Hud Süresi Meal Ve Tefsiri18-37
وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًاۜ اُو۬لٰٓئِكَ يُعْرَضُونَ عَلٰى رَبِّهِمْ وَيَقُولُ الْاَشْهَادُ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ الَّذ۪ينَ كَذَبُوا عَلٰى رَبِّهِمْۚ اَلَا لَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الظَّالِم۪ينَۙ ﴿١٨﴾
18: Allah adına yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir? Onlar Rablerinin huzuruna çıkarılacak; şâhitler de: “Rableri adına yalan söyleyenler işte bunlardı” diyecekler. Haberiniz olsun ki, Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerine olacaktır.
اَلَّذ۪ينَ يَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًاۜ وَهُمْ بِالْاٰخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ ﴿١٩﴾
19: Onlar, insanları Allah yolundan alıkoymakta ve o yolun eğri tanınmasını ve istedikleri şekilde eğilip bükülebilmesini arzu etmektedirler. Onlar, âhireti inkâr edenlerin de ta kendileridir.
Tefsir:
En büyük zulüm, Allah hakkında yalan uydurmaktır. Kendisine vahiy gelmediği halde “Allah bana vahyediyor” demek; her türlü ortaktan pak ve uzak olan Allah’a şirk koşmak; O’na kız veya erkek çocuk isnat etmek Allah hakkında söylenen yalanlardan bir kaçıdır. Allah’a karşı bu günahı işleyenler, sonunda Allah’ın huzuruna çıkmaktan kendilerini kurtaramayacaklardır. İstemeseler de, hesap vermek üzere, ilâhî bir sevkıyatla huzura getirileceklerdir. Günahlarını itiraf etmeleri için kendi hallerine bırakılmayacaklardır. Bilakis orada meleklerden, peygamberlerden, sâlih mü’minlerden şâhitler hazır olacak ve “Rableri adına yalan söyleyenler işte bunlardı” (Hûd 11/18) diyerek aleyhlerinde şâhitlik yapacaklar ve bunların Allah’ın lânetine uğramalarını isteyeceklerdir.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in haber verdiğine göre Allah Teâlâ kıyâmet gününde diğer insanlara göstermeden mü’mine günahlarını bir bir hatırlatacak, o da suçlarını itiraf edecek, artık mahvolduğunu düşündüğü sırada Cenâb-ı Mevlâ ona: “Günahlarını dünyada başkalarından gizlediğim gibi, bugün de hepsini bağışladım” buyuracak ve ona iyiliklerinin yazılı olduğu defter verilecek. Sıra kâfirlere ve münafıklara gelince, bütün insanların huzurunda onlara bu âyetlerde bahsedildiği üzere: “Rableri adına yalan söyleyenler işte bunlardı. Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerine olsun” (Hûd 11/18) denecektir. (Buhârî, Tefsir 11/4; Müslim, Tevbe 52)
Kıyamet günü yapılacak şâhitlikle alakalı olarak diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Kıyâmet günü her ümmetten bir şâhit getirip, Rasûlüm, seni de bunlar üzerine şâhit kıldığımız vakit o kâfirlerin halleri nice olacak?” (Nisâ 4/41)
“Yeryüzü Rabbinin nûruyla aydınlanır. Kitap ortaya konur. Peygamberler ve şâhitler getirilir. İnsanların arasında hak ve adâletle hüküm verilir. Kimseye zerre kadar haksızlık yapılmaz.” (Zümer 39/6
اُو۬لٰٓئِكَ لَمْ يَكُونُوا مُعْجِز۪ينَ فِي الْاَرْضِ وَمَا كَانَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ اَوْلِيَٓاءَۢ يُضَاعَفُ لَهُمُ الْعَذَابُۜ مَا كَانُوا يَسْتَط۪يعُونَ السَّمْعَ وَمَا كَانُوا يُبْصِرُونَ ﴿٢٠﴾
20: Onlar, yeryüzünde Allah’ın hüküm ve iradesini uygulamasına asla engel olamazlar. Allah’tan başka, kendilerini azaptan kurtarabilecek bir dostları da yoktur. Âhirette ise azapları katlanarak artacaktır. Çünkü onlar ne kendilerine okunan âyetleri işitiyorlardı, ne de o âyetlerin işaret ettiği gerçekleri basîret gözleriyle görebiliyorlardı.
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ ﴿٢١﴾
21: İşte kendilerini helâke sürükleyip ziyana uğratanlar bunlardır. İlâh diye uydurdukları şeyler de kendilerini yüzüstü bırakıp görünmez oluverdi!
لَا جَرَمَ اَنَّهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ هُمُ الْاَخْسَرُونَ ﴿٢٢﴾
22: Hiç şüphesiz, âhirette en çok zarara uğrayacak olanlar da kesinlikle bunlardır.
Tefsir:
Allah onlara Kur’an âyetlerini işitmeleri için kulaklar verdi; varlığının delillerini görmeleri için de baş ve kalp gözleri verdi. Fakat onlar bu kuvvelerini hakkı dinlemek ve onu görmek yolunda kullanmadılar. Buna göre insan, kulağını ve gözünü nerede ve nasıl kullandığına; onlarla neyin izini sürdüğüne dikkat etmelidir. Çünkü manevî âlemin kapılarının açılmaya başlaması için kulağı ve gözü iyi kullanmanın ehemmiyeti büyük olduğu gibi, o kapıların kapanması ve insanın manen zarar etmesi açısından da gözü ve kulağı kötü kullanmanın rolü büyüktür. İşte âyetlerde bahsedilen bedbahtlar, bu ilâhî nimetleri yerli yerince kullanmamanın cezası olarak imandan mahrum kalmışlar ve azabı hak etmişlerdir. Onların, kaçıp bir yere sığınarak kendilerini Allah’ın azabından kurtarmaları mümkün olmadığı gibi, bu hususta onlara yardım edecek hiçbir dost da bulamayacaklardır. Herhangi bir haksızlığa uğratılmaksızın, sırf küfür ve günahlarının, başkalarını Allah yolundan saptırmalarının âdilâne cezası olarak kat kat azaba uğratılacaklardır. Bunlar, kendilerini zarara uğratan, ebedî saadet ve mutluluklarını kendi elleriyle hebâ eden zavallılardır. Hayal ve vehim mahsülü olarak uydurdukları şeyler yanlarından yok olup gidecek; değişmez gerçekle yüz yüze geleceklerdir. Görüldüğü üzere âhirette en çok zarara uğrayanlar, bu kimseler olacaktır.
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَاَخْبَتُٓوا اِلٰى رَبِّهِمْۙ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْجَنَّةِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ ﴿٢٣﴾
23: İman edip sâlih amel işleyenler ve derin bir tevâzu ve huşûyla Rablerine gönülden boyun eğenlere gelince, onlar cennetin yârânı ve yoldaşlarıdırlar. Hem orada ebedî kalacaklardır.
Tefsir:
İnkâr edenlerin cehenneme gitmesi mukabilinde, iman edip sâlih ameller işleyen ve Rablerine gönüllü kulluk yapan mü’minler de cennete gideceklerdir.
Âyette geçen اِخْبَاتٌ (ihbât) kelimesine şu mânalar verilir:
Taat ve tevâzu ile bağlanmak, dönmek ve yönelmek, Alçak gönüllülükle boyun eğmek,
İhlasla itaatte bulunmak,Kalpte sebat bulan korku ve huşu sebebiyle tevâzuyla boyun eğmek.
Hâsılı “ihbât”ın, Allah Teâlâ’ya derin bir huşu, saygı, tevâzu, itminan ve gönül huzuruyla, istikâmet üzere ihlasla kulluk yapmak olduğu anlaşılmaktadır.
مَثَلُ الْفَر۪يقَيْنِ كَالْاَعْمٰى وَالْاَصَمِّ وَالْبَص۪يرِ وَالسَّم۪يعِۜ هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلًاۜ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ۟ ﴿٢٤﴾
Karşılaştır 24: Bu iki zümre insanın misâli, görmeyen ve duymayan biriyle gören ve duyan kişiye benzer. Hiç bunlar birbirine eşit olabilir mi? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?
Tefsir:
Bu âyet konuyu hülâsa etmekte, kâfirlerin durumunu işitme ve görme duyularını kaybetmiş kimsenin durumuna; mü’minlerin hâlini de işitme ve görme duyuları çalışan kimsenin hâline benzetmektedir. Yani kâfirler, gerçeği işitmeme ve görmeme bakımından hem kör hem de sağır olan kişi gibidir. Mü’minler ise bu bakımdan hem gören hem de işiten kişi gibidir. Dolayısıyla bunların eşit olması mümkün değildir. Aklını çalıştırıp azıcık düşünen biri, bu misallerden hareketle, iki grup arasındaki mukayese kabul etmeyecek kadar açık olan farkı hemen anlayabilir ve kolaylıkla gerçeği bulabilir.
Nitekim buradan itibaren anlatılmaya başlanan peygamber kıssaları, bu iki zıt grup arasındaki farkı tüm ayrıntılarıyla gözler önüne serecektir. Sıra Hz. Nûh ve kavminin ibret dolu kıssasında: Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا نُوحًا اِلٰى قَوْمِه۪ۘ اِنّ۪ي لَكُمْ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌۙ ﴿٢٥﴾
25: Yemin olsun ki biz, Nûh’u kavmine peygamber gönderdik de onlara şöyle dedi: “Şüphesiz ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım.”
اَنْ لَا تَعْبُدُٓوا اِلَّا اللّٰهَۜ اِنّ۪ٓي اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ اَل۪يمٍ ﴿٢٦﴾
26: “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin. Doğrusu ben, sizin hakkınızda can yakıcı bir günün azabından korkuyorum.”
Tefsir:
Allah Teâlâ, tebliğ ile vazifelendirdiği Rasûlü’nü, bu yolda karşılaşacağı sıkıntı ve belalara karşı hazırlamak, tesellî etmek ve sabra alıştırmak için önceki peygamberlerin kıssalarından câlib-i dikkat kesitler sunar. Bu kıssalarda, sonradan gelenlere ibret olması için, peygamberlerin tevhid uğrunda verdikleri mücâdeleleri, toplumlarının kendilerine karşı sergiledikleri tutum ve davranışları, bu arada meydana gelen hadiseleri ve bunların menfi veya müspet neticelerini haber verir. Buna da Hz. Nûh’un kıssası ile başlar.
Nûh (a.s.)’ın asıl isminin şükredici anlamında Şâkir olduğu rivayet edilir. Çok âh vâh ettiği için ona “Nûh” adı verildiği nakledilir. Niçin çok âh vâh ettiği hususunda ise şunlar söylenir:
› Kavminin küfür ve isyandaki inâdı sebebiyle Hz. Nûh Cenâb-ı Hakk’a “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!” (Nûh 71/26) diye beddua eder. Fakat Allah Teâlâ onun bu duasından hoşnut kalmaz. O da bu zellesi için ağlar, âh vâh eder.
› Hz. Nûh tufan sırasında, oğluna karşı olan aşırı meyli ve muhabbeti sebebiyle “Rabbim! Şüphesiz ki oğlum benim ailemdendir” (Hûd 11/45) diyerek Rabbine yalvarır. Ancak Cenâb-ı Hak: “Ey Nûh! O kesinlikle senin ailenden değildir” (Hûd 11/46) buyurur. Bunun üzerine Hz. Nûh ya oğluna karşı şefkatinden veya kendi akıbetinden endişelendiği için âh vah etmeye başlar. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IV, 153-154)
Hz. Nûh, kavmine gönderilmiş apaçık bir uyarıcıdır. Onları yalnızca Allah’a kulluğa davet eder ve onları can yakıcı bir günün azabından korkutur. Bu azap, dünya açısından inanmayanların boğulup helak olduğu tufan, âhiret açısından ise cehennem ateşidir. Ancak inkarda taşlaşmış kişilere bu uyarının hiçbir etkisi olmadı:
فَقَالَ الْمَلَاُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ مَا نَرٰيكَ اِلَّا بَشَرًا مِثْلَنَا وَمَا نَرٰيكَ اتَّبَعَكَ اِلَّا الَّذ۪ينَ هُمْ اَرَاذِلُنَا بَادِيَ الرَّأْيِۚ وَمَا نَرٰى لَكُمْ عَلَيْنَا مِنْ فَضْلٍ بَلْ نَظُنُّكُمْ كَاذِب۪ينَ ﴿٢٧﴾
27: Buna karşılık kavminin ileri gelen inkârcıları şöyle dediler: “Biz senin de tıpkı bizim gibi bir insan olduğunu görüyoruz. Yine ilk bakışta, sana inanıp peşinden gelenlerin ancak bizim bayağı görüşlü ayak takımımızdan ibaret olduğunu görüyoruz. Sizin bizden üstün bir tarafınızı da görmüyoruz. Hatta sizin yalancı olduğunuzu düşünüyoruz.”
TEFSİR:
اَلْمَلَاُ (mele’) Kur’ân-ı Kerîm’de çok kullanılan bir kelime olup, toplumun zenginlerini, ileri gelen soylu ve eşraf kesimini ifade eder. Bunların mü’mini ve kâfiri olabileceği gibi, Kur’an’da daha çok menfi mânada kullanılır. Nitekim burada da Hz. Nûh’a karşı gelenlerin kâfir elebaşılar olduğu beyân buyrulur. Bunlar Hz. Nûh’un davetini kabul etmemek için dört gerekçe ileri sürmektedirler:
› Peygamber olduğunu iddia eden Nûh kendileri gibi yaşayan, yiyip içen, evlenip uyuyan bir insandır. Halbuki onların akıllarına göre peygamber böyle olmamalıdır. Ya bir melek veya başka bir yaratık olmalıdır. Nitekim müşrikler de Peygamber Efendimiz’e aynı tarzda itirazda bulunuyorlardı.
› Hz. Nûh’a tâbi olanlar toplumun ayak takımı sayılabilecek fakir, çaresiz ve gariban kimseleriydi. Halbuki onlara göre, madem peygamberse, ona ilk olarak zengin, soylu soplu kimseler tâbi olmalıydı.Âlimlerimizin beyânına göre gerçekten aşağılık ve ayak takımı olanlar, dinlerini fedâ ederek dünyalık peşinde koşan kimselerdir. Bunlardan daha aşağılık olanlar ise kendi dinlerini bozarak başkalarının dünyalarını düzeltmeye çalışanlardır.
› Hz. Nûh’un, kendisine tabi olmalarını gerektirecek mal, mülk ve şeref itibariyle üstün bir tarafı da yoktu.
› Onlar, Hz. Nûh’un ve ona inananların aslında yalancı olduklarını düşünüyorlardı.
Demek ki onlar zenginliğin ve ileri gelmişliğin gururuna kapılarak, bunu terk etmekte zorlanmışlar ve böylece bir başkasına boyun eğmeyi nefsâniyetlerine kabul ettirememişlerdir. Ancak fakir kimseler için bu engeller söz konusu değildir. Bu sebeple peygamberlerin daveti karşısında daha çok fakir kimseler hemen teslim olmuş, davete icâbet etmiş ve beklemeden itaate koşmuşlardır. İnsanlık tarihi boyunca her zaman ve zeminde çoğunlukla görülen manzara bu şekildedir.
Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Bizans kralı Herakliyus’u İslâm’a davet etmek üzere bir mektup gönderdiğinde, kral o günlerde Suriye’de bulunan Arap tüccarları huzuruna getirtmiş, içlerinden Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e soyca yakın olan Ebu Süfyan’ı karşısına alarak ona Allah Resûlü (s.a.s.) hakkında sorular sormaya başlamıştı. Bu arada: “Ona inananlar toplumun ileri gelenleri mi, yoksa zayıf ve güçsüzleri mi?” diye sormuştu. Zayıf ve güçsüzlerin inandığını öğrenince de: “Zâten bütün peygamberlerin davetini önce zayıf ve güçsüz olanlar kabul etmiştir” demiştir. (Buhârî, Bed’u’l-vahy 6; Müslim, Cihad 74)
Bu gerçeğin çok iyi farkında olan Hz. Nûh, kavminin alay ve hakaret dolu sözlerine gayet itidalli ve vakur bir şekilde şöyle cevap vermeye başlar:
قَالَ يَا قَوْمِ اَرَاَيْتُمْ اِنْ كُنْتُ عَلٰى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبّ۪ي وَاٰتٰين۪ي رَحْمَةً مِنْ عِنْدِه۪ فَعُمِّيَتْ عَلَيْكُمْۜ اَنُلْزِمُكُمُوهَا وَاَنْتُمْ لَهَا كَارِهُونَ ﴿٢٨﴾
28: Nûh dedi ki: “Ey kavmim! Düşünün bir kere; ya ben Rabbimden gelen açık bir delil üzere bulunuyorsam; ya O bana bizzat kendi katından husûsî bir rahmet vermiş de bu da sizin kör gözlerinize gizli kaldıysa? Ne yapalım, hiç hoşlanmadığınız halde şimdi biz o gerçeği size zorla mı kabul ettireceğiz?”
TEFSİR:
Peygamberler, Rablerinden gelen bir delil üzere bulunur ve bu delile dayanarak peygamber olduklarını söylerler. Bu delil, gönüllerinde karar kılan kesin, yakînî bir bilgi olabileceği gibi, gösterdikleri mûcizeler de olabilir. Nitekim Hz. Nûh da böyle bir delile sahipti. Ona verilen “rahmet” ise peygamberlik, hidâyet, iman ve İslâm nimetleridir. Ancak bu büyük nimetler, inkâr edenlerin gözlerine gizli kalmış, manevî körlükleri sebebiyle onu görememişlerdir. Bu noktada peygamberin vazifesi, sadece açık bir tebliğde bulunmaktır. Yoksa istemediği halde zorla kimseye ilâhî hidâyet ve rahmeti kabul ettirmeye çalışmak değildir. Ancak burada yapılmayacağı ifade edilen zorlama, öldürme tehdidi ve benzeri yollarla söylenen şeyi kabule icbar etme şeklindeki zorlamadır. Gerçekleri kabul etmelerini sağlamaya yönelik sözlü tebliğ ve zorlama ise zaten yapılmaktadır.Nûh (a.s.)’ın fakir mü’minlerle beraber bulunup onları yanından kovmamasının gerekçelerine gelince:
وَيَا قَوْمِ لَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مَالًاۜ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ وَمَٓا اَنَا۬ بِطَارِدِ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۜ اِنَّهُمْ مُلَاقُوا رَبِّهِمْ وَلٰكِنّ۪ٓي اَرٰيكُمْ قَوْمًا تَجْهَلُونَ ﴿٢٩﴾
29: “Ey kavmim! Kaldı ki, ben tebliğime karşılık sizden herhangi bir mal da istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan Allah’tır. Sonra ben o iman edenleri yanımdan kovacak da değilim. Çünkü onlar elbette Rablerine kavuşacaklardır. Fakat bir gerçek var ki ben, sizin cehâlet içinde ve hep bilgisizce davranan bir gürûh olduğunuzu görüyorum.”
وَيَا قَوْمِ مَنْ يَنْصُرُن۪ي مِنَ اللّٰهِ اِنْ طَرَدْتُهُمْۜ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ ﴿٣٠﴾
30: “Ey kavmim! Eğer o mü’minleri yanımdan kovacak olursam Allah’a karşı kim bana yardım edebilir? Hiç düşünmüyor musunuz?”
TEFSİR:
Peygamberler, tebliğ vazifesini yerine getirirken yalnız Allah rızâsını kazanmak isterler ve herhangi bir şahsi çıkar peşinde koşmazlar. Tebliğlerine karşılık dünyevî anlamda hiçbir talep, istek ve beklenti içinde olmazlar. Mükâfâtlarını sadece Allah Teâlâ’dan beklerler. İster fakir, ister zengin iman ederek yanlarına kim gelirse onları korurlar. Birilerinin isteğine göre onları yanlarından uzaklaştırmazlar.
Kavminden ileri gelenler, Hz. Nûh’un meclisine devam etmek için ondan, yanındaki fakir ve zayıf mü’minleri kovmasını istemişlerdi. Aynı şekilde Kureyş müşriklerinin elebaşıları da Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’den sohbetine devam eden fakir müslümanları yanından uzaklaştırmasını talep etmişlerdi. (bk. En‘âm 6/52) Çünkü onlar, fakirlerle aynı yerde bulunmayı gurur ve enâniyetlerine yediremiyorlardı. Bu, onların, içinde bulundukları cehâletin bir neticesiydi. Hz. Nûh, kavminin bu isteklerine: “Sonra ben o iman edenleri yanımdan kovacak da değilim. Çünkü onlar elbette Rablerine kavuşacaklardır. Fakat bir gerçek var ki ben, sizin cehâlet içinde ve hep bilgisizce davranan bir gürûh olduğunuzu görüyorum” (Hûd 11/29) diye cevap vermiştir. Çünkü Yüce Allah’ın huzuruna çıkmak çok büyük ve azametli bir iştir. Eğer onlar Allah huzurunda davacı olursa bunun hesabını vermek gerçekten zordur. Zira Allah, kullarını hesaba çekecek, imanlarına mukâbil fakirleri mükâfâtlandıracak, onları hakir görüp kovanları da cezalandıracaktır. Allah’tan en çok korkan kimseler olarak peygamberlerin böyle ağır bir mesuliyet altına girmeleri mümkün müdür? Bu sebeple Nûh (a.s.): “Eğer o mü’minleri yanımdan kovacak olursam Allah’a karşı kim bana yardım edebilir? Hiç düşünmüyor musunuz?” (Hûd 11/30) diyerek bu korkusunu dile getirmiştir.
Rivayet edilir ki:
Birgün İsâ (a.s.), İsrâiloğulların’dan sâlih zannedilen bir kimseyle şehir dışına çıkmıştı. Halk arasında fâsıklıkla meşhur günahkâr bir adam da büyük bir eziklikle peşlerine takılmıştı. İstirahat için mola verildiğinde bu günahkâr kul, samîmî bir nedâmet ve mahcûbiyet içinde, gönlü kırık olarak onlardan ayrı bir yere oturdu ve merhametlilerin en merhametlisi olan Hak Teâlâ’nın yüce affına sığınarak:
“–Rabbim! Şu yüce peygamberinin hürmetine beni affet!” diye dua eyledi. Sâlih zannedilen kişi ise, onu fark edince küçümsedi, hakîr gördü ve ellerini göğe kaldırıp:
“–Allahım! Yarın kıyâmet günü beni bu adamla birlikte haşreyleme!” dedi.Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Hz. İsa’ya şöyle vahyetti:
“–Yâ İsa, kullarıma söyle; ikisinin de duasını kabul ettim. Boynu bükük mücrim kulumu affedip kendisini cennetlik kıldım. Halkın sâlih zannettiği kişiye gelince, onu da, benim affettiğim kulumla beraber olmak istemediği için cennetliklerden kılmadım!”İlâhî lânet ve gazaba uğrayanların dışında her ne sebeple olursa olsun Allah’ın kullarını hor görmek, Cenâb-ı Hakk’ın gazabını celbeden büyük bir kalbî hatâdır. Kimin ne olacağını ve kalplerde gizli olanı ancak Allah bilir. Bize düşen, kendi hatâlarımızla meşgul olarak tevbe ve istiğfâra sarılmaktır. Kul olarak haddimizi ve aczimizi bilip o çerçevenin dışına çıkmamaktır. Nitekim Nûh (a.s.) o çerçeveyi şöyle hülasa eder:
وَلَٓا اَقُولُ لَكُمْ عِنْد۪ي خَزَٓائِنُ اللّٰهِ وَلَٓا اَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَٓا اَقُولُ اِنّ۪ي مَلَكٌ وَلَٓا اَقُولُ لِلَّذ۪ينَ تَزْدَر۪ٓي اَعْيُنُكُمْ لَنْ يُؤْتِيَهُمُ اللّٰهُ خَيْرًاۜ اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْۚ اِنّ۪ٓي اِذًا لَمِنَ الظَّالِم۪ينَ ﴿٣١﴾
Karşılaştır 31: “Ben size «Allah’ın hazîneleri benim yanımda» demiyorum, gaybı da bilmiyorum, «şüphesiz ben bir meleğim» de demiyorum. Sizin hor gördüğünüz kimseler için: «Allah onlara asla hiçbir iyilik nasip etmeyecek» de diyemem. Onların kalplerinde olan şeyleri Allah daha iyi bilir. Şâyet bunların aksini yaparsam, elbette o zaman ben de zâlimlerden biri olurum.”
TEFSİR:
İnkarcılara göre bir kişinin peygamber olması için hazinelere sahip olması, gaybı bilmesi, hatta insanlıktan çıkıp melek olması gerekir. Ancak bu şekilde o, sıradan insanların yapamadıklarını yapabilir ve bilemediklerini bilebilir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) zamanındaki müşrikler de ondan dağları altın haline getirmesini, yerden ırmaklar akıtmasını, şifasız dertlere derman olmasını, gökten melek indirerek kendileriyle konuşturmasını istemişlerdi. (bk. İsrâ 17/90-93; Hûd 11/12; En‘âm 6/50)
Münkirlerin bu tür talepleri karşısında Hz. Nûh’un verdiği cevap, peygamberin kimliği ve vazifesinin ne olduğu hakkında net bir çerçeve çizmektedir:
› “Allah’ın hazineleri benim yanımda değildir.› Gaybı da bilmem,› Ben bir melek de değilim.› Ben sizin gibi bir insanım.
Fakat Allah bana vahyetmekte; ilim, iman ve amel bakımından doğru yolun ne olduğunu bana öğretmekte ve bunları size de öğretmem için bana vazife vermektedir. Şimdi benim davetimi kabul edenlerle etmeyenler aynı değildir. Siz hem benim davetimi kabul etmiyor, hem de kabul edenlerde bir hayır olmadığını söylüyorsunuz. Fakat şu bir gerçek ki, sizin onları hakir görmenizden ötürü onların ecirleri boşa çıkmaz ve sevapları eksilmez. Çünkü Allah, onların içlerinde taşıdıkları iman ve niyetlerini bilmektedir ve ona göre onlara mükâfat verecektir.Onları yanımdan kovarsam veya onlara Allah’ın iyilik vermeyeceğini söylersem zalimlerden olurum. Eğer siz yanlış yolda ve haksız bir tutum ve davranış içindeyseniz, o zaman zalim olanlar sizlersiniz.”Bunun üzerine Hz. Nûh’la kavmi arasındaki tartışma ve mücadele daha da şiddetlendi:
قَالُوا يَا نُوحُ قَدْ جَادَلْتَنَا فَاَكْثَرْتَ جِدَالَنَا فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَٓا اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ ﴿٣٢﴾
32: İnkârcılar şöyle çıkıştılar: “Ey Nûh! Bizimle mücâdele edip durdun; hatta bu mücâdelende de çok fazla ileri gittin. Eğer doğru söylüyorsan, haydi bizi tehdit edip durduğun şu azabı başımıza getir de görelim!”
قَالَ اِنَّمَا يَأْت۪يكُمْ بِهِ اللّٰهُ اِنْ شَٓاءَ وَمَٓا اَنْتُمْ بِمُعْجِز۪ينَ ﴿٣٣﴾
33: Nûh şöyle cevap verdi: “Onu size, dilerse, ancak Allah getirir. Eğer getirecek olursa, siz de O’nun elinden asla kurtulamazsınız.”
وَلَا يَنْفَعُكُمْ نُصْح۪ٓي اِنْ اَرَدْتُ اَنْ اَنْصَحَ لَكُمْ اِنْ كَانَ اللّٰهُ يُر۪يدُ اَنْ يُغْوِيَكُمْۜ هُوَ رَبُّكُمْ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَۜ ﴿٣٤﴾
34: “Eğer taşkınlığınız yüzünden Allah sizi helâk etmeyi dilemişse, ben iyiliğinizi isteyip size ne kadar öğüt de versem, bunun size hiçbir faydası olmayacaktır. O sizin Rabbinizdir ve siz O’na dönmektesiniz.”
Tefsir:
اَلْمَجَادَلَةُ (mücâdele), iki hasmın birbirini susturmaya, savundukları görüşten şiddetle vazgeçirmeye çalışması demektir. Dinî hususlarda mücâdele etmek teşvik edilmektedir. Bu sebeple Hz. Nûh ve diğer peygamberler, hakkın üstün gelmesi için kavimleriyle mücâdele etmişlerdir. Neticede hakkı kabul edenler başarılı olup kurtuluşa ermişler; reddedenler ise zarara uğrayanlardan olmuşlardır. Buna mukâbil bâtıl uğruna yapılan mücâdeleler ise zemmedilmiştir.
İlâhî azap, kulların talebine göre değil, Allah’ın dilemesine göre gerçekleşir. Allah dileyip azap gelince kimsenin ona mâni olması ve helâki murat edilenlerden kimsenin ondan kurtulması mümkün değildir.
اَلنُّصْحُ (nush), hayır ve iyilikle alakalı bütün söz ve davranışları ihtiva eden bir kelimedir. Gerçek mânası ise iyilik istemek ve iyi olana kılavuzluk etmektir. Ayrıca bu kelimede, insanları sakındırmak için azgınlık yollarını, izinden gidilmesi için de iyilik ve ahlâkî güzellik yollarını bildirmek mânası da vardır. Peygamberler, toplumlarına nasihat veren insanlardır. Ancak Allah, içine düştükleri günahlar sebebiyle bir fert veya toplumun azgınlığını ve helâkini dilemişse, peygamberlerin nasihatinin onlara bir fayda sağlamayacağı beyân edilmektedir. Çünkü nihâi planda hidâyet de dalâlet de Allah’ın kudret elindedir.
Kıssasının bu noktasında sözü Kur’an’ın indiği ortamla irtibatlandırıp inkar bakımından müşriklerin de Nûh kavbminden farksız olduğunu belşrtmek üzere bir ara cümle olarak buyruluyor ki: Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
اَمْ يَقُولُونَ افْتَرٰيهُۜ قُلْ اِنِ افْتَرَيْتُهُ فَعَلَيَّ اِجْرَام۪ي وَاَنَا۬ بَر۪ٓيءٌ مِمَّا تُجْرِمُونَ۟ ﴿٣٥﴾
35: Yoksa, “Kur’an’ı Muhammed kendisi uyduruyor” mu diyorlar? De ki: “Eğer onu ben uyduruyorsam günahı banadır. Ancak ben, sizin işlemekte olduğunuz günahlardan da uzağım.”
Tefsir:
Bu âyetin muhatabı Peygamberimiz (s.a.s.)’dir. Resûlullah (s.a.s.), Hz. Nûh kıssasını insanlara okurken müşrikler: “Bu kıssayı sen uydurdun” diyerek sözünü kesmişler, Allah Teâlâ da, âyette geçen ifadelerle onlara cevap vermesini istemiştir.Hz. Nûh kıssası şöyle devam ediyor:
وَاُو۫حِيَ اِلٰى نُوحٍ اَنَّهُ لَنْ يُؤْمِنَ مِنْ قَوْمِكَ اِلَّا مَنْ قَدْ اٰمَنَ فَلَا تَبْتَئِسْ بِمَا كَانُوا يَفْعَلُونَۚ ﴿٣٦﴾
36: Nûh’a şöyle vahyedildi: “Kavminden şu ana kadar iman etmiş olanlar dışında artık daha fazla inanan olmayacak. Şu halde, onların yapageldikleri kötülüklerden dolayı kederlenme!”
وَاصْنَعِ الْفُلْكَ بِاَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا وَلَا تُخَاطِبْن۪ي فِي الَّذ۪ينَ ظَلَمُواۚ اِنَّهُمْ مُغْرَقُونَ ﴿٣٧﴾
37: “Bizim gözetimimiz altında ve vahyettiğimiz şekilde gemiyi yap. Sakın zulmedenler hakkında, onları kurtarmam için bana bir ricâda bulunma. Çünkü onlar mutlaka boğulacaklardır!”
TEFSİR:
Hz. Nûh, uzun seneler sabırla ve metânetle tebliğe devam ettiyse de kavminden fazla iman eden olmadı. Hatta kavmi onu delilikle suçladılar (Mü’minûn 23/25), onu taşlayarak öldürmekle tehdit ettiler. (Şuarâ 26/116) Nihayetinde Hz. Nûh çaresizlik içinde: “Ben mağlup düştüm. Artık dinine yardım et, intikâmımı sen al!” (Kamer 54/10) diye yalvarmaya başladı ve: “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!” (Nûh 71/26) diyerek beddua etmek mecburiyetinde kaldı.
Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî (k.s.) şöyle der: “Ahlâk sahibinin elde edeceği güzel ahlâkın başlangıcı, yaratılanlardan gelecek eziyetlere sabırla katlanarak bundan herhangi bir eziyet duymamasıdır. Bu güzel ahlâkın orta derecesi, o eziyet eden kişileri eziyet edici olarak görmemesidir. Çünkü o gerçek tevhid ehli bir kimse olup, onun yanında kendisine kötülük yapan da iyilik yapan da müsâvîdir. Bu güzel ahlâkın zirvesi ise, kötülük yapanı bile kendisine iyilik ediyormuş gibi görmesidir. Çünkü o artık her şeyin gerçek mâhiyetini bilebilmekte ve ilâhî tecellilerin ne mânaya geldiğini idrak edebilmektedir. İşte bu makam, hakikat ehli olmanın başlangıcıdır.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IV, 162)
Rivayete göre Nûh (a.s.)’ın kavminden biri çocuğunu omzunda taşıyıp giderken, çocuk Hz. Nûh’u görünce babasına: “Bana bir taş ver” der. Babasının eline tutuşturduğu taşı Hz. Nûh’a atar ve onun bir tarafını kanatır. Bunun üzerine Yüce Allah, kavminden şu ana kadar iman edenler haricinde kimsenin inanmayacağını, artık helak edilme vakitlerinin geldiğini, dolayısıyla helak edildikleri takdirde kederlenmesine gerek olmadığını haber verir. (Kurtubî, el-Câmi‘, IX, 29-30) Tufanın başlangıç işaretlerinden biri olarak da Hz. Nûh’a, ilâhî tâlimatlara uygun tarzda bir gemi yapmasını emreder. Tufan olacağını, kâfirlerin bu tufanda boğulacağını bildirir. Hz. Nûh’a da, helak esnasında merhamete gelip zalimlerin kurtuluşu için kendisine müracaatta bulunmamasını sıkı sıkıya tembih eder. Bunun üzerine geminin yapılması başlar: