce bana arzetmeniz ve bunu halka ilan için benden izin almanız gerekmez miydi? Halbuki siz benim iznim olmadan inanıp, üstelik bunu herkese ilan ettiniz.” Bu sebeple tüm gösterilerinin, sihirbazların Hz. Mûsâ ile kurmuş oldukları gizli bir planın, hâince bir tuzağın neticesi olduğunu söyledi. Ona göre tüm bunlar, müsâbaka meydanına gelmeden önce yapılan bir anlaşmanın, bir danışıklı dövüşün, bir hîlenin ustaca sergilenmesinden başka bir şey değildi. Hedefleri de, Firavun’a karşı bir komplo gerçekleştirmek, hükümetin nüfûzunu kırıp ülkede ihtilal yapmak, sonuçta İsrâiloğulları’nı arkalarına alıp Mısır’ın yerli halkı olan Kıptîleri oradan sürüp çıkarmaktı. Firavun, bu teşebbüsüyle, bir taraftan halkı “vatan elden gidiyor” telaşına düşürüp onları Hz. Mûsâ ve iman edenler aleyhine kışkırtıyor, bir taraftan da, yaptığı bu suçlamanın doğru olduğunu itiraf etmeleri için de sihirbazları şiddetli bir ceza ve ölümle tehdit ediyordu. Ama sihirbazların artık bu tehditlere aldırış edecek halleri kalmamıştı:
قَالُٓوا اِنَّٓا اِلٰى رَبِّنَا مُنْقَلِبُونَۚ ﴿١٢٥﴾
Meal 125: Onlar da şöyle dediler: “Zâten biz Rabbimize döneceğiz.”
Tefsir:Firavun’un bu asma, kesme ve feci bir şekilde öldürme tehditleri eski sihirbaz yeni mü’min ve şehâdet hasretiyle kavrulan o talihli insanlara menfi mânada zerre kadar bile tesir etmedi. Bilakis imanlarını daha da kökleştirdi; davalarına sımsıkı sarılmalarına vesile oldu. Onlar, bu yeni inançlarında kararlı ve uğrunda da her türlü zulme katlanmaya hatta ölmeye hazır olduklarını gösterdiler. Bu sayede, Hz. Mûsâ’nın getirdiği ilâhî hakîkate olan iman ve bağlılıklarının herhangi bir oyun, plan ve tuzak değil, imanlarının samimi bir itirafı olduğunu ispatladılar. Başlarına gelebilecek her türlü belâ ve musibetlere metânetle dayanabilmeleri ve imanlarına herhangi bir halel gelmemesi için de Allah’a yalvardılar; üzerlerine sabırlar yağdırmasını, eğer ölümlerini takdir buyurduysa müslüman olarak canlarını almasını niyaz ettiler.
Burada dikkat edilmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken mühim bir husus, imanın, belki saniyelerle ifade edilebilecek çok kısa bir süre içerisinde sihirbazların gönül ve ruh dünyalarında meydana getirdiği tarifi imkânsız değişikliktir. Kısa bir müddet önce, atalarının dinine yardım etmek uğruna evlerini, barklarını terk eden; sıkılgan ve mütevazi bir şekilde, Firavun’dan, Hz. Mûsâ ile olan mücadelede başarılı olduklarında kendilerine ne gibi mükafatlar verileceğini soran bu insanlar şimdi, hakîki bir imanın cesareti ve şecaatiyle dolmuş, önünde tâzimle eğildikleri ve âdeta dilendikleri aynı krala karşı meydan okuyacak kadar cesur ve kahraman olmuşlardı. En büyük tehditler ve en korkunç işkenceler bile kendilerine tesir edemeyecek bir seviyeye ulaşmışlardı.
Beklemediği bir mağlubiyete uğrayan Firavun, devam eden âyetlerde görüleceği üzere, hak ve adâlet karşısında takınmış olduğu sahtekâr tavrı bırakmak ve açıkça despotluk ve zulme baş vurmak mecburiyetinde kalacaktır:
وَمَا تَنْقِمُ مِنَّٓا اِلَّٓا اَنْ اٰمَنَّا بِاٰيَاتِ رَبِّنَا لَمَّا جَٓاءَتْنَاۜ رَبَّنَٓا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِم۪ينَ۟ ﴿١٢٦﴾
Meal 126: “Ama sen, başka bir sebeple değil, sadece Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde ona iman ettik diye bizden intikam alıyorsun.” Sonra Allah’a yönelerek: “Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve müslüman olarak canımızı al!” diye yalvardılar.
Tefsir:
Firavun’un bu asma, kesme ve feci bir şekilde öldürme tehditleri eski sihirbaz yeni mü’min ve şehâdet hasretiyle kavrulan o talihli insanlara menfi mânada zerre kadar bile tesir etmedi. Bilakis imanlarını daha da kökleştirdi; davalarına sımsıkı sarılmalarına vesile oldu. Onlar, bu yeni inançlarında kararlı ve uğrunda da her türlü zulme katlanmaya hatta ölmeye hazır olduklarını gösterdiler. Bu sayede, Hz. Mûsâ’nın getirdiği ilâhî hakîkate olan iman ve bağlılıklarının herhangi bir oyun, plan ve tuzak değil, imanlarının samimi bir itirafı olduğunu ispatladılar. Başlarına gelebilecek her türlü belâ ve musibetlere metânetle dayanabilmeleri ve imanlarına herhangi bir halel gelmemesi için de Allah’a yalvardılar; üzerlerine sabırlar yağdırmasını, eğer ölümlerini takdir buyurduysa müslüman olarak canlarını almasını niyaz ettiler.Burada dikkat edilmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken mühim bir husus, imanın, belki saniyelerle ifade edilebilecek çok kısa bir süre içerisinde sihirbazların gönül ve ruh dünyalarında meydana getirdiği tarifi imkânsız değişikliktir. Kısa bir müddet önce, atalarının dinine yardım etmek uğruna evlerini, barklarını terk eden; sıkılgan ve mütevazi bir şekilde, Firavun’dan, Hz. Mûsâ ile olan mücadelede başarılı olduklarında kendilerine ne gibi mükafatlar verileceğini soran bu insanlar şimdi, hakîki bir imanın cesareti ve şecaatiyle dolmuş, önünde tâzimle eğildikleri ve âdeta dilendikleri aynı krala karşı meydan okuyacak kadar cesur ve kahraman olmuşlardı. En büyük tehditler ve en korkunç işkenceler bile kendilerine tesir edemeyecek bir seviyeye ulaşmışlardı.
Beklemediği bir mağlubiyete uğrayan Firavun, devam eden âyetlerde görüleceği üzere, hak ve adâlet karşısında takınmış olduğu sahtekâr tavrı bırakmak ve açıkça despotluk ve zulme baş vurmak mecburiyetinde kalacaktır:
وَقَالَ الْمَلَاُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ اَتَذَرُ مُوسٰى وَقَوْمَهُ لِيُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِ وَيَذَرَكَ وَاٰلِهَتَكَۜ قَالَ سَنُقَتِّلُ اَبْنَٓاءَهُمْ وَنَسْتَحْي۪ نِسَٓاءَهُمْۚ وَاِنَّا فَوْقَهُمْ قَاهِرُونَ ﴿١٢٧﴾
Tefsir 127: Firavun kavminin önde gelen yetkilileri: “Sihirbazları öldüreceksin de Mûsâ ve kavmini, yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve tanrılarını terk etsinler diye mi kendi hallerine bırakacaksın?” dediler. Firavun da: “Merak etmeyin! Bilakis onların erkek çocuklarını öldürecek, kız çocuklarını da kullanmak üzere sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstün bir güç ve hâkimiyete sahibiz” cevabını verdi.
Tefsir:
Firavun, kavminin önde gelenleri ile sihirbazların ve Mûsâ’nın durumunu ve bundan sonra izlemesi gereken stratejiyi görüştü. Firavun’nun Hz. Mûsâ’ya ilişmeyip daha çok sihirbazları tehdit ettiğini, onlar üzerinden bir siyaset belirlemeye çalıştığını gören önde gelenler, onun dikkatini Mûsâ ve kavmi üzerine çekmeye çalıştılar. Bir taraftan, sihirbazları davete sebep olduklarından dolayı suçun ucunun kendilerine değmesinden korkarken, bir taraftan da Mûsâ’nın serbest kalmasından endişe duydular. Bu korku ve endişe içinde Firavun’un damarına basarak, onu, Mûsâ ve kavmi aleyhine kışkırttılar. Onları serbest bıraktığı takdirde ülkede bozgunculuk çıkaracaklarını, Firavun’u ve onun tanrılığının gereklerini yapmayı terk edeceklerini ve ülkenin milli bütünlüğünü bozacaklarını gerekçe gösterdiler. Böylece kendi mevkilerini güçlendirmeye ve sağlama almaya çalıştılar. Firavun, elinde bulundurduğu ezici saltanat gücünü kullanarak İsrâiloğulları’nın erkek çocuklarını öldürmek, kız çocuklarını sağ bırakmak, böylece nesillerini kurutmak suretiyle meseleyi halledeceğini, dolayısıyla herhangi bir endişeye mahal olmadığını söyledi. Özellikle “Elbette biz onları ezecek üstün bir güç ve hâkimiyete sahibiz” (A‘râf 7/127) sözüyle, içinde taşıdığı mağlubiyet ezikliğini silmek ve etrafına moral vermek istemiştir. Fakat dikkat çeken bir husus şu ki; Firavun Mûsâ hakkında bir şey söylemiyor, ismini bile ağzına almıyordu. Zira asâdan gözü yılmış, Mûsâ’dan son derece korkmuştu. Mûsâ denildiği zaman, yerden göğe ağzını açmış, kendisini yutmaya hazır bir ejderhanın üzerine atıldığı hayali zihninde canlanıyordu. Lakin bu korkusunu gizlemeye ve konuyu karıştırıp başka taraflara çekmeye çalışıyor ve cevabında güya Mûsâ’nın ismini bile anmaya tenezzül etmiyormuş gibi görünerek, âdeta “Mûsâ’nın şahsen hiçbir önemi yoktur” fikrini ima etmeye çalışıyordu. Onun bütün kuvvet kaynağının İsrâiloğulları olduğunu, onları ortadan kaldırdığında Mûsâ’nın hiçbir şey yapma imkânının kalmayacağını söylemek istiyordu. Bunu yapmaya güçleri olduğuna göre artık herhangi bir korku ve endişeye gerek yoktu. İşte tarih boyu Firavun’un ve onun siyaseti böyle olmuştur ve böyle olmaya devam etmektedir.
Firavun hânedanının aleyhlerinde aldığı kararı duyan İsrâiloğulları büyük bir endişe ve korkuya kapıldılar. Çünkü benzeri zulüm onlara daha önce yapılmış, Hz. Mûsâ’nın doğduğu yıllarda binlerce erkek çocuklarını kurban vermişlerdi:
قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِهِ اسْتَع۪ينُوا بِاللّٰهِ وَاصْبِرُواۚ اِنَّ الْاَرْضَ لِلّٰهِ۠ يُورِثُهَا مَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ۜ وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّق۪ينَ ﴿١٢٨﴾
Meal128: Mûsâ, kavmine şu tenbih ve tesellide bulundu: “Allah’tan yardım isteyin ve sabredin! Şüphesiz bütün yeryüzü Allah’ındır; ona kullarından dilediğini vâris kılar. Unutmayın ki, hayırlı son, nihâî zafer, ancak Allah’a karşı gelmekten sakınanların olacaktır.”
قَالُٓوا اُو۫ذ۪ينَا مِنْ قَبْلِ اَنْ تَأْتِيَنَا وَمِنْ بَعْدِ مَا جِئْتَنَاۜ قَالَ عَسٰى رَبُّكُمْ اَنْ يُهْلِكَ عَدُوَّكُمْ وَيَسْتَخْلِفَكُمْ فِي الْاَرْضِ فَيَنْظُرَ كَيْفَ تَعْمَلُونَ۟ ﴿١٢٩﴾
Meal 129: İsrâiloğulları Mûsâ’ya: “Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da hep işkence gördük, eziyetlere uğradık” diye sızlandılar. Bunun üzerine Mûsâ: “Ne biliyorsunuz, bakarsınız Rabbiniz düşmanlarınızı helâk eder ve nasıl amel edeceğinizi görmek için onların yerine sizi yeryüzünde hâkim kılar” dedi.
Tefsir:
Mûsâ (a.s.) onlara Allah’tan yardım dilemelerini ve sabırlı olmalarını tavsiye etti. Çünkü bütün güç ve kuvvet Allah’ın kudret elinde olup, O dilemeyince hiç kimsenin bir şey yapması mümkün değildir. O halde O’na güvenmek, acele etmemek, sabır ve teenniyle hareket etmek ve ümitsizliğe düşmemek gerekir. Bütün yeryüzü Allah’a ait olduğu gibi Mısır ülkesi de O’nundur. Oraya kullarından dilediğini vâris kılma yetkisi de O’na aittir. Ancak güzel akıbet, hayırlı netice Allah’tan korkan, günahlardan sakınan gerçek takvâ sahibi kullar için gerçekleşecektir. Bu tavsiyesi ile Hz. Mûsâ kavmine, tam olarak Allah’a güvenip dayandıkları, yardımı sadece O’ndan istedikleri, sabra sarıldıkları ve güzel bir takvâ hayatı yaşadıkları takdirde istikballerinin parlak olacağı müjdesini vermekteydi. Ancak onlar yapılan bu tavsiye ve verilen müjdeden pek teselli olmadılar. Hz. Mûsâ’ya şikayet ve serzenişte bulundular. Onun peygamber olarak gelmesinin durumu değiştirmediğini; ondan önce de ondan sonra da hep eziyete maruz kaldıklarını söylediler. Onlar, “öncekiyle” Hz. Mûsâ’nın doğumu sırasında yapılan eziyeti ve erkek çocuklarının öldürülmesini; “sonrakiyle” de bu defa yapılması söylenen eziyetleri kastediyorlar, bir an önce bu çileli hayattan kurtulma arzularını dile getirmek istiyorlardı. Bunun üzerine Hz. Mûsâ, Allah’tan aldığı bilgiye dayanarak onların sızlanmalarını durdurmak ve istikbale yönelik gönüllerinde umut çiçekleri yeşertmek düşüncesiyle, Cenâb-ı Hakk’ın, yakın bir zaman içinde düşmanları olan Firavun ve kavmini helak edeceği ve yerlerine kendilerini hakim kılacağı müjdesini verir. Fakat bunun da bir imtihan olduğunu; nimetin kıymeti bilinince mükâfâta, bilinmeyince ise ilâhî kahır ve intikam tecellisine sebep olacağını hatırlatmadan edemez.
وَلَقَدْ اَخَذْنَٓا اٰلَ فِرْعَوْنَ بِالسِّن۪ينَ وَنَقْصٍ مِنَ الثَّمَرَاتِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ ﴿١٣٠﴾
Meal 130: Gerçekten biz, düşünüp akıllarını başlarına almaları için Firavun ve yandaşlarını senelerce kuraklık, ürün kıtlığı ve gelir darlığıyla cezalandırdık.
Tefsir:
Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği açık mûcizelerden hareketle onun davetini kabul etmedikleri gibi, üstelik İsrâiloğulları’nı acımasızca yok etmeyi planlayan Firavun ve halkını, sonsuz merhametinin bir tecellisi olarak bir anda helak etmedi. Bilakis sebepleri üzerinde düşünüp öğüt almaları ve nebevî davete kulak verip hakikati bulmaları hikmetine binâen onları bir takım sıkıntılara maruz kıldı. Öncelikle onları senelerce devam eden kıtlıkla ve bunun tabii bir neticesi olarak ürünlerin azaltılmasıyla cezalandırdı. Nasihatin kâr etmediği bir toplumu musîbetle ikaz etti. Üzerlerinde, bütün hal ve hareketlerine âgâh olan, her türlü söz, fiil ve davranışlarını takip eden, haklarında istediği kararı alıp uygulayabilen, istediğinde mühlet vermeye, istediğinde ise helak etmeye gücü yeten sonsuz kudret sahibi bir Allah’ın olduğunu, dolayısıyla ilâhî emirlere karşı gelmekten sakınmak gerektiğini hatırlattı.
Âyet-i kerîmede şu hususlara dikkat çekildiği görülür:
› Fert ve toplum hayatında ekonomik şartların çok mühim bir yeri vardır. İktisâdî hayatın sarsıntıya uğraması ve bozulması, o toplumun çökmekte olduğunun ciddî bir işareti sayılmalıdır. Toplumun iktisâdî yönden iyileşip kalkınabilmesi ise fertlerinin ahlâklı olup, Allah’ın ihsan ettiği zenginlik kaynaklarını, İsrâftan kaçınarak, fert ve toplumun menfaatine olacak şekilde çalıştırıp geliştirmelerine bağlıdır.
› Allah Teâlâ’nın rahmetinin ne kadar geniş ve sonsuz olduğu anlaşılmaktadır. Zira Rabbimiz, Firavun ve kavmi gibi her bakımdan helâke hak kazanmış kimseleri bile hemen helak etmeyip, onları daha önceden bir takım sözlü ve fiilî ikazlarla kendine dönmeye davet etmektedir.
› Gelen musibetler, zorluk ve sıkıntılar insanların uyanmasına ve ibret alıp gerçeği kabullenmesine mühim bir sebeptir.Ancak Firavun hânedânı başlarına gelen musibetlerden bir türlü ders almıyorlardı:Ömer Çelik Tefsiri