Sûrenin Nüzul Sebebi
Bu sûrenin sebeb-i nüzulü hakkında şu iki rivayet ileri sürülmüştür:
Birinci görüş: Bu, Mukâtil b. Süleyman'ın görüşüdür. Ona göre, bu sürenin başındaki bazı âyetler
yahudîler hakkında nazil olmuştur. Biz, bu hususu (Bakara, 1-2.) âyetinin tefsirinde zikretmiştik.
İkinci görüş: "Bu sûrenin başından, mübâhele âyetine (Âi-ümran.ei) kadar olan kısım hristiyanlar hakkındadır." Bu Muhammed b. İshflk'ın görüşüdür. O şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s)'e, Necran'dan binitli yetmiş kişilik bir heyet geldi. İçlerinden ondördü onların eşrafından idi. Bu ondört kişinin üçü de kavmin iteri gelenlerinden idi. Bunlardan birisi başkanları idi ve adı da Abdu'l-Mesîh idi. İkincisi danışmanları ve en ileri görüşlü olanları idi. Ona "Seyyid" (Efendi) diyorlardı ve adı el-Eyhem idi. Üçüncüsü de, âlimleri, piskoposları ve müderrisleri idi ki adı Ebu Harise İbn Alkame idi. O, Benû Bekir İbn Vâil kabilesinden idi. Hristiyanlıktaki eğitim ve öğretimi, hristiyantığa yaptığı hizmetleri, çalışmaları sebebi ile ve ilmi ile meşhur olduğu için, ona Rum hükümdarları tarafından izzet ve ikramlara mazhar kılınarak, kendisine birçok mallar verilmiş ve idaresine birçok kiliseler bağlanmıştı. Necran'dan gelirken bir katıra binmiş, onun yularını da kardeşi Kürz b. Alkame çekmiştir. Ebu Hârise'nin katırı yürürken birden tökezler. Kardeşi Kürz, Hz. Peygamber (s.a.s)'i kastederek, "O uzaktaki helak olsun" deyince, Ebu Harise, "Aksine senin anan helak olsun" dedi. Bunun üzerine Kürz, "Niçin ey kardeşim?" deyince, o cevaben, "vallahi o bizim beklemekte olduğumuz peygamberdir" der. Kürz de, "Bunu bildiğin halde, ona inanmana mâni olan nedir?" der. Ebu Harise, "Şu krallar bize çok mallar verip, izzet-ü ikramda bulundular. Eğer biz Muhammedi tasdik edecek olursak, onlar bütün verdiklerini geri alırlar" dedi. Bu cevap Kürz'ün kalbinde bir ukde oldu. Müslüman oluncaya kadar bunu gönlünde sakladı. Müslüman olunca, bu hadiseyi anlattı.
Sonra bu üç ileri gelen reisleri, piskoposları ve danışmanları Hz. Peygamber (s.a.s) ile, dinlerindeki ihtilaflar üzerinde konuştular. Onlar bazan Hz. İsâ (a.s)'nın Tanrı olduğunu, bazan "Allah'ın oğlu" olduğunu, bazan da üçün (Baba-Oğul-Ruhul-Kudüs) üçüncüsü olduğunu söylüyorlardı. "O, Allah'tır" demelerine, "Çünkü ölüleri diriltir, anadan doğma körleri, alaca hastalığına musab olanları ve diğer hastalan iyileştirir, gayblan haber verir, çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üfler, o da uçardı' diye delil getiriyorlardı. O'nun, Allah'ın oğlu olduğu iddiasına da, "Çünkü O'nun bilinen bir babası yoktu" diye istidlal ediyorlardı. Onun, üçün üçüncüsü olduğu görüşlerine de, "Çünkü Allah "Biz yaptık," "Biz kıldık" diyor. Eğer Allah bir olsaydı "Ben yaptım" derdi, diye istidlal etmişlerdir. Buna karşılık Hz. Peygamber (s.a.s) onlara "İslam'a giriniz" deyince, onlar, "Biz senden daha önce İslâm'a girdik" dediler. Bunun üzerine Hr. Peygamber (s.a.s), "Yalan söylüyorsunuz. Allah'a bir oğul isnad edip duruyorken, haça taparken ve domuz eti yiyip dururken, sizin müslümanlığınız nasıl doğru olur" dedf. Onlar da: "EğeT O, Allah'ın oğlu değil ise, onun babası kimdir?" dediler. Hz.
Peygamber (s.a.s) sustu ve bunun üzerine Allah Teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin başından seksen kadar âyeti indirdi.
Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.s) onlarla münazaraya başlayarak, şöyle dedi:
"Bilmiyor musunuz, Allah ölümsüz olan bir Hayy'dır, diridir? Hz. İsa ise, ölümlüdür..."
"Evet biliyoruz.." "Bilmiyor musunuz ki, babasına benzemeyen hiçbir çocuk yoktur?"
"Evet biliyoruz.."
"Bilmiyor musunuz ki, Rabb'imiz her şeye hâkim ve kayyûmdur? Onu korur, gözetir, muhafaza eder ve rıztklandırır.. Halbuki İsa, bunların herhangi birini yapabilir mi?"
"Hayır..."
"Bilmiyor musunuz, yerde ve gökte bulunan hiçbir şey Allah'a gizil kalmaz? İsa ise, Allah'ın bildirdiğinden başka herhangi bir şeyi bilebilir mi?"
"Hayır..."
"Rabb'imiz, İsa'yı anasının rahminde dilediği gibi şekillendirdi.. Bunu bilmiyor musunuz?.. Rabb'imizin İse yemez-içmez ve abdest bozmaz olduğunu bilmiyor musunuz?"
"Evet biliyoruz."
"İsa'yı anası, bir kadının çocuğunu taşıdığı gibi taşımış, yine bir kadının çocuğunu doğurduğu gibi de doğurmuştur. O da, bir çocuğun beslenmesi gibi beslenmiş, gıdalanmıştı."
"Evet.."
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "O halde İsa, sizin iddia ettiğiniz gibi, nasıl bir ilâh olabilir?" dedi. Onlar da, bunu anladılar; ama sonra küfrân-ı nimette bulunarak, inkârı sürdürdüler.
Yine onlar inadlarmı sürdürerek:
"Sen, isa'nın, Allah'ın kelimesi ve Ondan bir ruh olduğunu zannetmiyor musun?" dediler. Hz. Peygamber de:
"Evet, öyle biliyorum" deyince, bunun üzerine onlar: "Eh, bu da bize yeter" diye cevap verdiler.
Bunun üzerine Allahu Teâlâ, "İşte kalblerinde bir eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak, onun teviline yeltenmek için, onun müteşabib olanına tâbi olurlar. Halbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise, "Biz ona inandık. Hepsi Rabb'imiz kahndandır' derler. Akıl sahiplerinden başkası bunu iyi düşünemez" (ân imran, 7) âyetini indirdi.
Sonra onlar, bu âyeti kabul etmeyince Allahu Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.s)'e onlarla "mübâhele"'yi (karşılıklı lanetleşmeyi) emretti.. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), onları "mübâhele" ye davet edince, onlar:
"Ey Ebâ'l-Kâsım, bizi bırak da bir düşünelim.. Sonra, yapmamızı istediğin şeyi yapmak için sana geliriz.." dediler ve, çekip gittiler.
Daha sonra bu üç kişi kendi aralarında birbirlerine, "Bu konuda ne diyorsunuz.." deyince, içlerinden birisi, "Ey, hristiyan topluluğu, Allah'a yemin ederim ki, sizler hiç şüphesiz Muhammed'in peygamber olduğunu biliyorsunuz.. Andolsun ki o size, peygamberiniz hakkındaki meseleyi çok güzel izah etti... Yine, yemin ederim ki, bir peygamber ile lânetleşmeye girmiş olan her kavmin, büyüğünün küçüğünün öldüğünü; eğer siz de bunu yaparsanız, bunun sizin kökünüzü kurutacağını biliyormusunuz.. Madem ki bu dinde kalmak istiyorsunuz, o halde o adamla bir anlaşma yapın, sonra da ülkenize dönün!" dedi. Bunun üzerine onlar, Allah'ın Resûlü'ne gelerek, şöyle dediler:
"Ey Ebâ'l-Kâsım, biz seninle lânetleşmemeye, seni kendi dininde bırakmaya, kendimiz de kendi dinimiz üzre kalmaya karar verdik.. O halde, malımız, mülkümüz hususunda anlaşmazlığa düştüğümüzde aramızda hükmedecek ashabından birisini beraberimizde yolla... Çünkü siz bizim nazarımızda kabule şayan kimselersiniz./'
Bunun üzerine Hz. Peygamber onlara:
"Öğle sonu yanıma geliniz de, çok kuvvetli ve güvenilir bir hakemi sizinle beraber yollayayım.." dedi. Hz. Ömer ise içinden şöyle diyormuş: "Ben hiçbir zaman emirlikten hoşlanmadım. Fakat o gün, kendimin tayin edilmesini umuyordum. Öğle namazını Allah'ın Resulü ile kıldığımızda, O, selâmdan sonra, sağa ve sola bakmıyordu.. Ben de, beni görsün diye ileri atılıyordum. O ise, sürekli göz gezdiriyordu. Nihayet Ebû Ubeyde İbnu'l-Cerrâh'ı gördü. Onu çağırdı ve:
"Onlarla git; ihtilâf ettikleri hususlarda aralarında hak ile hüküm ver"dedi.. Hayatımda itk defa arzuladığım emirliği, idareciliği de Ebu Ubeyde alıp götürdü.."
Bil ki bu rivayetler dinî konuları açıklama ve her türlü şüpheyi giderme hususunda münazara etmenin peygamberlerin yöntemi olduğuna; münazarada bulunmanın ve meseleleri araştırmanın doğru olmadığını savunan "Haşviyye"nin yolunun ise kesinlikle bâtıl olduğuna delâlet etmektedir. Allah en iyisini bilendir. [3]
Bu Surenin Baş Tarafındaki Harika Tertip
Bil ki, bu sûrenin baş tarafı, çok güzel ve hayranlık verici bir tertip (söz dizisi) arzetmektedir. Bu böyledir,
çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) ile tartışmaya giren o hristiyanlara sanki şöyle denilmek istenmiştir:
"Sizler, ya Allah'ı tanımak veyahut da nübüvvet hususunda münazaa ediyorsunuz... Eğer münazaanız Allah hakkında ise, sizler Allah'ın bir çocuğu olduğunu söylüyorsunuz;Hz. Muhammed ise.O'nun bir çocuğu olmadığını söylüyor. Aklî ve kat'î delillerle hak, Hz. Muhammed'den yanadır. Çünkü aklî delillerle Cenâb-ı Hakk'ın Hayy ve Kayyûm olduğu sabittir. Hayy ve Kayyûm olanın ise, bir çocuğunun bulunması, aklen imkânsızdır. Eğer tartışmanız nübüvvet konusunda ise, bu da geçersizdir. Çünkü Allah Tevrat ve İncil'i Hz. Musa ve İsa'ya sizce hangi yol ile indirmisse aynı şey Hz. Muhammed (s.a.s) için de variddir. Bu yol ise, ancak mucize yoludur ki, bu mucize burada da mevcuttur. O halde, nübüvveti konusunda, O'nunla çekişmeniz nasıl mümkün olur?" İşte, âyetin münasebet vechi ve yönü budur... Bu, son derece güzel ve uygun bir münasebettir. O halde biz burada şu iki konuyu gözden geçirelim:
Birinci konu: Bu, "İlahiyaf'la ilgili konulardır. Biz şöyle diyoruz: "Allahu Teâlâ, Hayy ve Kayyûm'dur. Hayy ve Kayyûm olanın ise, bir çocuğunun bulunması imkânsızdır.. Biz Allahu Teâlâ'nın Hayy ve Kayyûm olduğunu söyledik.. Çünkü O, zâtı gereği "Vâcibu'l-vücud"dur. O'nun dışında kalan bütün varlıklar ise, zâtı gereği "mümkin", "muhdes" dir; onların meydana getirilmesi (tekvin), yaratılması ve icad edilmeleri, daha Önce izah etmiş olduğumuz gibidir. Bunlar, Hak Teâlâ'nın, "Allah (o AUah'dır ki), kendinden başka hiçbir Tanrı yoktur " (Bakara. 255) âyetinin tefsirinde geçmişti. Bütün bu varlıklar "muhdes" ve mahlûk (yaratılmış) olunca, onlardan herhangi birisinin Allah'ın çocuğu ve de ilâh olması imkânsız olur. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Göklerde ve yerde olan herşey, istisnasız, O Rahman (pek merhametli) olan Allah'a bir kul olarak gelecektir" (Meryem. &4) buyurmuştur.
Yine, ilâh olanın Hayy ve Kayyûm olmasının gerektiği sabit olup, Hz. İsa'nın ise, çocuk olduğu, yeyip içip abdest bozduğu için, Hayy ve Kayyûm olamıyacağı da sübut bulunca; öte yandan hristiyanlar ise, Hz. İsa'nın öldürüldüğünü ve ölümü kendisinden savuşturmadığını iddia edip kabul edince, işte böylece Hz. İsa'nın Hayy ve Kayyûm olmadığı kesinlik kazanmış olur. Bu da, onun ilâh olamıyacığına kat'î olarak hüküm vermeyi gerektirir. Cenâb-ı Hakk'ın: "Hayy ve Kayyûm "{Bakara, 255» tavsifi, hristiyan-ların "teslîs" (üçleme) hususundaki görüşlerinin bâtıl olduğuna delâlet eden bütün delilleri ihtiva etmektedir."
İkinci konu: Nübüvvet'le ilgilidir; ki işte bu hususu Cenâb-ı Hak burada, son derece güzel ve mükemmel bir biçimde anlatmıştır. Bu böyledir. Çünkü HakTeâlâ: "O, sana Kftâb'ı hak olarak indirdi" (kuimran, 3)buyurmuştur ki bu, bir dava (iddia) durumundadır. Sonra Cenâb-ı Hak, bu davanın doğruluğuna delâlet edecek delilleri getirerek şöyle demiştir: "Ey yahudi ve hristiyanlar! Allahu Teâlâ'nın, insanlara hidayet olmak üzere Tevrat ve İncil'i inzal ettiği hususunda bize muvafakat ediyor ve Tevrat ve İncil'in ilahî kaynaklı iki kitap olduğunu kabul ve ikrar ediyorsunuz.. Çünkü Allahu Teâlâ, bunları indirirken, sözü hak olan ile sözü bâtıi olanı birbirinden ayırmaya delâlet edecek olan mucizeyi de birlikte göndermiştir. Mucize ile, doğru olan dâva ile yalan olan davayı birbirinden ayırmak mümkün olunca, hiç şüphe yok ki bu apaçık bir fark olmuş olur.
Sonra mucize olan bu hak ile bâtılın arasını ayırma işi, Tevrat ve İncil'in Allah katından indirildiği hususunda söz konusu olduğu gibi, Kur'ân'ın da Allah katından indirildiği hususunda da söz konusudur. Yol aynı olunca, bu durumda vâcib olan, Berâhime (Brahmanlar)'nin görüşünde olduğu gibi, ya hepsini yalanlamak veyahut da müslümanların inancında olduğu gibi, hepsini tasdik etmek olur. Ama, bunların bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmemek ise, bir cehalet ve bir taklittir.
Sonra Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'in getirdiği şeyde, Kur'ân'da, ilahı tanıma hususundaki umdeler ile Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini isbat hususundaki umdeleri zikredince, bundan sonra geriye, O'nun dini konusunda7 tartışmaya girenler için herhangi bir mazeret kalmamıştır. İşte böylece, muhakkak ki Cenâb-ı Hak, bunun peşinden tehdit ve vaîdini getirerek, "Allah 'm âyetlerini inkâr edenler yok mu? Onlar için pek yaman bir azâb vardır. Allah, cezada amansız bir gâlib-i mutlakdir" (Aı-ı imran, 4) buyurmuştur.
Böylece zapta, (kavramaya), güzel tertip ve mükemmel telife bu sözden daha yakın bir kelâm bulunmasının mümkün olmadığı ortaya çıkmış oldu. Bu
miskîni, bu hususlara hidayet eden Allah'a hamdolsun. Sınırsız nimetlerine mukabil, şükür ancak O'nadır.
Allah'ın bu sözünden esas maksadın ne olduğunu özetledikten sonra, lafızlarından her birinin tefsirine geçebiliriz.
HakTeâlâ'nın:"Allah o Allah'dır ki, O'ndan başka hiçbir Tanrı yoktur" buyruğu, hristiyanlara bir reddiyedir. Çünkü onlar, Hz. İsa'ya ibâdet edileceğini söylüyorlar. Böylece Allahu Teâlâ, kendisinden başka hiç kimsenin ibâdete müstehak olmadığını beyan buyurmuş, sonra da bunu gösterecek hususları da onun peşinden getirerek, "Hayy ve Kayyûm'dur" buyurmuştur. "Hayy" çok faal olan ve en üstün derecede idrâk sahibi olan (fe'âl derrâk)'dır. "Kayyûm" ise, O'nun kendi zatıyla kaîm olması; mahlukâtın, yaşantılarında muhtaç olacakları gece ile gündüzü, sıcak ile soğuğu, rüzgâr ile yağmuru ve kendisinden başka hiç kimsenin kadir olamayacağı ve sayamayacağı nimetleri veren ve, bütün mahlûkatın işlerini tedbir eden varlık demektir. Nitekim Hak Teâlâ: "Allah'ın nimetlerini saymaya çalışsanız, sayamazsınız" (Nahi, ıe) buyurmuştur.
Hz. Ömer, burayı fûll ^i şeklinde okumuştur. Katâde ise el- Hayy kelimesini, "ölümsüz, diri olan"; el kayyûm kelimesini ise, "mahlûkatının işlerini, ecellerini ve rızıklarını tedbir eden, yöneten" diye tefsir etmiştir.
Saîd İbn Cübeyr'den, Hayy kelimesini, "Her canlıdan önce diri olan", " Kayyûm "u ise, "Eşi ve benzeri olmayan" diye tefsir ettiği rivayet edilmiştir.
Biz, Bakara sûresinde "el-hayyu'l-kayyûm" sözümüzün, Allah hakkında muteber olan bütün sıfatlan ihata ettiğini söylemiştik. "Mabûd" olanın, Hayy ve Kayyûm da olması gerektiği; aklın bedaheti ile hislerin de Hz. İsa (a.s)'nın hayy ve kayyûm olmadığına delâlet ettiği - Onlar Hz. İsa'nın öldürüldüğünü ve ölümden dolayı korku duyup çığlıklar attığını söylediği halde, Hz. İsa nasıl hayy ve kayyûm olabilir ki- sabit olunca, biz kesin olarak Hz. İsa'nın bir ilâh ve Cenâb-ı Hakk'ın da oğlu olmadığını anlamış olduk. Allah, zalimlerin söylemiş olduğu bu gibi şeylerden çok çok yücedir. [4]
"O, sana kitabı hak ve kendinden öncekileri de tasdik edici olarak indirdi. Bundan evvel de Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti" ( Âl-İ İmran. 3).
Cenâb-ı Hakk'ın: "O, sana kitabı hak ve kendinden öncekileri de tasdik edici olarak indirdi" buyruğuna gelince, kut ada geçen'' Kftap'' dan maksat Kur1 ân' dır. B\z. bu teUmenin iştikakını, Bakara sûresinin başında anlatmıştık. Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın indirilmesini "tenzil"; Tevrat ve İncil'in indirilmesini ise, "inzal" ile ifâde buyurmuştur. Çünkü, "tenzil" çokluk ifâde eder. Allahu Teâlâ da Kur'ân-ı Kerim'i müteaddit detalarda parça parça indirmiştir. Böylece, bunda çokluk mânası bulunmuş olur. Tevrat ve İncil'i ise, tek bir defada indirmiştir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu kitaplar hakkında "inzal" kelimesini özellikle kullanmıştır. Bir kimse, "sizin söylediğiniz bu husus, Cenâb-ı Hakk'ın: "Kitabı kuluna indiren Allah'a hamd olsun" (Kehf, ı>ve Biz onu hak olarak indirdik, o da hak olarak indî" (Isra, 105) âyetleriyle bir müşkillik arzetmektedir". (Zira buralarda Kur'ân'ın indirilmesini bildirmek için de inzal tabiri kullanılmıştır) diyebilir.
Bil ki Allahu Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'i şu iki vasıfla tavsif etmiştir.
Birinci vasıf: O'nun (= hak ite) sözüdür. Ebu Müslim bu tabirin şu mânâlara gelebileceğini söylemiştir:
a) Geçmiş ümmetlere dair ihtiva ettiği haberler konusunda sadık ve doğrudur.
b) O'nda bulunan va'ad ve vaîdler, mükellefi İnançlar ve ameller hususunda hak olan yola yapışmaya sevkedip, onu bâtıl yollara sülük etmekten de men eder.
c) O, hak ile bâtılı birbirinden ayıran bir "kavl-İ fasl" olduğu, bir şaka (hezl) olmadığı mânasında olmak üzere, bir haktır.
d) Esamm şöyle demektedir: Bunun mânâsı, "Allahu Teâlâ Kur'ân'ı, mahlûkata vâcib olan kulluk, nimetlere şükür, huşu ve inkıyadı izhar etme anlamında bir hak ile; bazı kimselerin bazıları üzerinde bir hakkı olan adalet ve muamelât hususlarındaki insaf ve itidal anlamındaki bir hak ile indirmiştir.." demektir, (Yani Kur'ân, Allahu Teâlâ'nın rnahlukatı üzerindeki hakları ile insanların birbirleri ile olan münasebetlerinde^ haklan bildirmektedir, demek istiyor.)
e) "Allahu Teâlâ o Kur'ân'ı, birbiriyle çelişen bozuk mânâlarla değil, hak ile indirmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onu kulu (Muhammed'e) indirdi ve kendisinde hiçbir eğrilik yapmadı" (Kem, 1) ve "Eğer o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı, muhakkak ki içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı" (Nisa. 82) buyurmuştur. [5]
Kur'ân'ın Önceki Semavî Kitapları Tasdik Etmesinin Mânâsı
İkinci vasıf: O'nun "Kendinden öncekileri de tasdik edici olarak" indirilmesidir. Bunun mânâsı, "Kur'ân-ı Kerim, peygamberlerin (a.s) kitaplarıyla, Allah (c.c)'dan haber verdikleri şeyi tasdik eder" demektir.
Sonra bu âyetle ilgili olarak şu iki açıklama yapılmıştır:
a) Allahu Teâlâ bununla Kur'ân'ın sıhhatine işaret etmek istemiştir. Çünkü, Kur'ân eğer Allah'dan başkası tarafından olmuş olsaydı, diğer kitaplara muvafık olmazdı. Zira Hz. Peygamber, hiçbir âlimle bir araya gelip görüşmemiş, hiç kimseye talebelik yapmamış ve hiç kimseden birşey okumamış bir "ümmî" idi. (Kur'ân'ın uydurulmuş olduğunu söyleyenlere göre) onu uyduranın vasfı böyle olunca, onun yalan ve tahriften uzak ve salim olması imkânsız olur. Peygamber ise böyle olmayınca, O'nun bu kıssaları ancak Allah'ın vahyi ile öğrenip haberdar olduğu ortaya çıkar.
b) Ebû Müslim şöyle demektedir: "Bundan murad şudur: Allahu Teâlâ bütün peygamberleri, zâtını bir tanımaya, O'na imân etmeye, O'nu kendisine yakışmayan şeylerden tenzih etmeye; adalet, ihsan ve her zaman yegâne çıkar ve faydalı yol olan dinî hükümlerle emretmeye davet etmek için göndermiştir. Binâenaleyh Kur'ân-ı Kerim, bütün bu hususlarda o kitapları (tahrif edilmemiş şekliyle) tasdik etmektedir.
Geriye ise, âyetle ilgili olarak şu iki soru kalmaktadır:
Birinci soru: Allahu Teâlâ, Kur'ân'dan önce indirilmiş olanları, niçin "onun önündei diye adlandırmıştır?
Cevap: O haberler son derece aşikâr olduğu için, onları bu isimle vasfetmiştir.
İkinci soru: Kur'ân, kendisinden önceki hükümlerin birçoğunu neshettiği halde, kendinden önceki kitapları nasıl tasdik etmiş olur?
Cevap: Kitapları Kur'ân ve O'nun peygamberi olan Hz. Muhammed'i müjdeleyici, hükümlerinin Hz. Muhammed gönderilinceye kadar geçerli olduğuna ve Kur'ân inince hükümlerinin mensuh olacağına defâlet edince, bu kitaplar Kur'ân'a muvafık olmuş olurlar. Böylece de Kur'ân, onları tasdik etmiş olur. Bazı ahkâmın dışında, Kur'ân'ın, o kitapları tasdik edici olduğu konusunda herhangi bir şüphe yoktur. Çünkü, ulûhiyyet ile İlgili konuların delilleri, burada değişmez. O halde Kur'ân, Tevrat ve İncil'de varid olan haberler hususunda onları tasdik etmiş olur.
Sonra Allahu Teâlâ: "Bundan evvel de Tevrat'ı ve İncin indirmişti" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: [6]
Tevrat Ve İncil İsimleri Hakkında Bilgi
Keşşaf sahibi şöyle demiştir: a'cemî (Arapça olmayan) iki isimdir. Bu kelimelerin Tevrat ve İncil iştikâklarıyla meşgul olmanın bir faydası yoktur."
Hasan el-Basrî, hemzenin fethasıyla şeklinde okumuştur ki bu da bu kelimenin Arapça olmadığına delâlet eder. Çünkü, hemzenin fethasıylaI kalıbı, Arapça'nın vezinleri arasında yer almaz. Bil ki bu görüş, kendisinden kaçışın mümkün olmadığı hak bir görüştür. Bununla beraber, edebiyatçıların bu konudaki sözlerini nakledelim...
kelimesi hakkında, şu üç bahis vardır:
Birinci bahis: Kelimenin iştikakı hakkındadır. Ferrâ şöyle demektedir: "Tevrat" kelimesinin mânâsı, aydınlık ve nûr demektir. Bu kelime Arapların, çakmak taşını çeliğe vurup da ateş çıktığında söyledikleri, ifâdesinden alınmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak:"Kasem olsun (tırnaklarıyla) ateş çıkaran (atlara).." (Adiyat, 2) buyurmuştur.
Yine Araplar, derler. Bunun manası, "Senin sayende hayır bana göründü" demektir. Buna göre Tevrat kendisi vesilesiyle hak zuhur edip ortaya çıktığı için, bu ismi almıştır. Bu mânaya Hak Teâlâ'nın, "Andolsun ki biz Musa ile Harun'a bir ziya, takva sahipleri için de bir şeref olan Furkân'ı verdik" (Enbiya, 43) âyeti de delâlet etmektedir.
İkinci bahis: Edebiyatçılar bu kelimenin vezni hakkında şu üç görüşü öne sürmüşlerdir:
Birinci görüş: Ferrâ, bu kelimenin aslının, tâ harfinin fethası, vâv harfinin sükûnu ve râ ile yâ harflerinin fethasıyla şeklinde olduğunu; ancak ne var ki yâ harfi hareketi otup, kendisinden önceki harfin harekesi de fethalı olduğu için, bu yâ harfinin elife çevrilmiş olduğunu söylemiştir.
İkinci görüş: Yine Ferrâ, "Bu kelimenin, vezninde olmasının da caiz olduğunu; buna göre kelimenin aslının İjjjî şeklinde olabileceğini, ancak ne var ki, Tay kabîlesjnin lehçesine göre, râ harfinin kesresinin fethaya çevrildiğini; çünkü onların kelimesini kelimesini de şeklinde telâffuz ettiklerini" de söylemiştir.
Nitekim şair: ''Dünya hiçbir canlı İçin bakî ve ebedi kalıcı değildir. Hiçbir canlı da dünyada baki değildir" demiştir.
Üçüncü görüş; Bu, el-Halil ile Basrajıların görüşüdür. Buna göre kelimenin aslı, kalıbında olmak üzereür. Daha sonra birinci vâv harfi tâ harfine çevrilmiştir. Arapça'da bu tür "kalb"ler (çevirme) pek çoktur. Meselâ, (kültür, miras);i (çok yemenin sebep olduğu rahatsızlık) vetevekkül) kelimeleri gibi.. Daha sonra, yâ harfi harekeli olup, kendinden önceki harfin harekesi de fetha olduğu için, elife çevrilerek kelime halini almıştır. Bu kelime, aslında olduğu gibi yâ harfiyle yazılır. Bu görüşte olanlar, Ferrâ'nın görüşünü tenkid etmişlerdir.
Birinci görüşü hakkında, böyle bir kalıbın nadir olduğunu söylemişlerdir. Onlar sözlerini şöyle sürdürmüşlerdir: "Bizim ileri sürdüğümüz kalıbı ise çok kullanılmaktadır. Meselâ: (manastır); (kuşun kursağı, midesi) ve (eski şey) kelimeleri gibi.. Halbuki, kelimeyi daha çok kullanılan kalıba hamletmek daha münasiptir."
Ferrâ'nın ikinci görüşü hakkında da, "Bu, lafzı ancak Tay kabilesinin diline nisbet etmekle tam olur. Halbuki, Kur'ân, kesinlikte bu lehçeyle nazil olmamıştır" demişlerdir.
Üçüncü bahis: Tevrat kelimesi iki şekilde okunur: İmâle ve "tefhim" "kafin) ile.. Tefhim ile okuyanlar, râ harfinde tekrir sıfatı bulunduğu için, imâleyenâni olmasından dolayı okumuşlardır. Allah en iyisini bilendir.
(İncîl) lafzına gelince, bu hususta da şu görüşler ileri sürülmüştür:
a) Zeccfic şöyle demektedir: "Bu kelime, (Çocuk, aslolan, nesil) ökünden olup, kalıbındadır. Nitekim i denilir. Yani, "Allah, ebeveynine lanet etsin" demektir. İşte bundan dolayı bu kitap (İncil) bu
isimle adlandırılmıştır. Çünkü, İncîl, (hristiyanlık) dini hususunda kendisine başvurulan bir astl ve temeldir."
b) Bazıları da, İncil'in, Arapların bir şeyi çıkarıp ortaya koyduklarında söylemjş olduklarıtabirinden alınmıştır. Meselâ, kuyudan çıkartılan suya; su gözeden sızıp çıktığında dadenilir. Kendisi ile hak ortaya çıktığı için, İncil'e de bu ad verilmiştir.
c) Ebû Amr eş-Şeybanf şöyle demektedirkelimesi, karşılıklı çekişmek anlamına gelir. İşte bu sebeple bu kitap, hristiyan topluluğu kendisi hakkında çekişip tartışmaya girdiği için, "İncîl" diye adlandırılmıştır."
d) Bu kelime, "gözü büyük" anlamına gelen J£j kelimesinden alınmıştır. (geniş yara, mızrak yarası) denilmesi de, bundan dolayıdır. İncîl de, Allahu Teâlâ'nın onlar için gönderdiği bir nûr, bir ziya ve bir genişlik olduğu için, bu adı almıştır. [7]
Etimolojinin Bazan Tutarsız Olduğu
Ben derim ki, o edîblerin (dilcilerin) durumu çok şaşırtıcıdır. Onlar, her lafzın mutlaka bir başka şeyden alınmış olmasını âdeta şart koşuyorlar! Eğer durum böyle olsaydı, ya teselsül, ya da devr-i fasit gerekirdi. Bu iki şey de bâtıl olunca, önce, diğer kelimelerin kendisinden iştikak edebilmesi için, daha Önce vaz olunmuş başka lafızların bulunması gerektiğini itiraf etmek vâcib olur. Durum böyle olunca, onların bir başka şeyden müştak olduğunu söyledikleri bu lafzın, asıl; o başka lafzın ise, fere olması niçin caiz olmasın? Onlara, bunun fere, şunun da asıl olduğunu kim söylemiş ki?. Çoğu kez onların fere ve müştak olarak kabul ettikleri şey son derece meşhur; onların asıl kabul ettikleri berikisi ise, son derece saklı olabilir, tanınmaz..
Yine şayet Tevrat, çok açık olduğu için "Tevrat"; İncil de asıl olduğu için "İncil" olarak isimlendirilmiş olsaydı, açık ve zahir olan her şeyin Tevrat diye isimlendirilmesi gerekirdi. Böylece de bütün görünen hadiselerin Tevrat diye isimlendirilmesi gerekirdi.
Yine bir başka şeyin asit olan her şeyin de, İncil diye adlandırılması gerekirdi. Meselâ, çamur, küpün aslıdır; o halde çamurun İncil diye; altın, yüzüğün aslı; iplik de elbisenin aslıdır... Binâenaleyh, bütün bunların da incil diye adlandırılmaları gerekirdi.. Halbuki bunların, böyle isimlendirmediği herkesçe malumdur.
Sonra onlar, her kelimeye mutlaka bir asıl bulmak gerektiğini kendilerine zarurî görünce, onlar yine ilk konulmuş olan kelimeye sarılıyor ve şöyle diyorlar:
"Araplar şu iki lafzı, şu iki manaya, "vaz" yoluyla, tahsis etmişlerdir." İşin sonunda maksat ve gaye, yine "vaz"'a başvurmak suretiyle tamamlanınca, o halde daha niçin işin başında buna tutunmuyor ve kendimizi, bu kelimelerin aslını araştırmaya dalmaktan kurtararak rahatlatmıyoruz?..
Şunu da söyleyeyim ki, Tevrat ve İncil kelimeleri, Arabça olmayan iki isimdir. Bunlardan birisi İbranice, diğeri ise Süryanice'dir. O halde, daha nasıl aklı olan kimsenin, bunları Arapça kalıblara uydurmakla meşgul olması yakışır?.. Binâenaleyh, aklı olan kimseye yakışan en uygun yolun, bu gibi konulara iltifat etmemesi olduğu ortaya çıkmıştır. Allah en iyisini bilendir. [8]
"... Bundan Önce (Tevrat ve İncü't indirdi) (ki onlar) insanlar için bir hidâyetti. Hak ile bâtılı ayırdeden hükümleri indirdi. Allah'ın âyetlerini inkâr edenler yok mu? Onlar için pek çeün bir azâb vardır. Allah cezada
amansız bir gâlib-i mutlaktır. Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbirşey Allah'a gizli kalmaz. Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren Odur. O'ndan başka hiçbir Tanrı yoktur. O, mutlakgâlibtir.
Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" (Âl-i İmrân, 4-6).
HakTeâlâ'nın "-.Bundan önce (Tevrat ve İncil'i) indirdi" buyruğuna gelince, bil ki Allahu Teâlâ, Kur'ân'ı indirmeden önce Tevrat ve İncil'i indirdiğini beyan etmiş, daha sonra da Tevrat ve İncil'i, insanlar için bir hidâyet rehberi olsunlar diye indirdiğini açıklamıştır.
Ka'bî şöyle der: "Bu âyet, Kur'ân'ın kâfirler için bir körlük olup onlar için bir hidâyet sebebi olmadığını iddia edenlerin görüşünün bâtıl olduğuna delâlet eder. Cenâb-ı Hakk'ın: "O, onlara karşı bir körlüktür' (Fussüet. 44) âyetinin mânâsına, müşriklerin Kur'ân indiğinde, mecazî mânada olmak üzere, körlüğü seçmeleri de delâlet etmektedir. Bu, kavmi kendisini
dinlemediği zaman Nuh (a.s)'un söylemiş olduğu"Öenfm davetim, onların ancak kaçmalarını artırdı" (Nuh, s) demesi gibidir.
Bil ki, Hak Teâlâ'nın, "İnsanlar için bit hidâyettir" beyanı ile ilgili şu iki ihtimal bulunmaktadır:
1- Bunun, sadece Tevrat ve İncil ile ilgili olmasıdır. Bu takdire göre Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ı "Hak" diye; Tevrat ve İncil'i ise, "Hidâyet rehberi" diye vasfetmiş olur ki, bu iki vasıf birbirine yakın şeylerdir. Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hak, Bakara sûresinin başında, Kur'ân'ı müttakiler için bir hidâyet rehberi olarak vasfetmiştL Öyleyse daha niye burada onu böyle vasf etmem iştir?" denilirse, biz deriz ki burada bir incelik söz konusudur: Çünkü biz Bakara sûresinde, Cenâb-ı Hakk'ın, bu hidâyetten ancak müttakiler istifâde ettiği için jS*^. w>^* "Müttakiler için bir hidâyet rehberi..." (Bakara. 2) buyurduğunu söylemiştik. Böylece Kur'ân bu yönden, başkaları için sadece müttakiler için hidâyet kaynağı olur. Ama burada, hristiyanlarla yapılan bir münazara söz konusu olup, onlar da Kur'ân sayesinde hidâyete ermeyince, işte bundan dolayı Cenâb-ı Hak burada Kur'ân hakkında, "O bir hidâyettir" demeyip, aksine "Onlar ister kabul etsinler isterse etmesinler, bu Kur'ân bizatihî bir haktır" demiştir. Tevrat ve İncil'e gelince, onlar bu ikisinin sıhhatine inanıyor ve biz müslümanlann, dinimizde, Tevrat ve İncil hakkında iftirada bulunduğumuzu iddia ediyorlardı. İşte, bundan dolayı Cenâb-t Hak, Tevrat ve İncil'i "hidâyet" diye vasfetmiştir. İşte, aklıma gelen budur. Allah, en iyisini bilendir.
2- Bu, müfessirlerin ekseriyetinin görüşüdür. Bu görüşe göre Cenâb-ı Hak, üç kitabı da "hidâyet rehberi" olarak vasfetmiştir. Böylece bu vasıf. Tevrat ve İncil'e mahsûs olmayıp, bütünüyle ilgili olmuş olur.
Cenâb-ı Hak sonra, "Hak ile bâtılı ay/rdeden hükümleri indirdi" buyurmuştur. [9]