O'NU HERKES TANIYORDU

#1 von MCK ( Gast ) , 02.07.2013 16:09

O'NU HERKES TANIYORDU
Evet, onlar Allah Resûlü’nü çok iyi tanıyorlardı. Fakat îman başka, tanımak daha başkadır. Tanıyor, ama îman edemiyorlardı. Kıskançlıkları ve hasetleri îmanlarına mâni oluyordu.

“Ne zaman ki, onlara Allah katından, yanlarında bulunan (Tevrat)’ı doğrulayıcı bir kitap (Kur’ân) geldi ki, daha önce küfredenlere karşı nusret talebinde bulunup dururlarken, o bildikleri (Kur’ân) kendilerine gelince, onu inkâr ettiler, artık Allah’ın laneti, inkârcıların üzerine olsun.” (Bakara, 2/89).

Bu âyetle de Cenâb-ı Hakk, onların, Allah Resûlü ’nü kabul etmemelerindeki gerçek sebebi anlatıyordu. Bütün mes’ele son gelen nebînin yahudi olmamasıydı. Eğer Allah Resûlü, yahudilerin içlerinden çıkmış olsaydı, hiç şüphesiz davranışları daha farklı olabilirdi.

Nitekim Abdullah b. Selâm (ra), Allah Resûlü’ne gelerek: “Ya Resûlallah, beni bir yere saklayın ve Medine’de ne kadar yahudi âlimi varsa hepsini çağırın! Sonra da onlara beni ve babamı nasıl tanıdıklarını sorun! Muhakkak cevapları müsbet olacaktır. Sonra da ben, saklandığım yerden çıkıp müslümanlığımı ilan edeyim” teklifinde bulunmuştu. Allah Resûlü de bu teklifi kabul buyurmuşlardı. Derken Abdullah b. Selâm, evin bir yerine gizlendi. Gelen yahudi âlimleri yerlerini aldılar. Efendimiz sordu: “Siz Abdullah b. Selâm’ı ve babasını nasıl bilirsiniz?” Cevap verdiler: “O ve babası bizim aramızda en âlim ve en şereflilerdendir.” Allah Resûlü tekrar sordu: “O beni tasdik ederse, siz ne dersiniz?” dediğinde ise: “İmkânı yok, asla böyle bir şey olamaz!” dediler. Tam o esnada da Abdullah b. Selâm (ra) saklandığı yerden çıktı. Şehadet getirip Efendimiz’in peygamberliğini tasdik etti. Şaşırıp kaldılar ve biraz önce söyledikleri övücü ifadeleri geri alarak: “O bizim en şerlimiz ve en şerlimizin oğludur” dediler. Bunun üzerine Efendimiz (sav) bu iki yüzlülerin, huzurunda daha fazla kalmasına izin vermedi.1

Bu hâdise de açıkça ispat ediyor ki, yahudiler Allah Resû-lü’nü bilip tanıyorlardı. Ancak peşin hükümlü ve sabit fikirli olmaları, onları îmandan alıkoyuyordu.

Selmân-ı Fârisî (ra) de bu mevzuda tek başına bir delildir. Önceleri Mecûsi idi; ama hak dini bulabilme arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Sonra Hristiyanlığı gördü; kiliseye kapandı. İntisap ettiği rahipten, vefat edeceği sırada kendisine bir rahip tavsiye etmesini istedi; o da ona, bilip itimat ettiği bir başka rahibi tavsiye etti. Böylece pek çok kimsenin yanında kaldı. Nihayet son dakikalarını yaşayan bahtiyar bir rahib’e de aynı talebte bulununca, bu hristiyan âlimi ona şu tavsiyede bulundu: “Evladım, şu anda sana tavsiye edebileceğim hiç kimse kalmadı. Ancak, son gelecek nebînin zamanı iyice yaklaştı. O, İbrahim’in Hanîf dini üzere gelecek, İbrahim’in hicret ettiği yerden zuhûr edecek; ancak başka bir yere hicret edip orada yerleşecek. O’nun nebî olduğuna dair açık deliller vardır. Gidebilirsen oraya git. O, sadaka yemez. Hediye kabûl eder ve iki omuzu arasında nübüvvetine delil bir hâtem vardır.”

Gerisini kendisinden dinleyelim:
“Rahibin haber verdiği yere gitmek için bir kervan araştırdım. Nihayet böyle bir kervan buldum ve onlara, ücret karşılığı beni de götürmelerini söyledim. Kabûl ettiler. Ancak, Vâdi’l-Kurâ’ya gelince zulmedip beni köle diye bir yahudiye sattılar. Bulunduğum yerde hurma bahçelerini görünce, herhalde burası bana rahibin haber verdiği yer, dedim ve orada kaldım. Sonra da birgün Benî Kurayza yahudilerinden biri gelip beni bu adamdan satın aldı ve Medine’ye götürdü. Orada hurma bahçelerinde çalışıyordum. Allah Resûlü’nden hiçbir haber alamamıştım. Yine günlerden bir gün ağaca çıkmış hurma topluyordum.. ve sahibim olan yahudi de ağacın altında oturuyordu. Biraz sonra onun amca çocuklarından bir yahudi çıkageldi. Öfkeli bir halde: ‘Allah kahretsin, bütün millet Kuba’ya gidiyor. Mekke’den gelen bir adam peygamberliğini ilan etmiş ve onlar da O’nun peygamber olduğunu zannediyorlar!.’ Heyecandan titremeye başladım. Nerede ise ağaçtan sahibimin üzerine düşecektim. Hızla ağaçtan indim ve adama: ‘Ne diyorsun? Ne diyorsun? Bu nasıl bir haber?’ demeye başladım. Sahibim benim bu heyecanımı görünce elinin tersiyle bana şiddetli bir tokat atarak: ‘Sana ne bu işten? Sen işine bak!’ dedi. Ben de: Hiç.. sadece ne olduğunu öğrenmek istemiştim, dedim. Tekrar ağaca çıktım. Akşam olunca neyim varsa topladım ve Kuba’ya gittim. Allah Resûlü ashabıyla beraber oturuyordu. Siz fakir insanlarsınız, ben de sadaka verecek yer arıyordum. Şunları size sadaka olarak getirdim, buyurun yiyin, dedim. Allah Resûlü yanındakilere; ‘siz yiyin’ dedi. Kendisi hiç dokunmadı. İçimden: “İşte rahibin dediği birinci işaret” dedim. Ertesi gün yine gittim ve; ‘bu sadaka değil, hediyedir, buyurun yiyin’ dedim. Allah Resûlü ashâbını buyur edip kendisi de yedi. “İkinci işaret de tamam” dedim.

Ashâbtan biri vefat etmişti. Allah Resulü de cenazede bulunmuş ve Bakîü’l-/ârgad (Medine Mezarlığı)’a gelmişti. Yanına varıp selâm verdim. Sonra da arkasına geçtim ve sırtındaki nübüvvet mührünü görmeye çalıştım. Niyetimi sezmişti.. zaten omuzları da açıktı.. ve nübüvvet mührünü de görmüştüm. Üçüncü işaret de aynen râhibin senelerce önce anlattığı gibiydi. Kendimi tutamadım, hemen sarılıp mührü öpmeye başladım. Allah Resulü (sav); ‘Dur bakalım’ dedi. Çekildim. Karşısına oturup, başımdan geçenleri bir bir anlattım. Çok sevinmişti. O’na anlattıklarımın ashâbı tarafından da duyulmasını istemişti...”2

Evet, inat ve hasedi bırakıp O’na bakanlar O’nu buldu ve O’na vuruldu. Dünle-bugün arasında keyfiyet bakımından zerre kadar fark yoktur. Bugün de binler-yüzbinler, O’nun hakkaniyetini görüp tasdik etmekte ve O’nun son Resûl olduğunu bütün dünyaya haykırmaktadırlar. Ancak, yine dünle bugün arasında fark olmayan bir husus da, inat ve temerrüdü terkedemeyenlerin, O’nun risâletini bildikleri halde kabullenemeyişleridir...

Muğîre b. Şû’be anlatıyor: “Ebu Cehil’le beraber oturuyorduk. Allah Resûlü geldi ve bazı şeyler anlatarak tebliğde bulundu. Ebu Cehil, küstahça: ‘Ya Muhammed! Eğer bunları öbür tarafta tebliğ ettiğine dair şahit aramak için yapıyorsan, hiç yorulma ben sana şehadet ederim, şimdi beni rahatsız etme’ dedi. Allah Resûlü bizden ayrıldı. Ben Ebu Cehil’e sordum:

-Hakikaten O’na inanmıyor musun? Cevap verdi:

-Aslında biliyorum ki, O peygamberdir. Fakat, Hâşimîlerle eskiden beri aramızda bir rekâbet var. Onlar, rifâde, sikâye bizde diye övünüp duruyorlar. Bir de peygamber de bizden, derlerse işte ben buna dayanamam.3

Kureyş toplanıp kafa kafaya verdi ve Allah Resulü’ne göndermek üzere Utbe b. Rebî’a’da karar kıldılar. Utbe gidip O’nu ikna edecek ve da’vâsından vazgeçirecekti. Bu zat, o günün entel sınıfından ve Arap edebiyatına vâkıf, varlıklı bir insandı. İki Cihan Serveri’nin yanına vardı ve kendince mantık oyunları yapmaya çalışarak O’na sordu:“ Ya Muhammed! Sen mi hayırlısın, yoksa baban Abdullah mı?”

Efendimiz bu soruya cevap vermedi. Hayır, belki de ahmağa en güzel cevap olan sükut ile karşılık verdi. Utbe devamla:

-Eğer onun senden daha hayırlı olduğunu kabul ediyorsan, muhakkak o, senin şu anda tahkir ettiğin ilâhlara taptı. Yok, eğer kendini ondan daha hayırlı görüyorsan, o zaman konuş da anlattıklarını ben de dinleyeyim.

Allah Resûlü sordu: “Diyeceklerin bitti mi?”

-Evet, dedi Utbe ve sustu. İki Cihan Serveri diz çöktü ve Fussîlet sûresi’ni başından itibaren okumaya başladı. 13. âyet olan: âyetine gelince, Utbe dayanamadı. Sıtmalı gibi titriyordu. Ellerini Allah Resûlü’nün mübarek dudaklarına götürdü. Takatı kalmamıştı. ‘Sus ya Muhammed! İnandığın Allah aşkına sus!’ dedi ve kalkıp gitti.

Mekke büyükleri neticeyi bekliyorlardı. Ebu Cehil, Utbe’nin gelişini hiç beğenmemişti. Yanındakilere, ‘gittiği gibi dönmüyor’ dedi. Utbe doğruca evine gitti. Dinlediği âyetler onu yıldırım çarpar gibi çarpmıştı.. ve biraz sonra da şeytana akıl öğreten adam Ebu Cehil gelip kapıya dayanmıştı. Utbe’nin îman etmesinden korkuyor ve hemen hâdisenin üzerine gitme lüzumuna inanıyordu.. ve Utbe’nin zayıf tarafını çok iyi biliyordu. Onu gururundan vuracaktı. Harekete geçti ve şöyle dedi:

-Ya Utbe, duydum ki Muhammed sana fazla iltifat etmiş. Orada sana ziyafet vermiş, yedirmiş, içirmiş. Sen de bu iltifata dayanamayıp O’na îman etmişsin. Halk arasında söylenenler bunlar.. Utbe öfkelendi. Damarı kabardı. ‘Benim O’nun yemeğine ihtiyacım olmadığını hepiniz biliyorsunuz. Aranızda en zengin benim. Fakat Muhammed’in söyledikleri beni sarstı. Çünkü okuduğu şiir değildi. Kâhin sözüne ise hiç benzemiyordu. Ne diyeceğimi bilemiyorum. O, sözü doğru bir insandır. O’nun okuduklarını dinlerken Âd ve Semud’un başına gelenlerin bizim de başımıza geleceğinden korktum...4

Aslında bu itiraflar sadece bir-iki kişiye münhasır değildi. Umumî vicdanda kanaat hep aynıydı. Fakat korku, tama’, hırs ve inat gibi menfî tesirler inanmalarına mâni oluyordu.. evet, hem de bildikleri halde inanamıyorlardı.

İşte, Kur’ân-ı Kerîm, hem onların bu hâlini anlatma hem de Efendimiz’i tesliye makamında şöyle buyuruyor:

“Onların söylediklerinin, seni üzeceğini elbette çok iyi biliyoruz. Doğrusu onlar seni yalancı saymıyorlar, fakat zâlimler, bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar” (En’âm, 6/33).

Onlar sana çeşitli isnatlarda bulunuyorlar. Onların bu isnatları da seni üzüyor. Sakın, o bedeninin altında kalıp ezilmişlerin ve alışkanlıklarını terkedemeyen nefsinin zebunu talihsizlerin dedikleri ve söyledikleri, seni üzmesin. Hem aslında onlar seni bizzat yalanlamıyorlar. Evet onların hiçbiri kalkıp da sana yalan isnat edemiyor. Çünkü onlar da biliyorlar ki, sen yalan söylemekten müberrâsın. “Emîn” ismini sana veren onlardır. Bunların akılsızlıklarına bak ki, sana isnat ettikleri şeylere inanmadıkları halde, kendi akıl ve muhakemelerine rağmen, böyle bir şeye cür’et ediyorlar. Öyleyse üzülmene ne gerek var!

Evet, üzülmesi gereken birisi varsa, o da dünya ve ukbânın dizginlerini elinde tutan bir Zât’a karşı hem de ışığın etrafında durdukları halde, istifade menfezlerini açıp istifade edemeyenlerdir.


BEKLENEN VE MÜJDELENEN PEYGAMBER
Bir gün ashabdan biri Allah Râsûlü’ne:“ Ya Resûlallah biraz kendinizden bahseder misiniz?” der. Cevabının bir kısmında, Allah Resûlü şöyle buyurur: “Ben İbrahim’in duâsı ve Hz. İsa’nın muştusuyum.” 5

Kur’ân-ı Kerîm iki ayrı âyetiyle bu hususa temas eder.

1) Hz. İbrahim (as) şöyle duâ etmiştir:
“Rabbimiz! Onlara kendi içlerinden, Sen’in âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir elçi gönder. Yegane Azîz ve Hakîm Sen’sin” (Bakara, 2/129).

2) Hz. İsa (as)’nın müjdesi:
“Hatırla ki, Meryem oğlu İsa, ‘Ey İsrailoğulları! Ben size Allah’ın benden evvelki Tevratı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak (geldim)’ demişti. Fakat o, kendilerine apaçık deliller getirince ‘Bu, âşikâr bir büyüdür’ dediler.” (Saf, 61/6).

Evet, Allah Resûlü (sav), sürpriz olarak ortaya çıkmış biri değildir. O daha gelmeden asırlarca önce haber verilen ve gelmesi bütün cihan tarafından beklenen bir Nebîdir.

O’nun nübüvvetine en büyük delil, mu’cizeliği ebedî olan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânda yüzlerce âyet, İki Cihan Serverinin hak nebî olduğunu dile getirmektedir. O’nu bütünüyle inkâr edemeyen bir kişinin, Efendimiz’in risâletini inkâr etmesi asla mümkün değildir. Ancak biz başlıbaşına müstakil bir mevzu olan o hususa şimdilik girmeyeceğiz. Zâten yeri geldikçe, peyderpey delil olarak müracaat ettiğimiz âyetleri arzederken, bu mevzu da kısmen anlatılmış olacaktır.

Biz, bu bölümde yüzlerce defa tahrife uğramasına rağmen, içinde hâlâ Allah Resûlü’ne işaret ve beşaretler taşıyan, Tevrat, İncil ve Zebur’dan bazı kısımları nakletmek istiyoruz. Mes’ele-nin tafsilatını, mevzu ile doğrudan alâkalı müstakil eserlere ve bilhassa, Hüseyin Cisrî’nin “Risale-i Hamîdiye”sine havale ederek, burada sadece mühim gördüklerimizden bazılarını arzedeceğiz.

1944 senesinde Londra’da basılan Tevrat’ın Arapça tercümesinden bir âyet : “Allah insanlığa Sina’da teveccüh etti. Sâîr’de tecelli buyurdu. Farân dağlarında zuhur edip kemaliyle ortaya çıktı.” (Sifr. Tesniye, Bab: 33, âyet: 2).

Yani Allah (cc)’ın rahmeti ve insanlığa olan merhameti, ihsanı, Hz. Musa (as)’nın Cenâb-ı Hakk’la mükalemede bulunduğu Sînâ’da zahir olmuştur. Bu rahmet, o devrede Hz. Musa’ya verilen nübüvvettir. Sâir, Filistin’dir. Orada Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti vahiy yoluyla gelip Hz. İsa’yı ve çevresindekileri bürümüştür. Aynı zamanda Hz. Mesih Rabb’in tecellilerine mazhar büyük bir peygamberdir. Çokları tecelli ile zuhuru birbirine iltibas ettiklerinden bu mes’elede de karışıklığa düşmüşlerdir. Evet, O’nda tecelli eden nefha-i ilâhidir. Fâran dağlarında ise, Cenâb-ı Hakk, sırr-ı ehadiyet ve makam-ı ferdiyetle zuhur etmiştir. Fâran Mekke’dir. Çünkü Tevrat’ın başka bir yerinde, Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i Fâran’da bıraktığı anlatılmaktadır. Öyleyse, Tevrat’ta geçen Fâran’dan maksat Mekke’dir. Sırasıyla bu âyette üç nebîden bahsediliyor. Bunlardan birincisi Hz. Musa, ikincisi Hz. İsa (as), üçüncüsü ise son peygamber, İki Cihan Serveri Hz. Muhammed Mustafa (sav)’dır. Tevrat’taki âyetin devamında şu ifâdeler var: “O’nun yanında binlerce tertemiz, pırlanta misâl ashâbı olacaktır. Ve sağ elinde ateşten iki ağızlı balta bulunacaktır.” Bu ibareden, O’nun cihada me’mur olacağı anlaşılmaktadır.

Malumdur ki Allah Resûlü, vahyin bidayetinde Hira dağında bir mağaraya çekilir ve orada kendini tefekkür ve ibadete verirdi. İlk vahiy bu dağda gelmişti. 6 Fâran eğer Mekke değilse başka neresi olabilir ki, oradan İslâm dini gibi bir din zuhur edip şarka-garba yayılmış olsun. Dünyada böyle bir yer mevcut olmadığına göre, Tevrat’ta geçen Fâran, Mekke’ye işarettir. Ayrıca yukarıda da belirttiğimiz gibi, Tekvin’in 21. âyetinde geçen ve Hz. İsmail’in yerleştiği yeri anlatan “Fâran’da yerleşti”, ifadesi, dediğimizi isbatlayan en büyük ve en açık bir delildir. Aksini iddiaya da kimsenin gücü yetmeyecektir. Bu mevzuda yapılan itirazlar ilmîlikten uzak, indî mülâhazalardır. Hele âyetin sonundaki ashâb ve cihada me’mur olmaya işaret eden kısımlar hiçbir tereddüt ve şüpheye meydan vermeyecek şekilde, O Zât’ın Hz. Muhammed Aleyhisselâm olduğunu göstermektedir.

Tevrat’tan ikinci âyet:

Cenâb-ı Hakk, Tevrat’ın bu âyetinde Hz. Musa’ya hitaben şöyle demektedir: “Onlar için (İsrailoğullarının) kardeşleri arasında senin gibi bir peygamber çıkaracağım; ve sözlerimi O’nun ağzına koyacağım ve O’na emrettiğim her şeyi onlara söyleyecek.” (Sifr: Tesniye Bab: 18, Âyet: 18)

19. âyet de bunu tamamlar mahiyettedir : “Benim ismimle söyleyeceği sözlerine itaat etmeyenlerden bizzat ben intikam alacağım.”

Bu âyetteki İsrailoğullarının kardeşi tabiriyle Hz. İsmail’in soyundan gelecek bir peygambere işaret edilmektedir ki, Hz. İsmail’in neslinden geldiği bilinen tek peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Aleyhisselâmdır. Ayrıca O da Hz. Musa (as) gibi bir şeriatla gelecektir. Diğer taraftan bu âyette gelecek peygamberin Ümmî olacağı belirtilmektedir.

İtaat etmeyenlerden alınacak intikam ise, dine ait müeyyidât ve ukûbat olmak gerektir ki, bu da ancak İslâm dininde vardır.

Tevrat’ta zikri geçen bu peygamberin Hz. İsa ve Hz. Yuşa (as) olma ihtimalleri ise kat’iyyen mümkün değildir. Zira bu peygamberler İsrailoğullarındandır. Ayrıca birçok mes’elede Hz. İsa (as) yeni her hangi bir hüküm getirmemiş, sadece Hz. Musa (as)’ya ittiba etmiştir. Hz. Yuşa’nın ise Hz. Musa’ya benzemediği gün gibi âşikardır. Çünkü o yeni bir şeriatla gelmemiştir. Halbuki “Doğrusu biz size hakkınızda şahitlik edecek bir peygamber gönderdik. Nasıl ki, Firavun’a da bir peygamber göndermiştik” (Müzzemmil, 73/15) âyeti de Hz. Musa ile Efendimiz arasındaki benzerliği beyân etmektedir. Aslında daha ötesinde bir delile de ihtiyaç yoktur.

Tevrat’tan üçüncü âyet:

Abdullah b. Amr b. Âs, Abdullah b. Selâm ve Ka’bu’l-Ahbâr (r.anhüm) ki, bunların üçü de geçmiş kitapları en iyi bilen insanlar olarak şöhret yapmış zatlardır. Kendi devirlerinde, o günkü kadar tahrife uğramamış Tevrat’ta şöyle bir âyet bulunduğunu naklediyorlar:

“Ey Nebi! Biz seni şâhid, müjdeleyici, uyarıcı ve ümmîlere sığınak olarak gönderdik. Sen Benim kulum ve elçimsin. Sana Mütevekkil adını verdim. O haşîn ve kaba değildir. Çarşılarda yüksek sesle bağırıp çağırmaz. Kötülüğe kötülükle mukabele etmez. Fakat affeder, bağışlar. Allah O’nunla eğri bir milleti ‘lâilâheillallah’ demek suretiyle doğrultuncaya kadar O’nun ruhunu kabzetmez.”7

Şimdi düşünelim. Tevrat’taki bu hitap kimedir? Derinlemesine bir tahlile ihtiyaç dahi duymadan, âyetin zâhiri ma’nâsı bu hitabın gelecek bir peygambere ve peygamberler içinde bizzat Hz. Muhammed (sav)’e yapıldığını göstermektedir. O, bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamberdir. Ve bu mevzuda sanki âyet O’na şöyle demektedir:

Seni bütün insanlığa, doğru yolu müjdeleyici ve onları eğri yolun encamından da sakındırıcı bir beşîr ve nezîr olarak gönderdim. Sen fenalıklara göğsünü gerecek ve insanların, gidip cehennem çukurlarına düşmelerini engelleyeceksin. Aynı zamanda bu eğri büğrü, dolambaçlı yollarda karanlık içinde kalmışlara, bir ışık olacak ve ellerinden tutup, onları cennete ve Cemalullah’a kavuşturacaksın.

Seni cahiliyye devrinin ümmî cemaatına bir hırz, bir sığınak olarak gönderdim. Sana uyandıkları zaman korunacak ve kollanacaklar.. ve yine sana dayandıkları müddetçe varlıklarını sürdürebilecekler..

Sen Benim kulum ve Resûlümsün -Evet, bizler de tahiyyatımızda hep O’nun kulluğunu ve risaletini dile getiriyoruz- Ben sana “Mütevekkil” adını koydum. Cihan senin karşına dikilse ve sen de onlarla yaka paça olmak zorunda kalsan, yine zerre kadar sarsıntı geçirmezsin. Evet, her peygamberin kendine göre bir tevekkül ufku vardır. Ama sen bu hususta bir başkasın. Onun içindir ki, Ben sana “Mütevekkil” dedim.

Sonra da hitap gayba dönüyor ki buna iltifat diyoruz:

“O öfkeli, etrafını kıran bir nefret insanı değildir. Aksine O bir edep, vakâr, ciddiyet ve temkîn insanıdır. O sokaklarda bağırıp çağırmaz. Çünkü bu tür dikkat çekme gayreti, bir zaaf ve bir gurur alâmetidir ki, O böyle mezmûm sıfatlardan münezzeh ve müberrâdır.”

Kötülüğe asla kötülükle mukabele etmez. Bir bedevi gelir, cübbesinden tutup sarsar ve küstahça “hakkımı ver” derdi de sahâbeyi çıldırtan bu türlü hareketler, o şefkat âbidesini tebessüm ettirir ve “bu adama istediğini verin” buyururdu.8 Evet O, en affedilmez suçları dahi affederdi. Yeterki o mevzuda, şeriatın emirlerine muhalefet söz konusu olmasın. Düşünün bir kere, kendisine bunca kötülük yapan Mekkelilere, hem de her şeyi yapabileceği o gün ne demişti: “Gidiniz, hepiniz hürsünüz.”9

Eğri bir yolda ve cahiliye hayatı yaşayan insanlar, O’nun getirdiği nurla istikametlerini elde edecekleri âna kadar Allah (cc) habibini yanına almayacaktı ve almadı da. O’nun Refik-i A’lâ’ya yükselişi, din tamamlanıp O’nun vazifesi sona erince olacaktı. Yetiştirdiği insanlar, hakkıyla O’nu temsil edecek seviyeye gelince, O, insanlar arasından ayrılıp hakiki dostun huzuruna gidecekti. Çünkü dünyaya ait vazifesi ancak o zaman bitmiş olacaktı.

Evet, Tevrat O’nu böyle anlatıyordu, O da vakti gelince hayat-ı seniyeleriyle bunu temsil ediyordu. Doğrusu orada anlatılanlar, bizzat Allah Resûlü’nün yaşadığı hayat tarzıydı. Öyleyse Tevrat’ın bahsettiği bu şanı yüce nebî kimdi? Tarihte bu anlatılanlara denk hayatı olan bir başkası var mıydı? Elbette ki hayır! Öyle ise bahsedilen insan ancak Hz. Muhammed Aleyhisselâmdı..!


DİPNOTLAR
1) Buhâri, Tefsîr, (2), 6. 2) İbn Hişam, Sîre,1/228-234
3) A. Ali el-Muttaki el-Hindi, Kenzu'l-Ummâl, 14/39-40; İbn Kesir, el-Bidaye, 3/83,
4) İbn Kesir, a.g.e., 3/80-81; İbn Hişam, a.g.e,, 1/313.
5) el-Hindî, Kenzü'l-Ummal. 11/384.
6) Buhâri, Bed'ül-Vahy, 3.
7) Buhari, Büyü', 50; Müsned, 2/174.
8) Ebu Dâvud, Edeb, 1; Nesâi, Kasame, 24,
9) İbn Hişam, a.g.e., 4/55.

MCK

   

RAMAZAN IMSAKIYESI 2013
Kur’anda ve hadiste Sırat köprüsü

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz