Araf Süresi Meal Ve Tefsiri 158-168
قُلْ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنّ۪ي رَسُولُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْ جَم۪يعًاۨ الَّذ۪ي لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ يُحْي۪ وَيُم۪يتُۖ فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهِ النَّبِيِّ الْاُمِّيِّ الَّذ۪ي يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَكَلِمَاتِه۪ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ ﴿١٥٨﴾
Meal 158: Rasûlüm! Bütün insanlara ilan et: “Ey insanlar! Şüphesiz ben Allah’ın, sizin hepinize gönderilmiş peygamberiyim. O Allah ki, göklerin ve yerin mülkiyeti ve hâkimiyeti O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur; hayat verir ve öldürür. O halde Allah’a iman edin; Allah’a ve O’nun bütün sözlerine, kitaplarına inanan o Ümmî Peygamber'e de iman edip ona uyun ki doğru yolu bulasınız.”
Tefsir:Bu âyet-i kerîme, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’in risâletinin, diğer peygamberlerin aksine bir kavme veya bir bölgeye hususi değil, bütün insanları, cinleri ve bütün çağları içine alacak şekilde umûmî olduğunu gösteren açık beyânlardan biridir. (bk. Sebe’ 34/28) Bu âyetle ayrıca bazı yahudilerin, “Muhammed gerçekten peygamberdir, ama sadece Araplar’ın peygamberidir; yahudilere gönderilmemiştir” tarzındaki iddiaları da reddedilmektedir. Peygamberimiz ve Kur’an geldikten sonra artık bütün eski dinler geçerliliğini kaybetmiş olduğundan, kitap ehli de dâhil olmak üzere herkes, doğru yolu bulup kurtuluşa erebilmek için Allah’a ve peygamberi Hz. Muhammed’e inanıp ona uymaya çağrılmaktadır. Zira cennete ve Allah’a varan yol, Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz’e uymaya bağlıdır. Âyet-i kerîmede: “Rasûlüm! De ki: «Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir»” (Al-i İmrân 3/31) buyrulur. Bu sebeple Resûlullah (s.a.v.)’in izini takip edip onun sünnetine uyan ve onun yolundan yürüyenlerden başkasına Hakk’a varan bütün yollar kapalıdır. Çünkü bütün hayır yolları onun yolundan gidenlere ve sünnetine uyanlara açıktır.
Allah Resûlü (s.a.s.)’e itaat ve sünnetine uyma hususunda sahâbe-i kirâmın ve sâlih zatların sergilediği çok güzel örnekler vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:
Muhyiddin İbn Arabi (k.s.) der ki: “Birisi hariç Peygamberimiz’den sâdır olan bütün sünnetleri yerine getirmeye çalıştım. Yapamadığım sünnet şuydu: Resûlullah (s.a.v.) kızı Fatıma’yı Hz. Ali ile evlendirmişti. Onun evinde tekellüfsüz gecelerdi. Benim kız çocuğum olmadığı için bu sünneti işleyemedim.”
Ahmed b. Hanbel (r.h.) de şöyle demiştir: Bir gün, bir grup insanla beraber bulunuyordum. Onlar soyunup suya girdiler. Ben ise “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse peştemalsiz olarak hamama girmesin” (Tirmizî, Edep 43) hadisiyle amel ederek soyunmadım ve suya girmedim. O gece rüyamda bir adamın bana şöyle dediğini gördüm: “Ey Ahmed, sana müjdeler olsun! Sünnete uygun davrandığın için Allah seni bağışladı ve kendisine uyulacak bir imam kıldı.” Adama: “Sen kimsin?” diye sordum, “Cebrâilim” diye cevap verdi. (bk. Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 329-330)
Nitekim Hz. Mûsâ’nın kavmi arasında da böyle seçkin kimseler vardı:
وَمِنْ قَوْمِ مُوسٰٓى اُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِه۪ يَعْدِلُونَ ﴿١٥٩﴾
Meal 159: Mûsâ’nın kavmi içinde hakkı anlatıp onunla insanlara doğru yolu gösteren ve yine hakka dayanarak doğruluğu ve adâleti uygulayan bir topluluk vardı.
Tefsir:Hz. Mûsâ’nın kavminin hepsi, yukarıda bir kısım kötü halleri bildirilenler gibi haksız ve zâlim insanlar değillerdi. İçlerinden dinin emirlerine uygun yaşayan, insanları da doğrulukla hak dine davet eden ve insanlar arasında adâletle hükmeden iyiler de vardı. Peygamber Efendimiz’e iman edenler de bu iyilerin halefleridir.İsrâloğulları’ndan kısaca bahsetmek gerekirse:
وَقَطَّعْنَاهُمُ اثْنَتَيْ عَشْرَةَ اَسْبَاطًا اُمَمًاۜ وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اِذِ اسْتَسْقٰيهُ قَوْمُهُٓ اَنِ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَۚ فَانْبَجَسَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًاۜ قَدْ عَلِمَ كُلُّ اُنَاسٍ مَشْرَبَهُمْۜ وَظَلَّلْنَا عَلَيْهِمُ الْغَمَامَ وَاَنْزَلْنَا عَلَيْهِمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوٰىۜ كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْۜ وَمَا ظَلَمُونَا وَلٰكِنْ كَانُٓوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ ﴿١٦٠﴾
Meal 160: Biz İsrâiloğulları’nı, Yâkub’un on iki oğlundan türeyen oymaklar hâlinde on iki kabileye ayırdık. Çölde susuz kalıp da kavmi Mûsâ’dan su isteyince ona: “Asanla taşa vur!” diye vahyettik. O da vurur vurmaz taştan on iki pınar birden fışkırıverdi. Böylece her kabile su alacağı yeri öğrendi. Yine çöl sıcağında üzerlerine bulutu gölge yaptık; kendilerine kudret helvası ile bıldırcın eti ikram ettik. “Size verdiğimiz temiz ve helâl rızıklardan yiyin” dedik. Onlar bu nimetleri hiçe saymakla aslında bize bir zarar veremediler, fakat böylelikle sadece kendilerine zulmediyorlardı.
Tefsir:
اَلأسْبَاطُ (esbât) kelimesi “torun” mânasına gelen “sıbt” kelimesinin çoğuludur. Burada Hz. Yakub’un on iki oğlundan gelen nesilleri ifade etmek üzere “boy, oymak” mânasında kullanılmıştır. Buna ilâveten “ümmetler” mânasındaki اَلأمَمُ (ümem) kelimesinin getirilmesi ise, bunların sadece birer boy değil, her biri bir ümmet olmak üzere on iki ayrı cemaate ayrıldıklarına işaret eder.
Tih çölünde susuz kalan İsrâiloğulları, Mûsâ (a.s.)’dan su isterler. Allah’ın emriyle Mûsâ asasını taşa vurur ve oradan on iki pınar fışkırır. Bir kargaşa olmaması için her kabilenin kullanacağı pınar belli olur. (bk. Bakara 2/60) Cenâb-ı Hak onları bulutla gölgelendirir; kudret helvası ve bıldırcın etiyle besler. Fakat onlar bu nimetlerin kıymetini bilemez, nankörlük yapar; zulüm ve haksızlık yolunu tutarlar. Fakat bunun cezasını da yine kendileri çekerler. (bk. Bakara 2/57)
O İsrâiloğulları ki:
وَاِذْ ق۪يلَ لَهُمُ اسْكُنُوا هٰذِهِ الْقَرْيَةَ وَكُلُوا مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ وَقُولُوا حِطَّةٌ وَادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّدًا نَغْفِرْ لَكُمْ خَط۪ٓيـَٔاتِكُمْۜ سَنَز۪يدُ الْمُحْسِن۪ينَ ﴿١٦١﴾
Meal 161: Bir zamanlar onlara şöyle buyurduk: “Şu şehre yerleşin, oradaki nimetlerden istediğiniz gibi yiyin, için. «Günahlarımızı bağışla ey Rabbimiz!» deyip şehrin kapısından alçakgönüllülükle eğilerek girin ki biz de hatalarınızı bağışlayalım. Böyle doğru ve güzel davranışlarda bulunanları fazlasıyla ödüllendireceğiz.”
فَبَدَّلَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ قَوْلًا غَيْرَ الَّذ۪ي ق۪يلَ لَهُمْ فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِجْزًا مِنَ السَّمَٓاءِ بِمَا كَانُوا يَظْلِمُونَ۟ ﴿١٦٢﴾
Meal 162: Fakat onlardan zulmedenler, kendilerine söylenen sözü değiştirip başka bir şekle koydular. Biz de, zulmü âdet hâline getirmelerinden dolayı üzerlerine gökten korkunç bir azap indirdik.
Tefsir:
Bahsedilen şehir Kudüs veya Erîha’dır. İsrâiloğulları’ndan oraya girip yerleşmeleri, orada istedikleri nimetlerden yiyip içmeleri, bağışlanma dilemeleri ve şehrin kapısından da başlarını eğerek tevâzu içinde girmeleri istenir. Böyle yaptıkları takdirde büyük mükâfatlara nâil olacakları müjdelenir. Fakat onlar bu konuda da haksız davranma yolunu tercih ederler ve gökten üzerlerine inen büyük bir azaba uğrarlar. (bk. Bakara 2/58-59)
İsrâiloğulları’nın “Ya Rabbi! Affet, günahlarımızı bağışla!” mânasında الحطة (hıtta) değil de bir harf ilâvesiyle arpa dânesi mânasında اَلْحِنْطَةُ (hınta) demeleri ve bu yüzden azaba uğramalarında şöyle bir nükte yer almaktadır: “Onlar, söylemeleri istenen kelimeye bir harf ekleyerek «hıtta» yerine alayvâri bir şekilde «hınta» dediler ve bahsedilen azaba uğradılar. Bu hâdise, dini mevzularda bir ilavede bulunmanın ve bidat çıkarmanın gerçekten ne kadar tehlikeli ve zararlı bir durum olduğunu göstermektedir. Ayrıca söz amelden her bakımdan noksan ve geridedir. Şu halde sözü değiştirmek böyle bir azabı gerektirdiğine göre, fiil ve ameli değiştirmenin ne kadar daha büyük bir cezayı gerektirdiğini düşünmek lazımdır. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 363)
Şimdi anlatılacak olan “Ashâb-ı Sebt” kıssası, Allah’ın buyruklarına karşı gelmenin dünyada bile nasıl acı sonuçlara sebep olduğunu çok ibretli sahneler halinde gözler önüne serer:
وَسْـَٔلْهُمْ عَنِ الْقَرْيَةِ الَّت۪ي كَانَتْ حَاضِرَةَ الْبَحْرِۢ اِذْ يَعْدُونَ فِي السَّبْتِ اِذْ تَأْت۪يهِمْ ح۪يتَانُهُمْ يَوْمَ سَبْتِهِمْ شُرَّعًا وَيَوْمَ لَا يَسْبِتُونَۙ لَا تَأْت۪يهِمْۚ كَذٰلِكَ نَبْلُوهُمْ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ ﴿١٦٣﴾
Meal 163: Rasûlüm! O yahudilere deniz kenarında bulunan şehir halkının başına gelenleri sor: Onlar Cumartesi günü Allah’ın koyduğu balık avlama yasağını alenen çiğniyorlardı. Çünkü balıklar onlara Cumartesi günü sürüler hâlinde su yüzünde görülerek geliyorlardı. Cumartesi dışındaki günlerde ise gelmiyorlardı. Kendileri için konan hükümleri açıktan çiğneyip durmaları sebebiyle onları böyle imtihan ediyorduk.
وَاِذْ قَالَتْ اُمَّةٌ مِنْهُمْ لِمَ تَعِظُونَ قَوْمًاۨۙ اللّٰهُ مُهْلِكُهُمْ اَوْ مُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا شَد۪يدًاۜ قَالُوا مَعْذِرَةً اِلٰى رَبِّكُمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ ﴿١٦٤﴾
Meal 164: İçlerinden bir grup: “Allah’ın dünyada helâk edeceği veya âhirette çok şiddetli bir şekilde azap edeceği bir gürûha ne diye boş yere öğüt verip duruyorsunuz?” dedi. Öğüt verenler ise: “Rabbinize karşı tebliğ sorumluluğumuzdan kurtulmak için; bir de belki onlar da Allah’ın yasaklarını çiğnemekten sakınırlar diye böyle yapıyoruz” şeklinde cevap verdiler.
Tefsir:Kendilerinden sorulması istenen kimseler, Resûlullah (s.a.v.) döneminde yaşayan yahudilerdir. Sorudan maksad ise, soranın bilmediği bir şeyi öğrenmeye çalışması değil, bilakis Resûlullah (s.a.s.)’in onları, eskiden beri nankör olduklarını, Allah’ın koyduğu sınırları tecavüz ettiklerini ve seleflerinden gördükleri şekilde peygamberlere muhalefetlerini ikrara zorlaması ve bu yolla onları kınamasıdır. Ayrıca Peygamberimiz, bu kıssayı doğru bir şekilde anlatarak, kendisinin, bilmediklerini vahiy yoluyla öğrenen gerçek bir peygamber olduğunu ispatlayan bir mûcize göstermiştir.
Âyette bahsedilen yer, Medyen ile Tûr arasında bulunan Eyle kasabasıdır. Cumartesi, yahudilerin kutsal günüdür. O günde çalışmak ve dolayısıyla avlanmak yasaktı. İsrâil oğullarından Eyle kasabası halkı, Cumartesi günü bütün işleri tatil edip ibâdet etmeleri gerektiği hâlde balık avlıyorlardı. Cumartesi yasağına uydukları gün, balıklar onlara açıktan açığa sürüler hâlinde gelirdi. O gün saldırıya uğramamaya alıştıkları ve kendilerine dokunulmayacağını hissettikleri için kaçmıyorlardı. Diğer günlerde ise gelmiyorlardı. Allah’ın emirlerini hiçe sayan bu halk, Cumartesi günleri balıkların akın akın gelmesine imrendiler, hırslarını yenemediler ve balıkları avlamaya başladılar.
Bir müddet sonra halk ikiye ayrıldı. Bir kısmı yasakları çiğneyen günahkâr kimseler, diğer kısmı da dindar ve iyiliksever insanlardı. Fakat sâlihler azınlıkta kalmışlar ve âsilere söz geçiremez, onları önleyemez olmuşlardı. Nihâyetinde iyiler de kendi aralarında iki gruba ayrıldılar. Bir grup uğraşıp didindi, her yolu ve usûlü deneyerek zahmetler çekti, nasihat etti, sonunda bıkarak ümitsizliğe kapıldı. Sayıca çok az denecek bir başka grup daha vardı ki onlar ümitsizliğe kapılmadan, bütün zorluklara göğüs gererek ve her türlü zahmete katlanarak o söz dinlemez halka vaaz ve nasihate devam ettiler. İşte o ümitsizler grubu:
“– Ne diye kendinizi boşuna yoruyorsunuz? Bu söz dinlemez azgınlara niçin boş yere nasihat edip duruyorsunuz?” diyerek bunları tebliğden vazgeçirmeye çalıştılar. Diğerleri ise bu menfî telkinlere aldırış etmeyip âhiretteki hesâbı düşünerek, tebliğ vazifelerini yaptıklarına dair ellerinde Allah Teâlâ’ya arzedecekleri bir mazeret olması için; bir de o insanların azgınlıktan vazgeçebilecekleri ümidiyle tebliğe devam ettiler.
Aslında dini tebliğ, her müslüman için son nefesine varıncaya kadar pek mühim bir vazifedir. Ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar, insanların doğru yola ulaşmasını arzu etmek ve bu husûsta ümitsizliğe düşmemek gerekir. Bu güne kadar hiç söz dinlemeyen bir kısım insanlar belki yarın söze kulak verip günahlardan sakınmaya başlayabilir. Yasakları bütünüyle terk etmese bile, onların bir kısmından uzaklaşarak bu sâyede çekeceği azâbı hafifletebilir. Dolayısıyla hangi durum ve şartlar altında olursa olsun tebliğ yapmaya ve öğüt vermeye devam etmek, bunları tamâmen terk etmekten evlâdır. Zira tebliği bütünüyle terketmek ümit kapısını tamamen kapatmak anlamına gelir. Bu ise İslâm’ın yasakladığı son derece hazin bir durumdur. Şurası açıktır ki, hiç bir mukâvemetle karşılaşmayan fenâlıklar, daha süratli yayılır. O halde herhangi bir fenalığı ortadan kaldırmak mümkün olmasa bile, hızını azaltmanın önemi de göz ardı edilmemelidir. (bk. Elmalılı, Hak Dini, IV, 2313)Netice şöyle oldu:
فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِه۪ٓ اَنْجَيْنَا الَّذ۪ينَ يَنْهَوْنَ عَنِ السُّٓوءِ وَاَخَذْنَا الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا بِعَذَابٍ بَـ۪ٔيسٍ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ ﴿١٦٥﴾
Meal 165: Onlar, kendilerine yapılan uyarıları tamâmen kulak ardı ettiler. Biz de kötülükten sakındıranları kurtardık; zulmedenleri ise, alışkanlık hâline getirdikleri günahlar yüzünden dehşetli bir yoksulluk azabıyla cezalandırdık.
فَلَمَّا عَتَوْا عَنْ مَا نُهُوا عَنْهُ قُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِـ۪ٔينَ ﴿١٦٦﴾
Meal 166: Yine onlar, iyice azgınlaşıp, kendilerine yasaklanan şeyleri küstahça işlemeye devam edince, biz de onlara “Aşağılık maymunlar olun!” dedik.
Tefsir:Kasaba halkı, bu kadar nasihat ve hatırlatmalara rağmen yine de yasağı çiğnemekten vazgeçmediler. Uyarılara aldırış etmediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, tebliğ vazifesine devam edip kötülüklerden sakındıranları kurtardı. Günah, isyan ve azgınlığı itiyat haline getiren zâlimleri ise cezalandırdı. Onları kıtlık, fakirlik ve yoksullukla terbiyeyi murad etti. Fakat yine de uslanmadılar. Aksine azdıkça azmaya ve kendilerine yasak kılınan şeyleri ısrarla ve küstahça işlemeye devam ettiler. Buna engel olmak isteyenlere de kin besleyip düşmanlık yapmaya başladılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onları, her taraftan hoşt hoşt diye kovulan alçak, zelil ve aşağılık maymunlara çevirdi. (bk. Bakara 2/66; Mâide 5/60, 78)Allah Teâlâ’nın yahudilere verdiği cezalar bununla da sınırlı değildir:
وَاِذْ تَاَذَّنَ رَبُّكَ لَيَبْعَثَنَّ عَلَيْهِمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ مَنْ يَسُومُهُمْ سُٓوءَ الْعَذَابِۜ اِنَّ رَبَّكَ لَسَر۪يعُ الْعِقَابِۚ وَاِنَّهُ لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿١٦٧﴾
Meal 167: Bu yüzden Rabbin şu kesin hükmünü ilân etti: Yahudiler bu kötü huylarından vazgeçmedikleri sürece tâ kıyâmet gününe kadar onlara en ağır işkenceleri çektirecek kimseleri başlarına musallat edeceğim. Şüphesiz senin Rabbin, vakti gelince cezalandırması çok süratli olandır; elbette O çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
وَقَطَّعْنَاهُمْ فِي الْاَرْضِ اُمَمًاۚ مِنْهُمُ الصَّالِحُونَ وَمِنْهُمْ دُونَ ذٰلِكَۘ وَبَلَوْنَاهُمْ بِالْحَسَنَاتِ وَالسَّيِّـَٔاتِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ ﴿١٦٨﴾
Meal 167: Bu yüzden Rabbin şu kesin hükmünü ilân etti: Yahudiler bu kötü huylarından vazgeçmedikleri sürece tâ kıyâmet gününe kadar onlara en ağır işkenceleri çektirecek kimseleri başlarına musallat edeceğim. Şüphesiz senin Rabbin, vakti gelince cezalandırması çok süratli olandır; elbette O çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Meal 168: Daha sonra onları parçalanmış topluluklar hâlinde yeryüzünün her tarafına dağıttık. İçlerinde iyi olanlar da vardır, iyi olmayanlar da. Belki gittikleri yanlış yollardan, işledikleri günahlardan dönerler diye onları bazan nimetlerle, bazan de musîbetlerle imtihan ettik.
Tefsir:
Gerçekten yahudiler, zulüm ve isyanları sebebiyle Mûsâ (a.s.)’dan Peygamberimiz (s.a.s.)’e, asr-ı saadetten de günümüze kadar âyette haber verilen şiddetli sıkıntılara mâruz kalmışlar, özellikle çeşitli vergi yükleri altına sokulmuşlardır. İnsanlık tarihinde ilk defa Hz. Mûsâ yahudilere yedi veya on üç yıl süreyle vergi yüklemiştir. (bk. Kurtubî, el-Câmi‘, VII, 310) Daha sonraki dönemlerde Yunan ve Keldânî krallarının, ardından hıristiyanların boyunduruğu altına girip onlara vergi ödemişler; Peygamberimiz zamanında da müslümanların hükümranlığı altında bulunarak onlara haraç ve cizye ödemişlerdir. Sonraki dönemlerde vuku bulan, hatta Almanya’daki Nazilerin yahudi düşmanlığından kaynaklanan ceza ve baskılara kadar dünyanın çeşitli yerlerinde ve çeşitli dönemlerde yahudilerin mâruz kaldıkları her türlü baskı ve sıkıntıları bu âyet çerçevesinde değerlendirmek mümkündür. Âyetin açık beyânına göre, zulüm ve azgınlıkta devam ettikleri takdirde, kıyâmete kadar bu durum sürecektir. Çünkü Allah, istediği zaman çok çabuk cezalandırmaktadır. Ancak O’nun bağış ve merhameti de sınırsızdır. İster yahudi ister başkalarından olsun tevbe edip hakka dönenleri bağışlayacak, onlara merhamet edecek; çok güzel ikram ve ihsanlarda bulunacaktır.
Yahudiler, yine bu inkârcı ve ısyancı tutum ve davranışları sebebiyle parça parça gruplar halinde dünyanın her bir tarafına dağılmışlardır. Kurulan İsrâil devleti, bu parçalanmış grupları toplamak için yıllardır büyük harcamalar yapmakla birlikte hâlâ bunu tam olarak başaramamıştır. Yalnız bu durum, onlar içinde hiç iyilerin olmadığı mânasına gelmemelidir. Onlar içinde gerçekten çok iyi kimseler vardır. Nitekim “Mûsâ’nın kavmi içinde hakkı anlatıp onunla insanlara doğru yolu gösteren ve yine hakka dayanarak doğruluğu ve adâleti uygulayan bir topluluk vardı” (A‘râf 7/159) âyetiyle bunlara işaret edilmişti. Peygamber Efendimiz’e iman edenler bunlardandı. Fakat içlerinde iyiliğe yakın olanlardan başlayıp derece derece en alt basamaklara kadar son derece bayağı kimseler bulunmaktaydı. Bunlar hem sayıca çok, hem de yönetimi elinde tutan kimselerdi. Esas sıkıntılar da buradan kaynaklanmaktaydı. Cenâb-ı Hak onları, uyanıp kendilerine gelmeleri ve Allah yolunu tutmaları için tarih boyunca böyle zaman zaman sıhhat, servet ve refah gibi iyiliklerle; zaman zaman da hastalık, kıtlık ve yokluk gibi sıkıntılarla imtihan etmiştir.