Kalem Süresi Meal Ve Tefsiri 1

#1 von Kurban , 07.04.2022 07:02

Kalem Süresi Meal Ve Tefsiri 1

اِنَّ لِلْمُتَّقٖينَ عِنْدَ رَبِّهِمْ جَنَّاتِ النَّعٖيمِ ﴿٣٤﴾
﴾34﴿ Şüphesiz Allah’a itaatsizlikten sakınanlar için rableri katında nimetlerle dolu cennetler vardır.

اَفَنَجْعَلُ الْمُسْلِمٖينَ كَالْمُجْرِمٖينَؕ ﴿٣٥﴾
﴾35﴿ Öyle ya, emrimize boyun eğenleri o günahkârlarla bir mi tutacağız?

مَا لَكُمْࣞ كَـيْفَ تَحْكُمُونَۚ ﴿٣٦﴾
﴾36﴿ Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?
Tefsir
Bu kıssada dinleyicilerin veya seyircilerin ilgilerini çekecek pek canlı sahneler dikkatlere sunulmaktadır:
Birinci sahne: Bu sahnede “bahçe sahipleri”nden söz edilmektedir. Bununla ilgili bilinen rivayetlerin özeti şudur: Yemen’de San’a’ya yakın Savran denilen yerde sâlih bir adamın güzel bir bağı vardı. Ona iyi bakar, ondan fakirlerin ve yoksulların hakkını verirdi. Derken adam vefat etti. Bu bağ da çocuklarına kaldı. Onlar ise insanların ondan faydalanmasına engel oldular ve üzerlerine düşen Allah hakkını ödemediler. Neticesi de Allah Teâlâ’nın haber verdiği cezaya uğradılar. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXX, 77)
Şimdi karşımızda bahçe sahipleri var. Bunlar bir takım basit ve bedevi ruhlu insanlar. Düşünce ve hareketleri bakımından sade ve saf köylü takımına benziyorlar. Bunlar bu vasıflarıyla, ruh yapıları henüz çok fazla karmaşık olmayan, yaşantıları sade ve iptidai bir yapıya sahip olan Mekke müşriklerini yansıtıyorlar. Belli ki bunların devşirilmeye hazır bir bahçeleri var. Bu bahçe hakkında aralarında fısıldaşıyorlar, gizli gizli konuşuyorlar. Babalarının yaptığı gibi fakirlere bir pay ayırmayı hiç düşünmüyorlar: “Yarın muhakkak bahçemize gidelim, onu devşirelim, fakirlere de haber vermeyelim” diyorlar. Allah’ı da hiç hesaba katmıyorlar, “İnşâallah: Allah dilerse, Allah nasib ederse” de demiyorlar. Veya bahçenin bütün ürününü sadece kendileri için devşirmeyi planlayıp, fakirlerin haklarını istisna etmiyorlar. Sabahleyin yapacakları işlerini böylece kararlaştırdıktan sonra uykuya dalıyorlar. Onları şimdi, her gafil kimsenin yaptığı gibi, Allah’tan ve O’nun azabından emniyet içinde horul horul uyur halde seyrediyoruz.
İkinci sahne: Onlar uyumaya devam ediyorlar ama Allah Teâlâ uyanık bulunmaktadır. Onu asla bir uyku ve uyuklamanın tutması mümkün değildir. Allah Teâlâ onların, akşam yatmadan önce aralarında yaptıkları konuşmadan ve verdikleri karardan hoşnut olmuyor. Bilakis onlara gazap buyurarak geceleyin bir afetle bahçelerini yakıp yok etmeyi murad ediyor. Şüphesiz O, murad ettiği her şeyi yapmağa kadirdir: Vakit gece ve biz o güzelim bahçenin yanındayız. Görebildiğimiz kadar onu görüyoruz. Bir de bakıyoruz bahçeye bir afet geliveriyor. Bahçenin bulunduğu vadiden bir ateş çıkıyor ve bahçenin her tarafını sararak kökünden yakıp kavuruyor. Biz şimdi o bahçenin meyveleri kesilmiş, mahsulatı biçilmiş, her şeyi yanıp simsiyah olmuş, hiçbir faydası olmayan kumluk bir araziye döndüğünü yakînen görüyor ve biliyoruz. Ama bahçe sahipleri... Onların bu olup bitenlerden haberleri yok. Bildiklerini okumaya devam ediyorlar. Etsinler bakalım sonuç ne olacak?
Üçüncü sahne: Evet, gece sona eriyor, sabah oluyor. Adamlar uykularından uyanıyorlar. Gözlerini ovuştura ovuştura yataklarından kalkıyorlar. Yatarken verdikleri kararlarında bir değişiklik yok. Bilakis azimleri daha da bilenmiş. Uyku faslından sonra yorgunlukları gitmiş; dinçlikleri ve neş’eleri de yerinde. Birbirlerine sesleniyorlar: “Eğer mahsullerinizi devşirecekseniz erkence koşun!” Mahsullerin kendilerine ait olduğunu sanıyorlar ve ona doğru düşman üzerine gider gibi hırsla gitmeyi planlıyorlar. Hemen yerlerinden fırlıyorlar. Şimdi onların, bahçelerine doğru hızlı adımlarla koşar gibi yürüdüklerini görüyoruz. Yürürken de aralarında fısıl fısıl bir şeyler konuştuklarını hissediyoruz. Ama ne konuştuklarını anlamak pek zor. Kimse duymasın diye seslerini kıskanır bir şekilde oldukça yavaş konuşuyorlar. Biz de onların ne konuştuklarını anlamak için sözlerine kulak kesiliyoruz. Nihayet anlıyoruz ki şöyle diyorlar: “Sakın bu gün karşınıza hiçbir yoksul çıkıp, oraya girmesin!” Onlar kendi zanlarınca fakirleri o bahçenin hayrından men edebilecekleri umuduyla, “biz bu bağı devşirmeye ve fakirlere vermemeğe kadiriz” diyerek hızlı ve neş’eli bir şekilde çekip gidiyorlar. Halbuki güçleri ancak kendilerini hayırdan engellemeye yetiyordu. Fakat bunu yakında bileceklerdi.
Dördüncü sahne: Şimdi biz, o bahçe sahiplerinin bilmedikleri şeyi biliyoruz. Evet biz, gecenin karanlığında uzanan o gizli ve görünmez eli gördük. Bahçenin bütün meyvelerini yok ettiğini seyrettik. O korkunç ve soluk kesici kudret elinin birdenbire meyveleri kökünden kesip attığını gördük. Adamlar hırsla ve inatla yürüyorlar. Nihayet bahçelerinin yanına ulaşıyorlar: O da ne!... Yanmış, simsiyah kesilmiş bir arazi! Şaşırıp kalıyorlar. Öncelikle: “Bizim meyve yüklü bahçemiz bu olmasa gerek. Yolu yitirdik, yanlış geldik herhalde!” diyorlar. Sonra dönüp iyice bakıyorlar. Hayır, hayır! Yanlış gelmemişlerdi, yolu da şaşırmamışlardı. Fakat bahçeleri yanıp kül olmuştu. Böylece mahrum bırakıldıklarını; fakirler hakkında kurdukları hile ve oyunlarının kötü akıbetine uğradıklarını iyice anlıyorlar. Hayalleri suya düşüyor, ümitleri kesilip ye’se kapılıyorlar. Son derece pişman oluyorlar. Biz de onların pişmanlıklarını izliyoruz.
Beşinci sahne: Bu kişilerin arasında aklı erer insaflı biri var. Belli ki o, bunların görüşünde değil. Fakat görüşünde yalnız olunca onlara uymak zorunda kaldı. Dolayısıyla onların başlarına gelen bunun başına da geldi. Bu adam onlara önceden nasihat ettiğini: “Tesbih etse idiniz! Allah Teâlâ’nın yüceliğini taNisânız, O’nun noksandan münezzeh bir sübhân bulunduğunu, hâkimiyetini kimseye vermeyeceğini, alçaklığı, haksızlığı, tahakkümü sevmediğini bilseniz, hakkı gözetseniz, istisna yapsanız da istibdada sapmasanız” dediğini anlıyoruz. Fakat o zaman onu dinlememişler, bildiklerini yapmışlar, Allah da onlara bildiğini yapmıştır. Fakat o zat şimdi, daha önce onlara söylediklerini yeniden hatırlatarak intibaha gelmelerini arzu ediyor. Öyle de oluyor. Bakıyoruz adamlar felaketi gördükten sonra, akıllılarının da ikazıyla intibaha geliyorlar. Allah’ı tenzih ediyorlar, kendilerinin haksız olduğunu; düşüncesiz yemin, istisnayı terk ve fakirlere bakmamağa azmetmekle nefislerine yazık ettiklerini itiraf ediyorlar. Yaptıkları kusurları dile getirip birbirlerine pişmanlıklarını anlatıyorlar. Birbirlerini kınıyorlar. Nihayet şu karara varıyorlar: “Eyvahlar olsun bize! Bizler hakikaten azgınlar imişiz. Cezayı hak etmişiz. Bütün kusur bizim. Rabbimiz ise bütün kusurlardan münezzeh. Biz de O’nun kuluyuz. Böyle bir Rabbimiz varken, biz de O’nun kuluyken niçin ümidimizi keselim, niçin tevbe ile O’na yüz tutmayalım? Hatalarımız sebebiyle o bahçeyi elimizden çıkardık ise, biz ihlas ile O’na yüz tuttuğumuz takdirde O bize daha hayırlısını ve daha iyisini verebilir” diyorlar. Allah’tan daha iyi bir bahçe hatta her türlü bela ve felaketten azade olan âhiret cennetini istiyorlar. Bununla da yetinmiyorlar, bütün varlıklarıyla Allah’a yöneldiklerini; bütün rağbetlerini münhasıran O’na çevirdiklerini; sadece O’nun rızâsına ermek, bundan böyle hep O’nun için çalışmak iştiyakında olduklarını ifade ediyorlar: “Biz artık Rabbimizi, O’nun hoşnutluğunu arzuluyoruz! Verir vermez, alır almaz biz ona karışmayız. Biz ancak O’nun rızâsını isteriz” diyorlar.
Son sahne: Dünya azabı böyledir. Bilenleri, bilmek ve anlamak kabiliyetinde olanları böyle dünyada uyandırır, yola getirir, hakka teslim ettirir; daha büyük tehlikeden korunmasına ve daha büyük hayra ermesine sebep olur. Allah Teâlâ’nın bela vermesinin, acı azab ile cezalandırmasının hikmeti de budur. Âhiret azabı ise daha büyüktür. Âhiret azabı mala değil canadır. Geçici değil ebedîdir. O bir kere başa geldikten sonra intibahın faydası yoktur. İntibah arttıkça onun şiddeti artar. Âhiret azabı sondur, o tecrübeye gelmez, artık bütün tecrübeler onda tükenmiş, neticesini vermiş olur. Keşke insanlar bu gerçeği bilip uyansalar, Allah’a dönseler, O’na gerçek anlamda kulluk etseler. Bu bahçe sahiplerinin, ancak felaket geldikten sonra intibaha geldikleri gibi, bunlar böyle bir akibete uğramadan ve hatta âhiret azabıyla yüz yüze gelmeden intibaha gelseler kendileri için çok daha hayırlı olacaktır.

اَمْ لَكُمْ كِتَابٌ فٖيهِ تَدْرُسُونَۙ ﴿٣٧﴾
Yoksa elinizde okuduğunuz bir kitap var da

اِنَّ لَكُمْ فٖيهِ لَمَا تَخَيَّرُونَۚ ﴿٣٨﴾
orada istediğinizin sizin olacağı mı yazılı?

اَمْ لَكُمْ اَيْمَانٌ عَلَيْنَا بَالِغَةٌ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِۙ اِنَّ لَكُمْ لَمَا تَحْكُمُونَۚ ﴿٣٩﴾
﴾39﴿ Yoksa, “Neye hüküm verirseniz o mutlaka sizindir” diye tarafımızdan lehinize verilmiş, kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözler mi var?

سَلْهُمْ اَيُّهُمْ بِذٰلِكَ زَعٖيمٌۚۛ ﴿٤٠﴾
﴾40﴿ Sor onlara: İçlerinden kim buna kefil oluyor?

اَمْ لَهُمْ شُرَكَٓاءُۚۛ فَلْيَأْتُوا بِشُرَكَٓائِهِمْ اِنْ كَانُوا صَادِقٖينَ ﴿٤١﴾
﴾41﴿ Yoksa onların (kendilerine akıl veren) ortakları mı var? Doğru söylüyorlarsa haydi getirsinler ortaklarını!
Tefsir
Kur’an âhirette müminlere büyük ödüller, (nimetlerle dolu cennetler) müjdeledikçe müşrikler dünyadaki sosyal konumlarına aldanarak böyle bir şey olduğu takdirde kendilerinin daha büyük nimetlere mazhar olmaları gerektiğini savunmuşlardı; âyetler onlara cevap vermektedir. Cevapların soru tarzında sıralanması onların tutumlarının hayret verici ve kabul edilemez olduğuna işaret etmektedir. 37-38. âyetlere göre âhiretteki mutluluk dünyadaki güç ve zenginliğe değil, iman ve iyi amele bağlıdır; bu mutluluğu kimlerin hak ettiğini de en iyi Allah bilir; çünkü hak etme şartlarını ve ölçülerini koyan yalnız O’dur. Bu husustaki rehber de O’nun kitabıdır.
Allah'ın müminlere va‘dettiği nimetleri işitince şöyle diyorlardı: “Eğer Muhammed’in ve onun­la birlikte bulunanların ileri sürdükleri gibi, bizim öldükten sonra dirileceğimiz doğru ise, bizim ve onların durumu ancak bu dünyadaki gibi olabilir. Onların sahip olacakları nimetler hiçbir şekilde bizden fazla olmayacaktır. Ulaşabilecekleri en ileri seviye bize eşit olmaktan öteye gitmeyecektir.” Bunun üzerine yüce Allah “Öyle ya, biz tüm benlikleriyle Allah’a teslim olanları, günaha gömülmüş inkârcı suçlularla bir mi tutacağız?” (Kalem 68/35) buyurmuştur. (Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 144)
Sonra Cenâb-ı Hak, müşriklerin nefsânî arzularına göre söyledikleri sözlerin ve verdikleri hükümlerin doğru olmadığını bildirmek üzere onları susturucu sualler sormaktadır:
Birincisi; verilen hükmün doğru olması için onun Allah’tan gelen bir kitapta yer alması gerekir. Size ait böyle bir kitap var da, beğendiğiniz her şeyin kesinlikle sizin olacağını, veya seçtiğiniz her şeyin lehinize olacağını, yahut iyi dediğinizin iyi ve kötü dediğinizin kötü olacağını, ya da üstünüzde sizi bağlayan bir hak ve hakikat bulunmayıp kafanıza göre istediğiniz hükmü verebileceğinizi oradan mı okuyup öğreniyorsunuz? Halbuki hükmetme salahiyeti, hayrı ve şerri belirleme yetkisi sadece Allah’a aittir. Bu yetkiyi kesinlikle bir başkasına vermemiştir.
İkincisi; verilen hükmün doğru ve geçerli olması için bu hususta Allah adı ile pekiştirilmiş yeminin veya Allah Teâlâ’nın hususi bir taahhüdünün olması gerekir. Halbuki “her neye hükmederseniz o kesinlikle sizin olur” diye Allah’ın size kıyamete kadar geçerli olacak bir yemini, bir ahdi yoktur. Bugün elinizde kısmen bir hâkimiyet olabilir, bir kısım imkânlara sahip olabilirsiniz, zâhiren müslümanlardan üstün gözükebilirsiniz. Fakat bu böyle kıyamete kadar devam edecek diye bir kanun yoktur. Bugün zayıf gördüğünüz müslümanların yarın hâkimiyeti altına girebilirsiniz. Bugün “akılsız, deli” dediklerinize yarın “amma da akıllıymış” demek durumunda kalabilirsiniz. Bugün güldüğünüze yarın ağlayabilirsiniz. Çünkü işlerin neticesi sizin arzunuza göre değil, Allah’ın muradına göre tahakkuk edecektir.
Üçüncüsü; verilen hükmün doğru ve geçerli olduğunu savunacak, belgelerle ispatlayacak bir kefil gerekir. Halbuki onların, ne akla ne de nakle dayanan bu asılsız iddialarını savunacak bir kefilleri de yoktur.
Dördüncüsü; bunların hiçbiri yoksa, hiç değilse, Allah’a koştukları putlara müracaat ederek, onlardan aldıkları destekle hak ve hakikati kendi arzuları istikâmetinde değiştirmeleri gerekir. Halbuki değil sahte tanrılar bütün dünya bir araya gelse Allah’ın bir hükmünü bozamaz, bir gerçeği değiştiremezler. Hepsi Allah’ın hükmü karşısında aşağılanmaya ve kahrolmaya mahkûmdür.
Dünyada Allah’ın davetine ve buyruklarına yüz çevirenlerin kıyamet günü halleri içler acısı bir durumda olacaktır
يَوْمَ يُكْشَفُ عَنْ سَاقٍ وَيُدْعَوْنَ اِلَى السُّجُودِ فَلَا يَسْتَطٖيعُونَۙ ﴿٤٢﴾
﴾42﴿ O büyük korku ve dehşet günü gelip de secdeye çağrıldıklarında bunu yapamazlar;

خَاشِعَةً اَبْصَارُهُمْ تَرْهَقُهُمْ ذِلَّةٌؕ وَقَدْ كَانُوا يُدْعَوْنَ اِلَى السُّجُودِ وَهُمْ سَالِمُونَ ﴿٤٣﴾
﴾43﴿ O sırada gözlerine korku çökmüş, perişan olmuşlardır. Halbuki onlar, yapabilecek durumda iken de secdeye çağrılmışlardı.
Tefsir
Müfessirlerin çoğunluğuna göre buradaki “gün”den maksat, son derece şiddetli ve sıkıntılı olayların ortaya çıkacağı kıyamet günüdür. “İş ciddileşip paçalar sıvandığı...” diye çevirdiğimiz “yükşefü an sâkın” deyimi lafzan “incikten açılır” şeklinde tercüme edilmekte; bununla ciddi, önemli ve güç bir işe girişilmesi veya bütün hakikatlerin açıkça ortaya çıkması ya da bir olayın iyice yaklaşması kastedilmektedir (Şevkânî, V, 316-317). Âyette bu deyim özellikle kıyamet gününü ve o günün sıkıntılarını ifade etmektedir. İnsanların o günün sıkıntısından kurtulmaları için mahşerde Allah tarafından görevlendirilenler onları Allah’a secde etmeye çağırırlar (İbn Âşûr, XXIX, 99). Râzî’ye göre inkârcılar dünyada Allah’a secde etmedikleri için âhirette kınanmak ve azarlanmak maksadıyla secdeye çağrılacaklardır (XXX, 96). Hadiste buyurulduğu üzere erkek kadın herkes Allah’a secde eder; dünyada gösteriş için secde etmiş olanlar da secde etmek isterler, fakat eğilemezler (bk. Buhârî, “Tefsîr”, 68/2). Başka bir rivayette inkârcıların da secde etmek isteyecekleri fakat buna güçlerinin yetmeyeceği haber verilmiştir (Şevkânî, V, 317). Onlar, gözlerine korku çökmüş, zillet içerisinde ve perişan bir halde bulunurlar. Halbuki dünyada yapabilecek durumda iken de secdeye çağrılmışlar, fakat secde etmemişlerdi. Bu sebeple âhirette secde etme güçleri ellerinden alınacaktır (bk. Râzî, XXX, 96).
Bir diğer Tefsire göre;Bahsedilen gün, kıyâmet günüdür. “Bacakların açılması” deyimi iki mânaya gelebilir ve kıyamet günü için her iki mâna da geçerlidir.
› İşlerin güçleşmesi, zor ve içinden çıkılmaz bir hal alması. Nitekim Araplar, zor duruma düşen bir insanın halini anlatmak üzere bu ifadeyi kullanırlar.
› Hakikatin üzerinden perdenin kalkması. Gerçekten de kıyamet günü bütün hakikatler ortaya çıkacak ve herkesin ne yaptığı belli olacaktır.
Kimin Allah’a ibâdet ettiği, kimin etmediği küçük bir imtihanla belirlenecektir. Bu iş için herkesten Allah’ın huzurunda secdeye kapanması istenecektir. Dünyadayken ibâdet edenler hemen secde edeceklerdir. İnkâr edenlerin ise bel kemikleri kaskatı kesilerek kilitlenecek ve secdeye gidemeyecekler, zelil ve pişman olarak ayakta kalacaklardır. (bk. Buhârî, Tefsir 68/2) Zira onlar, dünyada sapasağlam iken, azaları ve sıhhatleri yerinde iken ezan ve kametlerle secdeye çağrılmışlar, fakat bu davete icâbet etmemişlerdi. Bu sebeple kıyamet günü secde etme gücü onların elinden alınacaktır.

فَذَرْنٖي وَمَنْ يُكَذِّبُ بِهٰذَا الْحَدٖيثِؕ سَنَسْتَدْرِجُهُمْ مِنْ حَيْثُ لَا يَعْلَمُونَۙ ﴿٤٤﴾
﴾44﴿ Sen bu sözü yalan sayanı bana bırak! Biz onları, bilemeyecekleri bir şekilde yavaş yavaş azaba doğru çekeceğiz.

وَاُمْلٖي لَهُمْؕ اِنَّ كَيْدٖي مَتٖينٌ ﴿٤٥﴾
﴾45﴿ Onlara mühlet veriyorum; ama benim planım çok sağlamdır!
Tefsir
“Bu söz” diye çevirdiğimiz “hadîs” kelimesi “ilâhî vahiy, Kur’an” veya “yeniden dirilmeyi ve âhiret hesabını bildiren ilâhî haber” şeklinde yorumlanabilir. 44. âyetteki “Bu sözü yalan sayanı bana bırak” cümlesi, vahiy ve âhireti inkâr edenleri cezalandırma yetkisinin yalnız Allah’a mahsus olduğunu ifade eder. “Biz onları, bilemeyecekleri bir şekilde yavaş yavaş azaba doğru çekeceğiz” diye çevirdiğimiz cümle ise kısaca şunu anlatıyor: Allah verdikçe onlar şımarır; fakat O, imtihan sebebiyle vermeye devam eder. Bu durum İslâmî literatürde istidrâc terimiyle ifade edilmiştir (bk. A‘râf 7/182).
45. âyette “plan” diye çevirdiğimiz keyd kelimesi, Allah için kullanıl­dığında, İslâmiyet ve müslümanlar aleyhinde çalışan inkârcıların plan­larını boşa çıkaran Allah’ın adaletli ve hikmetli planını ifade eder. Yüce Allah kendi planı uyarınca, âyetlerini yalan sayanları hemen cezalan­dırmayıp onlara mühlet verdiğini, kendilerine bazı imkân ve fırsatlar tanıdığını, fakat onların bu fırsatı değerlendirmeyip derece derece kurtuluşu olmayan bir yıkıma doğru gittiklerini ifade buyurmaktadır (bk. A‘râf 7/182-183; ayrıca krş. En‘âm 6/44).

اَمْ تَسْـَٔلُهُمْ اَجْراً فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَۚ ﴿٤٦﴾
﴾46﴿ Yoksa, sanki sen onlardan bir ücret istiyorsun da bunun ağırlığı altında kalmaktan mı çekiniyorlar?
Tefsir
Peygamber, tebliğ faaliyetinin karşılığında ücret beklemez, muhataplar da maddî anlamda borç altında olmazlar, tebliğ de itaat de maddî kaygılarla ilgisi olmayan, tamamen dinî ve ahlâkî birer görevdir.

اَمْ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ ﴿٤٧﴾
﴾47﴿ Yahut gayb bilgisine sahipler de oradan mı alıp yazıyorlar?
Tefsir
İnkârcılara soru tarzında başka bir uyarı olup özellikle dinî konularda insanın bilgi kapasitesinin sınırlı olduğuna, Allah’tan başka hiç kimse gayb âlemi hakkında bilgi sahibi olmadığı için bu konularda ileri sürülen iddiaların da temelsiz olacağına, sonuç olarak din konularında Allah’ın peygamberi vasıtasıyla insanlara ulaştırdığı vahiy bilgisinin yegâne kaynak olarak benimsenmesi gerektiğine işaret edilmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’i yalanlayanları, onun getirdiği hakikatleri kabul etmeyenleri cezalandırma işini Allah Teâlâ kendi uhdesine almıştır. Dolayısıyla onların yaptıklarına aldırmadan tebliğe devam etmek gerekir. Zira layık oldukları cezayı onlara Allah verecektir. Onları bilmedikleri yerden yavaş yavaş helake sürükleyecektir. Bu şekilde cezalandırmaya “istidrâc” denilmektedir. Şöyle ki: Allah zalimlere, din düşmanlarına, haklarında iyi zannettikleri mallar, servetler, evlatlar, kuvvetler ve zevkler verir. Onları gittikçe artırıp hızlandırır. Böylece o zalim yaptığı işte bir eksiklik ve yanlışlık olmadığını zannederek, hakka karşı düşmanlığa, zulüm ve isyana battıkça batar. Bu nimetlerin kendisi için bir lutuf değil, bilakis helakine sebep olduğunu fark edemez. Böylece Allah hiç hissettirmeden onu derece derece uçurumun kenarına çeker, bilemediği bir yerden uçurumdan aşağı yuvarlar. (bk. A‘râf 7/182) Bu sebeple Kur’an düşmanları, Allah’ın kendilerine verdiği mühleti yanlış anlamasınlar. Her şeyi kuşatan ilmiyle kâfirlerin hilelerine karşı hazırladığı tuzak ve aldığı tedbir son derece sağlam olan Allah’ın azabından emin olmasınlar. Bilakis O’ndan korksunlar ve kendilerini korumaya çalışsınlar.

فَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ وَلَا تَكُنْ كَصَاحِبِ الْحُوتِۘ اِذْ نَادٰى وَهُوَ مَكْظُومٌؕ ﴿٤٨﴾
﴾48﴿ Sen rabbinin hükmüne sabret; balığın yuttuğu (Yunus) gibi olma. Hani o, öfkeli bir halde bağırıp çağırmıştı.

لَوْلَٓا اَنْ تَدَارَكَهُ نِعْمَةٌ مِنْ رَبِّهٖ لَنُبِذَ بِالْعَرَٓاءِ وَهُوَ مَذْمُومٌ ﴿٤٩﴾
﴾49﴿ Rabbinin lutfu imdadına yetişmeseydi o mutlaka kınanmayı hak etmiş olarak ıssız bir sahaya atılacaktı.
Tefsir
Rivayete göre,Hz. peyğamber Silamı arzetmek üzere Sakifilerin yanına gittiğinde kendisine eziyet vermeleri üzerine onlara bedua etmek istemiş,bunun üzerine bua ayetler inmiştir.Raziye göre bu ayet Medine de Uhud gazvesin de münafık guruplara beddua etmek istediğin de inmiştir.

فَاجْتَبٰيهُ رَبُّهُ فَجَعَلَهُ مِنَ الصَّالِحٖينَ ﴿٥٠﴾
﴾50﴿ Fakat rabbi onu seçip sâlihlerden eyledi.
Tefsir
“Balığın arkadaşı”, Yûnus (a.s.)’dır. Hz. Yûnus kavmine tebliğde bulunmuş, onları Allah’a kulluğa davet etmişti. Fakat kavmi ona icâbet etmediler. O da sabır ve azimle vazifesine devam edecek yerde kavmine kızdı ve yaşadığı yerden ayrıldı. Bir gemiye bindi. Çıkan fırtına yüzünden çekilen kura ona çıktı ve denize atıldı. Onu bir balık karnına aldı. Yûnus (a.s.) balığın karnında, karanlıklar içinde: “Senden başka ilâh yoktur. Sen her türlü kusurdan, eşi-ortağı olmaktan uzaksın. Şüphesiz ben kendine yazık edenlerden oldum” (Enbiyâ’ 21/87) diye yalvardı. “Eğer o, Allah’ı her dâim tesbih eden kullardan olmasaydı, elbette insanların yeniden diriltileceği güne kadar o balığın karnında kalacaktı.” (Saffât 37/143-144) Yahut burada işaret edildiği üzere kınanmış, her türlü hayırdan uzaklaştırılmış bir halde ağaçsız, ıssız bir arâziye atılacaktı. İlâhî inayet ve rahmetten mahrum kalacaktı. Fakat bu niyazı üzerine Allah yardımına yetişti, onu sahile çıkardı, yedirdi içirdi, sıhhatine kavuşturdu. Tekrar kavmine döndü. Yüz binlere tebliğde bulundu da hepsi ona iman ettiler. (bk. Saffât 37/139-148) İşte Resûlullah (s.a.s.)’e Hz. Yûnus’un bu kıssası hatırlatılarak, bundan ders alıp sabretmesi, azim ve kararlılıkla tebliğe devam etmesi ve Rabbinin neticede vereceği hükmü beklemesi istenmektedir. Sabretmediği takdirde sonucun iyi olmayacağı ikazı yapılırken, sabırla vazifesine devam ettiği takdirde neticenin çok parlak olacağı müjdesi verilmektedir. Ancak inkarcılardan gelecek sözlü ve fiilî zararlara karşı da ıyanık olması istenmektedir:

وَاِنْ يَكَادُ الَّذٖينَ كَـفَرُوا لَيُزْلِقُونَكَ بِاَبْصَارِهِمْ لَمَّا سَمِعُوا الذِّ كْرَ وَيَقُولُونَ اِنَّهُ لَمَجْنُونٌۘ ﴿٥١﴾
﴾51﴿ O inkârcılar Kur’an’ı işittikleri zaman, seni gözleriyle devireceklermiş gibi bakar, “Şüphe yok o bir delidir” derler.
Tefsir
Kelbiye göre;Kafirler Hz.Peygambere gözdeğdirmeye çalıştılar.Onlardan bir adam vardı,iki gün aç kalır Sonra abasının bir köşesini kaldırır hayvanlara bakardı..Ondan Rasülüllaha bu gözle bakmasını ve göz değmesini isterler di.Bunun üzerine Bu ayeti kerime Rasülüllahı korumak için inmiştir.İbni cevzi 343
وَمَا هُوَ اِلَّا ذِ كْرٌ لِلْعَالَمٖينَ ﴿٥٢﴾
﴾52﴿ Oysa Kur’an, âlemler için öğütten başka bir şey değildir.
Tefsir
“Rabbinin hükmü”nden maksat Hz. Muhammed’e (s.a.v.) verilen peygamberlik ve dini tebliğ görevidir (krş. Müddessir 74/1-7; ayrıca bk. İbn Âşûr, XXIX, 104) veya Allah’ın inkârcılara mühlet vererek onlara karşı Hz. Peygamber’e yardımını ertelemesidir (Râzî, XXX, 98). “Balı medinedeğın arkadaşı” ise Yûnus peygamberdir. Hz. Peygamber’e, Allah’ın verdiği görevi sabırla yerine getirmesi emredildikten sonra Yûnus’a atıf yapılmakta ve Resûlullah’a onun hatalı davranışını tekrar etmemesi telkin edilmektedir. Çünkü Yûnus, tebliğ ettiği dini halkın kabul etmediğini görünce sabır ve azimle görevine devam edeceği yerde, halkına kızarak ülkeyi (Ninova) terketmiş, bir gemiye binip denize açılmış, yolda fırtına çıkmış, yolcuların bir kısmının denize atılmasına karar verilince çekilen kurada Yûnus’un şansına denize atılmak düşmüştü; fakat denizde bir balık (balina) tarafından yutularak boğulmaktan kurtulmuş, sahile bırakılmıştı. Böylece kendisine burada da Allah’ın rahmeti yetişti. Yûnus Allah’ın emriyle ülkesine dönüp peygamberlik görevini sürdürmeye, tevhid inancını yaymaya devam etti. Bir rivayete göre Hz. Yûnus kavmine, inanmadıkları takdirde bir azaba uğrayacaklarını bildirmiş, ancak onlar tövbe edip imana geldikleri için bu azap tahakkuk etmemiştir. Fakat onların imana geldiklerinden habersiz olan Yûnus, belirttiği azabın vaktinde gerçekleşmediğini görünce kendisinin alay konusu olacağını düşünerek kızgın bir halde kavminden ayrılıp gitmiştir (bilgi için ayrıca bk. Sâffât 37/139-148). Burada Yûnus peygamberin kıssasına değinilerek Hz. Muhammed uyarılmakta, Mekke müşriklerinin kendisine gösterdiği muhalefete kızıp da ümitsizliğe kapılmaması ve peygamberlik görevini sürdürmesi telkin edilmektedir.
Hz. Peygamber’den Kur’an’ı dinleyen müşriklerin gözleri (bakışları) etkili oklara benzetilerek ona karşı duydukları kin, nefret ve kıskançlık gibi menfi duyguları tasvir edilmektedir. Kur’an’ın edebî üstünlüğü karşısında hayranlık duygularını bastıramayan müşrikler, gerek dil gerekse içerik bakımından onda tenkit edebilecekleri herhangi bir kusur bulamayınca insanların Hz. Peygamber’e karşı gösterdikleri ilgi ve dikkati önlemek için onun sözüne güvenilmez bir mecnun olduğunu propaganda etmeye başlamışlardır. Ancak yüce Allah Kur’an’ın üstün niteliklerini açıklayarak onların menfi propagandalarını etkisiz hale getirmiştir.
Müşrikler Hz. Peygamber’i gördüklerinde, ona karşı duydukları kıs­kançlık ve düşmanlık sebebiyle gözleriyle onu oklayıp öldüreceklermiş gibi bakarlardı. 51. âyet onların bu psikolojik durumunu tasvir etmektedir. Bu âyetin nazarla (göz değmesi) ilgili olduğu yolunda yaygın bir kanaat bulunmakla birlikte bu kanaat kesin bir bilgiye dayanmamaktadır. Nitekim Şevkânî’nin aktardığına göre (V, 319) çok yönlü bir âlim olan İbn Kuteybe de âyette müşriklerin Resûlullah’a nazar değdirmelerinden söz edilmediğini, Resûlullah Kur’an okuduğunda inkârcıların ona kin ve düşmanlık duygularıyla baktıklarının anlatıldığını ifade etmiştir. Buna göre nazar hakkında başka deliller varsa da bu âyetin onunla ilgisi yoktur.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 439
Diğer bir Tefsire göre Müşriklerin, Resûlullah (s.a.s.)’e düşmanlıkları had safhadaydı. Kur’ân-ı Kerîm’i işittikleri zaman düşmanlık duyguları iyice galeyana geliyordu. Gözleriyle neredeyse Efendimiz (s.a.s.)’i devirecekmiş gibi kin ve nefretle bakıyorlardı. Çünkü Kur’an’ın ilâhî bir kelâm olduğunu hissediyor, içlerinden hayranlık duyuyor, fakat insanları ona imandan çevirebilmek için tek çare olarak Peygamberimiz (s.a.s.)’e saldırıyor ve ona deli diyorlardı. Halbuki Kur’an bütün insanlar için ilâhî bir hatırlatmadır. Peygamber de o hatırlatmayı insanlara tebliğ eden şerefli bir elçidir.
51. âyet “göz değmesi” anlamına gelen nazarın gerçek olduğunu gösterir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Göz değmesi bir gerçektir.” (Buhârî, Tıb 36; Müslim, Tıb 41, 42)
“Eğer kaderi bir şey geçecek olsaydı, göz değmesi kaderi geçerdi.” (Müslim, Tıb 42; Tirmizî, Tıb 17)
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) şöyle anlatır:
Allah Resûlü (s.a.s.) cinlerden ve göz değmesinden Allah’a sığınırdı. Nihâyet Muavvizeteyn yani Felak ve Nâs sûreleri nâzil oldu. Ondan sonra Muavvizeteyn ile Allah’a sığınmaya başladı ve diğer duaları bıraktı. (Tirmizî, Tıb 16; İbn Mâce, Tıb 33)

 
Kurban
Beiträge: 1.014
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010

zuletzt bearbeitet 07.04.2022 | Top

   

Mülk Süresi Meal Ve Tefsiri
Kalem Süresi Meal Ve Tefsiri

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz