Vahyin Tanımı:
Vahiy Ve İlham Nedir?
"Vahiy"kelimesi (VHY) fiilinin mastarı olup lügatte, gizli konuşmak,
emretmek, îma ve işaret etmek, acele etmek, seslenmek, fısıldamak,
mektup yazmak ve ilham gibi anlamlara gelmektedir.
Bu kelime, Kur'an'da Allah'a ait bir fiil olarak kullanıldığı gibi, Allah'tan
başkası için de kullanılmıştır. Bu sebeple sözlük anlamı itibariyle vahiy
kavramı: İlâhî ve gayr-ı İlâhî vahiy şeklinde iki çeşit olarak tespit edilmektedir.
Gayr-ı İlâhî Vahiy[/b]
Gayr-ı İlâhî vahiy için aşağıdaki ayetler misal olarak zikredilebilir:
"Zekeriyya, mabetten kavminin karşısına çıkarak onlara:
‘Sabah- akşam tespihte bulunun’ diye vahyetti." (Meryem,
19/11)
Bu ayette, vahiy kelimesi îma ve işaret anlamında kullanılmıştır.
"Biz böylece her peygambere insan ve cin şeytanlarını
düşman kıldık. Bunlar, aldatmak maksadıyla birbirlerine
yaldızlı sözler
İlâhî Vahiy
Allah tarafından yapılan vahyin “ilâhî vahiy” kavramını kendi arasında
tekvînî, ilhâmî ve teşriî/hakîkî vahiy şeklinde değişik kısımlara ayırmak
mümkündür.
Tekvînî vahiy: Tekvinî vahiy, cansız varlıkların hususi görevlerin
i bildiren bir vahiy şeklidir. Hususi vazifelerini kendilerine bildiren
Allah, bunu vahiy kelimesiyle ifade etmiştir. Kur’an’da bu vahiy
çeşidi, göklere ve yere yapılan vahiy olarak kendini göstermek
tedir. İlgili ayetler şöyledir:
“Allah böylece onları, iki günde yedi gök olarak
yarattı ve her göğe görevini vahiy etti.”
(Fussilet, 41/12.)
“Yeryüzü o şiddetli sarsıntı ile sarsıldığı, içindeki
ağırlıklarını çıkarıp dışarı attığı, ve insan: “
Bu yere de ne oluyor?” dediği zaman, işte o gün yer,
üzerinde olup biten her şeyi anlatır. Çünkü Rabbin ona
vahiy etmiştir." (Zilzal, 99/1-5).
İlham nedir?
Kelime olarak ilham, “bir şeyi birden yutturmak” anlamında olup,
ıstılah olarak “kalbe bir takım mana ve fikirlerin ilkâ edilmesi”
anlamında kullanılır. “Allah’ın, kulun kalbine bıraktığı şey”,
“feyz yoluyla kalbe bırakılan şey” tarzında da ifade edilmiştir.
Istılahî anlamdaki vahiy, peygamberlere has bir keyfiyet iken,
ilham daha umumî bir karakter taşır. Veli kulun kalbine gelen
ilham, meleklere yapılan ilham, hatta arı gibi hayvanlara yapılan
ilhama kadar şümullü bir ifadedir.
Kur’an-ı Kerim’de “ilham” kelimesi sadece Şems suresi 8. âyette
geçer. Bu surenin başında yüce Allah, güneşe ve aya, gündüz ve
geceye, sema ve arza kasemden sonra,
“Nefse ve onu en güzel bir biçimde şekillendirip fücur ve
takvasını ilham edene yemin ederim ki, nefsini arındıran
muhakkak kurtulmuştur. Onu kirleten de, hüsrana
uğramıştır.” buyurur. (Şems, 91/8-10)
Bu âyetler, insan nefsinin fücur ve takvaya kabiliyetli olduğunu beyan
etmektedir. İnsan, nefsini hayra da, şerre de yönlendirebilir.
İnsanın terkîbi ulvî ve süflî alemden gelmiştir. Bundan dolayı insan,
nefsi itibarıyla süfliyata meyyal, ruhu itibarıyla ise, ulviyâta müştaktır.
Surenin başında “güneş ve aya, gündüz ve geceye, sema ve arza”
yemin edilmesi, insanın fücur ve takvadaki haline bir işaret gibidir.
Yani, insan nefsi ya güneş gibi nuranî veya ay gibi zulmanîdir.
Ya gündüz gibi aydınlık veya gece gibi karanlıktır.
Ya sema gibi ulvî veya arz gibi süflîdir. İnsanı bu şekilde yükselten
veya alçaltan, nuranî veya zulmanî yapan, fiillerine temel teşkil eden
ilhamlardır. Çünkü insan nefsi, hem hayırlı ilhamlara, hem de şerli
ilhamlara bir alıcı durumundadır. Allah’ın ve meleğin ilhamına muhatab
olduğu gibi, şeytanî bir ilham olan vesveselere de muhatab olmakt
adır. Allah’ın nefse fücur ve takvayı ilham etmesi ise, hayır ve şerri
ona bildirmesi anlamındadır.
İlham da vahiy gibi sübjektif bir yapı arzeder. İlhamın keyfiyeti, tatma
yanlarca bilinmez. Fakat onun bu bilinmezliği, kendisi hakkında fikir
yürütmemize engel değildir. Bu nedenle, ilhamın keyfiyetiyle ilgili
bazı görüş ve tecrübeleri kaydetmekte fayda görüyoruz:
“İlham, vicdanda ani bir surette belirir. Nereden geldiği his ve
idrâk olunmaz. Açlık, susuzluk, üzüntü ve sevinç duyguları
vicdanda nasıl duyuluyorsa, ilham da aynı şekilde duyulur.”
Böyle ani gelen bir ilham, beklenmedik ruhî, coşkun bir istila gibidir.
Bundan dolayı da, kalbî hassasiyet ve aklî titizlik daima onu almaya
hazır olmalıdır. Yoksa “Nurlar senin üzerine gelirler ve kalbini kainat
içindeki eserlerin suretleriyle dopdolu görünce geldiği gibi giderler.
Kalbini ağyarın suretlerinden boşalt ki, maarif ve esrar ile doldurası
n.”
İşârî tefsîr ekolünün mümtaz simalarından Bursevî kendi ilham
tecrübelerinden bahsederken şöyle der:
Gerek Kur'an'da ve gerek hadis kitaplarında ilhamdan söz edilmiştir.
Bazen konu bizzat "ilham" sözcüğü ile, bazen de onun eş anlamlısı bir kelime ile
ifade edilmiştir. Şems sûresinde geçen "Ona (nefse) iyilik ve kötülük
lerini ilham eden (Allah'a) yemin olsun."(Şems, 91/8) mealindeki âyette "ilham"
kelimesi açık olarak kullanılmıştır. Âyette ayrıca iyilik telkini gibi, kötülük telkini de "ilham"
kelimesi ile ifade edilmiştir. Âyetin ifadesinden ilk etapta sırf güzel iş
lerin telkini için kullanılan bir kavram olan ilhamın, çirkin ve kötü şey
lerin de adı olduğu hususu anlaşılabilir. Ancak dikkatle bakıldığında âyette
söz konusu olan husus güzellik ve çirkinliğin, iyilik ve kötülüğün mahiyetinin insana bildirilip,
öğretilmesidir. Bu ise her iki şekliyle de güzelliktir. Çünkü kötülük
bilinmezse ondan kaçınmak zor olur.
Abdullah b. Mesud'dan rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber
(a.s.m): "İnsanoğlunda bir lümme-i şeytâniyye bir de lümme-i
melekiyye vardır. Lümme-i şeytâniyyeden hakkın yalanlanması ve
kötülüklerin yapılması; lümme-i melekiyyeden de hak ve hakikatin
tasdik edilmesi ve güzel işlerin yapılması yolunda telkinler yapılır.
Buna göre içinden hayır işlerine dair telkinler alan kimse, bunun
Allah tarafından olduğunu bilsin ve O'na hamd etsin. Kötülük telkin
ini alan kimse de kovulmuş şeytandan Allah'a sığınsın." buyurmuş
ve ardından "Şeytan size fakirliği vadeder ve hayâsızlığı emreder."
(Bakara, 2/268) mealindeki âyeti okumuştur." (Tirmîzî, Tefsir, 3).
"İşte bunda mütevessimler (ibret alanlar) için işaretler vardır."( Hicr,
15/75) mealindeki âyeti tefsir eden Rağıb Isfahânî, "mütevessimin"
kelimesini bir şeyden ders alan, ibret alan ve işi bilen kimseler şekli
nde açıklamıştır.
Bir hadis-ı şerifte, adı geçen âyette yer alan "mütevvesimin" kelimes,
i feraset olarak açıklanmıştır. Tirmizi'nin Ebû Said el-Hudrî'den yaptı
ğı rivayette, Hz. Peygamer (a.s.m): "Mü'minin ferasetinden çekinin,
çünkü o, Allah'ın nuru ile bakar, görür." (Tirmîzî, Tefsir, 16) buyurmuştur. Feraset de bir ilhamdır.
Buharî ve Müslim'de geçen bir hadiste ise, Hz. Peygamber (a.s.m)
şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz sizden önceki ümmetlerde muhaddes
ûn (ilhama mazhar) denilen kimseler vardı. Eğer benim ümmetimde
de ilhama mazhar bir tek kişi varsa, şüphesiz o Ömer'dir."
(Buhârî, Fedâilus-sahâbe, 6; Enbiya, 54; Müslim, Fedâilü's-sahâbe,
23). Görüldüğü gibi bu hadiste ilhama mazhariyetin varlığı ile beraber,
onun yüksek bir değere sahip olduğu hususu da vurgulanmaktadır.
Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği bir hadiste de Hz. Peygamber (a.s.m)
şöyle buyurmuştur: "Rûhu'l-Kudus benim kalbime şunu üfledi:
Hiç bir nefis rızkını tamamlamadan ölmez. O halde dikkat edin,
Allah'tan korkun ve rızık arama hususunda güzel davranın."
(Râğıb, 748. İlgili hadis için bk. Suyûtî, İtkan, I/59; Camiu's-Sağîr,
1/155; Aclûni, 1/231). Bu hadis, peygamberlerin vahiy olgusu
dışında ayrıca ilhama da mazhar olduklarını da göstermektedir.
Vahiy, insanlık camiasından seçilip görevlendirilen peygamberler
vasıtasıyla, insanların ve de cinlerin dünya ve ahiret hayatlarının
mutluluğu için prensipler koyan ilâhî mesajlardan ibarettir. Bunlar,
Allah tarafından peygamberlere vasıtalı veya vasıtasız olarak ulaştır
ılır.
"Allah'ın vahiy ile veya perde arkasından, yahut bir elçi
gönderip ona kendi izniyle dilediği şeyi vahiy etmesind
en başka bir suretle konuşması, hiç bir insana müyess
er olmaz. O yücedir, hikmet sahibidir."(Şûrâ, 42/51)
ayetinde vahyin üç şekline vurgu yapıldığı gibi, vasıtalı / vasıtasız
vahiy çeşitlerine de işaret edilmiştir.(bk. Subhi Salih, 25.).
"Biz Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiği
miz gibi sana da vahyetttik. Ve İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'
a, Yakûb'a, Esbat'a (onların torunlarına), İsa'ya, Eyyûb'e,
Yûnus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Davud'a
da Zebur'u verdik."( Nisâ, 4/163)
ayeti hakiki vahyin bütün peygamberler için ortak bir değer olduğun
u göstermektedir.
Görebildiğimiz kadarıyla, Hz. Peygamber (asv)’e melek vasıtası
olmadan doğrudan Allah tarafından Miraç’ta vahiy edilen, sadece
Bakara suresinin son iki ayetidir.
Kaynakların bildirdiğine göre, Abdullah b. Mesud şunları söylemiştir:
“…Miraçta Hz. Peygamber (a.s.m)’e şu üç şey verildi:
Beş vakit namaz verildi, Bakara Suresinin son kısmı
(Amenerresul) verildi ve bu ümmetten Allah’a şirk
koşmadan ölen kimsenin günahlarının bağışlanacağı
hususu (söz verildi).” [bk. Müslim, İman, (76)279; Tirmizî,
tefsir,54; İbn Kesir, ilgili ayetlerin tefsiri].
Nisa suresi 164. ayette Allah’ın Musa (as) ile konuştuğu ifade edilmektedir.
Çünkü, bu manada hususî olarak Allah’ın kendisiyle doğrudan konuştuğu tek peygambe
r Hz. Musa (as)’dır. Hz. Muhammed (asv)’in bu konudaki durumu
-Miraç hadisesi münasebetiyle- Mekke’de inen Necm suresinde
ifade edildiği için, Medine’de inen Nisa suresinde ona ayrıca atıfta
bulunmaya lüzum kalmamıştır.
Şüphesiz Hz. Muhammed (asv)’in Miraçta hem ilahî tekellüme hem
de manevî cemal-i ilahiyi temaşa etmeye muvaffak olması, sadece
ilahî tekellüme mazhar olan Hz. Musa (as)’ın -Tur-i Sina’daki- miracı
ndan katbekat yüksek bir mertebedir.
Diğer taraftan, Miraç olayının anlatıldığı Necm Suresinde, “
“(Böylece Cenâb-ı Hak) kuluna vahyettiğini etti.” (Necm, 53/10)
ayetinde doğrudan vahiyden bahsedilmiş, ancak nelerin vahyedildiği
söylenmemiştir. Ayette de öznenin Cebrail veya Cenâb-ı Allah
olması muhtemeldir. Birinci ihtimale göre mâna "Bu yaklaşmayı takiben Cebrail, Allah'ın,
kulu Muhammed'e gönderdiği vahiyleri ona getirip öğretti." şeklinde olur.
İkinci ihtimale göre ise âyeti şöyle yorumlamak gerekir: Resûlullah
(asv) Rabbine öylesine yaklaştı ki aradaki vasıtalar kalktı ve Allah
Teâlâ kuluna vahyini doğrudan doğruya verdi. Bu âyetlerde
Mirac sırasındaki gelişmelerin anlatıldığı kabul edildiği takdirde,
ikinci yorum daha kuvvetli olmaktadır.
Buna göre, vahyin vasıtasız olduğu bu safhada, Resûlullah (asm)
Efendimizin bedeni ruhuna dönüşmüş; zaman ve mekân kavramları
bir bakıma tatil edilmiş; Ruh-i Muhammedi bütün safiyet ve nuraniy
etiyle yükselmişti. İlâhî vahiy doğrudan Onun kalbine inmeye başlam
ış, bedeni ruhlaştığı için de buna tahammül edebiliyor ve tarifi mümkün olmayan
bir zevk içinde ilâhî cemal sıfatının tecellisine mazhar oluyordu.
Vasıtasız yapılan bu vahiy arasında, yukarıda mealini verdiğimiz
hadiste ifade edilenlerden başka bizim bilmediğimiz birçok sır ve
hikmetler, Peygamber Efendimize (asv) bildirilmiş olmaktadır.
(bk. Razi,Mefatih; Elmalılı, Hak Dini; Celal Yıldırım, İlmin Işığında
Asrın Kur’an Tefsiri, ilgili ayetin tefsiri)
Son Bölüm
Prens Bismarc
“Sana muasır bir vücut olamadığımdan müteessirim ey
Muhammed! (asm)
Muhtelif devirlerde, beşeriyeti idare etmek için Allah tarafından
geldiği iddia olunan bütün indirilmiş semavî kitapları tam ve
etrafıyla tetkik ettimse de, tahrif olundukları için hiçbirisinde
aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim. Bu kanunlar
değil bir cemiyet, bir hane halkının saadetini bile temin edecek
mahiyetten pek uzaktır.
Lâkin Muhammedîlerin (asm) Kur’an’ı, bu kayıttan azadedir.
Ben Kur’an’ı her cihetten tetkik ettim, her kelimesinde büyük
hikmetler gördüm. Muhammedîlerin (asm) düşmanları, bu kitabın
Muhammed’in (asm)) zatının eseri olduğunu iddia ediyorlarsa da,
en mükemmel bir dimağdan böyle bir harikanın meydana gelebile
ceğini iddia etmek, hakikatlere göz kapayarak kin ve garaza âlet
olmak manasını ifade eder ki; bu da ilim ve hikmetle izah edilemez.