Konuşma Âdabı

#1 von Kurban , 07.06.2019 04:36

Konuşma Adabı
Evet, bu dünyayı san’atlarıyla ziynetlendiren bir San’atkârın, san’atını istihsan eden insanla konuşmaması muhaldir. Mademki yapar ve bilir; elbette konuşur. Madem konuşur; elbette konuşmasına yakışan Kur’ân’dır.

Bir çiçeğin tanziminden lâkayt kalmayan bir Mâlikü’l-Mülk, bütün mülkünü velveleye veren bir kelâma karşı nasıl lâkayt kalır? Hiç başkasına mal edip hiçe indirir mi?
(Sözler, 25.Söz)

Hem hiç mümkün müdür ki, bir Sâni-i Hakîm, bütün zîhayat, zîşuur masnularını birbiriyle konuştursun ve dillerinin binler çeşitleriyle birbiriyle söyleştirsin ve onların sözlerini ve seslerini bilsin ve işitsin ve efâliyle ve in’âmıyla zâhir bir sûrette cevap versin, fakat kendisi konuşmasın ve konuşamasın? Hiç kàbil midir ve hiç ihtimali var mı?

Madem bilbedahe konuşur ve madem konuşmasına karşı tam anlayışlı muhatap en başta insandır. Elbette, başta Kur’ân olarak meşhur kütüb-ü mukaddese onun konuşmalarıdır.
(Şualar, 2.Şua)

Düşünmek ve konuşmak insanı diğer canlılardan ayıran en mühim vasıftır. Aralarındaki alâka sebebiyle konuşma, sahibinin aklî seviyesini ve fikir yapısını gösteren pürüzsüz bir ayna gibidir. Dolayısıyla insanı insan yapan dilidir. İslâm, mü’minlerin söz disiplinine sahip olmalarını istemiş ve bu sahada pek çok esaslar koymuştur. Konuşmak, insanlar arasındaki iletişimi, muhabbeti ve anlaşılıp kaynaşmayı sağlayan büyük bir ilâhî lütuftur. Yani insanlar duygu ve düşüncelerini, arzu ve taleplerini çoğu kez konuşarak ifâde ederler.

Bir kimsenin kullandığı dil ve üslûb, onu hayatta başarılı kılabildiği gibi hüsrâna da uğratabilir. Hatta kişinin dilini muhafaza etmesi, cenneti elde etme vesileleri arasında zikredilmiştir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) buyuruyor ki: “Kim bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iffet ve nâmusunu koruma sözü verirse, ben de ona cennet sözü veririm.”
(Buhârî, Rikâk 23)

Bir başka hadis-i şerîf’te “En faziletli kimdir?” sorusuna Resûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem: “Dilinden ve elinden Müslümanların emniyette olduğu kimsedir.” Mukâbelesinde bulunmuştur.
(Buhârî, İmân 4,5)

Açık ve anlaşılır bir şekilde muhâtabın seviyesine göre konuşulmalı, gerektiğinde önemli görülen ifâdeler tekrar edilmelidir.

Fahr-i Kâinât Efendimiz(s.a.v), namaz kıldırırken dikkat çekici âyetleri bazen iki, bazen üç defâ tekrarlardı. Sahâbeye nasihat ve îkazda bulunurken, bir kısım ifâdeleri tekrarladığı olurdu. Allâh dostlarının sohbetlerinde de bu şekilde tekrarlara çokça rastlamak mümkündür. Ancak bunun telkin maksatlı olması, sıkıcı olmaması ve cemaatin seviyesine münâsip olması gerekir. Sözü anlayacak kimsenin bulunmadığı meclislerde konuşmak da nefesleri isrâf etmek mânâsına gelir. Zîrâ Meşhûrî’nin dediği gibi; “Âkilân, tâ söz mahallin bulmadıkça söylemez!”

Nitekim ashâbın, fasih ve beliğ bir üslûp ile konuşan Peygamber Efendimiz(s.a.v) hakkındaki şu tespitleri oldukça önemlidir:

“Resûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in konuşması her dinleyenin rahatlıkla anlayabileceği şekilde açıktı.”
(Ebû Dâvûd, Edeb 18)

“Konuştuğu zaman onun kelimelerini saymak isteyen sayabilirdi.”
(Buhârî, Menâkıb 23)

“İyice anlaşılmasını istediği kelime ve cümleleri, üç kere tekrar ederdi.”
(Tirmizî, Menâkıb 9)

Bir eser okunacağı veya bir söz dinleneceği zaman, evvelâ
مَنْ قَالَ وَ لِمَنْ قَالَ وَ لِمَا قَالَ وَ فِيمَا قَالَ yani: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş? olan bir kaide-i esasiyeyi, nazar-ı itibara almalı.

Evet kelâmın tabakatının ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı, şu dört şeydir: Mütekellim, muhatab, maksad ve makam. Yoksa, her ele geçen kitab okunmamalı, her söylenen söze kulak vermemelidir. Meselâ: Bir kumandanın, bir orduya verdiği arş emriyle; bir neferin, arş sözü arasında ne kadar fark vardır? Birincisi koca bir orduyu harekete getirir. Aynı kelâm olan ikincisi, belki bir neferi bile yürütemez.
(Sözler 755)

Kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemal cihetinden dört menbaı var. Biri mütekellim, biri muhatab, biri maksad, biri makamdır.

Ediblerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde "Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?" ise bak. Yalnız söze bakıp durma. Madem kelâm kuvvetini, hüsnünü bu dört menbadan alır. Kur’anın menbaına dikkat edilse, Kur’anın derece-i belâgatı, ulviyet ve hüsnü anlaşılır.

Evet kelâmın ulviyetine, kuvvetine, hüsnüne, cemaline kuvvet veren mütekellim, muhatab, maksad, makam olmak üzere dört şeydir. Ediblerin zannettikleri gibi yalnız makam değildir. Demek, bir kelâmın derece-i kuvvetini anlamak istediğin zaman; fâiline, muhatabına, gayesine, mevzuuna bak. Bunların dereceleri nisbetinde kelâmın derecesi anlaşılır.

Evet madem kelâm, mütekellime bakıyor. Eğer o kelâm emr ve nehy ise, mütekellimin derecesine göre irade ve kudreti de tazammun eder. O vakit söz mukavemet-sûz olur; maddî elektrik gibi tesir eder, kelâmın ulviyet ve kuvveti o nisbette tezayüd eder.
(Sözler 430; Mesnevi-i Nuriye 234)

Bilgiçlik taslama ve kendini başkalarına üstün gösterme niyetiyle yapmacık konuşmalarda bulunmak veya insanların anlayamadıkları kelimelerle onlara hitap etmek şiddetle yasaklanmıştır.

Vazifesi hakkı ve hakîkati tebliğ olan Resülullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, konuşmalarında hiçbir zaman san’at kaygısı taşımamakla birlikte, safi duygular içinde, şefkat ve merhamet hisleriyle dolu olarak ve ruhûnun en tabiî ifâdeleriyle konuşmuştur. Böylece onun mübarek sözleri apayrı bir güzellikte ve şânına yakışır bir hüsn-ü edeb üzere olmuştur.

Sevgili Peygamberimiz(s.a.v): “Şüphesiz ki Allâh Teâlâ, sığırın otu yerken ağzında evirip çevirdiği gibi, sözü ağzında evirip çevirerek lügat paralayan kimselere buğz eder.” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, Edeb 94)

Bağırıp çağırmak sûretiyle yüksek sesle konuşulmamalıdır. Kibar ve nazik bir üslûbun benimsenmesi, her zaman için en isâbetli yoldur. Bu hususla ilgili İlâhî emri ölçü alan İslâm âlimleri, anne-baba, âlim, salih kişiler gibi simaların yanında da sesi yükseltmenin caiz olmadığını belirtmişlerdir.

Kur’an-ı Kerim’in beyânıyla Lokman aleyhisselâm oğluna söz konusu metodu şöyle tavsiye etmektedir. “Yavrum! Yürüyüşünde tabiî ol ve sesini alçalt. Unutma ki seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.”
(Lokman 19)

Bir başka âyette de: “Kullarıma söyle, en güzel sözü söylesinler!” (el-İsrâ 17/53) buyurmaktadır.

Hatta Allâh Teâlâ, Hz.Musâ ile kardeşi Hârûn’u, Fıravun’a gönderirken onu yumuşak bir sözle uyarmalarını istemiş (Tâhâ 20/43-44), muhâtab kâfir de olsa âdâb gereği güzel bir üslûbun kullanılmasını emretmiştir.

Bir hadis-i şerifte de, söylenecek güzel bir sözle bile cehennem azabından kurtulunabileceği ifâde edilir: “Yarım hurma vermek sûretiyle de olsa cehennemden korunun. Bunu da bulamayan hiç olmazsa güzel bir sözle cehennemden korunsun!”
(Müslim, Zekât 68)

Bediüzzaman Hazretleri de bu konuda şöyle demiştir; “Risale-i Nur’un mesleği, nezihâne ve nazikâne ve kavl-i leyyindir.”
(Lem’alar, 23.Lem’a)

İki kişinin, yanlarında bulunan üçüncü kişiyi dışlayarak, yok sayarak aralarında fısıldaşmaları yasaklanmıştır.

Resûl-i Ekrem Efendimiz(s.a.v) böyle bir tavrın, yalnız kalan kimsenin üzülmesine ve su-i zannına sebep olabileceğini belirtmektedir. Olgun bir Müslüman ise mü’min kardeşini üzecek ve kalbini incitecek davranışlarda bulunmak istemez.
(Buhârî, İsti’zân 47)

Bir mecliste herhangi bir konu görüşülüyor ise veya cevaplandırılmak üzere bir soru sorulmuşsa, ilk söz hakkı meclisin büyüğüne aittir. Bununla birlikte diğer kişiler de yeri geldiğinde edebe uygun bir şekilde fikirlerini beyân edebilirler.

Nitekim bir hâdiseyi anlatmak için, yaşça en küçük olan Abdurrahman bin Sehl ilk önce söze başlayınca, Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-; “Sözü büyüklerine bırak, sözü büyüklerine bırak!” buyurmuş, bunun üzerine olayı büyükler anlatmıştır.
(Buhârî, Cizye 12)

Az ve öz konuşmalı, lüzumsuz tafsilattan kaçınmalıdır. Diğer bir ifadeyle çok konuş- mamayı, yerinde ve ölçülü konuşmayı âdet edinmek gerekir.

Allâh Teâlâ mü’minlerin mümtaz hasletlerini sayarken: “O kimseler ki boş söz ve işlerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn 23/3) buyurmakta, lüzumsuz sözlerle meşgul olmayı fâsıklık ve dalâlet olarak nitelendirmektedir.
(Lokmân 31/6)

Peygamberimiz ise bu konuya şu hadisleriyle dikkat çekmektedir: “Allâh’ı zikretmeksizin çok konuşmayın! Allâh’ın zikri dışında çok söz söylemek kalbi katılaştırır. Katı kalpli olanların ise Allâh’tan en uzak kimseler olduğunda şüphe yoktur.”
(Tirmizî, Zühd 62)

Başka bir hadislerinde ise peygamberimiz(s.a.v) : “Kendisini (doğrudan) ilgilendirmeyen şeyi terk etmesi, kişinin iyi müslüman oluşundandır.” buyurmuşlardır.
(Tirmizî, Zühd 11)

Talebeleri, mevzu hakkında bizlere hüsn-ü misal olan Bediüzzaman hazretlerini şöylece tarif etmişlerdir; “Üstadımızın, az söylemek âdetidir. Fakat söylediğini veciz söyler; her halde düstûr-u hikmet olarak pek ma’nidar ve pek şümullü birer câmiül-kelimdirler.”
(Tarihçe-i Hayat, Kastamonu Hayatı, 326)

Maddî veya manevî hiçbir faydası olmayan, bilâkis zararı bulunan malayani konuşmalardan şiddetle kaçınılmalıdır.

Zîra: “İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında onu gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kaf 50/18) âyet-i kerîmesi, insanın kendisine bahşedilen hayatın kelime kelime hesabını vereceğine dikkat çekmektedir.

Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur: “Allâh’a ve âhiret gününe inanan, ya hayır söylesin ya da sussun!”
(Buhârî, Edeb 31,85, Rikak 23; Müslim, Îmân 74, Lukata 1)

Bediüzzaman hazretlerinin mevzu hakkındaki şu beyanatları ne kadar manidardır:
Sen, gündüz uyanık iken güzel bir söz söylersin; bâzan rü’yada güzel bir elma şeklinde yersin. Gündüz çirkin bir sözün; gecede acı bir şey suretinde yutarsın. Bir gıybet etsen, murdar bir et suretinde sana yedirirler.
Öyle ise, şu dünya uykusunda söylediğin güzel sözlerin ve çirkin sözlerin; meyveler suretinde uyanık âlemi olan âlem-i âhirette yersin ve yemesini istib’ad etmemelisin...
(Sözler, 31.Söz)

Kişinin helâl mi haram mı, güzel mi çirkin mi, hayır mı şer mi henüz tam olarak kestiremediği bir sözü söylemesi de konuşma âdâbına aykırıdır. Nitekim atalarımız da, “Bin düşün bir söyle” ve benzeri güzel sözleri söylerken bu hadislerden ilham almışlardır.

Hadis-i şerifte: “Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de bu yüzden cehennemin doğu ile batı arasından daha uzak bir yerine düşer gider.” buyrulmaktadır.
(Buhârî, Rikâk 23)

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem başka bir hadislerinde ise şöyle buyurdu:
“Kişiye, yalan olarak, her duyduğunu anlatması yeter!”
(Hadis El Kitabı, Müslim 685)

İkili ilişkilerde insanı müşkil duruma sokacak anlamsız sözlerden kaçınmak, dostlukların istikametle devamiyeti açısından fevkalâde ehemmiyeti hâizdir.

Fahr-i Kâinât Efendimiz(s.a.v): “Özür dilemek zorunda kalacağın bir sözü söyleme!” buyurmuştur.
(İbn-i Mâce, Zühd 15)

Mü’min her hâlukârda doğruyu konuşmalı, yalan söz ve yalan haberden şiddetle sakınmalıdır. Kizb(yalan), küfrün esasıdır. Kizb, nifakın birinci alâmetidir. Kizb, kudret-i İlâhîyyeye bir iftiradır. Kizb, hikmet-i Rabbânîyeye zıddır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrib eden, kizbdir. Âlem-i İslâmı zehirlendiren, ancak kizbdir. Âlem-i beşerin ahvâlini fesada veren, kizbdir. Nev-i beşeri kemâlâttan geri bırakan, kizbdir. Müseylime-i Kezzab ile emsalini âlemde rezil ve rüsva eden kizbdir. İşte bu sebeblerden dolayıdır ki; bütün cinâyetler içinde tel’ine, tehdide tahsis edilen, kizbdir.

Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerîmde bizlere şu uyarıda bulunmaktadır: “Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve doğru söz söyleyin ki Allâh amellerinizi salih hâle getirsin ve günahlarınızı bağışlasın.”
(el-Ahzâb 33/70-71)

Allâh Resûlü(s.a.v) şöyle buyurmuştur: “İnsan sabahlayınca, bütün âzâları dile mürâcaat eder ve âdeta ona şöyle derler; «Bizim haklarımızı korumakta Allâh’tan kork! Biz ancak senin söyleyeceklerinle ceza görürüz. Biz, sana bağlıyız. Eğer sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Eğer sen eğrilir, yoldan çıkarsan biz de sana uyar, senin gibi oluruz.» ”
(Tirmizî, Zühd 61)

Bediüzzaman hazretleri de mevzu hakkında şu tespitlerde bulunmuştur: “Biz ki hakîki müslümanız, aldanırız fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz!”
(Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı)

S— Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?
C— Doğruluk.
S— Daha.
C— Yalan söylememek.
S— Sonra.
C— Sıdk, sadakat, ihlâs, sebat, tesanüddür.
S— Neden?
C— Küfrün mâhiyeti yalandır, îmanın mâhiyeti sıdktır. Şu bürhan kâfi değil midir ki; hayatımızın bekası, îmanın ve sıdkın ve tesanüdün devamiyledir.
(Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı 77; Münazarat)

Yalan, bir lâfz-ı kâfirdir.

Bir dane sıdk, yakar milyonla yalanı. Bir dane-i hakikat, yıkar kasr-ı hayali. Sıdk büyük esastır, bir cevher-i ziyalı. Yeri verir sükûta-eğer çıksa zararlı. Yalana yer hiç yoktur, çendan olsa faydalı. Her sözün doğru olsun, her hükmün hak olmalı.

Lâkin hakkın olamaz her doğruyu söz etmek. Bunu iyi bilmeli. “Huz mâ safâ, da’ mâ keder” kendine düstur etmeli. Güzel gör, hem güzel bak. Tâ güzel düşünmeli. Güzel bil, hem güzel düşün. Tâ leziz hayatı bulmalı. Hayat içinde hayattır hüsn-ü zanda emeli. Sûizanla yeistir saadet muharribi, hem de hayatın katili.
(Sözler, Lemeat)

Sual: Bir maslahata binâen kizbin(yalan söylemenin) câiz olduğu söylenilmektedir...

Öyle midir?
Cevab: Evet, kat’i ve zarûri bir maslahat için bir mesağ-ı şer’î vardır. Fakat hakîkata bakılırsa, maslahat dedikleri şey bâtıl bir özürdür. Zîra usûl-i şerîatta takarrur ettiği vechile, mazbut ve miktarı muayyen olmayan bir şey, hükümlere illet ve medâr olamaz; çünkü mikdarı bir hadd altına alınmadığından sû-i isti’male uğrar.

Maahaza bir şeyin zararı menfaatına galebe ederse, o şey mensuh ve gayr-ı muteber olur. Maslahat, o şeyi terketmekte olur. Evet, âlemde görünen bu kadar inkılâblar ve karışıklıklar, zararın özür telakki edilen maslahata galebe etmesine bir şahiddir. Fakat kinaye veya ta’riz sûretiyle yâni gayr-ı sarih bir kelime ile söylenilen yalan, kizbden sayılmaz.

Hülâsa: Yol ikidir: Ya sükût etmektir. Çünkü, söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır. Veya sıdktır. Çünkü, İslâmiyetin esası, sıdktır. Îmanın hassası, sıdktır. Bütün kemâlâta îsal edici, sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı, sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır. Âlem-i İslâm’ın nizamı, sıdktır. Nev’-i beşeri kâ’be-i kemâlâta îsal eden, sıdktır. Ashab-ı Kiramı bütün insanlara tefevvuk ettiren sıdktır. Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır.
(İşaret-ül İ’caz, Mühürlenen Kalpler)

Amma maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiş(Hükmünü kaldırmış). Maslahat ve zaruret için bazı âlim “muvakkat” fetvası vermişler.

Bu zamanda o fetva verilmez. Çünki o kadar sû’-i istimal edilmiş ki, yüz zararı içinde bir menfaatı olabilir. Onun için hüküm maslahata bina edilmez.

Meselâ: Seferde namazı kasretmenin sebebi, meşakkattır. Fakat illet olamaz. Çünki muayyen bir haddi yok. Sû’-i istimale düşebilir. Belki illet, yalnız sefer olabilir.

Aynen öyle de, maslahat dahi yalan söylemeğe illet olamaz. Çünki muayyen bir haddi yok, sû’-i istimale müsaid bir bataklıktır. Hükm-ü fetva ona bina edilmez.

Öyle ise اِمَّا الصِّدْقُ وَاِمَّا السُّكُوتُ Ya doğruyu söylemek, ya da sükût etmek. Yani yol ikidir, üç değildir. Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir.

İşte şimdi beşerin ortadaki dehşetli yalancılığıyla ve tezviratlarıyla emniyet-i umumiyenin ve rûy-i zemin asayişlerinin zîr ü zeber olması kizble ve maslahatın sû’-i istimali ile olmasından, elbette o üçüncü yolu kapatmağa beşeri mecbur ediyor ve kat’î emir veriyor.Yoksa bu yarım asırda gördükleri umumî harbler ve dehşetli inkılablar ve sukutlar ve tahribatlar, başlarına bir kıyameti koparacak.
(Hutbe-i Şamiye, 3.Kelime)

Evet, her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Bazan zarar verse sükût etmek.. Yoksa yalana hiç fetva yok.

Her söylediğin hak olmalı, fakat her hakkı söylemeğe senin hakkın yok. Çünki hâlis olmazsa sû’-i tesir eder; hak, haksızlıkta sarfolur.
(Hutbe-i Şamiye, 3.Kelime)

Senin üzerine haktır ki: Her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeğe senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zîra senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihatı ba’zan damara dokundurur, aksü’l-amel yapar.
(Mektubat, 22.Mektub)

Kinaye veya ta’riz sûretiyle yâni gayr-ı sarih bir kelime ile söylenilen yalan, kizbden sayılmaz.
(İşaret-ül İ’caz, Mühürlenen Kalpler)

Malûmdur ki, fenn-i belâğatte, bir lâfzın, bir kelâmın mânâ-yı hakikîsi başka bir maksud mânâya sırf bir âlet-i mülâhaza olsa, ona “lâfz-ı kinâî” denilir. Ve “kinâî” tabir edilen bir kelâmın mânâ-yı aslîsi, medar-ı sıdk ve kizb değildir. Belki kinâî mânâsıdır ki, medar-ı sıdk ve kizb olur. Eğer o kinâî mânâ doğruysa o kelâm sadıktır; mânâ-yı aslî kâzip dahi olsa sıdkını bozmaz. Eğer mânâ-yı kinâî doğru değilse, mânâ-yı aslîsi doğru olsa, o kelâm kâziptir.

Meselâ, kinâî misallerinden, “Fülânün tavîlü’n-necad” denilir. Yani, “kılıcının kayışı, bendi uzundur.” Şu kelâm, o adamın kametinin uzunluğuna kinayedir. Eğer o adam uzun ise, kılıcı ve kayışı ve bendi olmasa da, yine bu kelâm sadıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa, çendan uzun bir kılıcı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâziptir. Çünkü mânâ-yı aslîsi maksud değil.
(Sözler, 32.Söz, 2.Mevkıf, 2.Sual)

İmam-ı Beyhakî’nin rivayet ettiği bir hadiste, Peygamberimiz(a.s.m) “Tevriyeli, kinâî ifadelerle yalandan kurtulup rahatlama vardır” buyurarak bu meseleye açıklık getirmişlerdir.
(et-Tâc, 5:55)

Yalanı ve olmayan bir şeyi haber vermek mutlak sûrette yasaklanmıştır. Yalan husundaki hadislerdeki müsaade ise “tevriye” ve “îhâm” yoluyla söylenmesi halindedir.

Tevriye ve Îhâm; Birkaç mânâsı olan bir kelimeyi kullanan kimsenin en uzak mânâyı kasderek söylemesidir.

Kinaye ve Ta’riz ise; Bir Maksadı; açıktan olmayıp (dolaylı olarak) hakiki manayı başka ifade ile imalı ve dokunaklı olarak konuşmak anlamlarına gelir.

Bu iki söz sanatını bu meseleye getirecek olursak şu şekilde misaller verilebilir: Meselâ, savaş esnasında düşman askerine “Kralınız öldü” denilirken, bununla düşmanın daha önceki krallarından birisi kasdedilmesi gibi.

Yine İslâmın ve Müslümanların zarara düşebileceği bir halde konuşmak ve fikir beyan etmek icap ettiğinde, doğrudan yalana varmadan dolaylı cümleler kullanmak da bu kabildendir.

Aynı şekilde hanımın ve kızının gönlünü almak isteyen bir insan onlara bir şey vâdederken, “İnşaallah-Allah dilerse” gibi bir ifade kullanır da, söz verdiği şeyi hemencecik almazsa, bu durumda da yalan söylemiş olmaz. Çünkü bu vaâd istikbale mâtuftur.

Ayrıca birbirine dargın olan iki kişinin arasını bulurken, “falan adam senin için duâ ediyor” dese de, bununla o adamın “Allah’ım, bütün Müslümanları affet” demiş olduğunu kasdetse, yalan bir beyanda bulunmuş olmaz. Dolaysıyla yalan söylemenin mes’uliyetinden kurtularak rahatlar.

Münakaşa tarzında konuşmaktan sakınmak lazımdır. Hususan Mesâil-i îmaniyenin münakaşa sûretinde bahsi câiz değildir. Şayet muhatap ısrar ediyorsa, o vakit, Kur’ân’a, sünnete, icma ve kıyasa göre doğruyu söyleyip bırakmak lazımdır. Tartışmaya girmemek gerekir. Kişi hakkı anlattıktan sonra, muhatabı münakaşaya girişince, orayı terk etmek gerekir. Terk ederken de dargınlığa yol açmamalıdır.

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: “Kardeşinle tartışma! Çünkü konunun anlaşılmasını engeller ve belasından da emin olunmaz.”
(Rezin, Hadis El Kitabı, 682)

Bediüzzaman Hazretleri mevzu hakkında şunları söylemiştir; “Münakaşa etmenin bi- rinci şartı, insafla, hakkı bulmak niyetiyle, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû-i telâkkiye sebep olmadan müzakeresi caiz olabilir. O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muarızın elinde zahir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun. Çünkü bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zahir olsa, fazla bir şey öğrenmedi; belki gurura düşmek ihtimali var.”
(Mektubat, 28.Mektub)

Bir insanı yüzüne karşı övmeyi Efendimiz(s.a.v) yasaklamakla birlikte, gıyabında da överken aşırı gitmeyi nehyetmiştir. Zira İhsan-ı İlâhîden fazla ihsan, ihsan değildir. Bir dane-i hakîkat bir harman hayalâta müreccahtır. İhsan-ı İlâhî ile tavsifte kanaat etmek farzdır.

Cem’iyyete dâhil olan, cem’iyyetin nizamını ihlâl etmemek gerektir. Bir şeyin şerefi neslinde değildir, zâtındadır. Bir şeyin aslını gösteren semeresidir. Birinin malına başka mal velev kıymetli de olsa karışırsa, malını kıymetsiz ettiği gibi, haczetmesine dahi sebeb olur.
(Muhakemat syf.21)

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin yanında, bir adam bir adamı övdü. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Onun boynunu vurdun, arkadaşının boynunu vurdun! İçinizden birinizin, mutlaka birisini övmesi gerekiyorsa, şöyle desin: Allah bilir ama şöyle şöyle olduğunu sanıyorum. Zira, Allaha karşı kimse temize çıkartılmaz. O kişi hakkında bildikleri varsa, onu şöyle şöyle sanıyorum, desin.”
(Hadis El Kitabı, Buhari, H.N 689)

Ölmüş insanları zemmetmek hiç lüzumu yok. Onlar, dâr-ı âhirete mahall-i cezaya gitmişler. Lüzumsuz, zararlı, onların kusurlarını beyân etmek lazım değildir.

Umûmî bir ünvan ile lânet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur. Şer’an, bir adam hiç mel’unları hatıra getirmeyip lânet etmese, hiçbir zararı yok. Çünkü zem ve lânet ise, medih ve muhabbet gibi değil. Onlar, amel-i salihde dâhil olamaz. Eğer zararı varsa, daha fena.

Madem zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer’î yok, fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer’î var. Zemm ve tekfir, eğer haksız olsa, büyük zararı var; eğer haklı ise, hiç hayır ve sevab yok. Çünki tekfire ve zemme müstehak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-ü şer’î yok, hiç zararı da yok.
(Emirdağ Lahikası I, 207)

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: “Ölülere sövmeyin! Bu sebeple dirilere eziyet etmiş olursunuz. Zira onlar, zaten ettiklerini bulmuşlardır.”
(Hadis El Kitabı, Buhari H.N 691; Tirmizi 692)

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: “Bir adam bir adama günahkâr, ya da kâfir derse, o özellik de onda bulunmazsa, bu söz kendisine döner.”
(Hadis El Kitabı, Buhari H.N 690)

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve selleme dediler ki: “Müşriklere beddua et ve onları lânetle!” Cevaben şöyle buyurdu: “Ben, rahmet olarak gönderildim, lânetleyici olarak değil.”
(Hadis El Kitabı, Müslim H.N 671)

Dilini, kem söz ve küfürlerden alıkoymaya çalışmamak, Hayat-ı Ebediyye esasâtını ve Saadet-i Uhreviyye levâzımatını tedârik etmek için verilen akıl, kalb, göz ve dil gibi güzel Hediye-i Râhmaniyyeyi, Cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir sûrete çevirmektir.
(Sözler, 6.Söz)

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: “Kul, önemsemeden ve farkına var- madan, Allahın hoşnut olduğu bir söz söyler, bu sebeple Allah onun derecesini yükseltir. Yine kul, dikkat etmeden, Allahın öfkesini gerektiren bir söz söyler de, Allah onu, o kelime nedeniyle cehenneme yuvarlar.”
(Hadis El Kitabı, Buhari H.N 662)

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: Meryemoğlu isa, yolda bir domuza rastladı: “Haydi selâmet içinde geç!” dedi. Kendisine, “Sen bunu domuza mı söylüyorsun?!” diye itiraz edilince: “Ben dilimi, kötü söze alıştırmaktan korkuyorum,” diye cevap verdi.
(Hadis El Kitabı, Malik H.N 666)

Manevi hastalıkların birisi de “Sû-i zan” dır. Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zan sâikasıyla başkalara teşmil etmesin.

Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh, eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-i zan ise, maddî ve mânevî içti- maiyatı zedeler.
(Mesnevi-i Nuriye, Katre)

Hem, meselâ, sûizan ve sû-i te’vilde, bu dünyada muaccel bir cezâ var. “Men dakka dukka” kaidesiyle, sû-i zan eden, sû-i zanna mâruz olur. Mü’min kardeşinin harekâtını sû-i te’vil edenlerin harekâtı, yakın bir zamanda sû-i te’vile uğrar, cezâsını çeker.
(Mektubat, 22.Mektub Uhuvvet Risalesi)

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: “Kişinin, kanıtsız ve dayanaksız söz söylemesi ne kötüdür.”
(Hadis El Kitabı, Ebu Davud 669)

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: “Kuşkulandığını at, kuşkulanmadığına bak! Doğruluk kalbinin yatıştığında, yalan ise kuşku duyduğundadır.”
(Hadis El Kitabı, Tirmizi H.N 668)

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: “Kişiye, yalan olarak, her duyduğunu anlatması yeter!”
(Hadis El Kitabı, Müslim H.N 685)

Mü’min kardeşini yaptığı bir hatadan veya günahtan dolayı ayıplamamak, kusurlarını araştırmamak, görmezden gelmek, mü’min bir insanın sahip olması gereken elzem vasıflardandır.

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: “Her kim, müslüman kardeşini bir günah yüzünden ayıplarsa, onu kendisi de işleyinceye kadar ölmez.” (Hadis El Kitabı, Tirmizi H.N 669)

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: “Mümin, kusur bulucu, lânet edici, azgın ve hayâsız olamaz.”
(Hadis El Kitabı, Tirmizi H.N 670)

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: “Haksız yere müslümanın namus ve şahsiyetine sataşmak, günahların en büyüğüdür.”
(Hadis El Kitabı, Ebu Davud H.N 673)

Söz taşıyıcılık… Koğuculuk… Nemmamlık… Bir kimseye, o kimse hakkında bir başkasının söylemiş bulunduğu bir sözü ya da o kimseye yönelik yapmış bulunduğu bir işi -gördüğünü veya duyduğunu öne sürerek- ulaştırma, aktarma, götürme işi...

“Vay haline, diliyle çekiştirip alay edenlerin hepsinin” şeklinde anlamlandırılan “Veylün li külli hümezetin lümezetin” (Hümeze) âyetindeki ‘hümeze’ kelimesi yalın bir çekiştirmeden çok koğuculuk anlamına gelmektedir.

Ancak, söz taşımanın, lâf götürüp getirmenin koğuculuk sayılamayacak, kınanamayacak bir türü daha vardır ki, o da, Peygamber Efendimiz Hazretlerinin “insanların arasını düzelten ve bunun için hayır maksadıyla söz ulaştıran veya hayır kastıyla kinayeli yalan söyleyen kimse, yalancı değildir” sözüdür.
(Sahihi Buhari Muhtasarı Tecridi Sarih, 1156)

Resulullah(s.a.v) bir defasında kabristan yanından geçerken kabirdeki iki kişinin sesini işitince şöyle buyurdular: “Bunlar azab görüyorlar. Hem de azab görmeleri kendilerince büyük bir şeyden dolayı değil. Evet, günahları büyüktür. Birisi idrardan sakınmaz, taharetlenmezdi. Diğeride iki kişinin arasını bozmak için söz taşırdı.”
(Sahihi Buhari Muhtasarı Tecridi Sarih, 163)

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: “Bana bir kimse, sahabilerimin birinden bir şey ulaştırmasın! Zira ben, onların yanına, içim arınmış ve rahat olarak çıkmak istiyorum.”
(Hadis El Kitabı, Tirmizi H.N 674)

Peygamber efendimiz(s.a.v) başka bir hadislerinde buyurdular ki: “Söz gezdiren, laf taşıyan kimse cennete giremez.” (Tirmizi, Birr ve Sıla, 78)

Dinimiz verilen sözün tutulmasını emreder ve bu hususa ehemmiyet verir. Vefasızlık şiddetle yasaklanmış ve haram ilan edilmiştir. Ahde vefa, Kur’ân-ı Kerîm’de “Allah’ın vasıflarından biri” olarak zikredilmiş (Tevbe 111), mü’minlerin de bu vasıfla muttasıf olmaları taleb edilmiştir.
(Bakara 177)

İbnu Ömer(radıyallahu anh) anlatıyor: Resulullah(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kıyamet günü, Allah öncekileri ve sonrakileri birleştirip topladığı zaman her vefasız için, onu tanıtan bir bayrak dikilir ve: “Bu falan (oğlu falanın) vefasızlığıdır” denilir.”
(Buhârî, Edeb 99, Cizye 22, Hiyel 9, Fiten 21)

Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: “Kardeşinle tartışma! Çünkü konunun anlaşılmasını engeller ve belasından da emin olunmaz. Ayrıca, tutamayacağın bir sözü de verme!”
(Hadis El Kitabı, Rezin H.N 682)

İnsanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var. Ehl-i îman, bilmeyerek isti’mal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyân edeceğiz:<
Birincisi: “Evcedethu’l-esbâb” Yâni, “Esbâb bu şey’i îcad ediyor.”
İkincisi: “Teşekkele binefsihi” Yâni, “Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.”
Üçüncüsü: “İktezathü’t-Tabiat” Yâni, “Tabiîdir, tabiat iktiza edip îcad ediyor.”

Evet, câmid, şuursuz bulut, âb-ı hayat olan yağmuru, muhtaç olan zîhayatların imdadına göndermesi, ancak senin rahmetin ve hikmetin iledir. Karışık tesadüf karışamaz. Meşîet-i İlâhîyye ile vücûda gelen işlerde; “İnşâallah İnşâallah” yerinde, bilerek “tabi tabi” demek, ne kadar hata ve muhâlif-i hakîkat olduğunu kıyas et...

Rubûbiyet-i âmmedeki dâire-i esbab-ı zâhiriyede, ehl-i gafletin nazarında, hikmeti ve sebebi bilinmiyen işlerde, tesadüf nâmını vermişler. Tabiî, sevk-i tabiî tesâdüf değil. Hakîki, fıtrî sevk-i İlâhî, kader-i Sübhanî, her işimizde hâkim. İşte ey tabiata saplanan ve bataklıkda boğulmak derecesine gelen gafil! Bütün mâzi ve müstakbele ulaşacak hikmetli ve kudretli ma’nevî el sâhibi olmıyan birşey, nasıl bu zemînin hayatına karışabilir!

Senin gibi hiç ender hiç olan tesadüf ve tabiat buna karışabilir mi? Kurtulmak istersen “Tabiat, olsa olsa bir defter-i Kudret-i İlâhîyyedir. Tesadüf ise, cehlimizi örten gizli bir hikmet-i İlâhîyyenin perdesidir.” de, hakîkate yanaş. Demek en cüz’î hâdisat vukua gelmeden evvel hem mukayyeddir, hem yazılmıştır. Demek tesadüf yok, hâdisat başıboş gelmiyor, intizamsız değillerdir.

قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ İşte şu âyet Cenâb-ı Hakk’ın, nev’-i beşerin hayat-ı içtimaiyyesindeki tasarrufatını şöyle gösteriyor ki; izzet ve zillet, fakr ve servet doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın meşietine ve iradesine bağlıdır. Demek, “Kesret-i tabakatın en dağınık tasarrufatına kadar, meşiet ve takdir-i İlâhiyye iledir. Tesadüf karışamaz.”
(Lem’alar, 23.Lem’a)

Gelecekle ilgili konuşurken “inşaallâh” demek, konuşma ile alâkalı bir diğer edeb kâidesidir. Mü’minin, kâmil bir imana sahip olduğunu gösterir.

Kulun cüz’î irâdesi herhangi bir şeyin olması için kâfi bir sebep değildir. Önemli olan Allâh’ın dilemesidir. Zîra istikbale ait bir şey dilerken “inşâallâh” demek, Allâh’ın irâdesinin farkında olmak ve onun irâdesinin üstünde bir irâde tanımamak demektir.

“Yârın falan işi yapacak mısın?” sualine verilen “tabi, tabi” cevâbı da bu kabildendir. Zira bu cevaptaki “tabi, tabi” kelimesi, “tabiî, tabiî” demektir. Yâni, “inşâallah” denilmesi gerekirken, bunun yerine “Tabiatı gereği o işi yapacağım. Tabiatı bunu gerektirdiği için, benim işim de tabiatıyla olacak.” manâsını taşıyan ve küfür kokan o söz söylenmiş oluyor.

Hâlbuki değil “inşaalah” yerinde “tabi” demek; belki meşiet-i İlahiye’ye bağlamadan “Yarın şu işi yapacağım.” demeği bile Cenab-ı Hak, mealen şu ayetiyle yasaklamıştır: “Habibim! Allah’ın meşietine bağlamadıkça yani İnşâallah demedikçe hiçbir şey için “Bunu yarın yapacağım.” Deme! İnşâallah lafzını unuttuğunda, hatırladığın zaman Rabbin Tealayı zikret. Yani derhal “inşâallah” de ki, o işin halk olunmasına vesile olsun.”
(Kehf/23-24)

İşte, meşîet-i İlâhîyye ile vücûda gelen işlerde; “İnşâallah İnşâallah” yerinde, bilerek “tabi tabi” demek, ne kadar hata ve muhâlif-i hakîkat olduğunu kıyas et...
(Mektubat 262)

Gıybet, ehl-i adâvet ve hased ve inadın en çok isti’mal ettikleri alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip isti’mal etmez. Nasıl meşhur bir zât demiş:
اُكَبِّرُ نَفْسِى عَنْ جَزَاءٍ بِغِيْبَةٍ ٭ فَكُلُّ اِغْتِيَابٍ جَهْدُ مَنْ لاَ لَهُ جَهْدٌ
Yâni: “Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet; zaîf ve zelîl ve aşağıların silahıdır.”

Gıybet odur ki: Gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işitse idi, kerâhet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zâten gıybettir. Eğer yalan dese; hem gıybet, hem iftiradır. İki katlı çirkin bir günahtır.

Evet, Kur’ânın beyânından sonra beyân olamaz, ihtiyaç da yoktur.
İşte اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا âyetinde altı derece zemmi, zemmeder. Gıybetten altı mertebe şiddetle zecreder. Şu âyet bilfiil gıybet edenlere müteveccih olduğu vakit, ma’nası gelecek tarzda oluyor. Şöyle ki: Ma’lûmdur: Âyetin başındaki hemze, sormak (âyâ) ma’nasındadır. O sormak ma’nası, su gibi âyetin bütün kelimelerine girer. Her kelimede bir hükm-ü zımnî var.

İşte birincisi, hemze ile der: Âyâ, suâl ve cevab mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şey’i anlamıyor?

İkincisi, يُحِبُّ lâfzîyle der: Âyâ, sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?

Üçüncüsü, اَحَدُكُمْ kelimesiyle der: Cemâatten hayatını alan hayat-ı içtimâîye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirliyen bir ameli kabûl eder?

Dördüncüsü, اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ kelâmiyle der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşınızı diş ile parçalamayı yapıyorsunuz?

Beşincisi, اَخِيهِ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlûmun şahs-ı ma’nevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Ve hiç aklınız yok mu ki, kendi âzanızı kendi dişinizle divâne gibi ısırıyorsunuz?

Altıncısı, مَيْتًا kelâmiyle der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir işi yapıyorsunuz?

Demek şu âyetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı delâletiyle: Zem ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur. İşte bak nasıl şu âyet, îcazkârâne altı mertebe zemmi zemmetmekle, i’cazkârâne altı derece o cürümden zecreder.

Gıybet, mezkûr âyetin kat’i hükmüyle nazar-ı Kur’ânda gâyet menfur ve ehl-i gıybet, gâyet fenâ ve alçaktırlar.
(Mektubat, 22.Mektub, Hatime)

Sen, gündüz uyanık iken güzel bir söz söylersin; bâzan rü’yada güzel bir elma şeklinde yersin. Gündüz çirkin bir sözün; gecede acı bir şey suretinde yutarsın. Bir gıybet etsen, murdar bir et suretinde sana yedirirler. Öyle ise, şu dünya uykusunda söylediğin güzel sözlerin ve çirkin sözlerin; meyveler suretinde uyanık âlemi olan âlem-i âhirette yersin ve yemesini istib’ad etmemelisin...
(Sözler, 31.Söz)

Bediüzzaman hazretlerinin hayatından, talebelerinin dilinden mevzu ile alakalı bir hatıra nakledelim: Üstadımız ne kimseyi zemmeder ve ne de yanında kimseyi gıybet ettirir. Bunlardan asla hoşlanmaz. Kusur ve hataları setrederler. Hem o kadar hüsn-ü zanna mâlikdir ki, hatta kendisi hakkında bir nâseza söz tebliğ edene; “Hâşâ! bu yalandır. Bu sözü söyledi dediğin zat, böyle söylemez.” buyururlar.
(Tarihçe-i Hayat, Kastamonu Hayatı 326)

Gıybet, mahsus birkaç maddede caiz olabilir;

Birisi: Şekva sûretinde bir vazifedar adama der, tâ yardım edip o münkeri, o kabahati ondan izâle etsin ve hakkını ondan alsın.

Birisi de: Bir adam onunla teşrik-i mesâî etmek ister. Senin ile meşveret eder. Sen de sırf maslahat için garazsız olarak, meşveretin hakkını eda etmek için desen: “Onun ile teşrik-i mesâî etme. Çünkü zarar göreceksin.”

Birisi de: Maksadı, tahkir ve teşhir değil; belki maksadı, târif ve tanıttırmak için dese: “O topal ve serseri adam filan yere gitti.”

Birisi de: O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir. Yâni fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor; zulmü ile telezzüz ediyor, sıkılmayarak aşikâre bir sûrette işliyor.

İşte bu mahsus maddelerde garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet câiz olabilir. Yoksa gıybet, nasıl ateş odunu yer bitirir; gıybet dahi a’mal-i sâlihayı yer bitirir.
(Mektubat, 22.Mektub, Hatime)

Eğer gıybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit اَللّٰهُمَّ اغْفِرْلَنَا وَ لِمَنِ اغْتَبْنَاهُ demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse: “Beni helâl et.” demeli...
(Mektubat, 22.Mektub, Hatime)

 
Kurban
Beiträge: 1.052
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010


   

Selamlaşma ve Musafaha Âdabı
Beden Uzuvlarındaki Şekillerin Hikmeti!

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz