Selamlaşma ve Musafaha Adabı
Selam vermek ve almak, Müslümanın Müslüman üzerindeki haklarındandır.
Sevgili Peygamberimiz(s.a.v); Ümmetine “selâmı yaymayı”, “bol bol selâm vermeyi” tavsiye etmiş, “selâmın kelamdan önce geldiğini” beyan buyurmuştur.
(Tirmizî, İstizan 11)
Rabbimiz selâmla ilgili mealen şöyle buyurmaktadır: “Bir selâm ile selâmlandığınız zaman siz de ondan daha güzeli ile selâm verin yahut aynı şekilde karşılık verin. Şüphesiz Allah her şeyin hesabını arayandır.”
(Nisa, 86)
Abdullah b. Amr b. As(r.a) anlattı: Bir adam Resûlullah’a: “İslâm’ın hangi ameli daha üstündür” dedi. Resûlullah(s.a.v) da: “Yemek yedirmen, tanıdığına ve tanımadığına selâm vermendir” buyurdu.
(Tergib ve Terhib, c.5/288-1)
Ebû Hüreyre(r.a) Resûlullah’ın(s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etti: “Mü’min olmadıkça sizler cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de mü’min olamazsınız. Birbirinizi sevdirecek şeyi size haber vereyim. Selâmı aranızda yayınız. Zira insanların en cimrisi, selâm vermekten kaçınandır.”
(Tergib ve Terhib, c.5/288-2)
Ebû Hüreyre(r.a) Resûlullah’ın(s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etti: “Müslümanın Müslüman kardeşi üzerinde beş hakkı vardır. Selâmını almak, hastalandığında ziyaret etmek, cenazelerinde bulunmak, davet edince gitmek, aksırınca, Allah sana merhamet etsin, demek.”
(Tergib ve Terhib, c.5/291-10)
Selam vermek sünnet, verilen selama karşılık vermek ise farzdır.
En güzel selâm verme-alma şekli şöyledir; “Esselâmü aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekâtühü (Size selâm, Allah’ın rahmeti ve bereketi de üzerinize olsun).” Selâmı alan da “Ve aleykümü’sselâm” veya “Ve alaykümü’s-selâmü ve rahmetu’llahi ve berekâtühu” şeklinde karşılık verir.
Ebû Hüreyre(r.a)’nin naklettiği şu hadis-i şerifte “en güzel selâm verme şekillerini” görmekteyiz: Bir adam Resûlullah’ın(s.a.v) bulunduğu bir meclisten geçerken: “Selâmun aleyküm” dedi. Resûlullah(s.a.v): “On hasene kazandı” buyurdu. Sonra başka biri geçerken: “Selâmün aleyküm ve rahmetullah” dedi. Bu defa Resûlullah(s.a.v): “Yirmi hasene kazandı” buyurdu. Daha sonra da başka bir kişi geçerken: “Selâmün aleyküm ve rahmetullahi ve berakatuhu” deyince, Resûlullah(s.a.v): “Otuz hasene kazandı” buyurdu.
Derken adamın biri Resûlullah’ın meclisinden selâm vermeden ayrılınca Resûlullah(s.a.v): “Arkadaşınız ne de çabuk unuttu” dedi ve: “Sizden biriniz bir topluluğa geldiğinde selâm versin. Oturmak isterse otursun, ayrılırken de selâm versin. Birincisi ikincisinden daha ehemmiyetli değil” buyurdu.
(Tergib ve Terhib, c.5/297-22)
Selâmı, işaretle vermek caiz olmadığı gibi, lâfzî olarak söylemek lazımdır. Arada mesafe uzak ise yahut araba ile gidiliyorsa; uzaktaki şahsa veya bir diğer arabadakilere elle işaret edilirken veya korna çalınırken, selâmdaki lafzı da söylemek lazımdır. Aradaki mesafe yakın ise Gerek selâm verirken, gerekse selâmı alırken, muhataba duyuracak bir sesle selam alıp vermek gerekir.
Muaviye b. Kure(r.a), Resûlullah’ın(s.a.v) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Selam verdiğiniz zaman, selâmınızı duyurunuz. Selama karşılık verdiğiniz zaman da duyurunuz.”
(Tenbihü’l-Gafilin, c.2/816)
Câbir(r.a) Resûlullah’ın(s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Kişinin bir parmağı ile işaret ederek selâm vermesi, Yahudi işidir.” (Tergib ve Terhib, c.5/308-16)
Sünnet-i seniyyenin muamelatın da, selam verme ve alma konusunda öncelik veya azlık-çokluk bakımından bir sıralama söz konusudur.
Hz. Peygamberin(s.a.v) Selam vermede öncelik sırası ile ilgili hüküm ve talimatı şöyledir:“Küçükler büyüklere, binekli atlı veya arabalı olanlar yayalara, yürüyenler, oturanlara; arkadan gelenler yetişince öndekilere; iki grup karşılaştığı zaman, az olanlar çok olanlara önce selam verirler. Bir topluluk diğer bir topluluğa uğradığında, içlerinden birinin selâm vermesi kâfidir. Aynı şekilde, oturanlardan da birinin selâmı alması kâfidir.”
(Buhârî, İsti’zân 4-7; Müslim, Selâm 1)
Cabir(r.a) Resûlullah’ın(s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etti: “Binekli olan yürüyene, yürüyen oturana selâm verir. Yürüyerek karşılaşan iki kişiden önce selâm verenin sevabı ve derecesi daha üstün olur.” (Tergib ve Terhib, c.5/293-14)
Bir kimse bir meclise vardığında ilk kelamı selam olmalı ve o meclisten ayrıldığında da selam vermesi gerekir. Eve girerken ve evden çıkarken de selâmı ihmal etmemeliyiz. Çocuklarımızı da buna alıştırmalıyız. Şayet evde kimse yoksa o vakit; “Esselâmü aleynâ ve âlâ İbâdillâhissâlihîn” (Bize ve Allah’ın salih kullarına selâm olsun) diye selâm vermeliyiz.
Cenâb-ı Hak mealen şöyle buyurmaktadır: “Evlerinize girdiğiniz zaman, Allah tara- fından mübarek ve pek güzel bir yaşama dileği olarak kendinize (birbirinize) selâm verin. İşte Allah, düşünüp anlayasınız diye size ayetlerini böyle açıklar.”
(Nur, 61)
Hz. Enes(r.a) şöyle rivayet etmiştir: Resûlullah(a.s.m) bana, “Evladım, evine girdiğin zaman selâm ver. Senin ve ev halkın için berekete sebep olur” buyurdu.
(Tirmizî, İsti’zan 10)
Ebû Hüreyre(r.a) Resûlullah’ın(s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etti: “Sizden biriniz bir meclise vardığında selâm versin. Ayrılırken de selâm versin. İkinci selâm da birincisi kadar mühimdir.”
(Tergib ve Terhib, c.5/294-17)
Bir topluluk diğer bir topluluğa uğradığında, içlerinden birinin selâm vermesi kâfidir.
Aynı şekilde, oturanlardan da birinin selâmı alması yeterlidir.
Ali bin Ebû Talib’den(r.a) rivayet edildiğine göre Peygamberimiz(a.s.m) şöyle buyurmuştur: “Bir topluluk diğer bir topluluğa uğradığında, içlerinden birinin selâm vermesi kâfidir. Aynı şekilde, oturanlardan da birinin selâmı alması kâfidir.”
(Ebû Dâvud, Edeb 141)
Bir kimseden selam getiren birisine: “Aleyhi ve aleyke’s-selam!” şeklinde cevap verilir.
Bir mektuba yazılmış bir selâm için ise: “Ve aleyke’s-selam” denilir.
Selâm verirken veya alırken, eğilmek doğru değildir. Selâm verildiği takdirde alamayacak durumda olanlara ise, selam vermek doğru değildir.
Meselâ, namaz kılanlara, Kur’an-ı Kerim okuyanlara, hutbe dinleyenlere, ilimle meşgul olanlara, yemek yemekte, tuvalet ihtiyacını gidermekte veya banyo yapmakta olanlara selam verilmez. Dolayısıyla bu durumda iken verilen selâmı almamanın bir sorumluluğu da yoktur.
Gerek erkeklerin birbiriyle, gerekse de kadınların birbirleriyle, karşılaştıkları zaman selâmlaşmaları, hal-hatır sormaları, Musafaha yapmaları, tokalaşmaları, kucaklaşmaları, birbirlerine güleryüz göstermeleri İslâmî kardeşliğin bir icabıdır. Bu davranışların tamamı sadakadır ve ibadettir.
Musafaha(Tokalaşma); İki kişinin, karşılaşınca, birbirleriyle önce el ele tutuşmaları, yani avuçlarının içlerini birbirine yapıştırıp sonra birbirlerine sarılıp yüz-yüze bakışmaları demektir.
Peygamber Efendimiz(s.a.v) birisiyle karşılaştığı zaman, musafaha eder, o kimse elini çekmedikçe, Efendimiz de elini çekmez, o kimse, yüzünü çevirmedikçe, Peygamber efendimiz de ondan yüzünü çevirmezdi.
Hz. Enese(r.a) sordum: “Resulullah (sav)’in Ashabı arasında müsafaha var mıydı?”
Bana: “Evet!” diye cevap verdi.
(Buhari, İsti’zan 27)
Tirmizi’nin İbnu Mes’ud’dan kaydettiği bir diğer rivayette şöyle buyrulmuştur: “Müsafaha etmek üzere mü’min kardeşin elinden tutulması selamlaşma cümlesindendir.”
(Tirmizi, İsti’zan 31)
İki kişi karşılaşınca, selamlaşmanın ardından musafaha esnasında Peygamber Efendimizin(s.a.v) üzerine salavat-ı şerife getirmeleri, adat-ı hasenedir.
Muamelatta bu güzel sünnet şu şekilde husule gelir: “İki Müslüman karşılaştıkları zaman önce “Esselâmü Aleyküm” “Ve aleykümüsselam” diyerek selâmlaşırlar, musafaha yaparlar ve “Allahümme salli âlâ seyyidinâ Muhammed” diyerek Peygamberimizin üzerine salavat getirirler.”
Bir hadislerinde Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: “Birbirlerini seven iki kul karşılaştıkları zaman Resulullaha(a.s.m) salavat getirirse, ayrılmadan önce Allah’ın affına ermiş olurlar.”
(el-Ezkar Trc. s.480)
Mü’minlerin birbirleriyle karşılaştıklarında yapacakları ilk muamele, selamlaşmanın akabinde musafaha etmek olur.
Hz. Bera(r.a) naklediyor: “İki Müslüman buluştuğunda, musafaha eder, Allah’a hamd eder ve Ona istiğfar ederlerse, Allah her ikisini de mağfiret eder.”
(Ebu Davud, Edeb 153)
Hz. Ömer(r.a) naklediyor: “İki Müslüman buluşup da onlardan biri arkadaşına selâm verdiğinde, bu ikisinden Allah’a daha çok sevgili olanı, arkadaşına karşı güler yüzlülükte daha önde olanıdır. Musafaha ettiklerinde ise Allah onların üzerine yüz rahmet indirir, ilk başlayana doksan, diğerine ise on rahmet verilir.”
(Ramûz, c. 1/35-11)
Enes(r.a) Resûlullah’ın(s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etti: “İki Müslüman karşılaşır, birbirlerinin ellerini tutar, musafaha yaparlarsa, Allah mutlaka dualarını kabul eder. Ellerini birbirinden ayırmadan günahlarını affeder.”
(Tergib ve Terhib, c.5/303-4)
Ata el-Horasani anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Musafaha edin ki, kalblerdeki kin gitsin, hediyeleşin ki birbirinize sevgi doğsun ve aradaki düşmanlık bitsin.”
(Muvatta, Hüsnü’l-Hulk 16)
Âlimlerimiz, muhtelif rivayetleri nazar-ı dikkate alarak mü’minlerin karşılaşmalarda musâfahanın, uzaktan gelme durumunda da kucaklaşmanın hak ve sahih olduğunu söylemekte ittifak eder.
Hz.Enes’in(r.a) bir rivayeti şöyle: “Ashab karşılaşınca musâfaha ederler(tokalaşırlar), seferden gelince de kucaklaşırlardı.”
Dolayısıyla kucaklaşmak, uzun yoldan gelenler ve uzun zamandan beri görüşmeyenler içindir. Öpmek ise istisnaî haller ve istisnaî kişiler için mevzubahistir.
Meselâ, Peygamber Efendimiz(s.a.v) Habeşistan’dan gelen Hz. Cafer’i(r.a) kucaklamış ve öpmüştür. (İslâmi Hayat, c.3/314)
Bir erkeğin kendisine ebedi olarak nikâh düşmeyen kadınlar(Anne, kız kardeş, hala, teyze, nine, sütkardeş gibi) ve eşi dışında yabancı kadınlarla tokalaşması caiz olmadığı gibi; bir kadının da kocası, baba, kardeş ve amcaları gibi mahremleri sayılan erkeklerin dışında, diğer erkeklerle tokalaşması caiz değildir.
Efendimiz(a.s.v), kendisine bîat için gelen sahabî hanımlara şöyle buyurmuşlardır: “Ben kadınlarla tokalaşmam. Benim yüz kadına söylediğim söz bir kadına söylediğim söz gibidir.”
(Neseî, Bîy’a 18; İbni Mâce, Cihad 43)
Hz. Âişe Validemiz(r.anha) ise Resulullah’da(a.s.m) musafaha hakkında muamelatta gördüğünü şöyle nakletmektedir: “Resulullahın(a.s.m) mübarek eli hiçbir yabancı kadının eline kesinlikle değmedi.”
(Buharî, Ahkâm 49; İbni Mâce, Cihad 43)
Musafaha mes’elesinin Haram-Helal çerçevesi, muamelatta gayet açık bir şekilde Sahib-i Şeriat(s.a.v) tarafından belirlenmiştir. Bundan dolayı gerek iş hayatında, gerekse ailevî münasebetlerde ve bazı merasimlerde, erkeğin kendisine yabancı bir kadınla veya bir kadının yabancı bir erkekle tokalaşması hususunda bir ruhsat bulunmamaktadır.
Ayrıca bu bir zaruret de değildir. Yani, “Bu zaruri bir haldir” diye, insan gönül rahatlığı içinde bu yasağı işleme yolunu zorlayamaz. “Zaruret”, ancak insanın “muztar” halde kaldığı, haram olan o şeyi yapmadığı zaman canına, malına ve namusuna bir zarar gelebilecekse ve bu durum da kuvvetli bir ihtimalle tahmin ediliyorsa, ancak o zaman yapılır.
Yoksa her akla gelen sıkıntılı bir hal, her karşılaşılan âcil ve ânî bir durumda “Bu zarurettir” diyerek haram olan bir şeyi yapmak ve tatbik etmek gerekir ki, bu, suistimali netice verir. O zaman her önüne gelen kendi ölçülerine göre bir “zaruret” bahanesi ileri sürer, böylece bütün mahzurlu şeyler mübahlaşır.
Hâlbuki mesele böyle değildir. Zaruret, ancak meşru çerçeve içinde kalmanın imkânsız olduğu hallerde söz konusu olabilir. Bir Müslüman, sosyal münasebetlerine zarar vermeden meşru daire içinde kalabilir, yaşayabilir. Öyle ise, “zaruret, mecburiyet” prensibini hatıra getirerek erkeklerin nâmahrem olan kadınlarla, kadınların da yabancı erkeklerle tokalaşmasının, bugün artık zaruret gerekçesiyle tatbik edilmesinin haklı bir dayanağını bulmak, pek o kadar kolay değildir.
Çünkü böyle bir zaruret yoktur. İnsan yapmadığı zaman ne canına, ne malına, ne de namusuna bir eksiklik ve zarar gelmez. Çevrenin garip karşılayacağı ihtimalinin, kişinin yabancı kadınla tokalaşmadığı an medenî münasebetlerde bir eksiklik olacağı telâkkilerinin, dikkatleri üzerine çekerek “gerici, yobaz” olarak karşılanmanın haklı sebeplerini bulmak mümkün olmasa gerektir. (Mehmet Paksu, Aileye Özel Fetvalar)
Bediüzzaman hazretlerinin mevzu hakkındaki tesbitlerine, beşerin içtima-i hayatını istikamet üzere sabit kılan şaşmaz prensiplerine kulak verelim:
“Evet, kat’i ve zaruri bir maslahat için mesağ-ı şer’i vardır. Fakat hakikate bakılırsa, maslahat dedikleri şey batıl bir özürdür. Zira usul-i şeriatta takarrur ettiği veçhile, mazbut ve miktarı muayyen olmayan birşey, hükümlere illet ve medar olamaz; çünkü miktarı bir had altına alınmadığından suistimale uğrar. Maahaza, birşeyin zararı menfaatine galebe ederse, o şey mensuh ve gayr-ı muteber olur. Maslahat, o şeyi terk etmekte olur. Evet, âlemde görünen bu kadar inkılaplar ve karışıklıklar, zararın, özür telakki edilen maslahata galebe etmesine bir şahittir.”
(İşaret-ül İ’caz, s.93)
“Hakkın hatırını kırmayacağım, hakikati söyleyeceğim. Zira Hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun”
(Divan-ı Harb-i Örfi, s.43)
“Hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir.”
(Münazarat)
Bediüzzaman, hakkın hatırı söz konusu olunca, nefs-i emmareyi değil, hakkı ve hakikati baş göz üstünde kabul edeceğini ifade ederek bize ders veriyor: “Hakkın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz”
(Barla Lâhikası, s.97)
Bediüzzaman, hakikatin hiçbir zaman değişmeyeceğini, hakikatin hak olduğunu “el- Hakku ya’lu vela yu’la aleyh” Hak daima üstündür. Hakka galip olunmaz. (Keşfü’l- Hafa, 1:127) hadisiyle ifade ediyor ve hakikat zannedilen hayalin ömrünün kısa olduğunu bildiriyor.
(Divan-ı Harb-i Örfi, s.51)
Kadın şehevânî histen kesilmiş yaşta ihtiyar olursa, onunla musafaha yapmada, elini öpmede bir mahzur yoktur. Çünkü arada hissî bir mahzur kalmamış bulunmaktadır. Ancak erkek kaç yaşında olursa olsun, isterse seksen-doksan yaşında bulunsun, haramlık devam etmektedir.
Bir âlime veya makamca büyük birisine hürmet için ayağa kalkmak, elini öpmek, gurbetten gelen birisini kucaklamak, gibi davranışlar şer’an yasak değildir.
Musafahadan ayrı olarak, hürmete lâyık ve yaşlı kimselerin eli öpülebilir. Çocuklar; anne, baba, dede, nine ve diğer büyüklerinin ellerini öpebilirler. Baba-anne kendi çocuklarını öpebilir. Bütün bunlar sevgi ve şefkat ifadeleridir. Bu gibi hallerde öpme mevzubahis olabilir. Onun ötesinde musafaha asıldır.
İslam âlimleri, bilhassa ilim, ahlak ve fazilet sâhibi kimselerle birlikte cemiyetin faydası için çalışan makam sâhibi zevata, gösteriş ve ta’zîm niyetiyle değil de hürmet ve muhabbet izhar etme düşüncesiyle ayağa kalkmanın caiz olduğunu belirtmişlerdir.
(İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî , XI, 49, vd)
Efendimiz, ashâbının kendisi için ayağa kalkmalarını istememiştir. Ebû Ümâme(r.a) anlatıyor: Bir gün Resûlullâh (s.a.v) elinde bir baston olduğu hâlde yanımıza geldi. Biz de onu görünce ayağa kalktık. Bunun üzerine Peygamberimiz: “Birbirlerine ta’zîmde bulunan Acemler gibi yapmayın” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, Edeb 152)
Ancak Fahr-i Kâinât Efendimiz’in, Kızı Fatıma (Ebû Dâvûd, Edeb, 143) ve azadlısı Zeyd bin Hârise gibi bazı sahabîleri karşılarken ayağa kalktığı görülür.
(Tirmizî, İsti’zân, 32)
Yine Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir hakemlik vazifesiyle görevlendirdiği Sa’d bin Muaz hakkında Ensâr’a hitaben; “Efendiniz (veya en hayırlınız) için ayağa kalkınız” buyurmuştur.
(Buhârî, Meğâzî, 30)
Efendimiz(s.a.v), şöyle buyurmaktadır: “Allâh Teâlâ, yaşından ötürü bir ihtiyara saygı gösteren gence, yaşlılığında hizmet edecek kimseler lütfeder.”
(Tirmizî, Birr 75)