Tevbe Süresi Meal Ve Tefsiri 88-100
لٰكِنِ الرَّسُولُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُ جَاهَدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمُ الْخَيْرَاتُۘ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ ﴿٨٨﴾
88: Fakat Peygamber ve beraberindeki mü’minler mallarıyla canlarıyla cihâd ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
اَعَدَّ اللّٰهُ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ۟ ﴿٨٩﴾
89: Allah, onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. En büyük kurtuluş ve başarı işte budur.
Tefsir
Önceki âyetlerde cihad emri karşısında sergilenen münafıkça tutum ve davranışlardan bahsedildi. Burada ise, çağlar boyu gelecek insanlara örnek olması bakımından Peygamberimiz’in ve beraberindeki mü’minlerin takdire şâyan güzel hallerine temas edilmektedir. Onlar, bütün ihlas ve samimiyetleriyle, canlarıyla ve mallarıyla Allah yolunda cihad ettiler. Böylece bütün hayırlara, ebedî kurtuluşa ve her türlü cennet nimetlerine nâil oldular.
Sefere katılmamak için ileri sürülen mazeretlere gelince, bunların bir kısmı düpedüz yalandı. Fakat haklı gerekçeleri olanlar da vardı:
وَجَٓاءَ الْمُعَذِّرُونَ مِنَ الْاَعْرَابِ لِيُؤْذَنَ لَهُمْ وَقَعَدَ الَّذ۪ينَ كَذَبُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُۜ سَيُص۪يبُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿٩٠﴾
90: Bedevîler arasından savaşa katılmalarını engelleyecek geçerli mazereti olanlar, gelip seferden muaf tutulmaları için kendilerine izin verilmesini istediler. Allah ve Rasûlü’ne karşı dürüst olmayıp yalan söyleyenler ise, özür beyân etme zahmetine bile katlanmadan evlerinde oturmayı tercih ettiler. Onlardan küfürde kalmayı sürdürenlere pek acı bir azap isabet edecektir.
Tefsir
اَلْاَعْرَابُ (el-a‘râb), çölde yaşayan kaba saba insanları ifade eden bir kelimedir. Bunlardan daha çok “bedevî” olarak bahsedilir. Medine’nin çevresinde İslâm’ı kabul etmiş bedevîler vardı. Sefer ilanı yapılınca bunlar üç ayrı gruba ayrıldılar. Bir grup sefere katılma kararı aldı. Bir grup çeşitli bahaneler ileri sürerek sefere katılamayacaklarını bildirdi. Allah ve Peygamberine sadakat gösterme sözünden cayanlar ise Medine’ye gelip özür beyân etme ihtiyacı bile duymadan, oldukları yerde oturup kaldılar. Bunlardan haklı mazeretleri olanlarının bağışlanma ihtimali olmakla birlikte, inkâr edenlerine yakında başlarına gelecek elim bir azap uyarısı yapılmaktadır. Akabinde sefere katılmayı engelleyecek haklı gerekçeler şöyle beyan edilmektedir:
لَيْسَ عَلَى الضُّعَفَٓاءِ وَلَا عَلَى الْمَرْضٰى وَلَا عَلَى الَّذ۪ينَ لَا يَجِدُونَ مَا يُنْفِقُونَ حَرَجٌ اِذَا نَصَحُوا لِلّٰهِ وَرَسُولِه۪ۜ مَا عَلَى الْمُحْسِن۪ينَ مِنْ سَب۪يلٍۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌۙ ﴿٩١﴾
91: Allah’a ve Rasûlü’ne karşı samimi oldukları sürece zayıflara, hastalara ve savaşa hazırlanmak için maddî imkân bulamayanlara sefere katılmadıkları için herhangi bir sorumluluk ve vebâl yoktur. Zâten böyle dürüst olup, geride kaldıklarında hep iyilikle meşgul olanları kınamak için herhangi bir sebep söz konusu olamaz. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Tefsir
Şu üç gruba savaşa katılmama müsaadesi verilmektedir:
Zayıflar, güçsüzler, sefere veya savaşa çıkacak mecâli olmayanlar,Hastalar,Maddî imkânları yetersiz kimseler.
Bunlar geride kaldıkları zaman Allah ve Rasûlü’ne karşı dürüst olacaklar; fitne ve fesat çıkarmadan, yalan haberler yaymadan duracaklar; mümkün oldukça da savaşa katılanların ailelerine yardımcı olup moral vereceklerdir.Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Medine’de öyle bir takım kimseleri geri bıraktınız ki, siz ne kadar yol aldıysanız, neyi harcadıysanız, ne kadar vadi geçtiyseniz, mutlaka onlar onda sizinle
birliktedirler.”
Ashâb-ı kirâm:
- Ey Allah’ın Rasûlü! Medine’de bulundukları halde nasıl bizimle beraber olabilirler? dediklerinde Efendimiz:
“Zira onları, mazeretleri alıkoydu” buyurdu. (Buhârî, Cihad 35; Müslim, İmâre 159)
Efendimiz (s.a.s.)’in bahsettiği kişilere örnek olması bakımından şimdi durumları bildirilen Allah, Resûlullah ve cihad aşıklarının halleri ne kadar gönülleri derinden etkileyecek misallerdir:
وَلَا عَلَى الَّذ۪ينَ اِذَا مَٓا اَتَوْكَ لِتَحْمِلَهُمْ قُلْتَ لَٓا اَجِدُ مَٓا اَحْمِلُكُمْ عَلَيْهِۖ تَوَلَّوْا وَاَعْيُنُهُمْ تَف۪يضُ مِنَ الدَّمْعِ حَزَنًا اَلَّا يَجِدُوا مَا يُنْفِقُونَۜ ﴿٩٢﴾
92: Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde: “Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum” diye cevap verdiğin zaman, sefer için maddî imkân bulamamanın verdiği üzüntüyle gözyaşları dökerek geri dönenlere de herhangi bir sorumluluk ve vebâl yoktur.
Tefsir:Ashâb-ı kirâmın fakirlerinden yedi kişi, sefere iştirâk etmek için binek hayvanı bulamamışlardı. Çoğunlukla iki askere, hattâ bazan üç askere bir deve düşüyordu ve deveye sırayla bineceklerdi. Fakat sefere iştirâk etmeyi ve her an Allah Resûlü ile beraber olmayı cân u gönülden arzu ettikleri hâlde, nöbetleşe de olsa binecek bir deve bulamayan fakir sahâbîler de vardı. Onlar da Allah Resûlü’ne gelerek hâllerini arz ettiler. “Bindirecek deve olmadığı” cevâbını alınca, ağlaya ağlaya döndüler. Âyet-i kerîme bunlardan bahseder.
Âyetteki ilâhî iltifata mazhar olan kişilerden Abdurrahman b. Ka‘b ile Abdullah b. Muğaffel, Allah Resûlü’nün yanından ağlayarak dönerlerken, İbn Yâmin onlara:
“–Siz niçin ağlıyorsunuz?” diye sordu.
“–Bize binit sağlaması için Resûlullah’a gitmiştik. Yanında bizi üzerine bindirecek bir şey bulamadı. Bizim de binip Allah Resûlü ile birlikte gazâya çıkacak bir hayvanımız yok!” dediler.
İbn Yâmin, ikisine bir deve, azık olarak da bir miktar hurma verdi. Hz. Abbâs, gözyaşı dökenlerden ikisine, Hz. Osman da üçüne binit sağladı. (İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 172; Vâkıdî, el-Meğâzî, III, 994) Bir kısım ihtiyaç sahiplerine de daha sonra Allah Resûlü (s.a.s.) binek temin etti. (Buhârî, Meğâzî 78) Seferden muaf oldukları hâlde Allah Resûlü’nden ayrı kalmak kendilerine giran gelen ve kalpleri Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetiyle dolu olan bu sahâbîler, bu canhıraş iştiyak ve muhabbetlerinin karşılığında sefere katılma nimet ve şerefine nâil oldular. İşte bu hâl, ashâb-ı kirâmın malıyla ve canıyla Allah yolunda nasıl fedâkârlıkta bulunduklarını ve onların gönül yapısını sergileyen sayısız misâllerden biridir.
Tebük’ten ibret dolu diğer bir hâtırayı da Vâsile b. Eskâ (r.a.) şöyle anlatıyor:
“Tebük seferine çıkılacağı günlerde Medine’de şöyle seslendim:
«–Ganimet hissemi vermem karşılığında kim beni bineğine bindirir?»
Ensâr’dan yaşlı bir zât, nöbetleşe binmek üzere beni sefere götürebileceğini bildirdi. Ben hemen; «Anlaştık!» deyince:
«–Öyleyse Allah’ın bereketi üzere yürü!» dedi. Böylece hayırlı bir arkadaşla yola çıktım. Allah ganimet de nasîb etti; hisseme bir miktar düştü. Bunları sürüp Ensârî’ye getirdim. O bana:
«–Develerini al götür» dedi.
«–Başta yaptığımız antlaşmaya göre bunlar senin» dedim. Ama Ensârî:
«–Ey kardeşim! Ganimetini al, ben senin bu maddî payını istememiştim. Ben sevabına, yâni mânevî kazancına iştirâk etmeyi düşünmüştüm» dedi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd 113/2676)
İmkânı olsun olmasın her fırsatta böylesine bir samimiyetle Rabbinin rızâsını arayan hakiki mü’minlerin yanında, cihaddan kaçmak için bahaneler bulup girecek delik arayanlar da vardır ki, bunların vebâlden kurtulması mümkün değildir:
اِنَّمَا السَّب۪يلُ عَلَى الَّذ۪ينَ يَسْتَأْذِنُونَكَ وَهُمْ اَغْنِيَٓاءُۚ رَضُوا بِاَنْ يَكُونُوا مَعَ الْخَوَالِفِۙ وَطَبَعَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٩٣﴾
93: Sorumluluk ve vebâl ancak, zengin oldukları halde sırf cihattan kaçmak için çeşitli bahanelerle senden izin isteyenleredir. Çünkü onlar geride kalması tabii olan kadın ve çocuklarla beraber bulunmayı tercih ettiler; Allah da kalplerini mühürledi. Bundan dolayı artık onlar gerçeği bilemezler.
Tefsir: اَلسَّبِيلُ (sebîl) “yol”dan maksat; sorumlu tutmak, kınamak, cezalandırmak, günah işlendiğini bildirmektir. Bahsedilen kişiler, imkânları olduğu halde yalandan bahaneler uydurarak, sırf savaştan kaçmak için izin isteyen münafıklardır. Burada onlara tekrar temas edilmesinin sebebi ise, yapılan işin ne kadar fenâ olduğunu tekitle bildirmek ve insanları bu nevi kötü davranışlardan şiddetle sakındırmaktır.
Faziletli insan olmak zor, alçaklığa düşmek ise kolaydır. Hz. İsâ’ya: “İnsanların hangisi daha şereflidir?” diye sorulunca iki eline birer avuç toprak alıp: “Bu ikisinden hangisi daha şereflidir?!” diye sorar. Sonra avuçlarındaki toprağı birleştirip yere atar ve: “İnsanların tümü topraktandır. Onların Allah katında en değerli olanları, en çok takvâ sahibi olanlarıdır” buyurur. Şu halde yücelik ve şeref, takvâda, mücâhedeyi rahata, hüznü ve ağlamayı sevinç ve sürûra tercih etmektedir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
“Kıyamet gününde insanların Allah’a en yakın olanları, hüznü, susuzluğu ve açlığı çok olanlardır.” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, I, 287)
Allah Teâlâ münafıkların sevinmelerini ve alay etmelerini kötülemiş, ihlaslı mü’minleri de hüzünlü olmaları ve ağlamaları sebebiyle övmüştür. Münafıkların gülmeleri çok ağlamaya, ihlaslı mü’minlerin ağlamaları ise ardı arkası gelmeyen surûra, neş’eye ve tebessüme sebep olacaktır.
Gelen âyetler, mü’minlerin Tebük seferinden zaferle ve selametle döneceklerini müjdelemekte, sefere geçerli bir mazereti olmadan katılmayanların ise hüsrana uğrayacaklarını haber vermektedir:
يَعْتَذِرُونَ اِلَيْكُمْ اِذَا رَجَعْتُمْ اِلَيْهِمْۜ قُلْ لَا تَعْتَذِرُوا لَنْ نُؤْمِنَ لَكُمْ قَدْ نَبَّاَنَا اللّٰهُ مِنْ اَخْبَارِكُمْۜ وَسَيَرَى اللّٰهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ ثُمَّ تُرَدُّونَ اِلٰى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٩٤﴾
94: Sefer dönüşü kendileriyle karşılaştığınız zaman o münafıklar size özür beyân edecekler. De ki: “Boşuna özür dilemeye kalkmayın; size asla inanacak değiliz. Çünkü Allah mazeretlerinizin geçersizliği ile alakalı olarak nifak ve yalanlarınızı bize haber verdi. Bundan böyle de Allah ve Rasûlü, ne yapacağınıza bakacak. Sonra da duyuların kapsam alanına girmeyen ve giren her şeyi hakkiyle bilen Allah’ın huzuruna varacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir haber verecektir.
سَيَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ لَكُمْ اِذَا انْقَلَبْتُمْ اِلَيْهِمْ لِتُعْرِضُوا عَنْهُمْۜ فَاَعْرِضُوا عَنْهُمْۜ اِنَّهُمْ رِجْسٌۘ وَمَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۚ جَزَٓاءً بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ ﴿٩٥﴾
95: Savaştan dönüp yanlarına geldiğinizde, kendilerini kınamaktan vazgeçmeniz için size Allah adına yemin edecekler. Artık onları kınamaktan ve azarlamaktan vazgeçin. Çünkü onlar pisliktir. Kazandıkları günahlar yüzünden varacakları yer cehennemdir.
Tefsir:Bahsedilen kimseler, yalan söyleyerek Rasûlüllâh (s.a.s.)’den izin isteyen seksen kadar münafık idi. Allah Resûlü (s.a.s.) Tebük’ten döndükten sonra ashâb-ı kirâmı onlarla oturmaktan ve konuşmaktan men etmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘, VIII, 231) Çünkü onlar âyetin beyânıyla “pislik” olmuşlardır. Dışarıdan görünmese bile içleri pistir; niyetleri ve ruhları habistir. Gözle görülen cismânî pisliklerden sakınmak nasıl vacip ise, bulaşması daha çabuk, zararı daha fazla olan ruhânî ve ahlâkî pisliklerden uzak durmak da daha öncelikli olarak vaciptir.
Muhammed Bâkır (r.a.) demiştir ki: “Babam Zeynelâbidîn (r.h.) bana tavsiyede bulunup şunları söyledi:
«Şu beş sınıf insanla dostluk kurma, komşuluk etme ve onlarla yola çıkma:
› Fâsıkla dostluk kurma. Çünkü seni bir lokma ekmeğe ve hatta daha basitine satar.» Ben «Babacığım! Daha basiti nedir ki?» diye sorunca: «Bir lokma ekmeğe tamah eder, sonra da onu elde edemez» dedi.
› «Cimriyle dost olma. Çünkü, en çok ihtiyacın olan şeyi bile senden esirger.
› Yalancıyla dost olma. Çünkü o serap gibidir. Sana, yakın olanı uzak, uzak olanı da yakın gösterir.
› Ahmakla dost olma. Çünkü, sana fayda vereyim derken zarar verir. Nitekim, ‘Akıllı düşman, ahmak dosttan daha hayırlıdır’ diye bir söz vardır.
› Akrabasıyla ilişkisini kesen kimseyle de dost olma. Çünkü ben böyle insanların Allah Teâlâ’nın kitabı Kur’ân-ı Kerîm’in üç yerinde lânetlendiklerini gördüm.»” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 620)Önceki âyetlerde şehirde yaşayan münafıkların hallerinden kesitler sunuldu. Köylerde ve çöllerde yaşayan bedevîlere gelince:
يَحْلِفُونَ لَكُمْ لِتَرْضَوْا عَنْهُمْۚ فَاِنْ تَرْضَوْا عَنْهُمْ فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يَرْضٰى عَنِ الْقَوْمِ الْفَاسِق۪ينَ ﴿٩٦﴾
96: Yine kendilerinden hoşnut olasınız diye size yemin ederler. Siz onlardan hoşnut olsanız bile, şunu bilin ki Allah, yoldan çıkmış o günahkârlar gürûhundan asla hoşnut olmaz.
Tefsir:Bahsedilen kimseler, yalan söyleyerek Rasûlüllâh (s.a.s.)’den izin isteyen seksen kadar münafık idi. Allah Resûlü (s.a.s.) Tebük’ten döndükten sonra ashâb-ı kirâmı onlarla oturmaktan ve konuşmaktan men etmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘, VIII, 231) Çünkü onlar âyetin beyânıyla “pislik” olmuşlardır. Dışarıdan görünmese bile içleri pistir; niyetleri ve ruhları habistir. Gözle görülen cismânî pisliklerden sakınmak nasıl vacip ise, bulaşması daha çabuk, zararı daha fazla olan ruhânî ve ahlâkî pisliklerden uzak durmak da daha öncelikli olarak vaciptir.
Muhammed Bâkır (r.a.) demiştir ki: “Babam Zeynelâbidîn (r.h.) bana tavsiyede bulunup şunları söyledi:
«Şu beş sınıf insanla dostluk kurma, komşuluk etme ve onlarla yola çıkma:
› Fâsıkla dostluk kurma. Çünkü seni bir lokma ekmeğe ve hatta daha basitine satar.» Ben «Babacığım! Daha basiti nedir ki?» diye sorunca: «Bir lokma ekmeğe tamah eder, sonra da onu elde edemez» dedi.
› «Cimriyle dost olma. Çünkü, en çok ihtiyacın olan şeyi bile senden esirger.
› Yalancıyla dost olma. Çünkü o serap gibidir. Sana, yakın olanı uzak, uzak olanı da yakın gösterir.
› Ahmakla dost olma. Çünkü, sana fayda vereyim derken zarar verir. Nitekim, ‘Akıllı düşman, ahmak dosttan daha hayırlıdır’ diye bir söz vardır.
› Akrabasıyla ilişkisini kesen kimseyle de dost olma. Çünkü ben böyle insanların Allah Teâlâ’nın kitabı Kur’ân-ı Kerîm’in üç yerinde lânetlendiklerini gördüm.»” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 620)Önceki âyetlerde şehirde yaşayan münafıkların hallerinden kesitler sunuldu. Köylerde ve çöllerde yaşayan bedevîlere gelince:
اَلْاَعْرَابُ اَشَدُّ كُفْرًا وَنِفَاقًا وَاَجْدَرُ اَلَّا يَعْلَمُوا حُدُودَ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ عَلٰى رَسُولِه۪ۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ ﴿٩٧﴾
97: Göçebe çöl bedevîleri, câhillikleri ve eğitimsizlikleri sebebiyle küfür ve nifakta şehirlilerden daha şiddetli olup, konumları ve içinde bulundukları şartlar itibariyle Allah’ın Peygamberi’ne indirdiği hükümlerin sınırlarını bilmeme onlardan daha çok beklenir. Allah her şeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Tefsir: اَلأعْرَابُ (el-a‘râb) bedevîler demek olup اَلأعْرَابُي (a‘râbî) kelimesinin çoğuludur. اَلْعَرَبُ (arap) ise اَلْعَرَبِيُّ (arabî) kelimesinin çoğulu olup özel bir ırkın yani bildiğimiz Arapların adıdır. “Arap”, o ırkın hem şehirde hem de çölde yaşayanlarına şâmildir. “A’râb” ise bu ırkın sadece çölde yaşayanlarına verilen addır. Bunlar daha çok “bedevî” olarak bilinir.
Çölde yaşayan bedevîler, şehirlerde yaşayanlardan kâfirlik ve münafıklık bakımından daha şiddetlidirler. Çünkü yaşadıkları çöl hayatı kalplerinin katılığını artırmış, huylarını sertleştirmiştir. Kolay kolay itaate yanaşmaz, emre boyun eğmezler. Bu yönleriyle âdetâ vahşî hayvanlara benzerler. Kalplerindeki katılık da onlarda kibir, gurur, övünme ve haktan sapma gibi kötü hasletlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu halleriyle onlar Resûlullah (s.a.s.)’e indirilen hükümlerin, ahlâk ve âdâbın sınırlarını bilmemeye daha yatkın, daha layıktırlar. Çünkü onlar Peygamberimiz’in sohbetlerinden uzak, onun mûcizelerini yakından görmekten, kitap ve sünnette bildirilen ibâdet ve diğer ahkâmın tatbik ediliş biçimlerini tanıma şerefinden mahrum kalmışlardır. Bu yüzden tevhid ve âhiret akidesinin ve peygamberliğin içyüzünü, inceliğini ve bunlarla alakalı delillerin inceliklerini, şer’î hükümlerin muhtevâ ve hudutlarını tam mânasıyla bilemeyebilirler. Derin fıkhî mevzular şöyle dursun, basit ilmihallerini bile bilemeyecek bir haldedirler.
Fakat bunların hepsi bir değildir. Burada iki grubundan kısaca bahsedilmektedir. Birinci grup:
وَمِنَ الْاَعْرَابِ مَنْ يَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ مَغْرَمًا وَيَتَرَبَّصُ بِكُمُ الدَّوَٓائِرَۜ عَلَيْهِمْ دَٓائِرَةُ السَّوْءِۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ ﴿٩٨﴾
98: Bedevîlerden öylesi var ki, Allah yolunda verdiklerini kendilerinden zorla alınmış bir angarya sayar ve bundan kurtulmak için sizin başınıza felâketlerin gelmesini gözetleyip durur. O kötü felâketler, belâlar kendi başlarına gelsin. Allah, her şeyi hakkiyle işiten, kemâliyle bilendir.
Tefsir:
Bahsedilen bedevîler Allah yolunda harcayacağı malı, sadaka olarak yapacağı infakı zorla ödenmiş bir borç, boşa gitmiş, telef olmuş bir zarar, bir ziyan olarak görür, öyle kabul eder. Allah rızâsını umarak vermediği ve karşılığında bir sevap beklemediği için verdiği o mal, onun anlayışına göre ganimet değil, tam aksine bir cereme olur. Gönlü rahatlatan, ruha inşirah veren hayırlı bir kazanç değil, aksine ölümcül bir dert, yüreğine vurulmuş bir düğüm olur. Bu harcamalar, ibâdet kastı olmaksızın, sırf gösteriş ve takiyye gibi menfi düşüncelerle yapıldığından tam mânasıyla bir zarar ve hüsran olur. Bu sebeple Peygamberimiz’in ölmesini, müslümanların başına belâların, musibetlerin gelmesini, devletlerinin yıkılmasını ve böylece infak etme zahmetinden kurtulmayı gözetleyip durur.İkinci grup:
وَمِنَ الْاَعْرَابِ مَنْ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَيَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ قُرُبَاتٍ عِنْدَ اللّٰهِ وَصَلَوَاتِ الرَّسُولِۜ اَلَٓا اِنَّهَا قُرْبَةٌ لَهُمْۜ سَيُدْخِلُهُمُ اللّٰهُ ف۪ي رَحْمَتِه۪ۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ۟ ﴿٩٩﴾
99: Ama bir kısım bedevîler de var ki, Allah’a ve âhiret gününe inanır, hayır yolunda harcadığını Allah’a yakınlaşmaya ve Peygamber’in duasını kazanmaya vesile sayar. Gerçekten de, hayır yolunda yaptıkları harcamalar onlar için Allah’a birer yakınlaşma vesilesidir. Allah onları husûsî rahmetine erdirecektir. Hiç şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Tefsir:
Burada ise, önceki grubun mukâbilinde Allah’a ve âhiret gününe iman eden ve yapacağı harcamanın Allah katında yakınlığa ve Peygamberimiz (s.a.s.)’in dua ve istiğfarına vesile olacak hayırlı bir iş olduğuna inanan bir gruptan söz edilir. Allah Resûlü (s.a.s.), böyle sadaka verenler hakkında hayır ve bereket niyazında bulunur ve onlar için Allah’tan mağfiret niyaz ederdi. Dolayısıyla onların hayır yolunda yaptıkları harcamalar gerçekten de Allah’a yakınlaşma sebebidir. Allah onların hayırlarını kabul buyuracak, bu vesileyle onları rahmetine dâhil edecek; cennetine, nimetine, ebedî saadet ve selâmetine erdirecektir. Çünkü O, çok bağışlayıcı ve sonsuz merhamet sahibidir.
Şunu ifade etmek gerekir ki, tarih bize Resûlullah (s.a.s.) zamanında yaşayan kâfirler ve münafıkların, bütün zamanların kâfir ve münafıklarının en sert, en acımasız, en kurnaz, en riyâkar, eğitilmeye en uzak ve kökleşmiş inanç, âdet ve yaşayışlarına bağlılıkta en mutaassıp olduklarını haber vermektedir. Konuyla ilgili Kur’an âyetleri de bunun böyle olduğunu apaçık göstermektedir. Fakat Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Allah’ın izniyle bu insanlardan çok kısa bir sürede bütün zamanların ilme ve düşünceye en açık, en merhametli, en faziletli, kıyâmete kadar gelecek nesillere öğretmen olacak mükemmel ve muhteşem bir nesil çıkarmıştır. Öyle ki onlar “Sahâbe Nesli” olarak anılacak ve artık kıyâmete kadar milyarlarca insanın saygı ve sevgisine mazhar olacak yüksek bir mevkiye ulaşmışlardır. Bu Resûlullah (s.a.s.)’in tarihte bir benzerine rastlanmayan mûcizelerinden biridir.
İşte bu münâsebetle burada üçüncü bir gruptan bahsedilir ki, onlar kulluk ve fazilette zirvelere tırmanmış, Allah yolundaki fedakârlık ve feragatleriyle kıyamete kadar gelecek imanlı nesillere örnek olacak mükemmel bir İslâmî hayat sergilemişlerdir:Prof.Ömer Çelik