Zümer Süresi Meal Ve Tefsiri 1
قُلْ اِنّ۪ٓي اُمِرْتُ اَنْ اَعْبُدَ اللّٰهَ مُخْلِصًا لَهُ الدّ۪ينَۙ ﴿١١﴾
11: De ki: “Bana, her türlü şirk ve gösterişten uzak durup taat ve ibâdeti yalnız Allah’a has kılarak O’na kulluk etmem emredildi.”
وَاُمِرْتُ لِاَنْ اَكُونَ اَوَّلَ الْمُسْلِم۪ينَ ﴿١٢﴾
12: “Yine bana, size tebliğ ettiğim Allah’ın dinine her bakımdan teslim olup, onu hakkiyle yaşayan ilk müslüman olmam emredildi”.
قُلْ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اِنْ عَصَيْتُ رَبّ۪ي عَذَابَ يَوْمٍ عَظ۪يمٍ ﴿١٣﴾
13: De ki: “Korkarım ben, eğer Rabbime karşı gelecek olursam, büyük bir günün azabından korkarım.”
قُلِ اللّٰهَ اَعْبُدُ مُخْلِصًا لَهُ د۪ين۪يۙ ﴿١٤﴾
14: De ki: “Ben, her türlü şirk ve gösterişten uzak durup taat ve ibâdetimi yalnız Allah’a has kılarak sadece O’na kulluk ederim.”
Tefsir
Peygamberimiz (s.a.s.), hangi şartlar altında olursa olsun, ibâdet ve itaatini yalnız Allah’a hâlis kılarak, sadece O’nun rızâsını kastederek, yaratılmışlardan hiçbir takdir, teşekkür ve çıkar beklemeyerek yalnızca Allah’a kulluk yapmakla sorumludur. Getirdiği dini bütün yönleriyle ilk tatbik eden müslüman o olduğu gibi, müslümanlıkta da sürekli olarak rakipsiz zirvede olan yine odur. Hiçbir zaman bulunduğu o zirveden geri kaymayacak, hatta teslimiyette daha da öteye gidecektir. Öyle ki, yeryüzünde kendinden başka bir tek mü’min kalmamış olsa bile, asla yılgınlığa, ümitsizliğe kapılmayacak, gerekirse tek başına mücâdeleye devam edecektir. Tüm kalbiyle, tüm benliği ile Allah’ın buyruklarına boyun eğerek; niyet, söz, fiil ve davranışlarıyla, hayatı ve ölümüyle mü’minlere örneklik edecek, dâima müslümanların ilki ve öncüsü olacaktır. “Korkarım ben, eğer Rabbime karşı gelecek olursam, büyük bir günün azabından korkarım” (Zümer 39/13) beyânı, kötülük yapması halinde Peygamber (s.a.s.)’in de başka insanlar gibi Allah’ın azabına uğrayacağını, prensip olarak kendisine bu hususta bir muhtariyet tanınmadığını haber vermesi bakımından dikkat çekicidir. Hâsılı, Allah’ın azabı peygamberlerin bile titrediği dehşetli bir mâhiyettedir. Onu hafif görmek veya korkmamak imansızlık ve cehâletin bir göstergesidir.
فَاعْبُدُوا مَا شِئْتُمْ مِنْ دُونِه۪ۜ قُلْ اِنَّ الْخَاسِر۪ينَ الَّذ۪ينَ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ وَاَهْل۪يهِمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ اَلَا ذٰلِكَ هُوَ الْخُسْرَانُ الْمُب۪ينُ ﴿١٥﴾
15: “Artık siz O’ndan başka kime ve neye isterseniz, ona kulluk ededurun!” De ki: “Gerçek anlamda zarara uğrayanlar, kıyâmet gününde hem kendilerini hem de yakınlarını ziyana sürükleyecek olanlardır. Apaçık hüsrân işte budur!”
لَهُمْ مِنْ فَوْقِهِمْ ظُلَلٌ مِنَ النَّارِ وَمِنْ تَحْتِهِمْ ظُلَلٌۜ ذٰلِكَ يُخَوِّفُ اللّٰهُ بِه۪ عِبَادَهُۜ يَا عِبَادِ فَاتَّقُونِ ﴿١٦﴾
16: Onları hem üstlerinden kopkoyu ateş örtüleri kaplayacaktır, hem de altlarından kopkoyu ateş örtüleri. İşte Allah, kullarını bu korkunç azap ile korkutup uyarmaktadır: “Ey kullarım! Bana karşı gelmekten sakınarak azabımdan korunun!”
Tefsir
Allah’a inanmayan ve yalnız O’na kul olmayanlar kıyâmet günü zarara uğrayacaklardır. Çünkü onlar dünyada Allah’a ortak koşmuş, kıyametin ve hesap gününün olmadığını sanmış, böylece kendilerine imtihan için lütfedilen ömür, akıl, sıhhat ve diğer nimetler gibi tüm sermayelerini yanlış yollarda harcayıp İsrâf etmişlerdir. Hatta bunlar, yanlış inançlarının tesiriyle başkalarına da zulmetmiş, onların günahlarını da yüklenmişlerdir. Üçüncü olarak bunlar, sadece kendileri iflas etmekle kalmamış, yanı sıra ailelerini, akrabalarını ve kabilelerini de yanlış inançları yüzünden zarara sokmuşlardır. İşte üst üste katlar halindeki bu üç zararı da Allah Teâlâاَلْخُسْرَانُ الْمُب۪ينُ (el-hüsrânu’l-mübîn) “apaçık hüsrân” olarak vasfeder. Onların kat kat zararlarına takdir edilen ceza ise, kendilerini üstlerinden ve altlarından kopkoyu örtüler ve tabakalar halinde kuşatacak olan ateştir. Cenâb-ı Hak kullarını işte bu ateşten sakındırmakta ve devam eden âyetlerde de bundan sakınmanın yolarını göstermektedir.
وَالَّذ۪ينَ اجْتَنَبُوا الطَّاغُوتَ اَنْ يَعْبُدُوهَا وَاَنَابُٓوا اِلَى اللّٰهِ لَهُمُ الْبُشْرٰىۚ فَبَشِّرْ عِبَادِۙ ﴿١٧﴾
17: Şeytânî güçlere kulluk etmekten kaçınıp, gönülden Allah’a yönelenlere müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
اَلَّذ۪ينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُۜ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ هَدٰيهُمُ اللّٰهُ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمْ اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ ﴿١٨﴾
18: Onlar ki sözü can kulağıyla dinler ve onun en güzel tarafını, sevabı en çok olanını tatbik ederler. İşte bunlar, Allah’ın kendilerini doğru yola erdirdiği kimselerdir. Gerçek akıl sahipleri de işte bunlardır.
Tefsir
Âytelerin gösterdiği bu yollar:
› Şeytânî güçlere kulluktan kaçınmak:
Bunun ifade işin kullanılan kelime اَلطَّاغُوتُ (tâğût)tur. اَلطَّاغ۪ي (tâğî), âsi demektir. “Tâğût” kelimesi ise, bu vasıfla vasıflanan kişinin aşırı âsî olduğunu bildirir. Biri hakkında “güzel” derken, bir başkasına “güzelliğin ta kendisi” demek arasındaki fark açıktır. Buna göre Allah’tan başkasına kulluk eden “tâğî” ise, kendisini tanrılaştırıp başkalarını kendisine kul etmeye çalışan da “tâğût” olur.
› Gönülden, tam bir teslimiyet ve samimiyet içinde Allah’a yönelmek; Allah’ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınmak.
› Vahyi; yani Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamberimiz (s.a.s.)’in sözlerini can kulağıyla dinlemek.
› Dinlediği o sözlerle emredilen işlerin en güzel şeklini, sevabı en çok olanı tatbik etmek ve o sözlerin sakındırdığı şeylerden de en güzel şekilde sakınmak:
Mesela onlar, dini hususlarda vacip ile mendup arasında kaldıklarında vacibi, mübah ile mendup arasında kaldıklarında mendubu seçerler. Ruhsatlarla değil azimetle amel etmeye gayret gösterirler. Hâsılı sevap bakımından Allah katında ağırlığı en fazla olan ve kendilerini Allah’a daha fazla yaklaştıracak olan amelleri tercih ederler. Yine Allah’ın emirleri içinde Allah’ın rızâsına daha yakın olanı tercih ederler. Mesela kısas da, af da Allah’ın emridir. Bunlar, kısas karşısında Allah’ın daha hoşnut olacağı affı seçerler. Eğer âyette bahsedilen sözlerden maksat, müslümanların duyduğu her türlü söz ise, onlar bunlar arasında Kur’an ve sünneti tercih edip onların sözüne kulak verir ve tabi olurlar. Yine dinledikleri sözler içinde iyi ve kötü olanı varsa, onlar iyi tarafı alıp kötü tarafı terk ederler. İşte Rabbimizin beyânıyla doğru yola erenler ve gerçek akıl sahipleri böyle davranan bahtiyarlardır.
“«Cömertlik, akıl ve din» üç esaslı meziyettir ki, bunlara sahip olanlar erlik pâyesini kazanırlar. Fakat bunlardan mahrum olanların cemiyet içindeki yerleri pek kötüdür. Hatta bu gibi insanlar sosyal hayat içerisinde en ağır muamelelere maruz kalan iffetsiz ve düşük kadınlardan da beterdirler.”Ömer Çelik
اَفَمَنْ حَقَّ عَلَيْهِ كَلِمَةُ الْعَذَابِۜ اَفَاَنْتَ تُنْقِذُ مَنْ فِي النَّارِۚ ﴿١٩﴾
19: Rasûlüm! Hakkında azap kararı kesinleşmiş kişi, hiç kendisine cennet müjdelenen gibi olur mu? Şimdi, ateş örtüleri içinde kalmış kimseyi oradan sen mi kurtaracaksın?
لٰكِنِ الَّذ۪ينَ اتَّقَوْا رَبَّهُمْ لَهُمْ غُرَفٌ مِنْ فَوْقِهَا غُرَفٌ مَبْنِيَّةٌۙ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۜ وَعْدَ اللّٰهِۜ لَا يُخْلِفُ اللّٰهُ الْم۪يعَادَ ﴿٢٠﴾
20: Buna karşılık, Rablerine karşı gelmekten sakınanlar için ise, birbiri üstüne kat kat binâ edilmiş ve altlarından ırmaklar akan muhteşem köşkler vardır. Bu, Allah’ın verdiği sözdür. Allah verdiği sözden asla dönmez.
Tefsir
Düşünüp taşınmadan, körü körüne bâtıl yoldaki liderlerini ve atalarını taklit eden, hurafelerin ağından kurtulamayan ve küfür içinde kalan insan Allah’ın azabını hak eder. Böyle biri hakkında azap kararı kesinleşir ve artık kesinlikle cehenneme girer. Bu gibileri Allah’ın azabından, Allah dilemediği müddetçe, Peygamber dâhil hiç kimse kurtaramaz. Âhiret mes’eleleri bu kadar ciddîdir ve ciddiye alınmalıdır. Öte taraftan Allah’tan korkup günahlardan sakınan müslümanların âhiretteki hallerine bakıldığında bunun son derece iç acıcı ve gönül okşayıcı olduğu görülür. Onlar altlarından ırmaklar akan, üst üste binâ edilmiş cennet köşklerinde ikamet edeceklerdir.
Bu âyetlerde cehennem halkının durumuyla cennet halkının durumu birbirinin tam mukâbili olarak sunulur: Cehennem halkı üstten ve alttan, yani her yandan kendilerini saran üst üste yığılmış kat kat ateş tabakaları içinde bulunurken, buna mukâbil cennet halkı kat kat yapılmış saraylarda bulunurlar. Cehennemliklerin altında ateş yanarken, cennetliklerin altından ırmaklar akmaktadır. Bu iki zıt manzara tüm ayrıntılarıyla mukâyese edildiği zaman kimin gerçek akıl sahibi, kimin ahmak olduğu daha net anlaşılacaktır.
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَسَلَكَهُ يَنَاب۪يعَ فِي الْاَرْضِ ثُمَّ يُخْرِجُ بِه۪ زَرْعًا مُخْتَلِفًا اَلْوَانُهُ ثُمَّ يَه۪يجُ فَتَرٰيهُ مُصْفَرًّا ثُمَّ يَجْعَلُهُ حُطَامًاۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَذِكْرٰى لِاُو۬لِي الْاَلْبَابِ۟ ﴿٢١﴾
21: Görmez misin ki, Allah gökten bir su indiriyor da onu yerdeki bir takım kaynaklara akıtıp depoluyor. Sonra onunla rengârenk, çeşit çeşit ekinler çıkarıyor. Ardınlar o ekinler kuruyor da, sen onu solmuş sararmış vaziyette görüyorsun. Sonra da onu kuruyup ufalanan bir çöpe çeviriyor. Elbette bütün bunlarda, gerçek akıl ve idrâk sahipleri için dersler, ibretler vardır.
Tefsir
Bu âyette bir taraftan Cenâb-ı Hakk’ın kudret tezâhürleri dile getirilirken, bir taraftan da insan ömrünün ve dünya hayatının gerçek yüzü gözler önüne serilir. Nitekim insan önce küçük bir çocuk, sonra genç, sonra orta yaşlı, sonra da ihtiyar biri haline gelir. Sonra ömrün en rezil çağına varır, nihâyet ömrünün sonunda ölüp gider. Dünya hayatı da böyledir. Onun da aynen insan ömrü gibi çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemleri vardır. Nihâyet kıyâmetle birlikte ömrünü tamamlayacaktır. Kur’ân-ı Kerîm, dünya hayatının bu gerçek yüzünü şöyle bir temsille izah eder:
“Onlara dünya hayatını şu örnekle anlat: Gökten su indiririz de onunla yeryüzünde bitkiler yeşerip gürleşir, sarmaş dolaş olur; sonunda kuruyarak rüzgârın savuracağı çerçöp hâline gelir. Allah’ın her şeyi yapmaya gücü yeter.” (Kehf 18/45)
Önceki âyetlerde âhirete rağbeti artıran hususlara yer verilmişken, burada insanın dünyaya karşı olan aşırı hırs ve tutkusunu frenlemek için dünya hayatının fâniliği dikkatlere sunulur. Çünkü bütün kötülüklerin başı aşırı dünya muhabbetidir. Kendini dünyaya kaptıran insanın yapmayacağı hata, işlemeyeceği kötülük kalmaz. Allah’ı da âhireti de unutur. Bu duruma düşmemek için dünya muhabbet ve tutkusunu belli bir noktada frenlemek ve kontrol altına almak lazımdır.
Âyet-i kerîmede aynı zamanda yer altında su kaynaklarının oluşumuna, yağmur ve kar sularının oralarda depolanışına ve oralardan kaynayarak dere, çeşme ve gözelerden akışına açık bir işaret vardır. İlmî verilere göre, denizlerden buharlaşarak yağmur hâlinde karalara inen suyun üçte ikisi çeşitli yollardan tekrar denizlere döner. Kalan kısmın büyük çoğunluğu, göl ve akarsular gibi kaynaklara yönelir; bir kısmı da yer altı kaynaklarına sızar. Yer altı kaynaklarının, göllerde ve akarsularda bulunan su miktarından binlerce daha fazlasını barındırdığı hesaplanmaktadır.
اَفَمَنْ شَرَحَ اللّٰهُ صَدْرَهُ لِلْاِسْلَامِ فَهُوَ عَلٰى نُورٍ مِنْ رَبِّه۪ۜ فَوَيْلٌ لِلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْ مِنْ ذِكْرِ اللّٰهِۜ اُو۬لٰٓئِكَ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ ﴿٢٢﴾
22: (Aralarındaki farkı göremeyecek kadar anlayış kabiliyetinizi kaybeyttiniz de, bütün insanları bir mi sanıyorsunuz? Hayır, gerçek öyle değildir:) Allah kimin göğsünü İslâm’a açmışsa, o Rabbinden bir nûr üzeredir. Yazıklar olsun kalpleri Allah’ın zikrine karşı katılaşmış talihsizlere! Onlar apaçık bir sapıklık içindedir.
Tefsir
Buna göre ruhların hayat kaynağı olan vahye inanan, onu kabul edip buyruklarına uyan gönüller açılır, huzur bulur, incelir, rakîkleşir, hassaslaşır, son derece duyarlı hâle gelir. Allah’ın izniyle göğüsleri İslâm’a açılan yani İslâm’ın her türlü emrini yerine getirmek ve her türlü yasağından kaçınmak, acıkmış bir insanın yemek yemesi, susamış bir insanın su içmesi gibi kendilerine kolay hale gelen o mü’minler, şüphesiz Rablerinden bir nur üzere bulunurlar. Rablerinden gelen o ışık ile istikâmet üzere yürürler. Kalplerine öyle bir nur ve ferâset yerleşir ki gönül ibreleri devamlı Hakk’ın rızâsını gösterir. Bakınca Allah’ın nuruyla bakar, dinleyince Allah’ın nuruyla dinler, konuşunca Allah’ın nuruyla konuşur, yürüyünce Allah’ın nuruyla yürürler. Böyle olunca onların ne kalplerine, ne de göz, kulak ve dillerine Allah’ın razı olmayacağı bir düşünce, söz ve amel yaklaşabilir. Bunların mukabilinde Allah’ın gökten inen vahyini, zikrini, ikazlarını kabul etmeyenlerin kalpleri susuz kalmış çorak toprak gibi kurur, katılaşır; oradan ne itikat ne de amel bakımından işe yarar hiçbir mahsulât çıkmaz. Bunlar gerçekten acınacak bir halde sapıklığın içine gömülmüş kimselerdir. Bu nasipsizleri, imanın aydınlığında yürüyen, gözü gönlü aydınlık ve huzur dolu, hem dünyaları hem de âhiretleri mamur mü’minlerle kıyaslamak mümkün olabilir mi?
اَللّٰهُ نَزَّلَ اَحْسَنَ الْحَد۪يثِ كِتَابًا مُتَشَابِهًا مَثَانِيَۗ تَقْشَعِرُّ مِنْهُ جُلُودُ الَّذ۪ينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْۚ ثُمَّ تَل۪ينُ جُلُودُهُمْ وَقُلُوبُهُمْ اِلٰى ذِكْرِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ هُدَى اللّٰهِ يَهْد۪ي بِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ ﴿٢٣﴾
23: Allah, sözün en güzeli olan Kur’an’ı, âyetleri birbiriyle âhenkdâr, uyumlu, tıklım büklüm hakîkat dolu bir kitab hâlinde indirdi. Rablerine karşı derin bir saygı duymakta olanların onun tesiriyle derileri ürperir; sonra da hem derileri, hem kalpleri Allahın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu kitap, Allah’ın doğru yol rehberidir ki, dilediğine onunla yol gösterir. Allah kimi de saptırırsa artık onu doğru yola getirecek kimse yoktur.
Tefsir
Bu âyet-i kerîmede kıyâmete kadar insanlığın hidâyet kaynağı olacak mûcize kelâm Kur’ân-ı Kerîm’in başlıca hususiyetleri izah edilerek tüm dikkatlerimiz o kelâmın güzelliklerini görmeye, incelemeye ve anlamaya çevrilir:
› Kur’ân-ı Kerîm’i indiren Cenâb-ı Hakk’ın kendisidir. Cebrâil (a.s.) o kelâmı Allah Teâlâ’dan aldığı gibi hiçbir değişikliğe uğratmadan Resûlullah (s.a.s.)’e getirmiş, Resûlullah (s.a.s.) de Cebrâil (a.s.)’dan aldığı gibi hiçbir tebdil ve tahrife meydan vermeden insanlara tebliğ etmiştir. Kur’an, günümüze kadar da aynı doğruluk ve safiyetle ulaşmıştır.
› Kur’ân-ı Kerîm اَحْسَنَ الْحَد۪يثِ (ahsenü’l-hadîs)tir; yani “sözlerin en güzeli”dir. Çünkü Allah sözüdür. Allah’ın sözünü başka sözlerle kıyaslamak bile mümkün değildir. Kur’an lafız yönünden en güzel sözdür. Fesâhat ve cezaleti fevkalade bir güzelliğe sahiptir. Nazım ve üslubunun güzelliği de eşsizdir.
Kur’an ne şiir cinsinden, ne nesir cinsinden, ne de Arapların kullandığı herhangi bir söz üslubundandır. Bilakis o, bunların hepsinin üstünde, bununla birlikte her selim fıtratın haz ve zevk duyacağı hârika bir üsluba sahiptir. Kur’an mânası yönünden de en güzel sözdür. Çünkü o, her türlü çelişkiden uzaktır. Ondaki bilgiler ve haberler gerçek, hükümler adâletli ve faydalı; onun gösterdiği yol doğru ve kurtarıcıdır. Geçmiş ve geleceğe ait birçok gaybî haberler ihtiva etmesi ve ihtivâ ettiği ilimlerin cidden pek çok olması onun mâna güzelliklerine sadece bir misaldir.
› Kur’ân-ı Kerîm bir “kitap”tır; insanlığın kurtuluş rehberi olarak kıyamete kadar yaşatılması, okunması, istifade edilmesi için yazılı belge haline getirilmesi gereken ve öyle de yapılmış olan ilâhî bir rehberdir.
› Kur’an- Kerîm اَلْمَثَان۪ي (mesânî)dir:
O, kendini okuyanı, dinleyeni ve anlamak isteyeni yeterince aydınlatmak için aynı bilgileri bazan aynı, bazan farklı ifadelerle tekrar tekrar dile getirir. Onun kıssaları, haberleri, hükümleri, emirleri, yasakları, müjdeleri, uyarıları ve öğütleri hep tekrarlanır. Bu bakımdan o, bıkkınlık vermeden tekrar tekrar zevkle okunan ve dinlenen bir kitap olma hususiyetine sahiptir. Mesâni’nin bir diğer anlamı da şudur: Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen mevzular umûmiyetle çift çift sunulur. Misal vermek gerekirse; emir-yasak, helâl-haram, genel-özel, göklerin durumu-yerin durumu, cennet-cehennem, karanlık-aydınlık, levh-kalem, melekler-şeytanlar, müjde-uyarma, ümit-korku... Bunun hikmeti şudur: İnsan nefsi, nasihat edilmekten hoşlanmaz, ondan kaçar. Eğer bir konu ona tekrar tekrar anlatılmazsa insanın aklına tam olarak yerleşmez. Böyle olunca da o nasihatlerle amel etmek zorlaşır. Bu yüzdendir ki Peygamberimiz (s.a.s.), öğüt verirken sözlerini üçe kadar, bazan de duruma göre yediye
kadar tekrar ederdi. (bk. Buhârî, İlim 30; Tirmizî, Fiten 76) Çünkü ancak böylelikle söylenen söz dinleyenin kalbinde yer eder ve tesirini gösterir.Ömer Çelik
اَفَمَنْ يَتَّق۪ي بِوَجْهِه۪ سُٓوءَ الْعَذَابِ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ وَق۪يلَ لِلظَّالِم۪ينَ ذُوقُوا مَا كُنْتُمْ تَكْسِبُونَ ﴿٢٤﴾
24: Düşünün bakalım, kıyâmet günü elleri kelepçeli olduğu için kendini o en kötü azaba karşı ancak yüzüyle korumaya çabalayan kimse, hiç azaptan emin olan kimse gibi olur mu? O gün zâlimlere: “Dünyadayken kazandığınızın cezasını tadın!” denilir.
كَذَّبَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَاَتٰيهُمُ الْعَذَابُ مِنْ حَيْثُ لَا يَشْعُرُونَ ﴿٢٥﴾
25: Onlardan öncekiler de peygamberleri yalanlamışlardı. Bu yüzden hak ettikleri azap, hiç farkına varmadıkları bir yerden tepelerine patlayıverdi.
فَاَذَاقَهُمُ اللّٰهُ الْخِزْيَ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَلَعَذَابُ الْاٰخِرَةِ اَكْبَرُۢ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ ﴿٢٦﴾
26: Böylece Allah onlara dünya hayatında alçaklığı ve perişanlığı tattırdı. Âhiret azabı ise daha da büyük, daha müthiştir. Keşke bilselerdi!
Tefsir
Kur’an’a ve Peygamber’e sırtlarını dönen bu bedbahtlar, âhirette elleri ve ayakları arkadan demir zincirlerle sımsıkı bağlı olarak cehenneme atılacaklar. Ellerini hareket ettirme imkânı bulunmadığından yüzleriyle kendilerini o dehşetli azaptan kurtarmaya çalışacaklar. Halbuki bir tehlike karşısında insan bir başka uzvuyla yüzünü korumaya çalışır. Buna göre “şiddetli azaba karşı kendini yüzüyle korumaya çalışma” ifadesi, cehenneme atılan kişinin azap karşısında kaldığı çaresizliğin en acı bir fotoğrafını göstermektedir. Peygamberlerini yalanlayan önceki toplumlar, dünyada rezil rüsvâlık ve âhirette de büyük bir azaba düçar kaldıkları gibi, bundan böyle de Peygamber (s.a.s.)’in ve Kur’an’ın davetine icâbet etmeyen fert ve toplumlar, dünyada her türlü alçaklık ve rezilliği tadacaklar, âhirette de daha büyük azap olan cehennem azabına uğratılacaklardır.
Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen |