Mücadele Süresi Meal Ve Tefsiri 1-9
Hakkında
Medine döneminde inmiştir. 22 âyettir. Sûre, adını ilk âyette sözü edilen olaydan almıştır. “Mücâdele”, münakaşa etmek, tartışmak demektir. Bir adamın “zıhâr” yaptığı karısı, Hz. Peygambere gelerek onu şikâyet etmiş ve Hz. Peygamberle de tartışmıştı. Sûrede başlıca, zıhar, zıhar keffareti gibi bazı dînî hükümler ile birtakım görgü kuralları ve mü’minlerin inanmayanlara karşı takınmaları gereken tavır konu edilmektedir.
Nuzül
Mushaftaki sıralamada elli sekizinci, iniş sırasına göre yüz beşinci sûredir. Münâfikûn sûresinden sonra, Hucurât sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur. Sadece 7. âyetinin Mekke’de indiğine dair bir rivayet vardır (İbn Atıyye, V, 272).
Konusu
Câhiliye döneminde kadın açısından büyük haksızlıklara yol açan bir boşama türü olan “zıhâr”ın yanlış bir telakkiye dayandığı ortaya konmakta; gizli görüşme ve topluluk içinde birkaç kişinin baş başa verip fısıltıyla konuşması, selâmlama, toplantılarda uyulması gereken nezaket kuralları ve Resûlullah’la özel görüşmelerin belirli âdâb çerçevesinde yürütülmesi konularında uyarılar yapılmakta; münafıkların bazı karakteristik özelliklerine değinilmekte, müminlerin –en yakınları bile olsalar– Allah ve resulüne düşmanlık edenlerle ilişkilerinde daha dikkatli davranmaları istenmektedir.
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم Bismillahirrahmanirrahim/Rahman Ve Rahim Olan Allahın Adıyla
قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّتٖي تُجَادِلُكَ فٖي زَوْجِهَا وَتَشْتَكٖٓي اِلَى اللّٰهِࣗ وَاللّٰهُ يَسْمَعُ تَحَاوُرَكُمَاؕ اِنَّ اللّٰهَ سَمٖيعٌ بَصٖيرٌ ﴿١﴾
﴾1﴿ Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a yakınan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin karşılıklı konuşmanızı işitiyordu. Çünkü Allah her şeyi işitmekte ve görmektedir.
Tefsir
Bu âyetlerde, Câhiliye dönemi âdetine göre eşlerin, tekrar birleşmelerine imkân vermeyecek biçimde ayrılmaları sonucunu doğuran ve kadına zarar veren bir boşama türü olan zıhâr uygulaması âyetlerin inmesinden kısa bir süre önce meydana gelen bir olayla ilintilendirilerek yerilmiş ve bu konuda yeni bir düzenleme getirilmiştir. Bir erkek karısından kesin olarak ayrılmak istediği zaman ona “Sen bana anamın sırtı gibisin” der ve artık karısı ona yasak sayılırdı. İşte bu sözde, annesinin mahrem bir yerini belirtmek üzere “sırt” anlamına gelen zahr kelimesi kullanıldığından, hukukî sonucu olan bu işleme de belirtilen kelimeden türetilerek “zıhâr, zıhâr yapma” deniyordu. Câhiliye toplumunda erkekle karısı veya onun akrabaları arasında bir husumet ortaya çıktığında zıhâr yeminine baş vurulurdu, bu o topluma özgü yemin türlerinden biriydi (Cevâd Ali, el-Mufassal fî târîhi’l-‘Arab kable’l-İslâm, V, 550-551). İbn Âşûr bu konuda şöyle bir açıklama yapar: Öyle sanıyorum ki bu tarz boşama, yahudilerle sıkı sosyal ilişkiler içinde bulunan Yesrib (Medine) çevresindeki Araplar’ın âdetiydi ve bunu eşlerini kendilerine kesin biçimde yasaklama ifadesi olarak kullanırlarken yahudi geleneğinden etkilenmişlerdi. Zira yahudilerde kadına arkadan yaklaşmak yasaktı; böylece bu anlayışla (“arka” anlamına gelen zahr kelimesi) erkeğin en yakın mahremi olan “anne” unsuru bir araya getirilerek mübalağalı ve kesin bir ayrılık formülü oluşturuldu. Yine sanıyoruz ki zıhâr sözünü ilk söyleyen kişiyi buna yönelten âmil, öfke dolu bir halde bulunması ve bir küfür ifadesi kullanmak istemesi olmalıdır; nitekim âyette bu söz “çirkin ve asılsız” olarak nitelenmiştir. Bu usul Mekke, Tihâme, Necid gibi bölgelerde bilinen bir Arap âdeti değildi; bu bölge insanlarının sözlerinde buna dair bir ize rastlamadık. Kur’an’da sadece Medine döneminde inen iki sûrede (Ahzâb ve Mücâdele) zikredilmesi de bu tesbiti doğrular niteliktedir (XXVIII, 11, 13).
Âyetlerin iniş sebebi olarak gösterilen olay özetle şöyledir: Ensardan Evs b. Sâmit bir sebeple kızıp hanımı Havle (veya Huveyle) bint Sa‘lebe’ye zıhâr yapmıştı (“Sırtın anamın sırtıdır” demişti). Çok geçmeden söylediğine pişman oldu ve evliliğe dönüş yapmak istedi. Bu, müslüman toplumun karşılaştığı ilk zıhâr uygulamasıydı. Kadın geleneğe göre yasak olan bu ilişkiyi bu halde sürdürmeyi kabul etmedi. Sonunda duruma bir çare bulması için Resûlullah’a başvurdu. Gençliğini kocası uğruna tükettiğini, ona çocuklar verdiğini ama şimdi yaşlanınca kapı dışarı edildiğini dertli dertli anlattı. Hz. Peygamber bu konuda ilâhî bir bildirim almadığını ve bilinen hükümden (haramlık) başka bir çözüm söyleyemeyeceğini belirtti. Kadın durumun çok vahim olduğunu tekrar tekrar ifade ettiyse de farklı bir cevap alamadı. Daha sonra kadın Allah’a yalvarmaya ve halinden yakınmaya başladı. “Allah’ım! Çok yalnızım. Bu ayrılık bana çok acı verecek. Küçük çocuklarım var; onları babalarına bıraksam perişan olurlar, kendime alsam aç kalırlar. Halimi sana arzediyorum, beni bu sıkıntıdan kurtar; resulünün dilinden bir vahiy inzâl buyur!” diye dua ediyordu. Kısa bir süre sonra bu âyetler indi. Hz. Peygamber onu müjdeledi ve âyetleri okudu. Ardından kocasını çağırtıp onun durumunu öğrendi; köle âzat edemeyeceğini, iki ay peş peşe oruç tutamayacağını ve altmış fakiri doyuracak kadar malî imkânının da bulunmadığını anlayınca ona bir miktar yardımda bulundu ve bereketlenmesi için dua etti. Olaya tanık olan Hz. Âişe, “Bütün sesleri işiten Allah ne kadar yüce! O kadın durumunu anlatırken ve Allah’a yalvarırken öylesine yavaş ve fısıltıyla konuşuyordu ki dediklerinin bir kısmını işitemiyordum” diyerek âdeta ilk âyetin, “Çünkü Allah her şeyi işitmekte ve görmektedir” meâlindeki kısmını tefsir etmiş oluyordu (Ebû Dâvûd, “Talâk”, 17; Nesâî, “Talâk”, 33; konuyla ilgili rivayetler için bk. Taberî, XXVIII, 1-6; Zemahşerî, IV, 70-71; İbn Atıyye, V, 272-273).
İlk âyet Hz. Peygamber’in tatbikatında kadının toplumsal konumuyla ilgili önemli bir bilgi içermektedir: Kadın kuşkusuz içinde bulunduğu toplumun bir ferdidir ve o esnada mevcut kurallardan ve şartlardan bağımsız bir statüye sahip olması düşünülemez; ama asıl önemli olan, mensup olduğu dinin kendisine bakışını nasıl algıladığıdır. Âyetten açıkça anlaşıldığı üzere kadın, o güne kadar Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’in uygulamalarından, “herkese problemini en yetkili merciler önünde uygun şekilde seslendirebilmesi ve hakkını arayabilmesi imkânının tanınması gerektiği” ilkesini çıkarabilmiş ve bunun teoride kalmayıp yaşanan bir gerçek olduğunu da görmüştür. Nitekim Havle’nin bu konudaki anlayışı Kur’an tarafından özel biçimde onaylanmış olduğundan Hz. Ömer ona hep ayrı bir saygı duymuş ve halifeliği döneminde etrafındakileri şaşırtacak derecede onunla ilgilenmiştir. 2. âyette zıhâr sözlerinin yakışıksız ve asılsız olduğu belirtilmesine rağmen âyetin sonunda Allah Teâlâ’nın bağışlayıcılığının hatırlatıldığına dikkat edilirse, Kur’an’ın üslûbunun eğitim konusuna da ışık tutan önemli incelikler taşıdığı kolayca anlaşılır.
Verilmek istenen mesaj açısından bu âyetlerden çıkan anlamları iki ayrı şıkta ele almak uygun olur:
a) Zıhâr konusuna ilişkin değerlendirmeye ve hükmün bildirilmesine geçilmeden önce sûreye “... Kadının sözünü Allah işitmiştir” tarzında pekiştirilmiş bir ifadeyle başlanması, Kur’an’ın üzerinde önemle durduğu adalet ilkesinin uygulamaya taşınabilmesi için, öncelikle zayıfların seslerini duyurmalarına imkân sağlanması ve onların haklarının korunması gereğine özel bir vurgu anlamı içerir. Bu vurgu muhatapların zihnini, belirli bir olay veya konuyla sınırlı olmayan ilkesel bir düşünceye yöneltmekte; bu tür durumlara kayıtsız kalınmaması ve adalet ölçüleri içinde mutlaka bir çözüm bulunması zaruretini ihtar etmektedir. Bu mesajın tabii bir sonucu, bir kesimin veya cinsin (örnek olayda kadının) zayıf düşmüş ve horlanır hale gelmiş olması toplumsal bir realite olsa bile, bu realite başlı başına bir değer hükmü olarak kabul edilip onaylanamaz.
b) Konuyla ilgili düzenlemeden ise şu anlaşılmaktadır: Zıhâr uygulamasında esas alınan düşüncenin sakatlığı ortaya konup ona karşı bir tavır alınmış, fakat buna yönelten âmiller varlığını korudukça bu yola başvurabilecekler için konunun tabiatına uygun bir yaptırımın konması tercih edilmiştir. Bu yaptırım da, birincisi o zamana kadar geleneğin sağladığı sonucu tanımama, diğeri bu yolu deneyenleri caydırıcı ama aynı zamanda toplumdaki zayıfların yüzünü güldürücü bir yükümlülük getirme şeklinde olmak üzere iki yönlüdür.
İslâm âlimleri zıhârın dinî hükmünü “haram” şeklinde belirledikleri, yani bir müslümanın zıhâr yapmasının dinen yasak olduğu sonucuna ulaştıkları halde (bk. Abdülkerîm Zeydân, VIII, 284), muhtemelen, Kur’an’da ve Sünnet’te yer alması sebebiyle bu konunun teorisi üzerinde geniş biçimde ve –ortadan kalkması değil âdeta geliştirilmesi için çaba harcandığı izlenimi veren– yeni ayrıntılar üreterek durmuşlardır. Öyle ki ilmihal veya fıkıh kitaplarından, bu uygulamanın İslâm tarihi boyunca bütün müslüman toplumlarda yaygın olarak süregeldiği hatta Kur’an’da hükmü bulunduğuna göre bir ölçüde varlığını koruması gerektiği gibi bir kanaat edinilmektedir. Oysa bu konuya temas edilen yerlerde Kur’an ve Sünnet’in mesajına ağırlık verilip Kur’an tarafından ağır bir dille eleştirilen bu tür yanlış düşünce ve eylemlerden uzak durulması gerektiğinin hatırlatılması daha uygun olurdu. Zira böyle bir uygulama yok olup gitse de, bu düzenleme Kur’an’ın bir toplumu nereden alıp kısa bir sürede nereye yükselttiğini gösteren canlı bir örnek olarak her zaman misyonunu ifa edecek ve bu âyetlerdeki mesaj pek çok konuda müslümanların yolunu aydınlatacaktır.
Fıkıh kitaplarındaki ayrıntılara girilmeden, âyetlerin getirdiği hükümler etrafındaki belli başlı yorumlar şöyle özetlenebilir:
1) Zıhâr esnasında söylenen sözlerin bir gerçekliği olmadığı gibi, bunların şer‘an geçerliliği de yoktur; bir başka anlatımla, bu yakışıksız sözlerle aile hukuku açısından dinî veya hukukî bir sonuç meydana getirme amacı Kur’an nazarında bir değer taşımamaktadır.
2) Bununla birlikte, eşler arasındaki sevgi ve saygıyı zedeleyen böyle bir beyanın yol açtığı tahribatı onarmak ve evliliği sürdürme iradesindeki kararlılığı açık biçimde ortaya koymak üzere, zıhâr yapanın kefâret ödemesi gerekir. Kefâret, “belli konularda dinen yapılması gerekeni yapmama veya yapılmaması gerekeni yapma sebebiyle, Allah’tan kusurunun bağışlanmasını dileyerek malî veya bedenî bir bedel ödemek” anlamına gelir. Bu, ceza özelliği de bulunan bir tür ibadettir; dolayısıyla, bir gayri müslim zıhâr yaptığında kefâret ödemesi gerekmez. 2. âyette “içinizden” kaydının bulunması da hitabın müslümanlara yönelik olduğunu göstermektedir. Hanefî, Mâlikî ve Zeydiyye mezheplerinde benimsenen hüküm budur. Şâfiî, Hanbelî ve Ca‘ferîler’e göre ise gayri müslimin zıhârına da hüküm bağlanır; o da oruç dışındaki kefâret yollarını uygular; 3. âyetteki ifade genel olup 2. âyetteki kayıt bu genelliği sınırlamaya yeterli değildir. İkinci görüşün izahında daha çok başka deliller ön plana çıkmış görünse de bunun temelinde, toplumdaki yoksulların lehine bir yorum yapma anlayışının bulunduğu söylenebilir.
3) 3. âyetin “Karılarına zıhâr yapıp da sonra dediklerinden dönenler” diye çevrilen kısmı lafzan “... yine dediklerine dönenler” mânasına gelmektedir. Bu ifade hakkında değişik yorumlar yapılmış olmakla birlikte sözün bağlamı ve Resûlullah’ın tatbikatı, burada, zıhâr sözünü söyledikten sonra bundan pişmanlık duyup normal olarak evlilik hayatını sürdürmek isteyenlerin kastedildiğini göstermektedir. 8. âyette aynı ifade kalıbından “menedildikleri işe dönenler yani bunu yine yapanlar” mânasının açıkça anlaşılması, buna da “dediklerini yine yapanlar yani tekrar zıhârda bulunanlar” anlamı verilebileceğini düşündürmekle beraber, âyetlerin iniş sebebi olan olayın cereyan tarzı bu yoruma imkân vermemektedir. Zira bu âyetler inince Hz. Peygamber kendisiyle tartışan kadının kocasına hemen kefâret hükmünü uygulatmış, kefâret hükmünü zıhârı tekrar etme durumuna bağlamamıştır.
Taraflardan birinin ölümü veya evliliğe dönüş yapılmaması halinde kefâret gerekmez; fakat eşler boşanıp tekrar evlenecek olurlarsa –o arada kadın başkasıyla evlenip ayrılmış bile olsa– âlimlerin çoğunluğuna göre yine kefâret gerekir, çünkü âyette temastan önce kefâret şart koşulmuştur. Bazı âlimlere göre kefâret söylenen çirkin sözün yani zıhâr ifadesini kullanmanın hükmü olduğu için ölüm ve ayrılık halinde dahi kefâret gerekir.
4) Zıhâr kefâreti, şu üç yoldan biriyle ve imkân bulunduğu sürece âyette belirtilen şu sıraya riayet edilerek yerine getirilir: a) Bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmak. b) Kesintisiz iki ay oruç tutmak. c) Altmış fakiri doyurmak. Başka bazı kefâretlerden farklı olarak burada kölenin mümin olması da şart koşulmamıştır. Atâ, İbrâhim en-Nehaî, Ebû Sevr, Süfyân es-Sevrî gibi müctehidlere, Ahmed b. Hanbel’den bir rivayete, yine Hanefî ve Zâhirî mezheplerine göre hüküm budur. Hanefîler dışındaki üç mezhepte ise, buradaki mutlak ifade Nisâ sûresinin 92. âyetinde kayıtlı ifadeye göre yorumlanarak kölenin mümin olması şartı aranmıştır. Öte yandan, bu kefâret ile bir müslümanı hata ile öldürme kefâreti arasındaki paralellik sebebiyle belirtilen çirkin ve asılsız sözün evlilik birliğinin temelindeki düşünceyi öldürme gibi kabul edildiği ve Allah katında bu beraberliğe yeniden can kazandırabilmenin ancak bu yolla olacağı anlamı çıkarılabilir (yoksulların doyurulması konusunda bilgi için bk. Mâide 5/89).
5) Zıhâr kefâretinin, cinsel temastan önce yerine getirilmiş olması gerekir. İlk iki şıkka gücü yetmeyen yani yoksulları doyurma şıkkını uygulayacak kişi bakımından da hüküm budur. Ancak bazı âlimler âyette üçüncü şıktan söz edilirken “temastan önce” kaydının tekrarlanmamış olması sebebiyle bu durumda kefâret yerine getirilmeden cinsel temasın câiz olduğu kanaatindedirler. Şayet kefâret ödenmeden cinsel temas yapılmışsa, –nikâh bağı sona ermiş olmadığından– bu, gayri meşrû bir ilişki sayılmaz; ama kişi –âdet gören hanımıyla temasta bulunma gibi– Allah’ın yasakladığı bir işi yapmış, günaha girmiş olur. Bu durumda tövbe etmesi ve kefâretini ödemesi gerekir; âlimlerin çoğunluğuna göre tek kefâret yeterlidir. Bazılarına göre bu fiil kefâreti düşürür yani kefâretle de telâfi edilemez bir günah haline gelir, bazılarına göre ise ikinci bir kefâret gerekir.
6) Zıhârın evlilik bağını sona erdirme etkisi Kur’an tarafından onaylanmamış, sadece kefâret gerektiren bir yemin gibi kabul edilmiştir. Buna göre zıhâr yapan erkek evliliğe son vermek istiyorsa normal boşama usulünü izlemek durumundadır. Hem bu yola başvurmama hem evlilik hayatına dönmeme, kadını zarara sokan ve zıhârın Câhiliye dönemindeki sonuçlarını doğuran bir tutum olacağından bu da Kur’an’ın getirdiği hükümle bağdaşmaz. Böyle bir durumda zıhâra, belli bir süre içinde karı koca hayatına dönülmemesi halinde evliliğin sona ermesi sonucunu doğuran özel yemin (“îlâ” = günümüz hukuk terimiyle bir tür “ayrılık”) hükmü uygulanır (bilgi için bk. Bakara 2/226-227). Nitekim bu âyetin nüzûlünden sonra zıhâr lafzının îlâ hükümleri kastedilerek kullanıldığını gösteren örnekler bulunmaktadır (daha fazla bilgi için bk. Zemahşerî, IV, 71-73; Râzî, XXIX, 250-261; İbn Âşûr, XXVIII, 15-19; Abdülkerîm Zeydân, VIII, 281-317).
4. âyetin “Bu, Allah’a ve resulüne imanınızı göstermeniz içindir” diye çevrilen kısmı lafzan “Bu, Allah’a ve resulüne iman etmeniz içindir veya iman etmenizden dolayıdır” anlamına gelmektedir. Bazı müfessirler bu mânayı esas alarak “Allah’ın bunu emrettiğini tasdik etmeniz için” tarzında açıklamalar yapmışlarsa da, “Allah ve resulünün buyruklarına uyup o çirkin ve yalan söze bir daha dönmeyeceğinizi ortaya koymanız için” veya “Allah ve resulüne imanınızın gereğini yerine getirmeniz için” şeklindeki yorum bağlama daha uygun düşmektedir. “Bu” işaret zamiriyle kefârette –imkân durumuna göre– seçenekler tanınması kolaylığının kastedildiği yorumu da yapılmıştır (Taberî, XXVIII, 11; İbn Atıyye, V, 275; Râzî, XXIX, 262; Şevkânî, V, 213).
Daha önce inmiş bulunan Ahzâb sûresinin 4-5. âyetlerinde, “Allah bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır, analarınıza benzeterek haram olsun dediğiniz eşlerinizi analarınız kılmamıştır ... Bunlar sizin kendi iddianızdır, hak ve hakikati Allah söyler, doğru yolu da O gösterir” buyurularak zıhâr uygulaması eleştirilmiş, bu konuda yeni bir hüküm tesis etmeden önce bu davranışın fikrî temeli çürütülmüştür. Ahzâb sûresindeki bu âyetlerin daha sonra indiği görüşü esas alınacak olursa, buradaki ifadeleri Mücâdele sûresinde getirilen hükmü pekiştirme anlamında yorumlamak uygun olur.
اَلَّذٖينَ يُظَاهِرُونَ مِنْكُمْ مِنْ نِسَٓائِهِمْ مَا هُنَّ اُمَّهَاتِهِمْؕ اِنْ اُمَّهَاتُهُمْ اِلَّا الّٰٓئٖ وَلَدْنَهُمْؕ وَاِنَّهُمْ لَيَقُولُونَ مُنْكَراً مِنَ الْقَوْلِ وَزُوراًؕ وَاِنَّ اللّٰهَ لَعَفُوٌّ غَفُورٌ ﴿٢﴾
﴾2﴿ İçinizden karılarına zıhâr yapanların karıları asla onların anaları değildir. Onların anaları sadece, kendilerini doğuran kadınlardır. Gerçek şu ki, onlar çirkin ve asılsız bir söz söylüyorlar. Şüphesiz Allah affedicidir, bağışlayıcıdır.
وَالَّذٖينَ يُظَاهِرُونَ مِنْ نِسَٓائِهِمْ ثُمَّ يَعُودُونَ لِمَا قَالُوا فَـتَحْرٖيرُ رَقَـبَةٍ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَتَمَٓاسَّاؕ ذٰلِكُمْ تُوعَظُونَ بِهٖؕ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبٖيرٌ ﴿٣﴾
﴾3﴿ Karılarına zıhâr yapıp da sonra dediklerinden dönenlerin, onlarla temas etmeden önce bir köle âzat etmeleri gerekir. Size öğütlenen işte budur. Allah yapıp ettiklerinizden tamamen haberdardır.
فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ شَهْرَيْنِ مُتَتَابِعَيْنِ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَتَمَٓاسَّاۚ فَمَنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَاِطْعَامُ سِتّٖينَ مِسْكٖيناًؕ ذٰلِكَ لِتُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهٖؕ وَتِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِؕ وَلِلْكَافِرٖينَ عَذَابٌ اَلٖيمٌ ﴿٤﴾
﴾4﴿ Buna imkân bulamayan, temastan önce peş peşe iki ay oruç tutar. Buna da gücü yetmeyen altmış fakiri doyurur. Bu, Allah’a ve resulüne imanınızı göstermeniz içindir. İşte bunlar Allah’ın koyduğu kurallarıdır. Kâfirleri elem veren bir azap beklemektedir.
اِنَّ الَّذٖينَ يُحَٓادُّونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ كُبِتُوا كَمَا كُبِتَ الَّذٖينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَقَدْ اَنْزَلْـنَٓا اٰيَاتٍ بَيِّنَاتٍؕ وَلِلْكَافِرٖينَ عَذَابٌ مُهٖينٌۚ ﴿٥﴾
﴾5﴿ Allah’a ve resulüne karşı gelenler, daha öncekilerin aşağılandığı gibi aşağılanacaklardır. Halbuki biz apaçık âyetler indirmiştik. Ve kâfirler için küçük düşürücü bir azap vardır.
يَوْمَ يَبْعَثُهُمُ اللّٰهُ جَمٖيعاً فَيُنَبِّئُهُمْ بِمَا عَمِلُواؕ اَحْصٰيهُ اللّٰهُ وَنَسُوهُؕ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَهٖيدٌࣖ ﴿٦﴾
﴾6﴿ O gün Allah onların hepsini diriltecek ve yapıp ettiklerini kendilerine haber verecektir. Allah bunları bir bir saymış, onlar ise unutmuşlardır. Allah her şeye tanıktır.
Tefsir
“Allah’a ve resulüne karşı gelenler” ifadesi bu tavır içinde bulunan herkesi kapsamakla beraber, burada Hz. Peygamber’in mesajını rahat bir şekilde tebliğ etmesini engellemeye ve onu çarpıtmaya çalışan, peygambere ve müslümanlara karşı komplolar hazırlayan münafıklara (veya 8. âyetin tefsirinde açıklanacağı üzere hem münafıklara hem de iş birliği yaptıkları yahudilere) yöneltilmiş özel bir uyarı bulunduğu anlaşılmaktadır. Nitekim sûrenin bundan sonraki âyetlerinde ağırlıklı olarak bu konu üzerinde durulacaktır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 266
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِؕ مَا يَكُونُ مِنْ نَجْوٰى ثَلٰثَةٍ اِلَّا هُوَ رَابِعُهُمْ وَلَا خَمْسَةٍ اِلَّا هُوَ سَادِسُهُمْ وَلَٓا اَدْنٰى مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْثَرَ اِلَّا هُوَ مَعَهُمْ اَيْنَ مَا كَانُواۚ ثُمَّ يُنَبِّئُهُمْ بِمَا عَمِلُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِؕ اِنَّ اللّٰهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلٖيمٌ ﴿٧﴾
﴾7﴿ Farkında değil misin, Allah göklerde olanı da yerde olanı bilmektedir! Gizli gizli konuşan üç kişi yoktur ki dördüncüleri O olmasın; beş kişi yoktur ki altıncıları O olmasın. Bundan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka Allah onların yanındadır; nihayet kıyamet günü onlara yapıp ettiklerini bildirecektir. Çünkü Allah her şeyi bilmektedir.
Tefsir
Bu ve devamındaki âyetlerde, Resûlullah dönemindeki bazı olaylar ışığında İslâm’ın bir kısım temel inanç ve ahlâk ilkeleri işlenmekte, müslümanların bu ilkelere uygun muaşeret kuralları oluşturmaları için örnek verilmekte; toplumsal huzur, bireyler arası sevgi ve saygının korunup geliştirilmesi açısından önem taşıyan bu kurallara uymanın kişilerin Allah katındaki derecelerini de yükselteceği belirtilmektedir.
Bu âyetlerde işlenen konulardan ilki, birkaç kişinin bir araya gelip gizli görüşmeler yapması ve başkalarının bulunduğu ortamlarda fısıltıyla konuşmalarıdır. Âyetlerde bu tutum ve eylemden necvâ masdar ismi ve aynı kökten türetilen fiiller kullanılarak söz edilmiştir. İnsanların böyle bir yöntem izlemelerinin genellikle başkalarında tecessüs hatta tedirginlik meydana getirmesi tabiidir ve bu yüzden dostlukların zedelendiği yahut husumetlerin doğduğu bilinmektedir. Bu gerçek karşısında Kur’an-ı Kerîm değişik vesilelerle, gizli görüşmeler yapmaktan ve fısıltıyla konuşmaktan olumsuz biçimde söz etmiş, fakat bunu haklı kılan sebepleri istisna etmiş ve bütün durumları kapsayan kesin bir yasak koymamıştır (bk. Nisâ 4/114).
Sûrenin ilk âyetinde Allah Teâlâ’nın, kendisine zıhâr yapılan kadınla Resûlullah arasında geçen konuşmayı işittiği ve 6. âyette inkârcıların yapıp ettiklerini bir bir kendilerine haber vereceği, çünkü O’nun her şeye tanık olduğu belirtilmişti. Sûrenin bu bölümünün mukaddimesi mahiyetindeki 7. âyette de, –gizli konuşanların sayılarıyla ilgili örnekler verilerek somut bir tasavvura da imkân sağlanmak suretiyle– yüce Allah’ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiği, bu şekilde konuşanların sayısı ne olursa olsun, seslerini ne kadar alçaltmış olurlarsa olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar, O’nun bunlardan haberdar olduğu ve kıyamet günü kendilerine bunları hatırlatacağı bildirilmekte, böylece İslâm inançlarının esaslarından olan “Allah’ın ilmine sınır bulunmadığına iman etme” ilkesine vurgu yapılmaktadır (âyetteki sayıların özellikle seçilmiş olmasına dair bazı yorumlar da yapılmıştır, bk. Râzî, XXIX, 264-265; Elmalılı, VII, 4786-4788). Zemahşerî, Rebîa b. Amr ve kardeşi Habîb b. Amr ile Safvân b. Ümeyye arasında geçen bir konuşmayı bu âyetin iniş sebebi olarak zikretmektedir (IV, 74); İbn Âşûr ise bunların ashaptan sayıldıklarını, halbuki âyetin münafıklar ve yahudiler veya sadece münafıklar hakkında olduğunu, muhtemelen bu olayı anlatan râvinin Fussılet 41/22. âyetiyle bu âyetin iniş sebeplerini karıştırarak aktardığını belirtir (XXVIII, 26-27).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 268-269
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذٖينَ نُهُوا عَنِ النَّجْوٰى ثُمَّ يَعُودُونَ لِمَا نُهُوا عَنْهُ وَيَتَنَاجَوْنَ بِالْاِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَمَعْصِيَتِ الرَّسُولِؗ وَاِذَا جَٓاؤُ۫كَ حَيَّوْكَ بِمَا لَمْ يُحَيِّكَ بِهِ اللّٰهُۙ وَيَقُولُونَ فٖٓي اَنْفُسِهِمْ لَوْلَا يُعَذِّبُنَا اللّٰهُ بِمَا نَقُولُؕ حَسْبُهُمْ جَهَنَّمُۚ يَصْلَوْنَهَاۚ فَبِئْسَ الْمَصٖيرُ ﴿٨﴾
﴾8﴿ Gizli konuşmaktan menedilen o kimseleri görmüyor musun, yine dönüp yasaklandıkları şeyi yapıyorlar; günah işleme, haksızlık etme ve peygambere karşı gelme hususunda fısıldaşıyorlar. Sana geldiklerinde de Allah’ın seni selâmlamadığı bir biçimde selâm veriyorlar. Üstelik birbirlerine, “Allah bizi bu söylediklerimizden dolayı cezalandırsa ya!” diyorlar. Cehennem onlara yeter; işte oraya girecekler; ne kötü bir sondur o!
Tefsir
Her an müşriklerden bir saldırı gelmesi ve onlarla sıcak çatışmaya girilmesi ihtimalinin bulunduğu bir dönemde inen bu âyetin öncelikli konusu ve hedefinin, iman etmiş gibi göründükleri için müslüman muamelesi gören münafıkların ve yapılan sözleşme gereği Medine şehir devletinin vatandaşı olan yahudilerin bazı yanlış tavır ve hareketleri olduğu anlaşılmaktadır. Zira tarihî bilgiler, Medine’deki münafıkların o sıralarda yahudilerle gizli bir ittifak içinde olduklarını göstermektedir; 14. âyette de bu hususa özel olarak değinilecektir. Hendek Savaşı’ndan sonra Medine’de yahudi kalmamış olması, bu âyetin belirtilen savaştan önceki bir tarihte yani sûrenin bütününe ait sıralamadaki yerine göre daha önceki bir zamanda inmiş olduğunu düşündürmektedir. Bununla beraber, burada yahudilerin daha önceki tutumlarına bir gönderme yapılmış bulunması yahut söz konusu ifade ve tutumların sadece münafıklara ait olması da muhtemeldir.
Münafıklar ve/veya yahudiler kendi aralarında toplanıp Hz. Peygamber ve müslümanlar aleyhine entrikalar çeviriyor, bu arada yanlarına bir mümin yaklaştığında kaş göz işaretleriyle onu tedirgin ediyorlardı. Resûlullah’a bu durumun intikal ettirilmesi üzerine böyle davranmamaları uyarısı yapıldı. İşte yaygın yoruma göre âyetin ilk cümlesinde onların belirtilen yasağa riayet etmediklerinden söz edilmekte ve bu gayri ahlâkî tutum kınanmaktadır.
Âyetin devamında bu kimselerin Resûl-i Ekrem’i selâmlama biçimleri eleştirilmekte fakat ne dedikleri açıklanmamaktadır. Tefsirlerde âyetin bu kısmını izah sadedinde genellikle, bazı yahudilerin Hz. Peygamber’e “es-selâmü aleyk” yerine “es-sâmü aleyk” diyerek selâm vermeleri olayına değinilir (meselâ bk. Buhârî, “Edeb”, 38; Taberî, XXVIII, 13-15). Allah’ın selâmladığı şekil olan “es-selâmü aleyk”, “Esenlik üzerine olsun” anlamına gelirken, küçük bir telaffuz oyunuyla söylenen “es-sâmü aleyk”, “Başına ölüm gelsin” veya “İçine (dininden) bıkkınlık gelsin” demek oluyordu. Hz. Âişe bunu farkedince onlara lânetleyici ifadelerle karşılık vermiş, Hz. Peygamber ise Hz. Âişe’yi teskin etmiş ve yumuşak söz söylemesini istemişti. O “Ama ey Allah’ın resulü, onların ne dediğini duymadın mı?” deyince Hz. Peygamber, “Benim de onlara ‘ve aleyküm’ dediğimi duymadın mı?” cevabını verdi. Böylece Resûlullah onların selâmını hakîmane bir şekilde “O dediğiniz sizin üzerinize olsun” anlamına gelen bir ifadeyle söylediklerini kendilerine iade etmiş oluyordu (Buhârî, “Edeb”, 38; Müslim, “Selâm”, 6-12). İbn Âşûr ise bir grup yahudi ile Hz. Peygamber arasında geçen mezkûr olayın bu âyetle ilgisi olmadığı, burada münafıkların “es-selâmü aleyk” yerine Câhiliye âdetine göre söylenen selâm ifadelerini sürdürmekte ısrar etmelerine veya yahudilerden öğrendikleri bazı kinayeli sözleri (bk. Bakara 2/104; Nisâ 4/46) söylemelerine işaret edildiği kanaatindedir (XXVIII, 31). İbn Abbas’tan nakledilen bir ifadede bu âyetin tamamının münafıklar hakkında olduğunun ve onların arasında da yahudi karakteri taşıyanlar bulunduğunun belirtilmesi (bk. İbn Atıyye, V, 277) bu kanaati destekleyici niteliktedir.
Aynı âyetin “Üstelik birbirlerine ‘Allah bizi bu söylediklerimizden dolayı cezalandırsa ya!’ diyorlar” diye çevrilen kısmını, “Üstelik içlerinden veya baş başa kaldıklarında ... diyorlar” şeklinde tercüme etmek de mümkündür. İnkârcıların ve sapkın düşünce sahiplerinin Allah’ın cezalandırmasını beşerî düzleme indirgeyerek bu tarz bir argüman geliştirmeleri, örneğine sık rastlanan bir durumdur. Kur’an’da ve hadislerde Allah Teâlâ’nın kendisine ortaklar koşulduğunu gördüğü, duyduğu, bildiği halde, insanlardan farklı olarak hemen cezalandırma cihetine gitmediği, her konuda olduğu üzere bu konuda da kendi hikmetine göre ve dilediği zaman hükmünü icra ettiği ve imtihan sebebiyle genellikle kullarına fırsat tanıyıp nihâî hükmünü âhirete ertelediği belirtilmiş; hemen dünyada cezalandırılmama durumuna aldanarak “Nasıl olsa herkesin yaptığı yanına kalıyor” gibi bir yanılgıya düşmemek gerektiği uyarısı yapılmıştır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 270-271
يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُٓوا اِذَا تَنَاجَيْتُمْ فَلَا تَتَنَاجَوْا بِالْاِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَمَعْصِيَتِ الرَّسُولِ وَتَنَاجَوْا بِالْبِرِّ وَالتَّقْوٰىؕ وَاتَّقُوا اللّٰهَ الَّـذٖٓي اِلَيْهِ تُحْشَرُونَ ﴾9﴿
Ey iman edenler! Aranızda gizli konuştuğunuz zaman, günah işleme, haksızlık etme ve peygambere karşı gelme hususunda fısıldaşmayın; iyilik ve takvâ hakkında konuşun ve huzurunda toplanacağınız Allah’a saygısızlık etmekten sakının.﴿٩﴾
Tefsir
Bu âyetten ve konuya ilişkin diğer âyet ve hadislerden, gizli görüşme ve konuşma yapmanın, özündeki kötülük sebebiyle değil, konuşulan konuların kötü olmasına veya bu tür gizliliklerin çevredeki insanlarda kuşku ve tedirginlik uyandırmasına bağlı olarak yasaklanmış bulunduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu âyette ve Nisâ sûresinin 114. âyetinde konuşulan konuların iyi olması veya iyilik amacı taşıması halinde günah teşkil etmediği açıkça ifade edildiği gibi, bir hadiste “Üç kişi olduğunuzda, iki kişi üçüncüden ayrı olarak fısıldaşmasın; çünkü bu onu üzer” (İbn Mâce, “Edeb”, 50) buyurularak gizli konuşmaların yasaklanmasının, başkaları üzerinde olumsuz etkiler meydana getirebileceği gerekçesine bağlı olduğu belirtilmiştir. Hatta bu noktadan hareketle İslâm âlimleri, iki kişinin yanlarındaki üçüncü kişinin bildiği bir dille konuşabilecekleri halde onu bırakıp başka bir dille konuşmalarını da kıyas yoluyla bu yasak kapsamında düşünmüşlerdir. “Günah işleme, düşmanlık etme ve peygambere karşı gelme hususunda fısıldaşmak” zaten müminlere yaraşmayan bir davranış olduğu için âyetteki hitabın bu kısmıyla münafıkların tutumuna işaret edildiği, “iyilik ve takvâ hakkında konuşun” kısmıyla da müminlere doğru davranışın öğretildiği yorumu yapılmıştır. Bu izah, “Ey iman edenler!” hitabının samimi müminlere yönelik olduğu anlayışına göredir. Bazı müfessirler ise bu hitabın iman etmiş göründükleri için mümin statüsünde kabul edilen münafıklara yönelik olduğu kanaatindedir (Zemahşerî, IV, 74-75; İbn Âşûr, XXVIII, 32-33). Öte yandan, 7. âyette vurgulanan “hiçbir şeyin Allah’ın bilgisi dışında kalamayacağına inanma” ilkesi, burada başka bir iman esası olan “bütün insanların öldükten sonra diriltilip yüce Allah’ın huzurunda toplanacaklarına inanma” ilkesiyle pekiştirilmekte ve herkesin o gün verilecek hesabın sorumluluğu içinde hareket etmesi istenmektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 271-272
Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen |