Yusuf Süresi Meal Ve Tefsiri 7-32

#1 von Kurban , 01.01.2024 06:58

Yusuf Süresi Meal Ve Tefsiri 7-32
لَقَدْ كَانَ ف۪ي يُوسُفَ وَاِخْوَتِه۪ٓ اٰيَاتٌ لِلسَّٓائِل۪ينَ ﴿٧﴾
7: Yemin olsun ki, Yûsuf ve kardeşlerinin yaşadıklarında, gerçeği arayanlar ve sorup öğrenmek isteyenler için nice dersler ve ibretler vardır.
TEFSİR:
Hz. Yûsuf ve kardeşlerinin kıssası gerçekten ibretlerle doludur. Bunda sorup ilgilenenler, ihtiyaç duyanlar, hâdiselerin gerçek yüzünü öğrenmeye çalışanlar için çıkarılacak çok mühim dersler vardır. Mihnet ve zorluk içinde olanlar nasıl sabredeceklerini, nimet içinde olanlar da nasıl şükredeceklerini buradan öğrenebilirler. Onların kıssalarında hataları bağışlamanın keyfiyeti beyân edildiği gibi, cefâ ehlinin buluşma anında nasıl mahcup, rezil rüsvâ olduğu da haber verilir. Yine burada Allah Teâlâ’nın dostlarını nasıl koruduğuna dair işaretler olduğu gibi, muhabbetin mihnet ve belâları nasıl celbettiğine dair de ipuçları yer almaktadır.
Hz. Yâkub gibi büyük bir peygamberin öz oğullarının, kardeşleri Yûsuf hakkında planladıkları şu tezgaha bakın:
اِذْ قَالُوا لَيُوسُفُ وَاَخُوهُ اَحَبُّ اِلٰٓى اَب۪ينَا مِنَّا وَنَحْنُ عُصْبَةٌۜ اِنَّ اَبَانَا لَف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍۚ٨﴾
8: Yûsuf’un kardeşleri kendi aralarında şöyle konuşuyorlardı: “Doğrusu Yûsuf ve öz kardeşi, babamızın yanında bizden daha sevgili. Oysa biz, birbirimizi destekleyen güçlü kuvvetli bir ekibiz. Gerçekten babamız apaçık bir yanılgı içinde.”
TEFSİR:
Hz. Yâkub’un on iki oğlundan onu birinci hanımından; Yûsuf ve Bünyamin ise ikinci hanımından olmuştu. Dolayısıyla on kardeş bunların yalnızca baba bir, anaları ayrı kardeşleri idi. Bu sebeple sıkıntılarını dile getirirken “Yûsuf ve öz kardeşi” demişler de “kardeşimiz” dememişlerdi. Üvey kardeş olduklarından ve biraz da kıskançlıkları yüzünden onlara böyle davranmışlar; husûsiyle de Yûsuf’a ciddi bir tuzak kurma planı hazırlamaya başlamışlardı.
Anlaşılan o ki; Hz. Yâkub, yıldızların, güneş ve ayın kendisine secdesiyle alakalı gördüğü rüyâ sebebiyle oğlu Yûsuf’un büyük bir manevî istidâda sahip olduğunu anladı. Onun hem babasının hem de dedesinin mirâ­sına vâris olacağını farketti ve gönlü ona meyletti. Öyle ki daima onu sinesine basar; bir an olsun onu görememeğe dayanamazdı. Bu yüzden kardeşlerinin kıskançlığı had saf­haya varmış ve sonunda ona tuzak kurmaya karar vermişlerdi.
Diğer bir açıdan bakıldığında, Allah Teâlâ’nın Hz. Yâkub’u Yûsuf’a karşı duyduğu fart-ı muhabbetle[1] imtihan ederek bu imtihanı daha da şiddetlendirmek için Yûsuf’u ondan uzaklaştırdığı söylenebilir. Çünkü ilâhî sevgi çok kıskançtır ve sevgi sultanı kendi mülkünde ortak istememektedir. Mutlak güzellik ve kemâl Allah’a ait olduğundan, mü’min en çok Allah’ı sevmeli ve mâsivâ ile kalbini perdelememelidir. İlâhî sevgiye perde olması açısından, evlât tuzağından daha güçlü bir tuzak yoktur. Nitekim Hz. Nûh’un hâli bunun bir misâlidir. Bilindiği gibi o, kâfirler için beddua etmiş ve duası kabul olunmuştu. Allah Teâlâ kâfirleri boğarken belki hiç kalbi yanmamıştı; fakat boğulma sı­rası oğluna gelince, sabredemeyerek “Rabbim! Şüphesiz ki oğlum benim ailemdendir” (Hûd 11/45) diyerek nidâ etme durumunda kalmıştı.
Kardeşlerinin kıskançlığı, Yûsuf’u öldürmeye azmedecek bir dereceye varmıştı. Bu sebeple “Yûsuf’u öldürün, ya da onu asla geri dönemeyeceği ıssız ve uzak bir yere atın” (Yûsuf 12/9) dediler. Issız ve uzak bir yere atma teklifinde de yine öldürme niyeti vardı. “Arz” kelimesinin nekre gelmesi bu mânayı ihsas ettirmektedir. Çünkü böyle bir yerde ya yırtıcı hayvanlar onu parçalayabilir veya orada kimsenin haberi olmadan ölür giderdi. Bu acımasız kararı alırken de, kendilerini teselli edecek şeytânî bir bahaneye sığınmadan edemediler. Bunu iş olsun diye yapmadıklarını; sırf babalarının teveccühünü, sevgi ve ilgisini kendilerine çekmek niyetiyle böyle bir şeye teşebbüs ettiklerini söyleyerek içlerini rahatlatmak istediler. Yaptıklarının bir günahı varsa da, tevbe kapısının daima açık olduğunu; tevbe edip iyilerden olma imkânının bulunduğunu belirttiler. Halbuki bu bahâne, azılı nefsin tuzağından ve şeytanın insanı Allah ile aldatmasından başka bir şey değildi.
Neyse ki aralarında güya insaflı biri çıktı:[1] Fart-ı muhabbet: Normalin ötesinde bir sevgi, aşırı sevmek.Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
اُقْتُلُوا يُوسُفَ اَوِ اطْرَحُوهُ اَرْضًا يَخْلُ لَكُمْ وَجْهُ اَب۪يكُمْ وَتَكُونُوا مِنْ بَعْدِه۪ قَوْمًا صَالِح۪ينَ ﴿٩﴾
9: “Yûsuf’u öldürün, ya da onu asla geri dönemeyeceği ıssız ve uzak bir yere atın. Böylece babanızın bütün sevgi ve alakası yalnız size kalsın. Endişe etmeyin; sonra da tevbe eder, iyi birer insan olursunuz!”
TEFSİR:
Hz. Yâkub’un on iki oğlundan onu birinci hanımından; Yûsuf ve Bünyamin ise ikinci hanımından olmuştu. Dolayısıyla on kardeş bunların yalnızca baba bir, anaları ayrı kardeşleri idi. Bu sebeple sıkıntılarını dile getirirken “Yûsuf ve öz kardeşi” demişler de “kardeşimiz” dememişlerdi. Üvey kardeş olduklarından ve biraz da kıskançlıkları yüzünden onlara böyle davranmışlar; husûsiyle de Yûsuf’a ciddi bir tuzak kurma planı hazırlamaya başlamışlardı.
Anlaşılan o ki; Hz. Yâkub, yıldızların, güneş ve ayın kendisine secdesiyle alakalı gördüğü rüyâ sebebiyle oğlu Yûsuf’un büyük bir manevî istidâda sahip olduğunu anladı. Onun hem babasının hem de dedesinin mirâ­sına vâris olacağını farketti ve gönlü ona meyletti. Öyle ki daima onu sinesine basar; bir an olsun onu görememeğe dayanamazdı. Bu yüzden kardeşlerinin kıskançlığı had saf­haya varmış ve sonunda ona tuzak kurmaya karar vermişlerdi.
Diğer bir açıdan bakıldığında, Allah Teâlâ’nın Hz. Yâkub’u Yûsuf’a karşı duyduğu fart-ı muhabbetle[1] imtihan ederek bu imtihanı daha da şiddetlendirmek için Yûsuf’u ondan uzaklaştırdığı söylenebilir. Çünkü ilâhî sevgi çok kıskançtır ve sevgi sultanı kendi mülkünde ortak istememektedir. Mutlak güzellik ve kemâl Allah’a ait olduğundan, mü’min en çok Allah’ı sevmeli ve mâsivâ ile kalbini perdelememelidir. İlâhî sevgiye perde olması açısından, evlât tuzağından daha güçlü bir tuzak yoktur. Nitekim Hz. Nûh’un hâli bunun bir misâlidir. Bilindiği gibi o, kâfirler için beddua etmiş ve duası kabul olunmuştu. Allah Teâlâ kâfirleri boğarken belki hiç kalbi yanmamıştı; fakat boğulma sı­rası oğluna gelince, sabredemeyerek “Rabbim! Şüphesiz ki oğlum benim ailemdendir” (Hûd 11/45) diyerek nidâ etme durumunda kalmıştı.
قَالَ قَٓائِلٌ مِنْهُمْ لَا تَقْتُلُوا يُوسُفَ وَاَلْقُوهُ ف۪ي غَيَابَتِ الْجُبِّ يَلْتَقِطْهُ بَعْضُ السَّيَّارَةِ اِنْ كُنْتُمْ فَاعِل۪ينَ ﴿١٠﴾
10: İçlerinden biri ise şu teklifte bulundu: “Yûsuf’u öldürmeyin; eğer mutlaka bir şey yapacaksanız bâri onu bir kuyunun dibine atın da gelip geçen kervanlardan biri onu bulup alsın.”
TEFSİR:
Kardeşlerden birinin, Yûsuf’un öldürülmesine veya uzak bir yere sürülmesine gönlü razı olmadı. Hatta bu işten vazgeçmelerini istedi. Hayır vazgeçmeyip, eğer mutlaka bir şey yapacaklarsa da, en azından ölmeyeceği, belki oradan geçen bir kervanın alıp götüreceği bir şekilde bir kuyunun dibine atmalarını öğütledi. Rivayete göre bu görüşü belirten Hz. Yâkub’un en büyük oğlu Yehûda’dır.
Bu âyet-i kerîmede şöyle işârî bir mâna sezilmektedir: Nefsânî his ve kuvveler hevâ bıçağıyla kalp Yûsuf’unu öldürmeğe çalışırlar. Zira kalbin ölümü nefsânî hevâ ve heveslerden kaynaklanır. Kalbi öldüren zehir işte budur. Yahut bu his ve kuvveler kalbi beşeriyet yurduna atmağa çalışırlar. Çünkü kalbin ölümünden sonra ruh, şehvet ve arzularını elde edebilmek için yü­zünü his ve kuvvelere çevirir. Böylece kalbin ölümünden sonra bütün bu his ve kuvveler, hayvânî-nefsânî nimetlerden kâm almak için uygun bir toplu­luk hâline gelirler. İçlerinden bir sözcü -ki bu Yehûda yerinde olan düşünme gücüdür- şöyle der: Yûsuf’u öldürmeyip beden kuyusunun dibine ve beşeriyetin derinliğine atın. Eğer bunu yapar, bu uğurda çalışırsanız nefsânî hâdiseler kervanı onu alıp götürür.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IV, 286)
Kardeşler, Yehûda’nın görüşünü uygun bularak, aralarında kararlaştırdıkları sinsi planı tatbik etmek üzere babalarına geldiler:
قَالُوا يَٓا اَبَانَا مَا لَكَ لَا تَأْمَنَّۭۖا عَلٰى يُوسُفَ وَاِنَّا لَهُ لَنَاصِحُونَ ﴿١١﴾
11: Babalarına şöyle dediler: “Sevgili babamız! Niçin bize güvenip Yûsuf’u emânet etmiyorsun? Halbuki biz elbette onun iyiliğini istiyoruz.”
اَرْسِلْهُ مَعَنَا غَدًا يَرْتَعْ وَيَلْعَبْ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ ﴿١٢﴾
12: “Onu yarın bizimle gönder de bol bol yiyip içsin, gezip oynasın. Sen hiç merak etme; ona mutlaka göz kulak oluruz.”
قَالَ اِنّ۪ي لَيَحْزُنُن۪ٓي اَنْ تَذْهَبُوا بِه۪ وَاَخَافُ اَنْ يَأْكُلَهُ الذِّئْبُ وَاَنْتُمْ عَنْهُ غَافِلُونَ ﴿١٣﴾
13: Babaları şöyle dedi: “Onu alıp götürmeniz beni gerçekten üzer; çünkü siz onu unutup kendinizle meşgul olduğunuz bir sırada kurdun biri onu kapıverir diye korkuyorum.”
قَالُوا لَئِنْ اَكَلَهُ الذِّئْبُ وَنَحْنُ عُصْبَةٌ اِنَّٓا اِذًا لَخَاسِرُونَ ﴿١٤﴾
14: Onlar da şöyle dediler: “Biz, böyle birbirine bağlı güçlü kuvvetli bir ekip iken eğer bir kurt gelip onu kapacaksa, o zaman vallahi yazıklar olsun bize!”
TEFSİR:
Anlaşılan o ki, kardeşleri Yûsuf’u daha önce de götürmek istemişler, fakat Hz. Yâkub onlara güvenmediği için buna müsaade etmemişti. Ancak onlar, planlarını tatbik için bu konuda ısrar ettiler. Yûsuf’un iyiliğini istediklerini, ona bir zarar gelmesine gönüllerinin aslâ râzı olmayacağını söylediler. Çocuk olduğu için onun da yiyip içmeye, gezip eğlenmeye ihtiyacı olduğunu belirttiler. Böylece Yûsuf’un da eğlenme arzusunu kamçılamak istediler. Muhtemel tehlikelere karşı onu gözleri gibi koruyacaklarına söz verdiler. Yakup (a.s.), onlara güvenmediğini açıkça söylemediyse de, gönlünü kavuran endişesini dile getirmekten de kendini alamadı. Onu, farkında olmadıkları bir sırada kurdun yemesinden korktuğunu söyledi. Onlar ise, korkmasına ve endişe etmesine gerek olmadığını; çünkü birbirine bağlı güçlü kuvvetli bir ekip olduklarına göre böyle bir tehlike ihtimalinin bulunmadığını ifade ettiler.
Rivayete göre Hz. Yâkub rüyada kendisini bir dağın tepesinde, Yûsuf’u da vadinin iç taraflarında görür. Bu halde iken on tane kurdun onun etrafını sardığını ve onu yemek istediklerini, bir kişinin ise onu korumaya çalıştığını müşâhede eder. Sonra yer yarılır ve Yûsuf üç gün süreyle orada kalır. Buradaki on kurt, onu öldürmeyi planlayan on kardeşidir. Onu savunan kişi ise büyük kardeşi Yahuda’dır. Yerin içinde üç gün saklı kalması ise, üç gün süreyle kuyuda kalması demektir. (Kurtubî, el-Câmi‘, IX, 140)
Şu bir hakikat ki, kişinin, hasmına kendi aleyhine kullanacağı bir delil telkin etmesi doğru değildir. Mesela, belki de Yûsuf’un kardeşleri, babaları söyleyene kadar kurtların insan yediğini bilmiyorlardı. Bu sözüyle Yâkub, âdeta on­lara, Yûsuf için planladıkları tuzağın nasıl olacağını bir nevi telkin etmiş oldu.
Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Belâ, ağızdan çıkan söze bağlıdır. «Vallahi şu şeyi yapmayacağım» diyen bir kul, her şeyi şeytana bırakmış olur. Böylece şeytan bütün maharetini kulun «yapmayacağım» dediği şeye teksif eder ve so­nunda istediğini ona yaptırır.” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, I, 343)
Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulur:
“Bazan olur ki nefsim bana bir şey fısıldar. Onu söylemekten beni alıkoyan sadece onunla imtihan edilme endişesidir.” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, I, 344)
Oğullarının ısrarı Yâkub (a.s.)’ın zor bela da olsa ikna olmasını sağladı:
فَلَمَّا ذَهَبُوا بِه۪ وَاَجْمَعُٓوا اَنْ يَجْعَلُوهُ ف۪ي غَيَابَتِ الْجُبِّۚ وَاَوْحَيْنَٓا اِلَيْهِ لَتُنَبِّئَنَّهُمْ بِاَمْرِهِمْ هٰذَا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ ﴿١٥﴾
15: Nihâyet babalarını râzı edip Yûsuf’u yanlarında götürdüler ve onu kuyunun derinliklerine atmaya el birlik karar verdiler. Biz de Yûsuf’a: “Elbette bir gün gelecek, sen onlara, hiç beklemedikleri bir sırada bu yaptıklarını haber vereceksin” diye vahyettik.
TEFSİR:
Kardeşler, babalarını iknâ ederek Yûsuf’u kıra götürdüler. Sonra el birliğiyle onu kuyunun dibine attılar. Bu sırada Allah Teâlâ Yûsuf’a vahyederek, kardeşlerinin kendisine yaptığı bu işleri, bir gün farkında olmadıkları bir sırada onlara haber vereceğini bildirdi. Böylece ona, burada helak olup gitmeyeceğini ve selâmete kavuşacağını müjdelemiş oldu. Nitekim Allah Teâlâ’nın bu va‘di gerçekleşmiş ve Yûsuf, kardeşlerinin kendisine neler yaptıklarını onlara haber vermiştir. (bk. Yûsuf 12/89Yûsuf’a, kuyuya atıldığında vahyedilmesi, ona ta o zaman peygamberlik verildiği şeklinde anlaşılmıştır. Ancak buradaki vahiyden maksadın ilham olduğu söylenebilir.Uygulamaya konan sinsi planın devamı şöyle:
وَجَٓاؤُٓ۫ اَبَاهُمْ عِشَٓاءً يَبْكُونَۜ ﴿١٦﴾
16: Akşam karanlığı çökünce ağlaya ağlaya babalarının yanına geldiler.
قَالُوا يَٓا اَبَانَٓا اِنَّا ذَهَبْنَا نَسْتَبِقُ وَتَرَكْنَا يُوسُفَ عِنْدَ مَتَاعِنَا فَاَكَلَهُ الذِّئْبُۚ وَمَٓا اَنْتَ بِمُؤْمِنٍ لَنَا وَلَوْ كُنَّا صَادِق۪ينَ ﴿١٧﴾
17: Şöyle dediler: “Muhterem babamız! Biz gittik, yarış yapıyorduk; Yûsuf’u da eşyalarımızın yanında bırakmıştık. Geri döndüğümüzde bir de ne görelim, onu kurt yemiş! Şimdi biz ne kadar doğruyu söylüyor olsak da, biliyoruz ki sen bize inanmayacaksın.”
وَجَٓاؤُ۫ عَلٰى قَم۪يصِه۪ بِدَمٍ كَذِبٍۜ قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ اَنْفُسُكُمْ اَمْرًاۜ فَصَبْرٌ جَم۪يلٌۜ وَاللّٰهُ الْمُسْتَعَانُ عَلٰى مَا تَصِفُونَ ﴿١٨﴾
18: Yûsuf’un gömleğini de üzerine yalandan bir kan sürüp getirmişlerdi. Babaları şöyle dedi: “Hayır! Belli ki, nefisleriniz sizi aldatıp, böyle kötü bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen, en güzel şekilde sabretmektir. Ne diyeyim, sizin bu anlattıklarınız karşısında yardımına sığınacağım tek merci yalnız Allah’tır!”
TEFSİR:
Onlar, bir mazeretleri bulunduğunu en güzel şekilde anlatabilmek için akşamleyin geldiler. Hepsi koro halinde ağlaşmakta idiler. Yûsuf’u kuyuya atmışlar ve güya ondan kurtulmuşlardı. Fakat Yûsuf’un beraberlerinde dönmeme sebebini babalarına bir şekilde anlatmaları gerekiyordu. Bunun da bir yolunu buldular; babalarının kendilerine daha önce verdiği ipucunu kullanarak, kendileri yarış yaparlarken eşyalarının yanında bıraktıkları Yûsuf’u kurdun kapıp yediğini söylediler. Söylediklerinin doğruluğuna delil olarak da Yûsuf’un, üzerine sahte kan sürdükleri gömleğini gösterdiler. Fakat Yâkub (a.s.) onlara inanmadı ve Yûsuf’la alakalı olarak büyük bir plan çevirdiklerini yüzlerine söyledi. Ancak Yâkub (a.s.)’ın sabırdan başka yapacak bir şeyi kalmamıştı. “Bana düşen en güzel şekilde sabretmektir” diyerek, yüceler yücesi Allah’ın yardımına sığındı.
Rivayete göre kardeşleri, Yûsuf’un gömleğini kana bulayıp babalarına getirdiklerinde, acı haberi alan Hz. Yâkub feryada başladı. Gömleği kendisine göstermelerini istedi. Onu yüzüne gözüne sürdü, koklayıp öptü. Daha sonra gömleği evirip çevirmeye başladı. Gömlekte herhangi bir yırtık veya parçalanma izi yoktu. Bunun üzerine Hz. Yâkub şöyle dedi: “Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki, bu güne kadar bunun gibi hikmetli hareket eden, böyle yumuşak huylu bir kurt görmedim. Oğlumu yiyip parçaladığı, onu gömleğinin içinden çekip çıkardığı halde üzerindeki gömleği parçalamamış!” Buna göre Yâkub (a.s.)’ın, onların hilesini pekâlâ sezdiği anlaşılmaktadır. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XII, 213; Kurtubî, el-Câmi‘, IX, 149) Zaten âyette yer alan “Hayır! Belli ki, nefisleriniz sizi aldatıp, böyle kötü bir işe sürüklemiş” (Yûsuf 12/18) ifadesi de bu gerçeği açıkça beyân etmektedir.
“Sabr-ı cemîl”, güzel bir sabır demektir. Bu, beraberinde hiçbir feryadın, şikâyetin ve tahammülsüzlüğün bulunmadığı bir sabırdır. Bu keyfiyetteki bir sabır insana, tüm felâket ve meşakkatleri sukûnetle, kendine hâkim olarak, ağlayıp sızlamadan, yüce ruhlu kişilere yaraşır bir şekilde göğüsleme kuvveti verir. Bir başka izaha göre ise: “Sabr-ı cemîl; Allah Teâlâ’nın kadîm ve küllî iradesiyle istediği şeylerin ortaya çıkışına sabretmek, teslim olmak ve rızâ göstermek”tir. Böyle bir sabrın peşinden ilâhî yardımın yetişeceğinde şüphe yoktur. Nitekim âyette sabr-ı cemîl’in hemen peşinden yegâne yardım istenecek varlığın Allah olduğunun beyân edilmesinde bu gerçeğe bir işaret vardır.
Abdülkadir Geylânî (k.s.), bir musibet karşısında kulun takınacağı hâli ve bu hâle göre gelen musîbetin nasıl bir netice hâsıl edeceğini şöyle izah eder:
“Musîbetin bir ceza olarak, ya da yapılan hatalara mukâbil geldiğine alâmet odur ki; o anda insan sabırsız ola… Bağıra, çağıra… Sızlana… Ve hâlinden halka Hakk’ı şikâyet ede… Musîbetin hatalara kefaret oluşuna alâmet odur ki, geldiği zaman bağrılıp çağrılmaya. Bir sızlanma olmaya. Sîne daralmaya. Bilakis ferahlık ola… Hele o musîbet hâlinde ilâhî emirlerin edâsı, taata koşmak insana hiç ağır gelmeye. Manevî derecenin yükselmesine alâmet olan musîbet ise, insanı rızâ hâline dalgın kılar. Muvafakat yolunu tutturur. Nefis itminan halindedir ve kadere karşı bir sükûn içindedir. Tâ o musîbet hâli geçinceye kadar…” (Velîler Ansiklopedisi, II, 472)
Tekrar kıssaya dönecek olursak, kardeşleri böyle plan çevirirken peki Yûsuf ne durumdaydı: Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
وَجَٓاءَتْ سَيَّارَةٌ فَاَرْسَلُوا وَارِدَهُمْ فَاَدْلٰى دَلْوَهُۜ قَالَ يَا بُشْرٰى هٰذَا غُلَامٌۜ وَاَسَرُّوهُ بِضَاعَةًۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِمَا يَعْمَلُونَ ﴿١٩﴾
19: Derken Mısır’a giden bir kervan çıkageldi; sucularını suya gönderdiler; o da hemen kovasını kuyuya sarkıttı. Kovaya tutunup yukarı çıkmaya çalışan Yûsuf’u görünce: “Hey, müjde! İşte bir oğlan çocuğu!” diye seslendi. Onu bir ticâret malı olarak sakladılar. Oysa Allah, onların ne yaptıklarını da, ne yapacaklarını da çok iyi biliyordu
وَشَرَوْهُ بِثَمَنٍ بَخْسٍ دَرَاهِمَ مَعْدُودَةٍۚ وَكَانُوا ف۪يهِ مِنَ الزَّاهِد۪ينَ۟ ﴿٢٠﴾
20: Mısır’da onu düşük bir fiyata, birkaç gümüş paraya sattılar. Zâten, çalıntı olduğu için, ona pek değer vermemişlerdi.
TEFSİR:
Sözün geliminden anlaşılan o ki, Yûsuf’un atıldığı kuyu, kervanların geçtiği güzergâhta, yol üzerinde bulunan bir kuyudur. Oradan geçen bir kâfile, sucularını kuyuya gönderirler. Gelen kişi kuyuda Yûsuf’la karşılaşınca: “Müjde! Burada bir erkek çocuk var” der. Bunlar kimseye söylemeden çocuğu alıp satmaya götürürler. Buluntu olduğundan fazla değer vermedikleri ve bir an önce ellerinden çıkarmak istedikleri Yûsuf’u Mısır’da ucuz bir fiyata satarlar.
Böylece Hz. Yûsuf’un sabır, mihnet ve ibretlerle dolu hayatının Mısır dönemi başlar:
وَقَالَ الَّذِي اشْتَرٰيهُ مِنْ مِصْرَ لِامْرَاَتِه۪ٓ اَكْرِم۪ي مَثْوٰيهُ عَسٰٓى اَنْ يَنْفَعَنَٓا اَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًاۜ وَكَذٰلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ فِي الْاَرْضِۘ وَلِنُعَلِّمَهُ مِنْ تَأْو۪يلِ الْاَحَاد۪يثِۜ وَاللّٰهُ غَالِبٌ عَلٰٓى اَمْرِه۪ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٢١﴾
21: Onu satın alan Mısırlı hanımına: “Ona güzel bak; belki bize bir faydası dokunur yahut onu evlat ediniriz” dedi. Böylece Yûsuf’a o ülkede ayağını basacağı sağlam bir zemin ve büyük bir imkân verdik. Ona rüyâların tâbirini, eşya ve hâdiselerin yorumunu öğretmek istiyorduk. Allah, neyi diler ve neye hükmederse onu mutlaka yerine getirir. Ne var ki, insanların çoğu bunu bilmez.
وَلَمَّا بَلَغَ اَشُدَّهُٓ اٰتَيْنَاهُ حُكْمًا وَعِلْمًاۜ وَكَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِن۪ينَ ﴿٢٢﴾
22: Yûsuf olgunluk çağına erişince ona hüküm ve ilim verdik. İşte biz, iyilik eden ve işini güzel yapanları böyle mükâfatlandırırız.
TEFSİR:
Kur’ân-ı Kerîm, Yûsuf’u satın alan Mısır’lıyı sonraki âyetlerde “azîz” olarak zikreder. (bk. Yûsuf 12/30, 51) İleride devlet idaresinde yüksek bir makâma getirilecek olan Yûsuf da bu ünvanla anılacaktır. (bk. Yûsuf 12/78) Bu durum “azîz” sıfatının Mısır’da yüksek bir resmî makam olduğunu gösterir. Zaten bu kelime Arapça olarak da “gücüne karşı koyulamayan kimse” mânasına gelmektedir. Aziz, hanımına Yûsuf’a değer vermesini ve ona iyi bakmasını söyler. Ona bir köle gibi davranmamasını, bilakis bir evlat muamelesi yapmasını öğütler. Demek ki Allah Teâlâ Yûsuf’u Mısır’da imkânları bol, görgülü, devlet idaresinde tecrübeli bir ailenin yanına yerleştirmiş ve onu, kendini geliştirebilecek imkânlara kavuşturmuştur. Yûsuf bu ailenin yanında kalacak, bilgi ve görgüsü artacak ve burada devletin nasıl idare edildiğini öğrenecektir. İnsan, toplum ve devlet hayatıyla alakalı olayların nasıl cereyan ettiğini, bunlardaki sebep-sonuç ilişkisini ve işlerin neticede nereye varacağını bizzat tecrübe ile kavrayacaktır. Nitekim Hz. Yûsuf olgunluk yaşına gelince Allah Teâlâ ona hüküm ve ilim vermiş; onu devlet idaresinde maliye bakanlığı gibi çok önemli bir makama getirmiştir.
Hz. Yûsuf’a verilen “hüküm”den maksat yönetme ve hükmetmedir. “İlim”den maksat da peygamberliğe ilâveten ona verilen hadiseleri yorumlama ve rüyâları tâbir etme bilgisidir. Nitekim Hz. Yûsuf’un: “Rabbim! Bana iktidar ve saltanattan büyük bir nasip verdin; bana rüyaların tâbirini, eşya ve hâdiselerin yorumunu öğrettin” (Yûsuf 12/101) duasında bu mânaya işaret vardır. Böylece onda iktidar ile bilgi birleştirilmiş ve ilmin, devleti yönetebilmenin ayrılmaz bir parçası olduğu beyân buyrulmuştur.
Kıssa anlatılmaya devam ederken gelinen bu noktada, işin içine bir kısım gönül ilişkilerinin girmesiyle birlikte, olaylar farklı bir boyut kazanmaktadır:
وَرَاوَدَتْهُ الَّت۪ي هُوَ ف۪ي بَيْتِهَا عَنْ نَفْسِه۪ وَغَلَّقَتِ الْاَبْوَابَ وَقَالَتْ هَيْتَ لَكَۜ قَالَ مَعَاذَ اللّٰهِ اِنَّهُ رَبّ۪ٓي اَحْسَنَ مَثْوَايَۜ اِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ ﴿٢٣﴾
23: Olacak bu ya, evinde bulunduğu kadın onun nefsinden murat almak istedi, kapıları iyice kilitledi ve: “Haydi, gelsene!” dedi. Yûsuf hiç tereddüt etmeden: “Böyle bir şey yapmaktan Allah’a sığınırım. O, benim efendimdir. O bana güzel bir mevki verdi ve bana çok iyi davrandı. Doğrusu bunu kötüye kullananlar asla kurtuluşa eremezler” dedi.
وَلَقَدْ هَمَّتْ بِه۪ۗ وَهَمَّ بِهَاۚ لَوْلَٓا اَنْ رَاٰ بُرْهَانَ رَبِّه۪ۜ كَذٰلِكَ لِنَصْرِفَ عَنْهُ السُّٓوءَ وَالْفَحْشَٓاءَۜ اِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُخْلَص۪ينَ ﴿٢٤﴾
24: Kadın ona sahip olmayı kesinlikle kafaya koymuştu ve zihni hep onunla meşguldü. Eğer Rabbinin kesin delilini görmeseydi Yûsuf da onu arzulamıştı. Ancak biz, kötülüğü ve her türlü hayâsızlığı Yûsuf’tan uzak tutalım diye ona delilimizi gösterip kalbine sebât verdik. Çünkü o, bütün gönlüyle Allah’a bağlanmış samimi ve tertemiz kullarımızdan biriydi.
TEFSİR:
Evinde Yûsuf’un köle olarak bulunduğu ve onun bakımını üstlenmiş olan kadın, kocasının evde olmadığı bir zamanı fırsat bilerek tüm kapıları sıkıca kapamış ve Yûsuf’la beraber olma arzusunu bütün içtenliğiyle ortaya koymuştu. Böyle son derece çirkin bir talep karşısında Hz. Yûsuf, derhal مَعَاذَ اللّٰهِ (ma‘âzallah!) diyerek Allah’a sığınmıştır. Çünkü nefsin bu nevi amansız istek ve arzularına karşı insanı koruyabilecek olan, ancak yegâne kuvvet ve kudret sahibi Allah Teâlâ’dır. İkinci olarak Hz. Yûsuf, bir taraftan Cenâb-ı Hakk’ın kendisine olan her türlü lutuf, ikram ve ihsanlarını; bir taraftan da kendisini satın alıp bakımını iyi yapmasını hanımına öğütleyen beyefendinin iyiliklerini dile getirerek böyle bir hıyânet içinde asla olamayacağını beyân etmiştir. Zira o, ya peygamber veya peygamber namzedi olarak, ister bizzat Rabbinin, ister O’nun kullarının iyiliklerine karşı hıyânetle mukabele eden; nefsânî arzuları helâl yoldan tatmin imkânı varken, bile bile harama yeltenen zâlimlerin asla kurtuluşa eremeyeceklerini çok iyi bilmekteydi.
Bahsi geçen kadının, Hz. Yûsuf’un nefsinden kâm almaya iyiden iyiye niyet ettiğinde şüphe yoktur. Çünkü o, arzusunu tatmin için Yûsuf’a olan meylini fiiliyâta dökerek kâh teşvik, kâh korkutma çareleriyle ciddi bir şekilde teşebbüste bulunmuştu. Hz. Yûsuf ise böyle bir halde iken dahî, helâli helâl, haramı haram olarak görmüş ve bütün fıtrî husûsiyetleriyle olgunluğa ermiş bir insan olarak yaratılışının gereği olan meyline rağmen, akıl ve iradesiyle onda tam bir tasarrufta bulunarak hissiyatına hâkim olmuştu. Onun, bütün samimiyetiyle dile getirdiği “Ma‘âzallah!” niyazına Allah Teâlâ’nın yardım ve inâyeti yetişmiş ve bu ilâhî yardım onu her türlü kötülükten ve hayâsızlıktan menetmişti. Çünkü Hz. Yûsuf, Allah’ın risâlet emânetini yüklenmek için seçilmiş, ihlasa erdirilmiş, dindâr, sadece Allah’ın rızâsını arayan mümtâz bir kul idi.
وَاسْتَبَقَا الْبَابَ وَقَدَّتْ قَم۪يصَهُ مِنْ دُبُرٍ وَاَلْفَيَا سَيِّدَهَا لَدَا الْبَابِۜ قَالَتْ مَا جَزَٓاءُ مَنْ اَرَادَ بِاَهْلِكَ سُٓوءًا اِلَّٓا اَنْ يُسْجَنَ اَوْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿٢٥﴾
25: Derken Yûsuf hızla oradan uzaklaşmaya başladı. O önde kadın arkada kapıya doğru koşuştular. Yûsuf’u yakalamaya çalışan kadın, onun gömleğini arkadan çekerek boydan boya yırttı. İşte o anda kapının hemen yanında kadının kocasıyla burun buruna geldiler. Kadın kocasına: “Senin ailene kötülük yapmak isteyen birinin cezası, zindana atılmaktan veya can yakıcı bir azaptan başka ne olabilir ki?” dedi.
قَالَ هِيَ رَاوَدَتْن۪ي عَنْ نَفْس۪ي وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِنْ اَهْلِهَاۚ اِنْ كَانَ قَم۪يصُهُ قُدَّ مِنْ قُبُلٍ فَصَدَقَتْ وَهُوَ مِنَ الْكَاذِب۪ينَ ﴿٢٦﴾
26: Yûsuf: “Asıl o benim nefsimden murat almak istedi” diyerek kendini savundu. Kadının yakınlarından o anda orada bulunan biri şöyle şâhitlik etti: “Eğer Yûsuf’un gömleği önden yırtılmışsa kadın doğru, o yalan söylüyor, demektir.”
وَاِنْ كَانَ قَم۪يصُهُ قُدَّ مِنْ دُبُرٍ فَكَذَبَتْ وَهُوَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ ﴿٢٧﴾
27: “Yok, eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, bu durumda kadın yalan, o doğru söylüyor, demektir.”
TEFSİR:
Sözün geliminden şâhitlik yapanın, Aziz’le beraber eve gelmekte olan, hanımın akrabalarından akıllı, tecrübeli, adâlet ve hukuka dikkat eden bir kişi olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü hanımın yakını olmasına rağmen tarafgirlik yapmamış, adâletle hüküm vermeye çalışmıştır. Meslek itibariyle hâkim olma ihtimali de vardır. O, gömleğin yırtılış durumundan hareketle şöyle bir karar vermiştir: “Eğer Yûsuf’un gömleği önden yırtılmışsa, kötülüğü isteyen Yûsuf’tur ve hanım namusunu korumak için mücadele vermiştir. Yok eğer gömlek arkadan yırtılmışsa, çok açıktır ki, Yûsuf hanımdan kaçmaya çalışmış ve hanım onun arkasından kuvvetlice çekmiştir.” Burada fark edilmesi gereken mühim bir husus daha vardır: Şâhit, Aziz’in dikkatini yalnızca Yûsuf’un gömleğine çekerken hanımının bedeninde ve elbisesinde şiddet kullanıldığına dair herhangi bir emarenin bulunmadığını da göstermek istemiştir. Çünkü, eğer kötülük yapmak isteyen Yûsuf olsaydı elbette hanımın bedeninde de, elbisesinde de bir takım işaretler bulunması lazım gelirdi.
فَلَمَّا رَاٰ قَم۪يصَهُ قُدَّ مِنْ دُبُرٍ قَالَ اِنَّهُ مِنْ كَيْدِكُنَّۜ اِنَّ كَيْدَكُنَّ عَظ۪يمٌ ﴿٢٨﴾
28: Evin efendisi gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu görünce hanımına şunları söyledi: “Anlaşılan, bu da sizin tuzaklarınızdan biri. Doğrusu siz kadınların tuzağı pek yaman olur.”
يُوسُفُ اَعْرِضْ عَنْ هٰذَا وَاسْتَغْفِر۪ي لِذَنْبِكِۚ اِنَّكِ كُنْتِ مِنَ الْخَاطِـ۪ٔينَ۟ ﴿٢٩﴾
29: Yûsuf’a da: “Yûsuf! Sen bu olaydan kimseye bahsetme!” tavsiyesinde bulundu. Tekrar eşine dönüp: “Ey kadın sen de günahın için af dile. Çünkü sen gerçekten büyük bir hata yapmışsın” dedi.
TEFSİR:
Gerçeği anlayan Aziz, hadisenin toplum içinde yayılmaması için, Yûsuf’a bu işi gizlemesini, bundan kimseye bahsetmemesini söyler; hanımına da, günahı için bağışlanma dilemesini öğütler.Âyet-i kerîmede, Aziz’in diliyle de olsa, kadınların hilelerinin büyüklüğüne dikkat çekilir. Gerçekten de, erkeklerin gönüllerine nüfûz edip onları esir almakta kadınların hile ve tuzaklarının fevkalade tesirli olduğu bir gerçektir. Nitekim âlimlerden birinin şöyle dediği nakledilir:
Ben şeytandan korkmadığım kadar kadınlardan korkarım. Çünkü Allah Teâlâ şeytan hakkında: “Bilin ki, şeytanın hîlesi cidden zayıftır” (Nisâ 4/76) buyururken, kadınların hilesi hakkında: “Doğrusu siz kadınların tuzağı pek yaman olur” (Yûsuf 12/28) buyurmuştur.
Aziz bir taraftan Yûsuf’a, diğer taraftan da hanımına öğüt vererek olup bitenlerin gizli kalması için gayret gösterdiyse de, olayın insanların diline düşmesini engelleyemedi:
وَقَالَ نِسْوَةٌ فِي الْمَد۪ينَةِ امْرَاَتُ الْعَز۪يزِ تُرَاوِدُ فَتٰيهَا عَنْ نَفْسِه۪ۚ قَدْ شَغَفَهَا حُبًّاۜ اِنَّا لَنَرٰيهَا ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ ﴿٣٠﴾
30: Olayı duyan şehirdeki bir takım kadınlar: “Â! Duydunuz mu? Aziz’in hanımı yanında bulunan gencin nefsinden murat almak istiyormuş. Onun aşkıyla yanıp tutuşuyormuş. Görüyoruz ki, bu kadın iyice azıtmış!” dediler.
فَلَمَّا سَمِعَتْ بِمَكْرِهِنَّ اَرْسَلَتْ اِلَيْهِنَّ وَاَعْتَدَتْ لَهُنَّ مُتَّكَـًٔا وَاٰتَتْ كُلَّ وَاحِدَةٍ مِنْهُنَّ سِكّ۪ينًا وَقَالَتِ اخْرُجْ عَلَيْهِنَّۚ فَلَمَّا رَاَيْنَهُٓ اَكْبَرْنَهُ وَقَطَّعْنَ اَيْدِيَهُنَّ وَقُلْنَ حَاشَ لِلّٰهِ مَا هٰذَا بَشَرًاۜ اِنْ هٰذَٓا اِلَّا مَلَكٌ كَر۪يمٌ ﴿٣١﴾
31: Aziz’in hanımı, kadınların dedikodularını duyunca onları konağına dâvet etti. Onlar için şöyle koltuklara yaslanıp oturacakları bir ortamda mükellef bir sofra hazırladı. Ayrıca her birinin önüne, sunulan meyveleri soymak için birer bıçak koydu. Kadınlar meyvelerini soyarken Yûsuf’a, “Karşılarına çık” diye emretti. Kadınlar onu âniden karşılarında görünce güzelliği karşısında şaşırıp kaldılar, farkına varmadan, meyve yerine ellerini doğradılar ve şaşkınlıkla: “Allah’ı tenzih ederiz! Bu bir insan değil; bu olsa olsa ancak değerli bir melektir” dediler.
قَالَتْ فَذٰلِكُنَّ الَّذ۪ي لُمْتُنَّن۪ي ف۪يهِۜ وَلَقَدْ رَاوَدْتُهُ عَنْ نَفْسِه۪ فَاسْتَعْصَمَۜ وَلَئِنْ لَمْ يَفْعَلْ مَٓا اٰمُرُهُ لَيُسْجَنَنَّ وَلَيَكُونًا مِنَ الصَّاغِر۪ينَ ﴿٣٢﴾
32: Bu anı bekleyen Aziz’in hanımı şunları söyledi: “Kendisine gönlümü kaptırdım diye beni kınadığınız genç işte bu! Gerçekten de ben onun nefsinden murat almak istedim, fakat o namuskârlık gösterip reddetti. Eğer kendisine emrettiğim şeyi yine yapmazsa, başka yolu yok, kesinlikle zindana atılacak; elbette zelil ve perişan olacaktır!”
TEFSİR:
Anlaşılan o ki, Aziz’in hanımı gibi, tutulduğu aşk sebebiyle onu kınayan diğer hanımlar da toplumun sosyete kesimine mensup kimselerdi. Aralarında yaptıkları konuşmalar ve Aziz’in hanımının, giriftar olduğu gayr-i ahlâkî teşebbüsünde kendini haklı göstermek için tertiplediği plan, o dönemde Mısır yüksek sosyete sınıfının ahlâken ne kadar süflîleştiğini gözler önüne serer. Hele Aziz’in hanımının: “Gerçekten de ben onun nefsinden murat almak istedim, fakat o namuskârlık gösterip reddetti. Eğer kendisine emrettiğim şeyi yine yapmazsa, başka yolu yok, kesinlikle zindana atılacak; elbette zelil ve perişan olacaktır!” (Yûsuf 12/32) sözü ve diğer hanımların da buna tepkisiz kalması, orada büyük bir hayâsızlığın varlığına işaret eder. Âyet-i kerîmelerin resmettiği tabloya göre, adına “ilerleme” denilen bu câhiliye rezâletinin yeni bir hadise olmadığı anlaşılır. Çünkü bu modanın, bundan binlerce yıl önce Mısır’da tüm haşmetiyle yürürlükte olduğu açıkça görülür.
Saray sosyetesinin böylesine süflî tutum ve davranışlarına karşı Yûsuf (a.s.)’ın sergilediği yüksek seviyedeki şu iffet ve hayâ hâli ne kadar takdire şayandır:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

 
Kurban
Beiträge: 1.052
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010

zuletzt bearbeitet 02.01.2024 | Top

   

Yusuf Süresi Meal Ve Tefsiri 33-50
Yusuf Süresi Meal Ve Tefsiri 1-6

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz