Tevbe Süresi Meal Ve Tefsiri 111-126
اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنٖينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَؕ يُقَاتِلُونَ فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْداً عَلَيْهِ حَقاًّ فِي التَّوْرٰيةِ وَالْاِنْجٖيلِ وَالْقُرْاٰنِؕ وَمَنْ اَوْفٰى بِعَهْدِهٖ مِنَ اللّٰهِ فَاسْتَبْشِرُوا بِبَيْعِكُمُ الَّذٖي بَايَعْتُمْ بِهٖؕ وَذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظٖيمُ ﴿١١١﴾
Meal:﴾111﴿ Allah, kendi yolunda çarpışırken öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek üzere satın almıştır. Bu, Allah’ın Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da yer almış gerçek bir vaadidir. Kim Allah’tan daha fazla sözüne bağlı olabilir! O halde yaptığınız bu alışverişten ötürü sevinin. İşte büyük bahtiyarlık da budur.
Tefsir:Bazı tefsirlerde bu âyetin Hicret’ten az önce İkinci Akabe Biatı sırasında Resûlullah ile ona destek sözü veren Medineli müslümanlar arasında geçen bir konuşma üzerine nâzil olduğuna dair bir rivayet yer almaktadır (İbn Atıyye, III, 87; Taberî iniş zamanını belirtmeksizin bu rivayetin ortak unsuru olan Abdullah b. Revâha’nın sözüne yer verir, bk. XVI, 35-36). Nakledilen bu konuşmanın anılan görüşmeler sırasında cereyan etmiş olması muhtemel olmakla beraber, âyetin içeriği ve bağlamı Tebük Seferi’ne yakın bir tarihte indiği kanaatini güçlendirici niteliktedir ve daha Mekke dönemindeyken indiğini kabul etmeye elverişli görünmemektedir (Derveze, XII, 222-223). Âyetin Medine’de Mescid-i Nebevî’de indiğini, müslümanlar tarafından büyük bir sevinçle karşılandığını ve ensardan bir kişinin yukarıda işaret edilen konuşmada geçen, “Doğrusu bu kârlı bir alışveriş! Artık ne vazgeçer ne vazgeçilmesine razı oluruz” ifadesini kullandığını belirten rivayet de bu kanaati desteklemektedir (İbn Ebû Hâtim, VI, 1886).
Esasen evrendeki bütün varlıklar, bu arada insanların can ve malları Allah’ın hükümranlığı altında olmakla beraber, insanın yine ilâhî iradeyle tâbi tutulduğu sınavın bir uzantısı olarak yüce Allah “canlar”ı ve “mallar”ı müminlere izâfe etmiş, onların bu sınavdaki seçme özgürlüğüne dikkat çekmiştir. Âyette müminler için kâr, kazanç, başarı kavramlarının dünya ile sınırlı olamayacağı, mutluluk anlayışının dünyevî hazlar içine hapsedilemeyeceği fikri, satım sözleşmesi benzetmesinden yola çıkan edebî bir üslûp kullanılarak işlenmektedir. Müslümanların kritik bir durumda bulundukları sırada onları düşmana karşı savaşmaya özendiren bu âyette dahi ölümü ve öldürmeyi göze almanın ancak Allah’ın rızâsını kazanma amacını taşıdığı ve Allah’ın huzurunda yapılan bir antlaşma çerçevesinde, yani O’nun koyduğu ilkelere uygun biçimde cereyan ettiği takdirde bir değer ifade edeceğinin belirtilmesi, beşerî ihtiraslar ve dünyevî çıkarlar uğrunda canını ortaya koymanın budalaca bir cengâverlik veya sonuçları dünya hayatıyla sınırlı bir kumarbazlık, bu amaçla başkalarının canına kıymanın da altından kalkılamaz bir vebal olduğunu gösterir (Kur’an’ın öldürme konusundaki ifadeleriyle ilgili bir açıklama için bu sûrenin 5. âyetinin tefsirine bk.).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 63-64
اَلتَّٓائِبُونَ الْعَابِدُونَ الْحَامِدُونَ السَّٓائِحُونَ الرَّاكِعُونَ السَّاجِدُونَ الْاٰمِرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّاهُونَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَالْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللّٰهِؕ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنٖينَ ﴿١١٢﴾
Meal:﴾112﴿ O tövbekârlar, ibadet edenler, hamdedenler, dünyada yolcu gibi yaşayanlar, rükûa varanlar, secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten alıkoyanlar, Allah’ın sınırlarını gözetenler; müjdele o müminleri!
Tefsir:“Dünyada yolcu gibi yaşayanlar” şeklinde tercüme ettiğimiz “es-sâihûn” kelimesinin sözlük anlamı “seyahat edenler”dir. Birçok sahâbî, Hz. Peygamber’in “Ümmetimin seyahati oruçtur” meâlindeki bir hadisine dayanarak âyetteki bu kelimeyi “oruç tutanlar” şeklinde yorumlamışlardır (Taberî, XI, 28). Seyahat ve oruç arasındaki benzerlik daha çok şu şekilde açıklanmıştır: Her ikisinde kişi birtakım zorluklara ve mahrumiyetlere katlanır; seyahatte kişi görmediği, bilmediği yerleri ve durumları görüp gözlemleyebilir, oruç tutan mümin de ruhen yücelerek melekût âleminin birtakım özel hallerine muttali olabilir. Bazı ilk dönem müfessirleri bir başka hadise dayanarak aynı kelimeyi, “cihad edenler” biçiminde açıklamışlardır. Kelimeyi sözlük anlamına göre yorumlayanlar, “yer yüzünde seyahat edenler”, “Mekke’den Medine’ye göç edenler”, “ilim öğrenmek için yolculuğa çıkanlar”, “Allah’ın birlik ve kudretini gösteren delilleri gözlemlemek ve onlardan sonuçlar çıkarmak için yollara düşenler” gibi açıklamalar yapmışlardır (İbn Atıyye, III, 89; Elmalılı, IV, 2625; Kur’an’ın dersler çıkarma amacıyla yeryüzünde gezip dolaşmayı özendirmesi hakkında bk. Âl-i İmrân 3/137). Tercümemize esas olan düşünceyi de şöyle özetlemek mümkündür: Bu dünyanın fâni olduğunu unutmayanlar, ömür sermayelerini olabildiğince ebedî mutluluğa yatıranlar, dünya hayatlarını hep bir yolcunun şuuru içinde yaşarlar; bu ebediyet yolcuları, kelimenin yorumunda zikredilen güzel davranışlar içinde bulunurlar.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 64-65
مَا كَانَ لِلنَّبِيِّ وَالَّذٖينَ اٰمَنُٓوا اَنْ يَسْتَغْفِرُوا لِلْمُشْرِكٖينَ وَلَوْ كَانُٓوا اُو۬لٖي قُرْبٰى مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُمْ اَصْحَابُ الْجَحٖيمِ ﴿١١٣﴾
﴾113﴿ Müşriklerin cehennemlik oldukları müminler nezdinde açıklık kazandıktan sonra, akraba bile olsalar peygamber de müminler de onların bağışlanmalarını dileyemezler.
Tefsir:Rivayete göre Ebu Talib’in ölüm hastalığında Peygamber Efendimiz (s.a.s.) onun yanına girdi. Orada Ebu Cehil ve Abdullah b. Ebî Ümeyye de vardı. Allah Resûlü (s.a.s.): “Amca, üzerimde hakkı en çok olan kişi sensin, insanların bana en çok ihsanda bulunanı sensin, senin bendeki hakkın babamın hakkından daha büyüktür Ey amca, «Lâ ilâhe illallah» kelimesini söyle ki Allah katında senin için bir delile sahip olayım” dedi. Ebu Cehil ve Abdullah b. Ebî Ümeyye de: “Ey Ebu Talib, Abdülmuttalib’in dininden yüz mü çevireceksin?” dediler ve böyle söylemeye devam ettiler. Nihâyet Ebu Talib’in söylediği son sözü: “Abdülmuttalib’in dini üzere” demek oldu. Peygamberimiz (s.a.s.): “Sana bağışlanma dilemekten men’olunmadığım sürece senin için mutlaka Rabbimden af edeceğim” buyurdu. Bunun üzerine bu 113. âyet (Buhârî, Tefsir 9/16) ile “Rasûlüm! Sen sevdiğini doğru yola erdiremezsin...” (Kasas 28/56) âyeti nâzil oldu. (Buhârî, Tefsir 28/1; Müslim, İman, 39; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 57-58)
وَمَا كَانَ اسْتِغْفَارُ اِبْرٰهٖيمَ لِاَبٖيهِ اِلَّا عَنْ مَوْعِدَةٍ وَعَدَهَٓا اِيَّاهُۚ فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَـهُٓ اَنَّهُ عَدُوٌّ لِلّٰهِ تَبَرَّاَ مِنْهُؕ اِنَّ اِبْرٰهٖيمَ لَاَوَّاهٌ حَلٖيمٌ ﴿١١٤﴾
Meal:﴾114﴿ İbrâhim’in, babasının bağışlanması için yaptığı dua ise sırf ona verdiği bir sözden ötürüydü. Ama onun bir Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca ondan uzaklaştı. İbrâhim gerçekten çok duyarlı, yumuşak huylu biriydi.
Tefsir:Âyetlerin, Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib’in veya annesinin bağışlanması için dua etmesi yahut bazı müminlerin müşrik olarak ölen yakınlarının bağışlanmaları için dua etmeleri sebebiyle indiğine dair değişik rivayetler bulunmaktadır (bk. Taberî, XI, 40-43). Sûrenin iniş zamanı ile ilgili bilgiler, 113. âyette hem Hz. Peygamber hem de müminlerden söz edildiği ve ardından gelen âyette de Hz. İbrâhim örneğine değinildiği göz önüne alınırsa, asıl amacın belirli bir olayla ilgili bir hüküm veya açıklama getirmek değil, bu konuda bir ilkeye dikkat çekmek olduğu anlaşılır ki bu da, hayatındaki bütün fırsatları bir kenara itip Allah’a şirk koşmakta ısrar ettiği ve o hal üzere öldüğü bilinen kişilerin bağışlanması için duada bulunmanın Allah katında tasvip edilen bir davranış olmadığıdır. Bazı müfessirlerce belirtildiği üzere, burada müşrikler için istiğfarda bulunma yasağı, onların şirk üzere öldüklerinin bilinmesi haliyle sınırlıdır. Bir kimse hayatta iken onun kâfir olarak öleceği bilinemeyeceğine göre, müminlerin henüz sağ olan inançsız bir kişinin hidayete ermesi ve bağışlanması için dua etmelerine bir engel yoktur (Taberî, XI, 43-44). Bu bağlamda Resûl-i Ekrem’in Hz. İbrâhim’in soyundan olduğu, hayatta olduğu sürece hiç kimseyi imansız öleceğini varsayarak Allah düşmanı ilân etmediği, hatta münafıkların reisi Abdulah b. Übey öldüğünde iyi bir mümin olan oğlunun onun cenaze namazını kıldırması yönündeki ricasını dahi reddetmemeye çalıştığı da hatırlanmalıdır.
Hz. İbrâhim’in babası için duadan vazgeçmesi, birçok müfessir tarafından, babasının müşrik olarak öldüğünden emin olması üzerine istiğfarı bırakması şeklinde açıklanmıştır. Bazı müfessirler ise bir rivayetten yola çıkarak, âhirette babasının sırattan geçebilmek için kendisinden yardım isteyeceği, fakat müşrik olarak öldüğünü açıkça görmesi üzerine yardımda bulunmayı reddedeceği yorumunu yapmışlardır; fakat bunu teyit eden sağlam bir delil bulunmamaktadır. İbn Atıyye bu yorumun zayıf olduğunu belirtmekte (III, 91), Taberî de birinci yorumu daha isabetli bulmaktadır (XI, 45-47; Hz. İbrâhim hakkında bilgi için bk. Bakara 2/124; Âl-i İmrân 3/65-68).
“Çok duyarlı” diye tercüme ettiğimiz evvâh kelimesine, bazı hadislerdeki kullanımlar da dikkate alınarak, “çok dua eden, merhameti bol, derin anlayış sahibi, yürekten inanmış, Allah’ı çok tesbih eden, Allah kelâmını çok okuyan, mânevî ıstıraplardan ötürü derin teessürleri olan, kalbi yanık, âh edip inleyen, kavrama gücü yüksek, huşû içinde Allah’a yalvaran” gibi mânalar da verilmiştir (Taberî, XI, 47-53).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 66-67
وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُضِلَّ قَوْماً بَعْدَ اِذْ هَدٰيهُمْ حَتّٰى يُبَيِّنَ لَهُمْ مَا يَتَّقُونَؕ اِنَّ اللّٰهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلٖيمٌ ﴿١١٥﴾
﴾115﴿ Allah bir topluluğu doğru yola ilettikten sonra, sakınacakları şeylerin neler olduğunu kendilerine açıklamadan, onları yoldan çıkmış sayacak değildir. Kuşkusuz Allah her şeyi en iyi bilmektedir.
اِنَّ اللّٰهَ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِؕ يُحْـيٖ وَيُمٖيتُؕ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصٖيرٍ ﴿١١٦﴾
Meal﴾116﴿ Bilesiniz ki göklerin de yerin de hükümranlığı Allah’ındır. Yaşatan O’dur, öldüren O’dur. Allah’tan başka sizin için ne bir dost ne bir yardımcı vardır.
Tefsir:Yüce Allah 115. âyette İslâmiyet’in temel ilkelerinden birini hatırlatmakta, sakınacakları hususlarda yeterli bir bildirim gerçekleşmeden insanların sorumlu tutulmayacaklarını belirtmektedir. Ayrıca, gerek bu gerekse müteakip âyette, hidayete erdirenin Allah olduğuna ve O’ndan başka tam mânasıyla güvenilip dayanılacak dost bulunmadığına dikkat çekilmektedir. Şu var ki, Kur’an’ın başka âyetleri ışığında, Allah Teâlâ’nın bu hidayeti nasip etmesinin kulun niyet ve irade sınavındaki başarısıyla irtibatlı olduğu göz ardı edilmemelidir.
لَقَدْ تَابَ اللّٰهُ عَلَى النَّبِيِّ وَالْمُهَاجِرٖينَ وَالْاَنْصَارِ الَّذٖينَ اتَّبَعُوهُ فٖي سَاعَةِ الْعُسْرَةِ مِنْ بَعْدِ مَا كَادَ يَزٖيغُ قُلُوبُ فَرٖيقٍ مِنْهُمْ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْؕ اِنَّهُ بِهِمْ رَؤُ۫فٌ رَحٖيمٌۙ ﴿١١٧﴾
Meal:﴾117﴿ Şu bir gerçek ki Allah, peygambere ve o sıkıntılı zamanda, içlerinden bir grubun moralleri bozulmaya yüz tuttuktan sonra bile ona bağlılıklarını koruyan muhacirlere ve ensara lütfuyla muamele etti ve sonra da tövbelerini kabul etti. Allah onlara karşı çok şefkatli ve merhametlidir.
Tefsir:Tevbe kelimesi Allah’a izâfe edildiğinde, “Allah’ın, kulunun durumunu daha iyi bir hale çevirmesi, ona tövbe nasip etmesi ve tövbesini kabul etmesi” mânalarına gelir. Âyetteki (tevbe kökünden türetilmiş olan) birinci fiili, “kulun durumunu daha iyiye çevirme” mânasında anlamak bağlama daha uygun düşmektedir. Allah Teâlâ Hz. Peygamber’e Tebük Seferi’nin meşakkatlerine katlanıp bu seferi başarıyla tamamlamayı, büyük sevap ve müslümanlar için hayırlı neticeler elde etmeyi nasip etmiş, önceki durumuna göre onu daha mütekâmil bir duruma getirmiştir. Resûlullah’a bağlılıklarını koruyan muhacir ve ensara da bu zorlu sınav ile kusurlarından daha bir arınma ve ilâhî rızâya daha fazla yaklaşma fırsatı sağlamıştır. Moralleri bozulmaya yüz tutanlara, yani Hz. Peygamber’in sefer kararını birtakım tereddüt ve olumsuz düşüncelerle karşılayan veya sefer sırasındaki güçlüklerden ötürü geri dönmeyi akıllarından geçirmeye başlayanlara gelince, bağışlamak suretiyle onları bu aşağı mertebeden kurtarıp durumlarını iyileştirmiştir (İbn Atıyye, III, 92-93).
“Sıkıntılı zaman” tamlamasıyla Tebük Seferi’nin kastedildiği hemen bütün müfessirlerce kabul edilir. Gerek bu sefere hazırlık esnasında gerekse sefer sırasında Resûlullah ve müslümanlar büyük sıkıntılar çekmişlerdir. Siyer ve tefsir kitaplarında bazı sahâbîlerin yaptıkları fedakârlıklar, bir damla suya, bir lokma yiyeceğe ihtiyaç duyar hale gelen İslâm ordusunun bu sıkıntıdan kurtulması için Resûl-i Ekrem’in yaptığı dualar ve bunların mûcizevî sonuçlarıyla ilgili birçok rivayet yer alır (meselâ bk. Taberî, XI, 54-56; İbn Atıyye, III, 93).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 68-69
وَعَلَى الثَّلٰثَةِ الَّذٖينَ خُلِّفُواؕ حَتّٰٓى اِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ اَنْفُسُهُمْ وَظَنُّٓوا اَنْ لَا مَلْجَأَ مِنَ اللّٰهِ اِلَّٓا اِلَيْهِؕ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُواؕ اِنَّ اللّٰهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحٖيمُࣖ ﴿١١٨﴾
Meal:﴾118﴿ Allah geriye bırakılan (savaşa katılmayan) üç kişinin de tövbesini kabul etti. Sonunda, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmeye başlamış, vicdanları kendilerini sıkıştırmış ve Allah’a karşı O’ndan başka sığınılacak kimse olmadığını anlamışlardı. Bunun üzerine O da eski durumlarına dönmeleri için onlara tövbe nasip etti. Şüphesiz Allah, tövbeleri kabul edendir, merhametlidir.
Tefsir:Tebük Seferi’ne katılmamaktan ötürü pişmanlık duymakla beraber hemen özür dilemeyen ve tövbeye yönelmeyen üç kişiden söz edilmektedir. Rivayetlere göre bu üç kişi Kâ‘b b. Mâlik, Hilâl b. Ümeyye ve Mürâre b. Rebî‘dir. Hz. Peygamber seferden dönünce, sıhhî ve malî durumları elverişli olduğu halde sefere katılmayan ve hemen günahlarını itiraf edip tövbeye yönelmeyen bu üç kişinin yüzüne bakmadı. Müslümanlar da Resûlullah’a uyarak onlarla ilişkilerini dondurdular. 106. âyette kendilerinden, “Bir diğer grubun durumu ise Allah’ın hükmüne kalmıştır; ya onlara azap edecek veya tövbelerini kabul edecektir” diye söz edilen bu kişiler, yaklaşık elli gün süren çileli bir bekleyiş içine girdiler. Nihayet bu âyetin nâzil olmasıyla tövbelerinin samimi olduğu ve Allah tarafından kabul edildiği bildirilince yüzleri güldü; Resûlullah’ın ve müslümanların arasına döndüler, âdeta hayat onlar için yeniden başlamış oldu.
Âyetin “geriye bırakılan” diye çevirdiğimiz kısmını, “Tebük Seferi’nden geri kalanlar” şeklinde yorumlayanlar bulunmakla beraber, çoğu müfessirler 106. âyetle irtibatlandırarak buna “bağışlanmaları ertelenenler” mânasını vermişlerdir; olaya konu olan sahâbîlerden yapılan nakiller de bu anlamı desteklemektedir (Taberî, XI, 56-62; İbn Atıyye, III, 92-94).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 69
يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقٖينَ ﴿١١٩﴾
Meal:﴾119﴿ Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun.
Tefsir:Önceki âyetlerde işlenen konuyla bağlantı kurarak yorum yapan müfessirler, “doğrular” diye çevirdiğimiz sâdıkîn kelimesini, Hz. Peygamber ve onun ashabı şeklinde açıklarlar (Râzî, XVI, 220). Buradaki hitabın genelliği ve Kur’an’daki kullanımları dikkate alınırsa bu kelimeye, “özü sözü bir olan ve dürüst davranan kişiler” mânası vermek daha uygun olur. Kuşkusuz bu niteliği taşıyan örnek şahsiyetlerin başında peygamberler ve Peygamberimiz Hz. Muhammed ile ona gönülden bağlanmış sahâbîleri gelir. “Doğrularla beraber olun” buyruğunun, onlarla maddî bir beraberlik içinde olmaktan çok, bu sayede elde edilecek doğruluk erdemiyle onlar gibi davranmayı hedeflediği açıktır. Buna göre “Allah’a saygıda kusur etmeme, O’na karşı gelmekten sakınma çabası gösterme” gibi mânalarla açıklanabilen takvâ kavramının sıdk kökünden gelen sâdıkūn kavramıyla birlikte kullanılmış olması, tam anlamıyla takvâya erişebilmenin ancak doğrulukla birlikte gerçekleşebileceğini gösterir (takvâ hakkında bk. Bakara 2/197; A‘râf 7/26).
Sıdk, insanın söz ve davranışlarıyla niyet ve inancında doğru, dürüst ve iyilikten yana olması anlamında bir ahlâk terimidir. Sıdk kelimesi ve türevleri Kur’an’da ve hadislerde sıkça geçer. İslâm ahlâkçıları da bu iki ana kaynakta tuttuğu önemli yere paralel olarak, sıdk kavramına eserlerinde geniş yer vermişler, çeşitli tutum ve davranışlara göre başlıca altı tür sıdktan söz etmişlerdir: ☼a) Konuşmada dürüstlük. Dinî ve sosyal bir zarara yol açmadıkça söylenen her sözün gerçeği yansıtması gerekir. ☼b) Niyet ve iradede dürüstlük. Davranışların özü ve ruhu niyettir; bu itibarla kişi önce kendi niyet ve iradesinde dürüst olduğundan emin bulunmalıdır. Nitekim birçok âyet ve hadis, davranışlarda niyetin önemini vurgulamıştır. ☼c) Karar dürüstlüğü. Kişi bir işin iyi olduğuna inanmışsa onu yapmaya, kötü olduğuna inanmışsa ondan uzak durmaya karar vermelidir. ☼d) Kararında durma dürüstlüğü. Bir konuda verilmiş kararı uygulamak ve caymadan sürdürmek, karar vermekten daha güçtür; fakat kararın değeri onu uygulamadaki dürüstlüğe bağlıdır. Karar verme ve kararında durma dürüstlüğü özellikle kötü alışkanlıklardan tövbe edip bir daha bunlara dönmeme konusunda önem taşır. Kötü bir işe karar verilmiş olması halinde bundan caymak ise yeni bir doğru karar almak ve uygulamak anlamına gelir. ☼e) Amelde dürüstlük. Ahlâk bilginleri amel bakımından sıdkı, iyilikleri gösteriş yapma ve çıkar gütme gibi ahlâk dışı amaçlarla değil, sırf iyilik olduğu için yapma, kötülükleri de aynı anlayışla terketmedeki doğruluk ve dürüstlük şeklinde açıklarlar. ☼f) Dinî ve mânevî hallerde dürüstlük. Özellikle tasavvufî kaynaklarda havf (korku), recâ (ümit), tâzim, zühd, rızâ, tevekkül, sevgi gibi insanın Allah’a saygı ve bağlılığını gösteren yüksek dinî ve mânevî hallerinde dürüst olması, sıdkın en yüksek derecesi olarak gösterilmiştir (Gazzâlî, İhyâ, IV, 391). Böylece, insanın sorumluluğa konu olan bütün hal ve hareketlerinde doğruluk ve dürüstlüğü, samimiyet ve iyi niyeti ifade eden geniş kapsamlı bir ahlâk terimi olan sıdkın, âyette büyük bir erdem kabul edildiği ve bu fazilete sahip olanların da, müminler için örnek ve önder şahsiyetler olarak gösterildiği söylenebilir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 71-72
مَا كَانَ لِاَهْلِ الْمَدٖينَةِ وَمَنْ حَوْلَهُمْ مِنَ الْاَعْرَابِ اَنْ يَتَخَلَّفُوا عَنْ رَسُولِ اللّٰهِ وَلَا يَرْغَبُوا بِاَنْفُسِهِمْ عَنْ نَفْسِهٖؕ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ لَا يُصٖيبُهُمْ ظَمَاٌ وَلَا نَصَبٌ وَلَا مَخْمَصَةٌ فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ وَلَا يَطَؤُ۫نَ مَوْطِئاً يَغٖيظُ الْكُفَّارَ وَلَا يَنَالُونَ مِنْ عَدُوٍّ نَيْلاً اِلَّا كُتِبَ لَهُمْ بِهٖ عَمَلٌ صَالِحٌؕ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُضٖيعُ اَجْرَ الْمُحْسِنٖينَۙ ﴿١٢٠﴾
﴾120﴿ Medine ahalisi ve çevresinde bulunan bedevîler Resûlullah’a katılmaktan geri kalamaz ve onu bırakıp kendi canlarının derdine düşemezler. Çünkü onlar Allah yolunda ne zaman bir susuzluk, yorgunluk ve açlığa mâruz kalsalar, kâfirleri öfkelendirecek biçimde bir yere ayak bassalar veya düşmana karşı bir başarı elde etseler, bunların her biri mutlaka onlar için iyi birer amel olarak yazılır. Allah iyilerin emeğini asla boşa çıkarmaz.
وَلَا يُنْفِقُونَ نَفَقَةً صَغٖيرَةً وَلَا كَبٖيرَةً وَلَا يَقْطَعُونَ وَادِياً اِلَّا كُتِبَ لَهُمْ لِيَجْزِيَهُمُ اللّٰهُ اَحْسَنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿١٢١﴾
﴾121﴿ Yine, onlar küçük olsun büyük olsun hayır yolunda bir harcama yaptıklarında, bir yol katettiklerinde, bu -Allah’ın onlara, yapmış olduklarından daha güzeliyle karşılık vermesi için- muhakkak onların lehine yazılır.
Tefsir:Esasen Medine halkı ve yakın çevresindeki bedevîlerden Resûlullah’ın çağrısına uyup ona katılmaktan kaçınanların sayısının fazla olmadığı dikkate alınırsa, burada, anılan bu kesimden “hiç kimseye” böyle davranmanın yaraşmayacağını belirtmenin amaçlandığı söylenebilir. Yani âyet vâkıayı tesbitten ziyade muhtemel bir gevşekliği önlemeyi hedeflemektedir. Örnek nesle örnek davranışların yakışacağı, vahyin kaynağına böylesine yakın muhatapların Hz. Peygamber’e itaatte daha bir duyarlı olmaları gerektiği ve bunun ecrinin de çok büyük olacağı temasını taşıyan bu âyetlerden, diğer müminlerin sorumluluklarının daha az olduğu ve samimi biçimde ortaya koyacakları fedakârlıkların daha az sevap kazandıracağı mânası çıkarılmamalıdır. Öte yandan, Peygamber şehrine özel atıfta bulunulması İslâmiyet’in daha çok orada şekillenmesi ve Hz. Peygamber’in yolunu izlemenin önemiyle ilgili olup, buradaki mesaj bütün çağları ve bütün mümin topluluklarını kuşatacak mahiyette genel ve süreklidir (Derveze, XII, 338; Esed, I, 386). 120. âyetin “çünkü” diye başlayan kısmından itibaren 121. âyetin sonuna kadarki ifade akışı da bunu destekler niteliktedir. Şu halde bu âyetlerden, –diğer kimselerin görevlerinde bir eksiltme anlamı çıkarılmaksızın– bir görevin, özellikle dinî bir vazifenin ifasında konuya ilişkin bilgi ve yakınlığı daha fazla olanların daha bir sorumluluk bilinciyle davranmaları gerektiği; bu bilinç içinde, samimi ve özverili olarak ortaya konan her davranışın Allah katında değer bulacağı ve asla boşa gitmeyeceği sonucu çıkarılabilir.
120. âyetin “düşmana karşı bir başarı elde etseler” şeklinde tercüme edilen kısmı, düşmanın öldürülmesi, esir edilmesi, savaş malzemelerinin ele geçirilmesi, hezimete uğratılması gibi mânalarla açıklanmıştır (Şevkânî, II, 472).
“Bir yol katettiklerinde” diye çevrilen 121. âyetteki ifadenin lafzî karşılığı “bir vadiyi katettiklerinde” şeklindedir. Sözlükte “akarsu yatağı” anlamına gelen vâdî kelimesinin Araplar’ca daha çok “yeryüzü, arazi” anlamında kullanıldığı (Zemahşerî, II, 177) ve “kataa” fiiliyle kullanıldığı zaman “yol tepmek, yola devam etmek” mânalarının kastedildiği dikkate alınarak Muhammed Esed’in çevirisi (I, 385, 386) bizce de tercihe şayan bulunmuştur.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 72-73
وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَٓافَّةًؕ فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَٓائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدّٖينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُٓوا اِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَࣖ ﴿١٢٢﴾
Meal:﴾122﴿ Bununla beraber müminlerin hepsinin toptan savaşa çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grup dinde yeterli bilgi sahibi olmaya çalışmak ve seferden dönen topluluklarını uyarmak üzere geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.
Tefsşr:Müfessirler âyetin iniş sebebi hakkında değişik rivayetler aktarmışlardır. Bunlardan birine göre, önceki âyetlerde Resûlullah’ın savaş çağrısına olumlu karşılık vermeyenlerin ağır bir biçimde eleştirilmeleri sebebiyle oluşan hassasiyet Medine çevresindeki müslümanları veya yeni müslüman olan kimseleri ihtiyaç olmasa bile –muhtemel savaş çağrısına hemen uyabilme amacıyla– Medine’ye gelmeye yöneltmişti. Yakın içerikteki bir rivayete göre, varını yoğunu toplayıp Medine’ye gelen ve Resûlullah’ın yakınında olmaya, ondan dini daha iyi öğrenmeye çalışan bu kimselerin oluşturduğu izdiham Medine’nin yerli halkını rahatsız etmeye başlamıştı. Bu rivayetler ışığında âyetin, şehircilik ve iskân politikalarında planlamanın önemine dikkat çekmek istediği düşünülebilir. Diğer bir rivayet ise şöyledir: Hz. Peygamber çevredeki vahalarda bulunan bazı topluluklardan belirli kimseleri oralardaki insanlara İslâmiyet’i öğretmek üzere yollamıştı; 120. âyet inince bu kişiler kendilerinin de bu kapsamda olduğunu düşünerek telâşlandılar ve hemen Medine’ye döndüler (bunlarla ilgili değerlendirmeler için bk. Taberî, XI, 66-71; Derveze, XII, 239-241).
Dinde yeterli bilgi sahibi olmaları istenenlerin sefere çıkanlar arasında mı yoksa geride kalanlar arasında mı bulunacakları hususunda da farklı yorumlar yapılmıştır. Bir yoruma göre maksat şudur: Hz. Peygamber bir yere ordu gönderirken kendisi Medine’de kalıyorsa, daha önce inen bazı âyetlerde yer alan topluca sefere çıkma buyruğu katı bir biçimde uygulanmamalı, Resûlullah yalnız bırakılmamalı ve bir grup onunla kalıp dinde yeterli bilgileri elde etmeye çalışmalıdır. Diğer bir yorum şöyledir: Her kesimden bir grup Resûlullah ile sefere katılmalı ve yanında bulunup ondan dini daha iyi öğrenmeye çalışmalıdır. Dinde yeterli bilgiye sahip olmaya çalışma buyruğunun sefere katılarak gerçekleşeceği noktasında bu yorumla birleşen diğer bir izah tarzı, sefere iştirak edenlerin başta Allah’ın müslümanlara üstün lutufları ve onlara nasip ettiği zaferler olmak üzere sefer esnasında dersler çıkaracakları olayları gözlemleyecekleri, sonra bunları memleketlerine döndüklerinde geride kalmış olanlara anlatacakları şeklindedir. Bu yorum esas alındığında âyetin meâli şöyle olmaktadır: “Onların her kesiminden bir grup dinde yeterli bilgi sahibi olmaya çalışmak ve döndüklerinde toplumlarını uyarmak üzere sefere çıkmalıdır / toplanmalıdır.” Bu âyeti Tebük Seferi veya başka bir sefer arasında bağ kurmaksızın tefsir edenlere göre burada anlatılmak istenen şudur: Dini öğrenmek üzere bütün müslümanların bizzat Hz. Peygamber’in yanına gelmeleri gerekmez; her topluluktan bir grubun gelip dinlerini öğrenmeleri ve sonra dönüp kendi topluluklarına onu anlatmaları yeterlidir (bk. Taberî, XI, 66-71; İbn Atıyye, III, 96-97; Râzî, XVI, 225-228; Ateş, IV, 154-157).
Âyetin gramer açısından farklı anlamalara imkân veren bir söz dizimine sahip olması sebebiyle değişik yorumlar yapılmış olmakla beraber, İslâm âlimleri genellikle bu âyette ilmin önemine değinildiğini kabul edegelmişlerdir. Bu noktadan hareketle yapılan izahları şöyle özetlemek mümkündür: Dinin sağlıklı bir biçimde tebliği için maddî güç ve düşmana karşı ordu hazırlamak yeterli değildir. İslâmiyet’in hedeflediği medeniyete ilimsiz, irfansız ulaşılamaz. Bu itibarla müslümanların kendilerini aydınlatacak ve gerekli durumlarda uyaracak derin bilgi sahibi kimseler yetiştirmek için üzerlerine düşeni yapmaları bir görevdir. Dinin doğru anlaşılması için yapılacak ilk iş kuşkusuz din ilimlerine gereken emeğin verilmesidir; fakat dinin hedefi müslümanların dünya ve âhiret mutluluğunu birlikte gerçekleştirmek olduğundan, ilme ayrılacak emeğin –dar anlamıyla– din ilimleri şeklinde sınırlandırılması düşünülemez (Kur’an’da ilme yapılan göndermeler ve İslâm’da ilme verilen değer hakkında bk. Zümer 39/9).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 73-75
يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا قَاتِلُوا الَّذٖينَ يَلُونَكُمْ مِنَ الْكُفَّارِ وَلْيَجِدُوا فٖيكُمْ غِلْظَةًؕ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّقٖينَ ﴿١٢٣﴾
Meal:﴾123﴿ Ey iman edenler! İnkârcılardan hemen yakınınızda bulunanlarla savaşın. Onlar sizin çetin gücünüzü görsünler. Biliniz ki Allah, buyruğuna karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir.
Tefsir:Vedâ haccı öncesinde bütün Arap beldeleri İslâm’ı kabul etmişti; İslâm coğrafyasına en yakın düşman toprakları hıristiyan Araplar’ın oturduğu, Bizans hâkimiyetindeki Suriye bölgesiydi. Buraya yapılan Tebük Seferi’nde savaş cereyan etmemiş, Mûte Savaşı için bir misilleme yapılmamıştı. Dolayısıyla bu bölge, müslümanların varlıklarını koruyabilmeleri ve İslâm’ın başka yerlerdeki insanlara tebliği açısından oldukça stratejik bir önem taşıyordu. Âyetin tarihî şartlar ışığında yorumlanması halinde, bunu o dönemde müslümanların yakın çevrelerini güvence altına alacak bir fetih hareketini sürdürmeleri yönünde bir buyruk olarak anlamak uygun olur. Nitekim Hz. Peygamber vefatından kısa bir süre önce, Mûte Savaşı’na sebebiyet veren Kudüs-Şam arasındaki hıristiyan Araplar’a karşı bir ordu sevketmeye karar vermiş ve Üsâme b. Zeyd’i bu orduya kumandan tayin etmişti.
Öte yandan âyetin bütün zamanlar için geçerli olmak üzere müslümanlara yönelttiği buyruk, kendi varlıklarını tehdit eden düşmanlarla savaşmaları ve bu konuda özgüven duygularını daima koruduklarını gösteren bir azim ve kararlılık içinde olmalarıdır. Âyetin “yakınınızda bulunan” diye çevrilen kısmından hareketle düşmanlara karşı savaşma yükümlülüğünde mekân faktörünü öne çıkaran yorumlar yapılmışsa da, düşmanın coğrafî faktör yanında başka yönlerden de yakın tehdit haline gelip gelmemiş olduğunun ölçü alınması gerektiği açıktır. Bu buyruğa Kur’an’ın bütünlüğü içinde bakıldığında, burada müslümanların yakın çevrelerindeki gayri müslimlerle hep savaş içinde olmaları gerektiği gibi bir mânanın bulunmadığı, sadece düşmanlık edenlere karşı ortaya konacak tavırdan söz edildiği kolayca anlaşılır. Bu arada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus, âyette ortaya konması istenen sertlik ve güç, savaş şartlarının câri olduğu durumlarda tâvizsiz ve kararlı davranma anlamındadır; normal şartlarda yürütülen insan ilişkilerinde, meselâ turizm ve ticaret gibi alanlarda müslüman olmayanlara karşı bu buyruğun işletilmesi düşünülemez (Râzî, XVI, 230).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 75-76
وَاِذَا مَٓا اُنْزِلَتْ سُورَةٌ فَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ اَيُّـكُمْ زَادَتْهُ هٰذِهٖٓ اٖيمَاناًۚ فَاَمَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا فَزَادَتْهُمْ اٖيمَاناً وَهُمْ يَسْتَبْشِرُونَ ﴿١٢٤﴾
﴾124﴿ Ne zaman bir sûre indirilse, içlerinden “Bu hanginizin imanını arttırdı ki?” diye soranlar çıkar. Ama bu, iman etmiş olanların imanını pekiştirmiştir ve bundan dolayı onlar sevinç içindedirler.
وَاَمَّا الَّذٖينَ فٖي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَتْهُمْ رِجْساً اِلٰى رِجْسِهِمْ وَمَاتُوا وَهُمْ كَافِرُونَ ﴿١٢٥﴾
﴾125﴿ Kalplerinde hastalık olanlara gelince, bu onların (mânevî) kirlerine kir katmıştır ve onlar inkârcı olarak ölüp gitmişlerdir.
اَوَلَا يَرَوْنَ اَنَّهُمْ يُفْتَنُونَ فٖي كُلِّ عَامٍ مَرَّةً اَوْ مَرَّتَيْنِ ثُمَّ لَا يَتُوبُونَ وَلَا هُمْ يَذَّكَّرُونَ ﴿١٢٦﴾
﴾126﴿ Görmüyorlar mı ki her yıl bir veya iki defa musibetlerle sınanıyorlar da yine tövbe etmiyorlar ve ibret almıyorlar.
وَاِذَا مَٓا اُنْزِلَتْ سُورَةٌ نَظَرَ بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍؕ هَلْ يَرٰيكُمْ مِنْ اَحَدٍ ثُمَّ انْصَرَفُواؕ صَرَفَ اللّٰهُ قُلُوبَهُمْ بِاَنَّهُمْ قَوْمٌ لَا يَفْقَهُونَ ﴿١٢٧﴾
﴾127﴿ Ne zaman bir sûre indirilse, “Sizi biri görüyor mu?” diyerek birbirlerine bakarlar, sonra sıvışıp giderler. Anlamamakta direndikleri için Allah da onların kalplerini haktan çevirmiştir.
Tefsir:Sûrede ağırlıklı bir yere sahip olan münafıklar konusuna tekrar değinilmekte, onların alaycı ve çirkin davranışlarının müminlere bir zarar veremediği, hatta yürekten inanmış insanların imanlarını daha da güçlendirdiği, bu tutumlarının ancak kendi zararlarını arttırdığı ifade edilmektedir.
126. âyette sözü edilen musibetler hakkında çeşitli açıklamalar yapılmışsa da (bk. Taberî, XI, 73-74), münafıkların değişik vesilelerle gerçek ve çirkin yüzlerinin ortaya çıkmasına, rezil rüsvâ olmalarına rağmen bunlardan ders çıkarmadıklarına ve iki yüzlülükte ısrar ettiklerine işaret edildiği anlaşılmaktadır.
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 77