Hud Suresi Meal Ve Tefsiri 38-57
وَيَصْنَعُ الْفُلْكَ وَكُلَّمَا مَرَّ عَلَيْهِ مَلَاٌ مِنْ قَوْمِه۪ سَخِرُوا مِنْهُۜ قَالَ اِنْ تَسْخَرُوا مِنَّا فَاِنَّا نَسْخَرُ مِنْكُمْ كَمَا تَسْخَرُونَۜ ﴿٣٨﴾
38: Nûh gemiyi yapıyor, kavminden ileri gelenler de yanına her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Nûh da şöyle karşılık veriyordu: “Madem bizimle alay ediyorsunuz, şunu unutmayın ki, bizimle alay ettiğiniz gibi bir gün gelecek biz de sizinle alay edeceğiz.”
فَسَوْفَ تَعْلَمُونَۙ مَنْ يَأْت۪يهِ عَذَابٌ يُخْز۪يهِ وَيَحِلُّ عَلَيْهِ عَذَابٌ مُق۪يمٌ ﴿٣٩﴾
39: “Artık dünyada rezil ve perişan edecek bir azaba kimin uğratılacağını, âhirette devamlı bir azabın da kimin başına geleceğini yakında görüp öğreneceksiniz!”
Tefsir:
Hz. Nûh, Allah’ın emrine uygun olarak gemiyi yapmaya başladı. Oradan geçen ileri gelenler onunla alay ediyorlardı. Öncelikle onlar geminin ne olduğunu bilmiyorlardı. Hz. Nûh’a “Böyle ne yapıyorsun?” diye soruyorlar, o da “Su üstünde yüzecek bir ev yapıyorum” diye cevap veriyor, onlar da bu cevaba şaşıp gülüyorlardı. İkinci olarak Hz. Nûh gemiyi sudan uzak bir yerde ve suyun çok az olduğu bir vakitte yapıyordu. Dolayısıyla ileri gelenler onun zahiren münâsebetsiz gibi görünen bu davranışı karşısında gülüşüyor ve: “Bakıyoruz, peygamber olduktan sonra maşallah bir de marangoz oldun” diye alay ediyorlardı. Fakat Hz. Nûh’un Allah’ın emriyle gerçekten çok mühim ve hikmetli bir iş yaptığını, kendilerinin ise işin iç yüzünden habersiz olduklarını bilmiyorlardı. Hz. Nûh, büyük bir felaketin gelmekte olduğunu haber vererek onları ikaz etse de, derin bir gaflet çukuruna gömülmüş kavmin uyanıp gerçeği duyabilecek halleri yoktu:
حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَ اَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُۙ قُلْنَا احْمِلْ ف۪يهَا مِنْ كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَاَهْلَكَ اِلَّا مَنْ سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ وَمَنْ اٰمَنَۜ وَمَٓا اٰمَنَ مَعَهُٓ اِلَّا قَل۪يلٌ ﴿٤٠﴾
40: Nihâyet emrimiz gelip geminin kazanı kaynamaya başlayınca Nûh’a dedik ki: “Her canlıdan erkekli-dişili birer çifti, haklarında suda boğulacağına karar verilenler dışında aileni ve iman edenleri gemiye bindir.” Zâten onunla beraber iman eden çok az kimse vardı.
Tefsir:
Nihâyet Allah’ın helak emri geldi, sular coşup yükseldi ve yeryüzünün her tarafını kapladı. Nitekim Kamer sûresinde hâdisenin bu kesitiyle alakalı olarak şöyle buyrulur: “Biz de nehirler gibi devamlı akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Nihâyet gökten boşalan ve yerden fışkıran sular, takdir edilmiş bir işin gerçekleşmesi için birleşiverdi.” (Kamer 54/11-12)
Âyette geçen فَارَ التَّنُّورُ (fâre’t-tennûr) ifadesine yukarıda arzettiğimiz gibi “suların coşup taşması” yanında “azabın şiddetlenmesi” ve azabın sabahleyin geldiğini göstermek üzere “şafak atıp sabahın gelmesi” gibi mânalar da verilir. Elmalılı, bu ifadeye “geminin kazanının kaynaması” mânasını vererek, Hz. Nûh’un yaptığı geminin, dağlar gibi dalgalar arasında o kadar yükü taşıyabilecek büyüklükte ve güçte buharlı bir gemi olduğunu söyler. (Elmalılı, Hak Dini, IV, 2780-2783)
Hz. Nûh gemiye yine Allah Teâlâ’nın emriyle her canlı varlıktan bir erkek ve bir dişi olmak üzere birer çift bindirir. Ailesinden iman edenleri ve bunların dışında kavminden iman edenleri de yanına alır. Ancak ailesinden iman etmeyenlerle kavminden kâfir olanlar gemiye binemez, dışarıda kalırlar. Âyet-i kerîme zaten iman edenlerin oldukça azınlık bir grup olduğunu haber vermektedir.Hazırlıklar tamamlanır. Tufanın ilk işaretleri görülmeye başlar. Geminin hareket saati gelip çata
وَقَالَ ارْكَبُوا ف۪يهَا بِسْمِ اللّٰهِ مَجْرٰۭۙيهَا وَمُرْسٰيهَاۜ اِنَّ رَبّ۪ي لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿٤١﴾
41: Nûh dedi ki: “Gemiye binin! Onun akıp gitmesi de durması da Allah’ın ismiyledir. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.”
وَهِيَ تَجْر۪ي بِهِمْ ف۪ي مَوْجٍ كَالْجِبَالِ وَنَادٰى نُوحٌۨ ابْنَهُ وَكَانَ ف۪ي مَعْزِلٍ يَا بُنَيَّ ارْكَبْۭۗ مَعَنَا وَلَا تَكُنْ مَعَ الْكَافِر۪ينَ ﴿٤٢﴾
42: Sular her tarafı kapladığında, gemi yolcularıyla birlikte dağlar gibi dalgalar arasında süzülmeye başladı. Nûh, geminin dışında bir kenarda bulunan oğluna: “Evlâdım, bizimle birlikte gemiye bin de kâfirlerle beraber olma!” diye seslendi.
قَالَ سَاٰو۪ٓي اِلٰى جَبَلٍ يَعْصِمُن۪ي مِنَ الْمَٓاءِۜ قَالَ لَا عَاصِمَ الْيَوْمَ مِنْ اَمْرِ اللّٰهِ اِلَّا مَنْ رَحِمَۚ وَحَالَ بَيْنَهُمَا الْمَوْجُ فَكَانَ مِنَ الْمُغْرَق۪ينَ ﴿٤٣﴾
43: Fakat oğlu: “Ben şöyle büyük bir dağa sığınırım, o da beni sulardan korur” diye karşılık verdi. Nûh: “Bugün, merhamet edip korudukları dışında, hiçbir kimse bir başkasını Allah’ın helâk emrinden kurtaramaz” dedi. Birden aralarına dalga giriverdi de o âsi oğul boğulanlardan oldu.
Tefsir:
Hz. Nûh, gemiye yüklenmesi emredilen yükleri ve canlıları yükledikten sonra beraberindeki mü’minlere “bismillâh” diyerek gemiye binmelerini söyledi. Geminin akıp gidişinin de, demirleyip duruşunun da Allah’ın ismiyle olduğunu haber verdi. Yani onun gitmesi de durması da ancak Allah’ın gücü, kuvveti ve izniyledir. Onu “bismillâh” diyerek çalıştırmak ve “bismillâh” diyerek durdurmak mümkün olabilir. Gemi ancak Allah’ın lutuf ve yardımı ile kurtulabilecektir.
Allah’ın yardımı olmadan hiçbir geminin böylesi dağlar gibi dalgalara dayanması mümkün değildir. Nitekim rivayete göre Hz. Nûh geminin hareket etmesini istediği zaman “bismillâh” demiş, gemi hareket etmiştir. Geminin durmasını istediği zaman da yine “bismillâh” demiş ve gemi durmuştur. Cenâb-ı Hak Hz. Nûh ve ona iman edenleri, rahmet ve mağfiret edici sıfatlarının bir tecellisi olarak kurtarmıştır. Burada Allah Teâlâ’nın bu iki sıfatının zikredilmesi, mü’minlerin kurtulmayı hak ettiklerinden dolayı değil de, sırf Cenâb-ı Hakk’ın lutfu, bağışlaması ve rahmeti sebebiyle kurtulduklarına bir delâlet vardır.
Gökten ve yerden sular coşup taştı ve Allah’ın takdir buyurduğu bir seviyeye ulaştı. (Kamer 54/12) Gemi hareket etti, dağlar gibi dalgalar arasında, içindekilerle beraber akıp gitmeye başladı. Hz. Nûh’un bir oğlu iman etmemiş ve gemiye binmemişti. Geminin dışında ayrı ve uzak bir yerde duruyordu. Nûh (a.s.) babalık şefkatiyle ona seslenerek gelip gemiye binmesini ve kurtulmasını istedi. Kâfirlerden olmamasını öğütledi. Allah’tan başka bugün kimsenin kimseyi kurtarmaya gücü yetmeyeceğini, ancak Allah’ın merhamet ettiği talihli kulların helakten kurtulabileceğini söyledi. Fakat oğlu bu şefkatli seslenişe kulaklarını kapadı, olan bitenin sıradan bir hâdise olduğunu, dolayısıyla dağa tırmanarak tufandan kurtulacağını sandı. Fakat iş sandığı gibi olmadı, bir dalga gelerek onu suların içine gömdü; boğularak helak olup gitti.Geminin ve içindekilerinin akıbetine gelince:
وَق۪يلَ يَٓا اَرْضُ ابْلَع۪ي مَٓاءَكِ وَيَا سَمَٓاءُ اَقْلِع۪ي وَغ۪يضَ الْمَٓاءُ وَقُضِيَ الْاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِيِّ وَق۪يلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ ﴿٤٤﴾
44: Nihâyet Allah’tan: “Ey yer suyunu yut! Ey gök suyunu tut” emri geldi. Sular çekildi, iş bitirildi, gemi Cûdî dağının üzerine oturdu ve “Kahrolsun o zâlimler topluluğu” denildi.
Tefsir:
Gemi içindekilerle birlikte tufan bitinceye kadar suyun üzerinde yüzdü. Daha sonra Yüce Allah, yeryüzüne suyunu tutmasını, göğe de suyunu kesmesini emretti. Bunun üzerine sular kesildi, iş olup bitti. Yani Hz. Nûh’un kâfir olan kavmi bütünüyle ve kesin bir şekilde helak edildi. Hz. Nûh’un: “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!” (Nûh 71/26) duasına icâbetin bir gereği olarak yeryüzünde yürüyen bir kâfir bile kalmadı. Gemi Cûdî dağı üzerine indi. Bu dağ, yapılan araştırmalara göre Türkiye’de Güneydoğu Anadolu bölgesinde, Türkiye-Irak sınırına 15 km. uzaklıkta Dicle ırmağının kıyısında bulunan Cizre’nin 32 km. kuzeydoğusunda, Şırnak il merkezine 17 km. mesafededir.
Tufanla kâfirlerin hepsi helak oldu olmasına ama aralarında oğlunun da bulunması Hz. Nûh’un ciğerine hançer gibi saplandı. Yüreği yandı. Allah’ın: “Zulmedenler hakkında onların kurtuluşu için bana bir ricada bulunma” (Hûd 11/37) emrini unuttu. Gönlündeki yangın diline vurdu:
وَنَادٰى نُوحٌ رَبَّهُ فَقَالَ رَبِّ اِنَّ ابْن۪ي مِنْ اَهْل۪ي وَاِنَّ وَعْدَكَ الْحَقُّ وَاَنْتَ اَحْكَمُ الْحَاكِم۪ينَ ﴿٤٥﴾
45: Nûh Rabbine seslenip: “Rabbim! Şüphesiz ki oğlum benim ailemdendir. Senin va‘din de elbette gerçektir. Ve sen hüküm verenlerin en hayırlısısın!” dedi.
قَالَ يَا نُوحُ اِنَّهُ لَيْسَ مِنْ اَهْلِكَۚ اِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍۗ فَلَا تَسْـَٔلْنِ مَا لَيْسَ لَكَ بِه۪ عِلْمٌۜ اِنّ۪ٓي اَعِظُكَ اَنْ تَكُونَ مِنَ الْجَاهِل۪ينَ ﴿٤٦﴾
46: Allah şöyle buyurdu: “Ey Nûh! O kesinlikle senin ailenden değildir. Çünkü onun bütün hayatı yanlış bir inanç ve amel üzere kuruluydu. O halde hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi sakın benden isteme. Şüphesiz ben, câhillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.”
قَالَ رَبِّ اِنّ۪ٓي اَعُوذُ بِكَ اَنْ اَسْـَٔلَكَ مَا لَيْسَ ل۪ي بِه۪ عِلْمٌۜ وَاِلَّا تَغْفِرْ ل۪ي وَتَرْحَمْن۪ٓي اَكُنْ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ ﴿٤٧﴾
47: Nûh şöyle yalvardı: “Rabbim! Doğrusu ben, hakkında bilgim olmayan bir şeyi senden istemekten yine sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen elbette ziyana uğrayanlardan olurum.”
Tefsir
Hz. Nûh, ailesinden olmakla beraber oğlunun boğulma hikmetini ilk anda kavrayamadı. Çünkü babalık şefkatinin verdiği heyecanla Cenâb-ı Hakk’ın 40. âyette geçtiği üzere “haklarında suda boğulacağına karar verilenler dışında aileni… gemiye bindir” sözündeki “ailen” kısmı aklında kalmış, fakat “boğulacağına karar verilenler” kısmını unutmuştu. Bu sebeple Allah’ın kendisine bütün ailesini kurtaracağı va’dinde bulunduğunu sanmış ve Allah’ın va’dinin kesinlikle gerçekleşeceğini, oğlunun da kendi ailesinden olduğunu söylemişti. Bununla beraber, Allah’ın hüküm verenlerin en iyisi olduğunu belirtmeyi de ihmal etmemişti. Yani ortada anlaşılamayan bir durum söz konusu ise, bunun -hâşâ- Allah’a ait değil, kendine ait bir eksiklik olduğunu bildirmişti. Nitekim Yüce Allah: “Ey Nûh! O kesinlikle senin ailenden değildir. Çünkü onun bütün hayatı yanlış bir inanç ve amel üzere kuruluydu” (Hûd 11/46) buyurarak, Hz. Nûh’un kalbini tırmalayan pürüzü gidermişti. Çünkü aileden olmadaki temel sebep dini yakınlıktır. Mü’min ile kâfir arasında bu bakımdan bir alâka yoktur.
Hikmet ehlinden biri şöyle der: “Bir oğul babasının yaptıklarını yapmıyorsa, onunla alâkası kesilmiş demektir. Bir ümmet de peygamberinin yaptığını yapmıyorsa, korkarım ki aralarındaki alâka kopmak üzeredir.” Buna göre ilim, irfan ve amel sahibi olmaksızın, sırf kıymetli birinin nesebinden olmanın ve ataların faziletli davranışlarıyla övünmenin hiçbir faydası yoktur.
Büyük velîlerden İbrâhim Düsûkî (k.s.) şöyle der:
“Her kim Allah ve Rasûlü’nün emirlerini tatbik eden, hatta inceliklerine de riâyet eden olmazsa; dahasını diyelim: Şerefli, temiz, iffetli bir kimse olmazsa, o bana bağlı evlâdım arasında olamaz. İsterse sulbümden gelen çocuğum olsun. Kim dinî emirlere devam eden, hakikat ve tarikat adabını bilen; dîne, diyânete bağlı, yanlış işlere dalmayan, nefsini koruyan zâhid bir kimse olur ve şüpheli işlere yaklaşmazsa işte benim evlâdım odur. İsterse bu ülkeler ötesi bir yerde bulunsun…” (Velîler Ansiklopedisi, II, 597)
46. âyet-i kerîmede bildirildiği gibi Cenâb-ı Hak Nûh (a.s.)’a, hakkında bilgi sahibi olmadığı bir hususta kendisinden bir istekte bulunmamasını emretmiş ve câhillerden olmaması için ona öğüt verdiğini bildirmiştir. Bunun üzerine Hz. Nûh, peygamberlik gibi yüce bir makamda bulunmanın gerektirdiği bir kulluk hassasiyeti içerisinde hatasını fark ederek hemen Allah’a sığınmış; O’nun rahmet ve mağfiretini talep etmiştir.
Gerçekten de peygamberlerin ve sâlih insanların ahlâkları hep böyledir. Kendilerine bir iyilik yapmaları söylendiği zaman ona göre davranırlar; bir hatalarına dikkat çekildiği zaman da derhal istiğfar edip Allah’a sığınırlar. İşte Allah Teâlâ, peygamberlerin başından geçen bu tür hâdiseleri haber vermektedir ki, gerek istiğfar konusunda gerekse kendi rahmetinden ümit kesmemek konusunda herkes peygamberleri örnek alabilsin ve ona göre davranabilsin.
Sular çekilip gemi dağa oturunca:
ق۪يلَ يَا نُوحُ اهْبِطْ بِسَلَامٍ مِنَّا وَبَرَكَاتٍ عَلَيْكَ وَعَلٰٓى اُمَمٍ مِمَّنْ مَعَكَۜ وَاُمَمٌ سَنُمَتِّعُهُمْ ثُمَّ يَمَسُّهُمْ مِنَّا عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿٤٨﴾
48: Ona şöyle buyruldu: “Ey Nûh! Sana ve seninle beraber bulunanların neslinden gelecek mü’min ümmetlere vereceğimiz selâmet ve bereketlerle gemiden in. Onların neslinden öyle topluluklar da gelecek ki, biz onları dünyada bir müddet faydalandıracağız, sonra da tarafımızdan kendilerine çok acı bir azap dokunacaktır.”
تِلْكَ مِنْ اَنْبَٓاءِ الْغَيْبِ نُوح۪يهَٓا اِلَيْكَۚ مَا كُنْتَ تَعْلَمُهَٓا اَنْتَ وَلَا قَوْمُكَ مِنْ قَبْلِ هٰذَاۜۛ فَاصْبِرْۜۛ اِنَّ الْعَاقِبَةَ لِلْمُتَّق۪ينَ۟ ﴿٤٩﴾
49: Rasûlüm! İşte bunlar sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Daha önce bunları ne sen biliyordun, ne de kavmin. O halde sabret; çünkü dünya ve âhirette hayırlı son takvâ sahiplerinindir.
Tefsir:
48. âyetten anlaşıldığına göre yeryüzü bir kez bütün kâfirlerden temizlendikten sonra, o temiz haliyle ebediyen devam etmeyecek, yeniden küfre bulanacaktır. Hz. Nûh ile beraber gemiye binenlerin neslinden mü’min ümmetler geleceği gibi, kâfir topluluklar da gelecektir.
Nûh (a.s.)’ın kıssasıyla ilgili verilen bu bilgiler, Peygamberimiz (s.a.s.) ve kavminin daha önce bilmediği gaybî haberlerdendir. Kavminden gördüğü zulüm, işkence ve haksızlıklar yüzünden fevkalade mahzun olan Efendimiz ve ashâbını, bu ibretli tarihî hâdiseler tesellî etmekte ve yollarını aydınlatmaktadır. Âyet-i kerîmede ifade edildiği üzere, Hz. Nûh sabredip başarıya ulaştığı gibi, Allah Resûlü (s.a.s.)’e de sabırlı olması tavsiye buyrulmaktadır. Çünkü mücâdeleye sabırla devam edenler, başlangıçta başarısız gibi gözükseler bile, sonunda mutlaka başarılı olacaklardır. Nitekim Yüce Allah: “Ben ve peygamberlerim mutlaka ve mutlaka galip geleceğiz” diye hükmetmiştir. (Mucâdile 58/21) Bu gerçek dünya hayatı için bile geçerlidir. Zaten âhirette hayırlı âkıbet ve mutlu sonun müttakîlerin olacağında şüphe yoktur.
وَاِلٰى عَادٍ اَخَاهُمْ هُودًاۜ قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُۜ اِنْ اَنْتُمْ اِلَّا مُفْتَرُونَ ﴿٥٠﴾
50: Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u peygamber gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin için O’ndan başka hiçbir tanrı yoktur. Siz ise Allah’tan başkasını tanrı sayarak O’na iftira edip duruyorsunuz.”
يَا قَوْمِ لَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًاۜ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَى الَّذ۪ي فَطَرَن۪يۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ ﴿٥١﴾
51: “Ey kavmim! Tebliğime karşı sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak, beni bana has özelliklerle yoktan yaratana aittir. Hiç mi aklınızı çalıştırmıyorsunuz?”
Tefsir:
Peygamberlerin birinci vazifesi, insanları tek Allah’a kulluğa çağırmak ve Allah’tan başka tapacakları başka bir tanrının olmadığını onlara öğretmektir. Dinin temel maksadı da budur. Buna göre Allah’tan başka tanrı edinip onlara tapınmak apaçık bir yalan ve iftiradır.
Peygamberler samimi ve ihlaslı kullardır. Allah’ın dinini sadece O’nun rızâsını gözeterek tebliğ etmişlerdir. Bu sebeple tebliğ hizmetlerine karşılık halktan hiçbir maddî ve fânî karşılık beklememişlerdir. “Tebliğime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum” sözünü söylemeyen hiçbir peygamber yoktur. Hz. Hûd’un da aynı hususa dikkat çektiği görülür. O âdeta şöyle demektedir: “Bu işi yaparken benim hiçbir şahsî çıkarım söz konusu değildir. Aksine bu vazîfeyi ifâ ederken çok büyük sıkıntılara maruz kalmaktayım. Dünya zevklerinden ve rahatından yüz çevirmiş; asırlarca kökleşmiş bulunan cahiliye anlayışlarına, hayat tarzına, örf ve adetlerine savaş açmışım ve tüm dünyanın hışmını üzerime çekmişim. Bütün bunlar, imanımın, bana bu kuvveti veren çok sağlam temellere dayandığını açıkça ispat etmektedir. Aklınızı çalıştırıp bunlar üzerinde biraz düşünecek olsanız, gerçeği anlamakta zorluk çekmezsiniz.” Peygamberlerin bu muhtevada konuşmalarının gayesi, kendilerinin töhmet altında kalma ihtimalini ortadan kaldırıp, sadece tebliğ ettiği insanların iyiliğini istediklerini göstermektir.
Çünkü nasihatin, ancak içine hiçbir fânî arzu karışmadığı, hâlis ve içten olduğu zaman fayda vereceği bir hakikattir. Dinin gerçek tebliğcileri ve mürşitleri olan peygamberlerin ve onların izinde yürüyen velilerin kalpleri, davet ve irşat esnâsında Allah’tan başka varlıkları düşünüp onlara bağlanmak gibi mezmûm hissiyatlardan son derece temiz ve uzaktır. Dolayısıyla Efendimiz (s.a.s.)’in ümmetinin irşatla vazifeli olanları, mallarını ve dünyevî menfaatlerini artırmayı değil, sadece Allah Resûlü (s.a.s.)’in peşinden gidenleri çoğaltarak onun manevî mertebesini yükseltmeyi isterler. Çünkü o hakiki iman sahibi erlerin indinde, “âhiret hayatının hem çok daha hayırlı, hem de devamlı” (A‘lâ 87/17) olduğunda şüphe yoktur.Bu sebeple Hûd (a.s.) kavmini tevbe ve istiğfara çağırarak şöyle der:
وَيَا قَوْمِ اسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُٓوا اِلَيْهِ يُرْسِلِ السَّمَٓاءَ عَلَيْكُمْ مِدْرَارًا وَيَزِدْكُمْ قُوَّةً اِلٰى قُوَّتِكُمْ وَلَا تَتَوَلَّوْا مُجْرِم۪ينَ ﴿٥٢﴾
52: “Ey kavmim! Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O’na tevbe edin ki üzerinize bol bol yağmur göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın. Sakın siz, günah işlemekte ısrar ederek dâvetimden yüz çevirmeyin!”
Tefsir:
Âyetin ifadesine göre tevbe istiğfar bol bol yağmur yağmasına, feyiz ve bereketlere nail olmaya, maddî olarak bolluk ve berekete, manevî olarak da izzet ve şerefe ermeye en büyük sebeplerden biridir.
Rivayete göre, Âd kavmi günah ve isyana devam ettikleri için Cenâb-ı Hak onlara yağmur yağdırmadı ve kadınlarını kısırlaştırdı; üç yıl süreyle çocukları dünyaya gelmedi. Hûd (a.s.) onlara, iman ettikleri takdirde Allah Teâlâ’nın tekrar yurtlarını canlandıracağını, onlara mal ve evlat ihsan edeceğini söylemişti. İşte âyette sözü edilen kuvvetten maksat budur. (Kurtubî, el-Câmi‘, IX, 51)
Anlatılır ki Hz. Ali’nin oğlu Hasan (r.a.) Muaviye’nin yanına elçi olarak varmıştı. Dışarı çıktığında Muâviye’nin hizmetçilerinden biri de onunla beraber çıktı. Hz. Hasan’a: “Ben çok malı olan biriyim, ama çocuğum olmuyor. Bana bir şey öğret, belki Allah bana bir çocuk ihsan eder” dedi. Hz. Hasan ona: “İstiğfara devam et” tavsiyesinde bulundu. Hizmetçi çokça istiğfar etmeye başladı. O kadar ki günde yedi yüz kere istiğfar ettiği bile oluyordu. Sonunda adamın on çocuğu oldu. Bu olay Muâviye’nin kulağına gidince adama: “Bunu nereden öğrenip söylediğini sorsaydın ya!” dedi. Başka bir ziyareti esnasında adam Hz. Hasan’a bunu nereden öğrendiğini sorunca: “Hûd (a.s.)’ın: «Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O’na tevbe edin ki üzerinize bol bol yağmur göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın» (Hûd 11/52) sözü ile Nûh (a.s.)’ın: «Rabbinizden bağışlanma dileyin ki üzerinize bol bol yağmur yağdırsın. Mallarınızı, evlatlarınızı çoğaltsın, size bağlar, bahçeler versin, sizin için ırmaklar akıtsın» (Nûh 71/11-12) şeklindeki sözlerini duymadınız mı?” diye cevap verdi. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IV, 194)
Rivayete göre Hz. Ömer, gece yarısı namaz kılmayı çok severdi. İnsanlara ait bir sıkıntı zuhur edince üzerindeki elbisesini çıkarır, diz kapağını örtecek kadar kısa elbise giyer, sonra yüksek sesle ağlamaya başlardı. İstiğfara devam ederdi. Öyle olurdu ki gözleri kızarır, bayılır düşerdi. Dul kadınlara, yetimlere sırtında un taşırdı. Bu hâlini gören biri:
“- Bırakın biz taşıyalım” deyince:
“- Ya, kıyâmet günü günahımı kim taşıyacak?” derdi. (Veliler Ansiklopedisi, I, 58)
Böyle hassas bir gönle ve ince dinî duygulara sahip olmayı bir tarafa bırakalım, inkâr ve azgınlığın zirvesinde olan Âd kavmi peygamberlerinin öğütlerine şöyle karşı çıktılar:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
قَالُوا يَا هُودُ مَا جِئْتَنَا بِبَيِّنَةٍ وَمَا نَحْنُ بِتَارِك۪ٓي اٰلِهَتِنَا عَنْ قَوْلِكَ وَمَا نَحْنُ لَكَ بِمُؤْمِن۪ينَ ﴿٥٣﴾
53: Kavmi şöyle dedi: “Ey Hûd! Sen bize iddianı ispat edecek açık bir mûcize göstermedin. Biz de, sadece senin sözüne bakarak kalkıp tanrılarımızı terk edecek değiliz; sana inanacak da değiliz.”
اِنْ نَقُولُ اِلَّا اعْتَرٰيكَ بَعْضُ اٰلِهَتِنَا بِسُٓوءٍۜ قَالَ اِنّ۪ٓي اُشْهِدُ اللّٰهَ وَاشْهَدُٓوا اَنّ۪ي بَر۪ٓيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَۙ ﴿٥٤﴾
54: “Ancak şu kadarını söyleyelim ki, tanrılarımızdan biri seni fena halde çarpmış!” Hûd şöyle cevap verdi: “Allah şâhidimdir, siz de şâhit olun ki sizin Allah’a ortak koştuklarınızla hiçbir ilgim yoktur.”
مِنْ دُونِه۪ فَك۪يدُون۪ي جَم۪يعًا ثُمَّ لَا تُنْظِرُونِ ﴿٥٥﴾
55: “Allah’ı bırakıp da taptığınız o putlarla. Buna bir diyeceğiniz varsa, hepiniz elele verip bana istediğiniz tuzağı kurun ve yapabiliyorsanız bana hiç göz açtırmayın!”
اِنّ۪ي تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ رَبّ۪ي وَرَبِّكُمْۜ مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَاۜ اِنَّ رَبّ۪ي عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ ﴿٥٦﴾
56: “Şüphesiz ki ben benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a güvenip dayandım. Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki Allah, perçeminden tutmuş da onu mutlak hâkimiyet ve tasarrufu altında bulunduruyor olmasın. Muhakkak ki, her türlü hüküm ve tasarrufunda Rabbimin tuttuğu yol, dosdoğru ve mutlak âdil bir yoldur.”
فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقَدْ اَبْلَغْتُكُمْ مَٓا اُرْسِلْتُ بِه۪ٓ اِلَيْكُمْۜ وَيَسْتَخْلِفُ رَبّ۪ي قَوْمًا غَيْرَكُمْۚ وَلَا تَضُرُّونَهُ شَيْـًٔاۜ اِنَّ رَبّ۪ي عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ حَف۪يظٌ ﴿٥٧﴾
57: “Eğer yine de yüz çevirirseniz, ne diyeyim? Artık ben, size ulaştırmakla görevli olduğum emir ve yasakları bütünüyle tebliğ etmiş bulunuyorum. Rabbim isterse, sizden başka bir kavmi sizin yerinize getirir de O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki Rabbim, her şeyi görüp gözetmekte ve bütün yapılanları kaydetmektedir.”
Tefsir
Âd kavmi, Hz. Hûd’un, Allah tarafından gönderildiğini ve anlattığı bilgilerin gerçek olduğunu kesin olarak ispatlayacak apaçık bir delil, bir mûcize getirmediğini ileri sürerek onu yalanladılar. Onun sözüne güvenerek putlarını terk etmeyeceklerini söylediler. Hatta “tanrılarımızdan biri seni fena halde çarpmış” diyerek onunla alay ettiler; onu delilik ve çılgınlıkla suçladılar. Kavminin bu inkâr ve hezeyanına Hz. Hûd, peygambere yakışan bir vakar, cesâret, yüreklilik ve korkusuzlukla cevap verdi. Allah’ı ve kendini delilikle suçlayan kavmini şâhit tutarak Allah’tan başka taptıkları bütün putlardan kesinlikle uzak olduğunu ilan etti. Yalnızca kendisine fenâlık yaptığını iddia ettikleri bazı tanrıları değil, bütün ortakları ve topyekün hepsi toplanarak ona fenâlık yapmak için diledikleri planı yapıp uygulamaları, istedikleri oyunu oynamaları için meydan okudu.
Ellerinden geleni geri koymamalarını, ne kötülük biliyorlarsa hemen yapmalarını, bu hususta bir an bile beklememelerini istedi. Ne onlardan ne de tanrı diye taptıkları putlardan asla korkmadığını haykırdı. Dayandığı nokta şuydu: O tevekkül edilecek yegâne varlığa güvenmiş, sırtını Âlemlerin Rabbi Allah’a dayamış ve sığınılacak en emin yere sığınmıştı. O Allah ki, yeryüzünde kımıldayan en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün canlıların yaratılması, yaşaması ve yönetilmesi O’nun kudret elindedir. Her şey O’nun mülkiyet ve tasarrufundadır. O’nun izni olmadan bir karınca bile hareket edemez, en küçük bir sinek bile kanadını çırpamaz, milyarlarca ağacın bir yaprağı bile kımıldayamaz. İşte O Allah doğruluğun hâmisi, doğruların yardımcısıdır. O’nun hâkimiyetini icrâsında, her türlü hüküm ve tasarrufunda tuttuğu yol mutlak doğru ve mutlak âdil bir yoldur. Dolayısıyla O’nun rızâsı, hak, doğruluk ve adâlet ölçülerine göre iş yapanlarla beraberdir.
Bu nasihatlerden sonra Hz. Hûd, davetini kabul etmedikleri takdirde Allah Teâlâ’nın onları helak edip yerlerine başka bir kavim getireceğini söylemekle, artık helakin yaklaştığı ikazında bulundu. Fakat mücrim ve isyankâr kavmin asla intibâha gelecek hali yoktu:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri